İtiraz: Arapça olmayan kelimeler içermesi
Kur’an-ı Kerim’in yabancı diller içerdiği itirazı da yersizdir. Bir kere hiçbir dil; ister eski olsun ister yeni, diğer dillerden tamamen arınmış olmaz. Eğer o dönemin Arapları “biz bu kelimeyi bilmiyoruz; bu yabancı bir kelimdedir” deseydi itiraz anlamlı olurdu ama öyle bir şey yaşanmadı. Eğer Araplar anlamışsa, eğer Mekkeliler anlamışsa kelime başka dile de ait olsa itiraz yeri değildir. Hatta yepyeni bir kelimeyi Arapçaya yerleştirmişse bile itiraz yeri değildir çünkü bu Kur’an’ın olağanüstü kudretini gösterir. Ancak kelamı son derece güçlü birisi böyle bir şeyi başarabilir; mevcut dilin içinde olmayan kelimeler yerleştirebilir. Bu sebeptendir ki Kelamı güçlü olanların hataları bile revaç bulurlar; yeni bir icat gözüyle bakılır çünkü öyle birisi otorite olur. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna o karar verir. Bu sebeple Kur’an eskiden olmayan kelimeleri getirip yerleştirmişse bu da onun bir mucizesidir.
Ama işin aslı şudur ki bu iddia zaten yanlıştır. Kur’an’da Arapça olmayan kelime hiç yoktur. Arapça ve İbranicenin benzerliği bazı şüpheleri doğurmuştur. Bu iki dilin bazı atasözleri bile benzerdir ve bu sebepten dolayı konuyu tam bilmeyenler sendelemişlerdir. Örneğin “Furkan” kelimesi vardır. Bu kelimenin tüm türevleri Arapçada vardır ve hakkında “bu Arapçada yoktur” denmesi tamamen yanlıştır. Aynı şekilde “Rahman” kelimesi hakkında da itiraz ederler ama bu da bilgisizlikleri yüzündendir.
“Rahman” kelimesinin gerçeği
İtiraz edenler Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti yüzünden itiraz ederler;
Yani onlara Rahman’a secde et dendiğinde “Rahman nedir” derler.[1]
İtiraz edenler “alın işte ispat; Kur’an’da Arapların anlayamadığı kelimeler vardı ki böyle dediler. Yabancı kelimeler olmasaydı demezlerdi” diyorlar. Oysaki bu itiraz, itiraz edenin bu ayeti hiç anlayamadığını göstermektedir. Kâfirler “Rahman” kelimesinden değil, Rahman kelimesinin böyle kullanılmasından habersizdi. Kur’an Rahman kelimesini ilk kez bu şekilde kullanarak yeni bir bilgi vermişti. Örneğin “salâvat” eski Arapçadır ama “salâvat” kelimesinin İslami kullanımı ancak Kur’an’dan sonra oluşmuştur. Bu kullanıma karşı da birisi kalkıp “ben bu kullanımı ilk kez duydum; ne olduğunu bilmem” diyebilirdi.
Sözün özü asıl itiraz bir terim olarak kullanıma yönelikti. “Bu şekilde kullanıldığı vakit anlamını bilmiyoruz” demişlerdi. Oysaki yeni bilgi vermek için bu bazen şart oluyor. Bu şekilde itiraz eden Kur’an’ın şöyle dediğine de itiraz eder;
Biz her peygambere kendi kavminin dilinde vahiy göndeririz.[2]
Bunu söyledikten sonra Hazreti Şu’ayb’in kavminin itirazını şöyle anlatıyor;
Ey Şu’ayb; dediklerinin çoğunu anlamıyoruz.[3]
Soruyoruz; bunun anlamı şu mudur ki Hazreti Şuayb alakasız bir dilde konuşurdu! Kur’an’ın söylemek istediği tek şey şudur ki beyan ettiği meseleler kavmi tarafından anlaşılmıyordu.
