Hz. Halifetü’l Mesih 5 (Allah yardımcısı olsun) 17 Kasım 2023’te İslamabad Mübarek camisinde Cuma Hutbesi verdi. Hutbe çeşitli dillerde tercüme ile MTA televizyonunda canlı olarak yayınlandı.
Huzur-i Enver, kelime-yi şehadet ve Fatiha suresinden sonra şöyle dedi: Geçen hutbenin sonunda Hz. Resulüllah’ın siretinin beyan edilen tarihinde Furat bin Hayyan’ın İslam’ı kabul edişi anlatılıyordu. Bunun daha da ayrıntısı şöyledir: O yakalanmış ve esir edilmişti. Bedir Gazvesi günü de yaralanmıştı. Ancak bir şekilde tutulduğu yerden kaçmıştı. Hz. Ebubekir (ra) onu görünce şöyle dedi: Artık davranış tarzını değiştir ve Müslüman ol. Furat bin Hayyan, hz. Ebubekir’in sözlerini duyunca hz. Resulüllah’a (sav) doğru gitti ve Ensar’dan bir arkadaşının yanından geçerken, ben Müslüman oldum, dedi. O Ensari, Peygamber Efendimize, onun İslam’ı kabul ettiğini söyledi. Peygamber Efendimiz (sav) onun muamelesini Allah’a havale ederek şöyle buyurdu: Şimdi eğer o İslam’ı kabul ettiğini söylüyorsa bu onunla Allah arasındadır. Böylece Peygamber Efendimiz onu özgür bıraktı.
Bir ayrıntı da şöyledir: Hz. Zeyd bin Harise’nin bir seriyyesi Hicri 3 yılı Cemadi’l âhire ayında Karade adlı yere ulaşmıştı. Hz. Mirza Beşir Ahmed Bey, Siret Hatemü’n Nebiyyin’de bu olayı şöyle yazdı: Beni Selim ve Beni Gatafan’ın saldırılarından biraz fırsat bulunca Müslümanlar başka bir tehlikeyi önlemek için yurtlarından çıkmak zorunda kaldılar. Halen Kureyş, ticaret için Hicaz’ın sahil yolundan Şam tarafına giderlerdi. Ancak onlar bu yolu terk ettiler, çünkü o bölgelerin kabileleri Müslümanların müttefiki olmuşlardı. Bu yüzden onlar, Irak’a giden Necid yolunu seçtiler. Bu yolun yakınlarında Müslümanların can düşmanı olan kabileler, Beni Selim ve Beni Gatafan yaşıyordu. Nitekim Cemadi’l âhire ayında Peygamber Efendimize, Kureyş’in bir kafilesinin Necid yolundan geçmekte olduğu haberi ulaştı. Hz. Resulüllah (sav) bu haberi alır almaz Zeyd bin Harise’nin komutasında bir grup sahabeyi yolladı. Hz. Zeyd son derece akıllıca sorumluluğunu eda etti ve Necid’in Karade adlı yerinde onları kıstırdı. Bu ani hamleden korkuya kapılan Kureyşliler malları ve eşyalarını bırakıp kaçtılar. Zeyd bin Harise ve yanındakiler, çok miktardaki ganimet ile muzaffer bir şekilde Medine’ye döndü.
Bir vakıa da, Medine’nin liderlerinden olan Kaab bin Eşref’in öldürülmesi olayıdır. O, hz. Resulüllah (sav) ile yapılan anlaşmaya katılmıştı ama sonradan fitne çıkartmaya çalıştı. Bu suçlarından sonra hz. Resulüllah (sav) onun öldürülmesi hükmünü verdi. Buhari’de yer aldığına göre hz. Cabir bin Abdullah şöyle beyan eder: hz. Resulüllah (sav), “Kaab bin Eşref’in işini kim bitirecek? O, Allah ve Resulüne çok eziyet verdi.” buyurdu. Muhammed bin Mesleme ayağa kalktı ve onu ben öldüreceğim, dedi.
O bir bahane uydurarak Kaab’ın yanına geldi ve dedi ki, Muhammed Resulüllah (sav) bizden sadaka istiyor ve bizi sıkıntıya soktu. Ben senin yanına, borç almak için geldim. Kaab, sizin o şahıstan bıkıp onu bırakacağınız gün uzak değil, dedi. Muhammed bin Mesleme şöyle dedi: Biz ona tabi olmayı seçtik bir kere, bu yüzden onu bırakamayız. Kaab dedi ki, o halde (borç almak için) kendi kadınlarını ya da kızlarını benim yanımda rehin bırak. Muhammed Mesleme şöyle dedi: Bu mümkün değil, tabii ki biz zırhlarımızı rehin bırakabiliriz. Bunun üzerine Kaab razı oldu ve Muhammed bin Mesleme ile beraberindekiler, geceleyin gelmeye söz verip geri döndüler. Gece olunca onlar tekrar Kaab’ın evine gelip onu evinden çıkarıp bir tarafa götürdüler. Kısa bir süre sonra Muhammed bin Mesleme veya onun yanındakilerden biri bir bahaneyle Kaab’ın başına elini koydu ve çok çevik bir şekilde onu yakalayıp öldürdü.