Araplarda “Rahman” kelimesinin kullanımı
Gerçek şudur ki Kur’an’ın kullandığı kelimeler zaten Arapça dilinde vardı. “Rahman” kelimesi de bunların arasındadır. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurur;
Eğer Rahman dileseydi biz şirk yapmazdık.[4]
Yani “Rahman” kelimesi Araplar tarafından kullanılırdı. Farklı gelen sadece kullanım tarzıydı çünkü Kur’an çabaya bakmaksızın, ödüllendiren zatın “Rahman” olduğunu söylüyordu ve bunu kabul etmeye hazır değillerdi çünkü kabul etseydiler şirkleri anlamsızlaşırdı. Sözün özü kastettikleri “biz Rahman’ın ne anlama geldiğini bilmeyiz” değildi. Onlar sadece Kur’an’ın bunu spesifik bir terim olarak kullandığını anlayamıyorlardı. Her neyse; Kur’an’ın fesahati onun güzelliğinin bir ispatıdır; üstünlüğünün bir kanıtıdır. Bu fesahati o kadar barizdir ki Arap edebiyatına olan etkisi hala sürmektedir ve Arapça dilinin belli bir şekilde gelişmesine sebep olmuştur. Hatta Arap Hıristiyanlar dahi bu üstünlüğünü itiraf ederler ve medreselerinde Kur’an’ın belli kısımları saygınlık yaratmak için konur. Cahil bir ülkede bir kitabın tüm kavmi alıp âlime dönüştürmesi küçük bir şey değildir.
Kur’an’daki olağanüstü tertip ve sıralama
Zahiri üstünlüklerinden ikincisi tertip ve sıralamasıdır. Bir kelamın belli bir sıra ve tertip içinde olması zatında ruhaniyetle alakalı değildir çünkü salt tertip insanın kelamında da vardır. Ama şu da bir gerçektir ki tertip bir kelamı etkileyici ve güzel kılar ve bu açıdan da Kur’an diğer kitaplardan üstündür. Yüzeysel olarak okunduğunda bir sıra ve tertibi görmek zordur; hatta bazılarına alakasız ayetlerin peş peş dizilmesi gibi gelir. Ama hakkında çok derin düşününce inanılmaz ince bir tertip ve sıralaması olduğu ortaya çıkar. Hatta en alakasız gibi duran yerler en çok alakalı yerler haline gelir ve bu inanılmaz bir üstünlüktür. Hiçbir insan yüzeysel bakıldığında alakasız ama derine inince inanılmaz alakalı cümleleri peş peşe yazamaz; böyle bir kitap oluşturamaz. İşte bu sebeple Kur’an-ı Kerim diğer kitaplara benzemesine rağmen üstündür. Belli cümleleri makul bir sırayla yazmak zor değildir; insanın kelamında da bu özellik vardır ve her aklı başında insan bunu başarabilir. Ama Kur’an bu tertibi öyle bir şekilde oluşturuyor ki diğer kitaplarda bunun örneği kesinlikle yoktur.
Tertibin bazı özellikleri
Dediğim gibi ilk özelliği şudur ki tertibi ve sırası gizlidir; bariz değildir ve ancak hakkında derin düşününce insan o inanılmaz incilere ulaşır; latif manaları bulur[5]. Tüm ayetlerinde latif ve derin felsefeler içeren bir sıralama ve süreklilik bulur.
Şu anda bu tertibin örneklerini veremem çünkü hangi örneği verirsem itiraz eden “tam orası özellikle seçildi” diyecektir. Arkadaşlara “bana genellikle insanların alaka kuramadığı ayetleri gösterin ki onları ele alayım” demiştim ama maalesef bu konu hakkında pek bilgili değillerdi ve güzel örnekler sunamadılar. Kendim de baş ağrım yüzünden zaman bulamadım yoksa size ne kadar ilginç şekilde tertibin hep var olduğunu gösterecektim.
İkinci özellik şudur ki Kur’an, insan beyninin çalışma prensiplerine göre her ayetten sonra o ayetle ilgili insanın aklında oluşabilecek soru işaretlerini bir sonraki ayetlerde beyan eder. Yani her ayet bir öncekini açıklar ve bu kadar ince tertip hiçbir kitapta yoktur. İncil hakkında Luther şöyle yazmıştır;
Yani İncil’de olayların sırası zaten dikkate alınmamıştır; dolayısıyla anlaşılmayan bir yer olursa öyle bırakılmalıdır; üzerine gidilmemelidir.