Siret Hatemü’n Nebiyyin’de hz. Mirza Beşir Ahmed Bey şöyle yazar: Kaab’ın öldürüldüğü haberi duyulunca Yahudilerden bir grup, bizim liderimiz öldürüldü diyerek hz. Resulüllah’a şikayette bulundular. Hz. Resulüllah (sav), kısaca onlara Kaab’ın anlaşmayı ihlal ettiğini, savaşa kışkırttığını, fitne çıkartmaya çalıştığını, pis bir dil kullandığını ve kendisini öldürmek için entrika çevirdiğini vesaireyi hatırlattı. Bunun üzerine o kimseler korkup sustular ve onların rızasıyla bundan sonrası için yeni bir anlaşma yazıldı. Yahudiler Müslümanlarla birlikte barış ve asayiş içinde yaşamak, fitne fesat yollarından uzak durmak konusunda yeni baştan söz verdiler.
Bundan sonra Yahudiler asla Kaab bin Eşref’in öldürülmesinden bahsederek Müslümanlara bir suçlamada bulunmadılar. Tarihte hiçbir yerde böyle bir şeyden bahsedilmez. Çünkü Kaab’ın hakettiği cezayı bulduğunu onlar kalpten hissediyorlardı.
Bazı tarihçiler, Peygamber Efendimizin caiz olmayan bir şekilde onu öldürttüğüne dair itiraz ileri sürerler. Fakat açıkça bilinmeli ki bu ölüm hükmü sebepsiz değildi. Çünkü Kaab bin Eşref, Peygamber Efendimizle daimi barış anlaşması yapmıştı. Dolayısıyla Müslümanlar aleyhinde faaliyetlerde bulunması şöyle dursun, o, dışardan gelen düşmana karşı Müslümanlara yardım edeceğine ve Müslümanlarla dostane ilişkilerde bulunacağına söz vermişti. Ama tam tersine o, Müslümanlara hainlik yaptı ve Medine’de fitne fesat tohumları ekip savaş çıkartmaya çalıştı, ayrıca Hz. Resulüllah’ı (sav) öldürme planı yaptı. Onun suçlarının toplamı, cezalandırılması için adım atılmasını gerektiriyordu. Nitekim günümüzün medeni sayılan ülkeleri, isyan, antlaşmanın ihlali, savaşa kışkırtmak ve entrika gibi suçları işleyenleri cezalandırırlar. O halde itiraz ettikleri nedir? Bugünlerde Filistin ve İsrail arasında çok daha fazlası oluyor ki birçok açıdan caiz bile değildir.
İkinci itiraz, onun sessizce öldürülmesidir. Araplarda o zaman her şahıs ve her kabile özgür ve kendi başınaydı. Öyle bir durumda, Kaab aleyhinde dava açılabilecek bir mahkeme mi vardı ki oraya gidip de öldürme kararı çıkartılsın?
Sözleşmeye göre hz. Resulüllah’a (sav) şu seçenek verilmişti: Bütün kavgalar ve siyasi meselelerde hangi kararı uygun görürse onu uygulayacaktır. Nitekim eğer Peygamber Efendimiz (sav) ülkenin barışı için, Kaab’ın fitne peşinde koşmasından dolayı onun katledilmesi gerektiğine karar verdiyse o halde kendisinin kararı üzerinde, mahkeme kurup itiraz etmeye kimin hakkı olabilir. Özellikle de tarihten ispatlandığı gibi Yahudiler onun cezasının onun kendi suçlarından dolayı olduğunu anlayıp sessiz kalmayı ve itiraz etmemeyi yeğlemişken.