EMILE LUDWIDG adlı yazar yazdığı bir kitapta şöyle der; Elimizdeki İncil tamamen sırasızdır; bir tertibi yoktur. İncil’deki çelişki işte bu alakasız sıralama yüzündendir. İlmimizin dört büyük membası olan dört İncil birbiriyle çelişki içindedirler ve Hıristiyan olmayan araştırmacılar da buna dikkat çekmişlerdir. Sıralaması o kadar karışıktır ki yüzyıllardır Hıristiyanlar dahi sıkıntı çekmişlerdir.
Aynı şekilde Vedaları[6] okursanız gene aynı tertipsizliği göreceksiniz. Bir olayın diğeriyle ne alakası var göremeyeceksiniz.
Kısacık ibarelerdeki derin anlamlar
Kur’an-ı Kerimi güzel kılan üçüncü özellik de kısacık ayetlerinin bitmek tükenmek bilmeyen derin anlamlarıdır. Her ayetten düşündükçe yeni anlamlar çıkar. Bir açıdan bakınca bir ayet delil sunar gibi gözükür ama başka bir açıdan bakınca bir emir verir gibi. Yine başka açıdan bakınca bir şeyden men eder gibi duran ayet bakışı değiştirince tarih hakkında bilgi verir gibi olur. Sonra yine aynı yer hakkında derin düşününce inanılmaz gaybî haberleri de içerdiği ortaya çıkar. Bu özellik Kur’an-ı Kerimi son derece küçük ve okunabilir bir kitap haline getirmiştir ama küçüklüğüne rağmen İncil veya Tevrat’tan çok daha fazla konuyu beyan etmiştir. Biraz önce kısacık ayetlerde üç yüce gaybî haberin beyan edildiğini göstermiştim ama bu derinlik sadece o üç ayetle ilgili değildir; Kur’an’ın neresini ele alırsanız alın; hep aynı şey göreceksiniz. Hatta biraz önce ele aldığım ayetleri yeniden ele alacak olursam dahi başka açılardan bakınca bambaşka anlamlar içerdiğini gösterebilirim.
“İkra’ bismi rabbikelleziy halak” ayetinin yeniden latif bir tefsiri
Bu ayetlerde Allah (c.c.) şöyle buyurur;
İlk önce bu ayetler tarihi bir olayı hatırlatırlar. (İkra’ bismi rabbikelleziy halak) diyerek “Oku; ama okumadan önce Rabbinin ismiyle okuduğunu söyle” diyor ve bu çok eskiden verilen bir gaybî haberi hatırlatmak içindir. Tevrat’ın İstisna bölümün 18:18 ayetinde verilen sözü hatırlatmaktadır;
Onlar için; onların kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber var edeceğim. Kendi Kelamımı onun ağzıyla anlatacağım ve o da ne dersem aynen tekrar edecektir. Benim adımı anarak söylediği her şeyden duyan sorumlu olacaktır.
Yani (bismi rabbike) diyerek Hazreti Musa’nın (a.s.) verdiği gaybî haberi doğrulamaktadır. Hazreti Musa (a.s.) Tevrat’ın bu ayetiyle kendisi gibi bir peygamberin geleceğini vaat etmişti ve şeriat getiren peygamberlerin silsilenin daha devam edeceğine işaret etmişti.
Sonra bu ayetlerde (ikra’) kelimesi bir Müslüman için tebliğin vacip ve farz olduğunu göstermektedir. Birçok kelam vardır ki sadece okumak içindir; başkalarına anlatmak için değil. Ama Kur’an-ı Kerim bu kelamın tüm dünya için olduğunu söyler; “git bu söylediklerimi dünyaya yay” der. Yani bu ayet bu açıdan bakınca İslamiyet’in ileride yapılacak tebliğine ışık tutmaktadır.
(rabbikelleziy halak) kısmında anlatılan dördüncü incelik şudur ki bu kelamı yaymaya çalışırken birçok zorlukla karşı karşıya geleceksin ama sen Rabbinin ismini anarak devam et. O Rab ki tüm insanlığı yaratmıştır. Yani bu kelam Tevrat gibi sadece Beni-İsrail için değildir; tüm insanlık içindir. Eski peygamberlerin küçük kavimler için çektikleri musibetleri dikkate alacak olursak tüm insaniyet için ne kadar sıkıntı ve zorluğun çekilmesi gerektiğini anlarız. “Ama korkma” diyor çünkü bu kelam Rabbin tarafından indirilmiştir. Unutma ki tüm dünya bu kelamın muhatabı olduğu için hepsi düşmanın kesilecektir ama Rabbin hep yanında olacak. Ama şunu da göz ardı etme ki gelişmen yavaş yavaş olacaktır çünkü Rab yavaş yavaş geliştiren, evrim geçirerek daha yüce makamlara götürene de denir.
Sonra ayet (Halekal’insane min ‘alak) der. Burada insana onun başlangıcı hatırlatılmaktadır. Bu kadar edna ve işe yaramaz bir başlangıcı olan bir zat kendi yüce maksatlarını ve asıl hedeflerini kendisi nasıl tayin etsin! Ama gelin görün ki aynı kelimelerle Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) aklını başka yöne çevirmektedir çünkü “alak” alaka kurabilen bir varlıktır; doğal olarak Allah’a (c.c.) meyilli ve alakalı bir varlıktır ve Allah (c.c.) Peygamber Efendimize (s.a.v.) “sen merak etme; insanların içinde zaten Benim arayışım vardır ve bu arayış yardımcın olacaktır. Dolayısıyla sen sakın umudunu kesme ve tedirgin olma” demektedir.
Hele bir bakın; kısacık ayetlerde nasıl bu derin anlamlar yerleştirilmişlerdir. Tarih, ilm-i-kelam, tebliğ, insanın yaratılışı, içinde olan gizli kuvvetler vs. gibi çeşitli konular doldurulmuşlardır ve daha bu konular bitmemiştir; nice ilimlere daha ışık tutmaktadır.
Kur’an’ın kafiyeli tarzı. Dördüncü özelliği şudur ki Kur’an’ın tarzı kafiyelidir. Normalde sadece kafiyeyi tutturmak için yazılan boş şeyler insanın hoşuna gitmez; özellikle eğer kafiye için gereken kelime cümlenin anlamını da bozuyorsa. Ama Kur’an’ın kafiyesi öyle olağanüstüdür ki hem konunun azametini koruyor; hem inanılmaz ince marifetleri açıyor. Örnek olarak Cuma suresine alacak olursak;(Cuma 2-5)
Hele bir bakın; nasıl da bu ayetlerde denge korunmuştur; nesir olmasına rağmen şiirlerin havasını taşımaktadır ve yine de her bir kelimesi yerli yerindedir; bir tane fazlası yoktur. Şairler istedikleri etkiyi elde etmek için fazla veya gereksiz veya yerinde olmayan kelimeler kullanmaktan çekinmezler ama burada durum tamamen farklıdır.
Günümüz hakkında olan bu ayetler aynen şiirler gibi kafiyelidirler ama aynı zamanda kelimelerin sırası olması gerektiği gibidir. Tertibi derin felsefeler içermektedir. Ne bir kelimesi fazladır ne az; her şey yerli yerindedir.
Cuma suresinin ilk ayetlerinin tefsiri
Bu ayetlerde Allah (c.c.)
(Yesebbihu lillahi ma fissemavati ve ma fiyl’ard ) diye başlar. Her şey; ister yerde olsun ister göklerde Allah’ı tespih eder. Bu gösteriyor ki derin inceleyecek olursak kâinattaki her şeyden Allah’ın lekesiz ve mükemmel bir zat olduğunu çıkartabiliriz. Sonra (ElMelikil Kuddusil’ Aziyzil Hakiym) der. O Hükümdardır, Mukaddestir, Mutlak güç sahibi ve Hikmet sahibidir. Buradaki Hakiym kelimesi biraz sonra gelecek olan kısmıyla kafiye olarak uyum içinde olsun diye sona alınmıştır. Eğer bu dört sıfatı sıralarken son olarak Melik (Hükümdar) sıfatından bahsedilseydi bu ayetler şiir hissini kaybedeceklerdi. Ama gelin görün ki ayetin devamı da aynen bu sıralamaya uygundur. Önce Melik sıfatından bahsedilmiştir; Allah’ın bir Hükümdar olduğu söylenmiştir. İyi bir hükümdarın en önemli işi nedir? Şu ki halk için en faydalı olan emirler versin; kurallar koysun. İşte bu sebeple ilk olarak diyerek “Allah tüm dünyanın Hükümdarı olduğu için ümmilerin arasında kurallarını getiren bir resul gönderdi. Dışarıdan değil; aranızdan gönderdi” demiş oldu ve iyi bir hükümdarın yapması gerektiği işi vurguladı.