Bu dönemde hz. Hafsa’nın ikinci evliliği de gerçekleşti. Bunun detayları şöyledir: Hz. Ömer bin Hattab’ın bir kızı vardı, adı Hafsa idi. O, ihlaslı bir sahabe olan Huneys bin Huzafe’nin nikahındaydı. O sahabe, Bedir Savaşından geri geldi ama bir hastalıktan kurtulamadı ve vefat etti. Onun vefatından sonra hz. Ömer, hz. Osman bin Afvan ve daha sonra da hz. Ebubekir’e söz açtı fakat onlar sessiz kaldılar ve hiçbir cevap vermediler. Hz. Ömer bundan çok üzüldü ve bundan hz. Resulüllah’a (sav) bahsetti. Peygamber Efendimiz, hiç merak etme buyurdu. Hz. Resulüllah (sav) hz. Hafsa’nın kocasının vakitsiz ölümünden dolayı duyduğu üzüntü ve hz. Ömer ile ilişkiyi daha da güçlendirmek için; Ayrıca hz. Hafsa’nın okur-yazar olmasından dolayı tebliğ ve talim işlerini daha geniş çapta yapma faydaları sebebiyle hz. Hafsa ile evlenmeye karar verdi. Hz. Ebubekir ve hz. Osman bundan haberdar oldukları için sessiz kalmışlardı.
Hicri 3 yılı Şaban ayında hz. Hafsa, Peygamber Efendimizin nikâhına girip, ezvac-ı mutahharat arasına girdi. O, aşağı yukarı 63 yaşında hicri 45 yılında vefat etti.
Hicri 2 yılı olayları arasında hz. Ali ve hz. Fatma’nın nikahlanması bahsi geçmişti. Onların evinde hicri 3 yılı Ramazan ayında, yani nikahtan 10 ay sonra bir çocuk doğdu. Onun adını hz. Resulüllah (sav) Hasan koydu. Kendisiyle ilgili Peygamber Efendimiz (sav) bir defa şöyle buyurdu: Benim bu çocuğum seyyid, yani liderdir ve bir zaman gelecek ki Allah-u Teala onun vasıtasıyla Müslümanların iki grubu arasında barış yaptıracak. Nitekim bu gaybi haber vakti gelince gerçekleşti.
Huzur-i Enver hutbesinin sonunda Filistin’in mazlum Müslümanları için duaya çağırarak şöyle dedi:
Birçok hutbelerimde Filistinliler için dua edilmesini belirttiğim gibi bugün de aynısını tekrarlamak istiyorum. Dualarınıza aksatmadan devam edin.
Artık zulmün boyutu had safhaya ulaştı. Masum çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve hastalar, Hamas’la savaş bahanesiyle öldürülüyor. Bu sözde medeni dünya, savaşın tüm normlarını ve kurallarını hiçe saymıştır. Allah Müslüman ülkelere de akıl versin.
Hazreti Muslih-i Mev’ud (ra), 72 veya 73 yıl önce Müslümanların birleşmesi gerektiği konusunda uyarmıştı; teker teker ölmek mi, yoksa varlıklarını sürdürüp bir bütün olarak hayatta kalmak mı istediklerine karar vermeleri gerekiyor. Keşke bu insanlar (Müslümanlar) bunu şimdi anlasalar ve birlik olabilseler.
Durum öyle ki, umreye gidenlere Filistin-İsrail çatışmasını konuşmamaları söylendiği yönünde bana bilgi verildi. Oradaki hükümet vize verirken bu emri veriyormuş. Eğer bu doğruysa, bu Müslüman hükümetinin aşırı korkaklığını yansıtıyor. Her ne ise, umre ibadetinin hakkı eda edilmeli, umre sırasında bu tür konular konuşulmamalı, ancak mazlum Filistinliler için orada mutlaka dua edilmeli, umreye gidenler de bunu unutmamalıdır.
Bugünlerde Müslüman hükümetler de seslerini yükseltiyorlar ama sesleri çok zayıf. Bazıları seslerini yükseltiyorlarsa da bazı gayrimüslim insanlar, politikacılar ve hükümetler daha güçlü bir şekilde seslerini yükseltiyorlar. Allah Müslümanlara da cesaret ve akıl versin.
BM Genel Sekreteri de iyi konuşuyor, hatta bugünlerde daha iyi konuşuyor ama sözlerinin hiçbir geçerliliği yok gibi görünüyor. Öyle görünüyor ki, eğer bu çatışma daha da tırmanır ve Dünya Savaşı biçimini alırsa, o zaman bu olay sonuçlandıktan sonra BM’nin de sonu gelecektir. Allah-u Teala dünyaya akıl versin. Belli ki artık dünya kendi mahvoluşunu hazırlıyor ve bu mahvoluştan sonra kurtulacak olan insanlara Allah akıl versin de onlar ilgilerini Allah-u Teala’ya çevirsinler, O’na yönelsinler. Ne olursa olsun bizim bu konuda çok dua etmemiz gerekir. Allah-u Teala dünyaya merhamet etsin. (Amin)