Sırada ikinci anlatılan sıfat (Kuddus[7]) olduğu için hemen arkasından dedi. Yani O yüce zat kendisi lekesiz ve tertemiz olduğu için kendisine yakın olanların da öyle olmasını istiyor ve dolayısıyla resulünü dinin detaylarını anlatıp insanları tertemiz hale getirmesini emretti; kalplerinin pak olmasını sağladı. Önce sadece ayetleri anlatarak insan zihnini temizledi ve doğru akideyi anlattı; ardından esas olan kalp temizliklerine yöneldi; amellerini pak hale getirdi.
Üçüncü anlatılan sıfat ( Aziz) idi. Yani o Galiptir; istediği zaman karşı tarafı her ne kadar güçlü olursa olsun mağlup eder. Ancak sözü geçen birisi etrafında dinlemek ve öğrenmek isteyen bir öğrenci kitlesi toplayabilir ve toplumlarda bunu yapabilmek güç ister. İşte bu sebeple dendi. Yani Allah (c.c.) o resulü de galip hale getirdi ve geniş kitlelerin muallimi yaptı. “Biz hem ona bir cemaat vereceğiz ki onlara anlatsın; hem o cemaati sonradan galip kılacağız çünkü Aziz sıfatımızı kullanarak onu muallim yaptık.
Dördüncü anlatılan sıfat (Hakiym[8]) idi. Buna karşı aynı sırayla dendi. Yani bu resulümüz size kitabın emirlerini anlatmakla kalmayacak; derin hikmetlerini de anlatacak. Oysaki (O ana kadar bu kavim apaçık bir sapkınlık içindeydi) ve böyle bir kavme bir şey anlatmak ve hikmetini genlerine kadar işlemek kolay değildir. Ama bu resulümüz bunu başaracaktır.
Ama sonra ayet devam ediyor ve birden bambaşka bir şey söylemeye başlıyor; . Yani bu resulümüz başka bir grubun da muallimi olacaktır. Öyle bir gruba ki henüz bu grupla birleşmemiştir. Bu sürpriz haberden sonra yine diyerek Aziz (Galip) ve Hakiym (Hikmet sahibi) sıfatları tekrar edilmişlerdir. Bu noktada birisi “hani gereksiz tekrar yoktu Kur’an’da. Öyleyse neden bu iki sıfat bir daha tekrar edilmişlerdir; sanki sadece kafiye tutsun diye yapılmıştır” diyebilir. Ama derin düşünecek olursak bu tekrarın son derece manalı olduğunu görüyoruz. Sıfatları tekrarlayarak “bu resul henüz bunlarla birleşmemiş bir gruba da muallimlik yapacaktır” denmiştir ve “henüz birleşmemiş” diyerek iki grubun arasında bir zaman ve mekân sürekliliğinin olmadığı vurgulanmıştır[9]. Bu sıfatları tekrar etmek bize çok önemli bir mesaj veriyor ve o da şudur ki bu ikinci grup gelene kadar Kur’an ilmi Müslümanlardan yok olacaktır ve araya karanlık bir dönem girecektir. Eğer süreklilik olsaydı ve herhangi bir düşüş söz konusu olmasaydı “Aziyz” (Galip olan) sıfatına ihtiyaç kalmazdı. Sonraki nesiller zaten önceki nesillerden öğrenirler. Eğer zihinsel ve cismani galibiyetleri hep devam edecek olsaydı yeniden Aziz sıfatına ihtiyaç duyulmazdı. Bu gösteriyor ki İslamiyet’in ilk döneminden sonra bir çöküş yaşanacaktı[10] ve Kur’an ilmine gerçekten sahip olan insanlar yok olacaklardı[11]. “İşte o zaman Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vasıtasıyla ve onun niyabetinde İslam yeniden ihya edilecektir” deniyor. “Müslümanlar yine galip gelecekler; yine tüm derin hikmetlerine kavuşacaklar” deniyor.[12]
Düşünmeye değerdir ki aranın açılması ve karanlık dönemin yaşanması ancak bir eksiklik yüzünden olabilir. Her şey dörtdörtlük olsaydı böyle bir şey olmazdı ve karanlığın yok edilmesi ancak o eksiklik ve noksanlığın yok edilmesiyle mümkün olacaktır. Aziz ve Hakiym sıfatlarını tekrarlayarak çöküşün sebebi de anlatılmıştır. “Bu çöküş İslam düşmanlarının dünyevi anlamdaki galibiyeti ve fikir ve düşünce konusundaki üstünlüğü yüzünden yaşanacaktır” deniyor. “İlmi, felsefi ve bilimsel konulardaki derin hikmetlere kavuşacakları için yaşanacaktır” deniyor. Müslümanlar ise bu olağanüstü yükselişlerinden etkilenip ellerindeki Kur’an’ı da terk edeceklerdir ama Kudret sahibi O Aziz (Galip gelen) Allah (c.c.) onları yine galip kılacaktır. Bu karanlık dönemde hükümet İslam düşmanlarının ellerine geçtiği için ve etkisi altında kalan Müslümanlar çeşitli yeni ilimlerle tehdit edildiği için Allah yeniden Aziz ve Hakiym sıfatlarının cilvesini gösterecektir. Hem dünyevi anlamda galip geleceklerdir; hem Kur’an’dan yeni çıkan tüm ilimleri çıkartıp göstereceklerdir; yapılan hamlelere çökertici cevaplar vereceklerdir. Kur’an’a ters düşen tüm sözde ilimlerini ret edeceklerdir çünkü asıl Galip olan Allah’tır ve tüm gerçek ilimler ve derin hikmetler O’ndadırlar. İşte bu sebeple Allah (c.c.) tüm fitnelere rağmen gerçek İslam’ı ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) getirdiği gerçek öğretiyi yeniden ihya edecektir.
Sözün özü bu tekrar sadece kafiyeyi tutturmak için değildir; çok derin mesajlar ve büyük gaybî haberler içermektedir. Her sıfat tam gerektiği gibi kullanılmıştır; sıralaması ve tertibi mükemmeldir.
Kur’an ayetlerinin latif dengesi
Kur’an’ın zahiri güzelliğinin bir özelliği de ayetlerinin latif dengesidir. Aslında nesir olan bu kelam şiirlere o kadar yakındır ki tarzı taklit edilemez. Bu çok önemli bir özelliktir. Unutmayın ki Kur’an’ın korunması için hıfzedilmesi gerekiyordu. Bu sebeple tam denge içinde ve şiirlere benzeyen ayetlerin olması şarttı. Bu bir gerçektir ki başka hiçbir kitap bu kadar kolay hıfzedilemez. Bunun sebebi ayetlerindeki o latif dengedir ki okudukça insanı mest eder.
Zikirle dolu olması
Zahiri güzelliğinin altıncı özelliği şudur ki nereye bakarsanız bakın; sanki Allah’ın zikriyle doludur. Mekke’deki düşmanlar Müslümanların meclislerinde oturdukları vakit “ya onlar da Allah’tan başka bir şey konuşmazlar” derlerdi. Kur’an bu konuyu o kadar vurgulamıştır ki insan etkilenmeden kalamaz ve ruhunda gerçek Allah sevgisi barındıran bir insan çok mutlu olur. Fransız bir yazar şöyle demiştir.
“Muhammed (s.a.v.) hakkında ne derseniz deyin; şu bir gerçektir ki tek konusu Allah’tır. Ne hakkında konuşursa konuşsun araya Allah’ın zikrini getiriyor. Resmen Allah’ına âşıktır”
Bu İslam’ın muhaliflerinin şahadetidir. Onlar da Kur’an’ın Allah’ın zikriyle dolu olduğunu itiraf ederler ve gerçek şudur ki bir dinin canı O yüce zata âşık olmaktır; her an her lahza Onu anmaktır. Diğer kitaplara baktığımızda bunu bu kadar yoğun hissetmiyoruz; alakasız konularla zaman kaybettiklerini görüyoruz. Hatta insanlar hakkındaki kıssaların ağır bastığını söyleyecek olursak çok yanlış olmaz.
Sert sözlerden münezzeh bir kitap
Zahiri güzelliğinin yedinci özelliği şudur ki her tür gereksiz sert sözden uzak duran bir kitaptır. Kimse, hakkında “küfürlerle doludur” diyemez. Hatta sadece sert ifadelerden uzak durmakla kalmıyor; son derece latif ve insanın gönlünü alan şekilde nasihat ediyor.
[13]
Yani Allah (c.c.) yerine taptıkları batıl ilahlara bile küfür etme. Öyle yaparsanız onlar da farkında olmadan gerçek İlah olan Allah’a küfür edecekler.
Sonra şöyle der;
[14]
Yani her kavme kendi amellerini süslü olarak gösteririz. Sanmayın ki bunlar nasıl olsa batıl ilahlardır; bunlara kötü demenin bir zararı yoktur. Gerçek şudur ki her kavim günaha karıştıkça yavaş yavaş yaptıklarını güzel olarak görmeye başlar.[15] Bu sebeple eğer bunların batıl ilahlarına kötü derseniz fitne çıkacaktır ve bunlar intikam almak için asıl ve gerçek İlaha küfür etmeye başlayacaklardır.
Dünyanın emniyetini ilgilendiren ne kadar da latif bir psikolojik noktadır bu. “Kimsenin büyüklerine ve saygınlarına kötü demeyin. Böyle yaparsanız birçok fitneden kurtulacaksınız ve aranızda sevgi bağları oluşacaktır”
Küfür ve ahlaksızlıktan uzak kitap
Zahiri güzelliğinin sekizinci özelliği küfür ve ahlaksızlıktan uzak durmasıdır. Yani bunda insanı öfkelendiren veya utandıran veya ahlaksızlığa benzeyen bir şey yoktur. Unutmayın ki Kur’an bir şeriat kitabıdır ve bu kadar derin ve ince bir konuyu ele alan kitap çok hassas konuları ele almak zorundadır. Ama bu hassas konular öyle bir şekilde ele alınmışlardır ki anlayan anlıyor ve daha aklı ermeyen de farkında olmadan geçiyor. Örneğin çok hassas olan erkek kadın ilişkisi beyan edilmiştir; iç ve dış temizliği ile ilgili derin detayları beyan edilmişlerdir. Ama bu konular öyle bir ele alınmışlardır ki hem her şey anlatılmıştır hem tüm çıplaklığıyla insanın zoruna gidecek şekilde beyan edilmemişlerdir. Buna kıyasla diğer kitaplardaki üslup insanı utandırıyor. Örneğin Tevrat’ın “Genesis” adlı kısmının 19. bölümünün 31-38 ayetler arasında Hazreti Lut (a.s.) hakkında çok pis şeyler yazar. Burada kadınlar da olduğu için okuyamam bile ama görmek isteyenler sonra bakabilirler. İncil bu kadar açık saçık şeyler yazmaz ama orada da çocukların ahlaklarını kötü etkileyebilecek bir şey vardır; Matta bölüm 12 46-50 ayetlerde şöyle yazar;
O (Mesih) koyunlarıyla (insanlarla) konuşurken bakınız, Annesi ve kardeşi de dışarıda duruyordu ve onunla konuşmak istiyorlardı. Birisi ona (Mesih’e) “bak, annen ve kardeşin de dışarıdadırlar; seninle konuşmak istiyorlar” dedi. O haber verene şöyle dedi; “kimdir annem; ve kimdir kardeşim”. Sonra öğrencilerine doğru elini uzatıp şöyle devam etti. “İşte annem ve kardeşlerim bunlardır çünkü ancak göklerdeki Babamın dediklerini yapan benim annem ve kardeşim sayılır.[16]
Oysaki Hazreti Meryem Hazreti İsa’ya (a.s.) inananlardandı; muhalif değildi. Ama elimizdeki İncil’e göre buna rağmen Hazreti İsa (a.s.) onu umursamadı. Oysaki Kur’an-ı Kerim muhalif olan anne babaya karşı bile nazik ve saygılı şekilde davranmamızı emretmiştir.
Sonra “The Hymns of Rigveda” adlı kitapta şöyle yazar;
Yani İndar doğma anında “Ben yandan annemin kaburgalarından çıkacağım” dedi;
Sonra Atharvaveda[17] adlı kitabın birinci cilt, kitap 3, 25. duasında kadına “Sen gizlice anne babanın evinden kaç” denmiştir.
Yine aynı kitabın birinci cilt, kitap no 5 dua no 25 de erkek evladın doğumuyla ilgili çok çirkin bir dua vardır. Erkek ve kadın ilişkisi öyle çirkin bir şekilde sunulmuştur ki herhangi aklı başında anne baba kendi çocuklarına okumak ve uygulamak için veremezler. Oysaki Kur’an-ı Kerim başından sonuna kadar öyle pak bir dildedir ki düşmanları bile itiraz edemezler.
Küfür ve ahlaksızlıktan uzak kitap
Zahiri güzelliğinin dokuzuncu özelliği şudur ki önce bariz olanı gösterip ince ve derin hakikatlere götürür. Bazen Allah’ın (c.c.) zatı akan sulara benzetilir, bazen ise yağmur yağdıran bulutlara. Bazen şimşeklerin özellikleriyle anlatılmaya çalışılmıştır ve bazen ise defnedilen ölüler hakkında konuşarak insanın düşüncesi O’na doğru çevrilmiştir. Bazen yeni doğan bebeklerin misaliyle insanın dikkati çekilmiştir ve bazen pisliklerin uyandırdığı iğrenme duygusuyla O’na yönelmenin gerekliliği anlatılmıştır. Yine bazen ise tertemiz ve lekesiz olmanın önemi vurgulanarak O’na benzemek için teşvik edilmiştir. Sözün özü Kur’an’ı okuyan birisi okudukça insanın fıtratının sesini duyar gibi olur. Oysaki diğer kitaplar doğanın kanununu böyle kullanmazlar; ortada olan bariz gerçeklerden daha derin manevi gerçeklere doğru götürmezler.
İnsani duygularına seslenmesi
Onuncu özelliği şudur ki insaniyet’in yüce duygularına seslenir. Yaratılışının özelliklerini açıklar; insana verilen yüce kabiliyetlerini beyan eder. “Artık bu yüce kabiliyetleri kullanın ki amacınıza ulaşasınız” der. “Bunları yapmazsanız asıl gelişimi gösteremeyeceksiniz” der. Bunlar her akli selime sahip insanı etkileyen şeylerdir.
Velhasıl zahiri güzellik açısından da Kur’an-ı Kerim üstün bir kitaptır ve okudukça insan etkilenmeden duramıyor. Ancak basit kıssalar seven insanların zoruna gidebilir; yoksa derine dalanlar muhakkak etkileniyorlar.
[1] Furkan 6
[2]İbrahim 5
[3] Hud 92
[4] Zuhruf 21
[5] Unutulmamalıdır ki burada derin düşünmek için tertemiz bir kalp ve önyargı olmaması da şarttır. *
[6] Hinduların kutsal kitabı
[7] Tertemiz; lekesiz. Sadece şu anda değil; hiçbir zaman herhangi bir pisliğe bulaşmamış olan birisi. Ezelden beri lekesiz olan birisi.
[8] Hikmet sahibi *
[9] Yoksa eğer kastedilen sadece sürekli gelişen Müslüman kitlesi olsaydı böyle bir kelam tarzı uygun olmazdı. Kaldı ki Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kendisi de bunu çok sonradan gelen bir grup olarak yorumlamıştır. Bakınız. Sahih Buhari. *
[10] Bu artık zaten inkâr edilemez tarihi bir gerçektir. *
[11] Zahiri ilim hep kalır; her peygamberin gelişinde eski ulemalar hep var olmuştur ama sırf şekle taptıkları için tamamen ret edilmişlerdir. Hazreti İsa zamanında da büyük Yahudi ulemalar vardı; Tevratı da kendilerine göre iyi bilirlerdi ama Hazreti İsa (a.s.) hepsini ret etti. Sizin ilimleriniz bir hiçtir dedi. İşte bugün Müslümanların durumu da aynıdır; her taşın altından bir âlim çıkıyor ama onlarda İslamiyet’in ruhu yoktur. *
[12] Zaten yok olan da bu iki şeydir; birisi İslam felsefesinin galibiyeti; diğeri ise derin ruhu. Yoksa salt kitap ve ayetler hala vardırlar. *
[13] Enam 109
[14] Enam 109
[15] Günahın çeşitli cezalarından birisi de budur ki insan günahı görmemeye başlar; alışır ve en sonunda savunur hale gelir; hatta yaymaya çalışır.
[16] “British and Foreign Bible Society” tarafından 1906 senesinde Lahor kentinde basılan İncilden alınmıştır.
[17] Veda olarak adlandırılan Hinduların dört kutsal kitabından birisi