Mesihin İkinci Gelişi Muhammedî Ümmetten Birisinin Gelişi Demektir - Müslüman Ahmediye Cemaati

Mesihin İkinci Gelişi Muhammedî Ümmetten Birisinin Gelişi Demektir

Bize yöneltilen ikinci itiraz: Müslümanlar arasında yaygın olan inancın tersine, Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmetinden birisini Vadedilen Mesih olarak kabul etmemizdir. İddia ettiklerine göre böyle bir şeye inanmamız Peygamber Efendimiz’in (sav) hadislerine aykırıymış ve Mesih gökten inecekmiş!

Biz Ahmediler, Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu olan ve Hindistan’ın Pencab eyaletinin Kadiyan isimli köyünde doğan Mirza Gulam Ahmed Hazretlerinin Vadedilen Mesih ve Mehdi olduğuna inanırız. Kuran-ı Kerim, hadis-i şerif ve aklı selim, peygamberliği sadece İsrail oğullarıyla sınırlı olan Meryem Oğlu İsa’nın normal şekilde öldüğünü söylüyor. Bundan açıkça anlaşılan şudur: Hadis Meryem Oğlu diye adlandırılan bir peygamberin geleceğini vaat ediyorsa, bu vaat edilen kişi normal şekilde ölen ve sadece İsrail oğullarına peygamber olarak gelen Meryem Oğlu İsa olamaz. Çünkü ölülerin tekrar dünyaya gelmesini Kur’an reddetmektedir. Aslında Vaat olunan kişi Muhammedî ümmetin bir ferdi olup ona İsa veya Mesih gibi isimler verilmiştir.

İddialarına göre, Kuran ve hadis Meryem Oğlu İsa’nın öldüğünü söylese bile, biz aynı Meryem Oğlu İsa’nın tekrar gelişini beklemeye devam etmeliyiz. Onlar bize: “Allah (c.c.) her şeye kâdir değil midir? O, ölmüş İsa’yı (a.s.) tekrar diriltip dünyaya geri gönderemez mi?” derler. Görüşlerine göre böyle bir fikri inkâr etmek, Allah’ın (c.c.) kudretini kabul etmemek demektir.Bizim durumumuz büsbütün farklıdır. Biz Allah’ın (c.c.) kudretini inkâr etmiyoruz. Allah’ın (c.c.) her şeye kâdir olduğuna inanıyoruz. Her şeye kâdir olduğundan, eski İsa’yı (a.s.) tekrar diriltmeye ihtiyacı yoktur. O, Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmeti içinden birisini seçip mesihlik makamına yücelttikten sonra dünyayı ıslah etmek görevini vermeye kâdirdir. Aklı başında insan Hz.İsa’nın geri gelmesi konusunda ısrar edemez. Çünkü İsa’nın tekrar dünyaya gelmesi Allah’ın kâdir oluşunun bir alameti olmayıp (haşa) O’nun acizliğinin göstergesidir. Günlük tecrübemiz de görüldüğü gibi, yeni bir ceket almaya kudreti olan bir kimse eskimiş ceketini tersine çevirtip tekrar giymek istemez. Onun yeni bir cekete ihtiyacı varsa, eskisini atar ve yenisini alır. Kudreti olmayan adam da, eski ceketini tersine çevirtip veya tamir ettirip tekrar giymek ister. Yoksul olan elindeki malına aşırı derecede dikkat ve ihtimam gösterir. Allah (c.c.) fakir değildir; kudretlidir. Kullarının yeni bir öndere ve kılavuza ihtiyacı olduğunda, ölmüş bir peygambere tekrar hayat vermek mecburiyetini hissetmez. Yaşayan kullarından birini, başkalarına yol göstermek üzere seçer. Hz. Adem’den (a.s.) Peygamber Efendimiz’e (sav) gelinceye kadar Allah (c.c.), bir defacık olsun, ölmüş bir peygamberi kullarına kılavuzluk etsin diye diriltip bu dünyaya göndermemiştir.

Allah (c.c.) her şeye kâdirdir. O’nun hükmü her zaman bütün insanları kapsamaktadır. O istediği zaman istediği kimsenin eliyle insanoğlunu günah pisliğinden arındırmaya kâdirdir. Allah (c.c.) bir milletin  ıslah edilmesi için, ölmüş peygamberlerden birini cennetten çıkarıp dünyaya göndermeye mecbur değildir. Allah’ın (c.c.) kudretinin sınırı yoktur. Hz.İsa’dan (a.s.) sonra Peygamber Efendimiz Muhammed (sav) gibi yüce bir peygamberi yaratma kudretine sahip olan Allah (c.c.), şüphesiz zamanımızda da İsa’ya (a.s.) benzeyen hatta ondan bile daha üstün olan birisini yaratma kudretine de sahiptir. Bu nedenle, birinci Mesih Meryem Oğlu İsa’nın cismani olarak yeniden zuhurunu gerçekten inkâr ediyoruz. Çünkü, bize göre, her şeye kâdir olan Allah (c.c.) herhangi bir zamanda herhangi bir kulunu Mesihlik makamına yükseltip doğru yoldan sapmış olanları Kendine çağırabilir. Allah’ın (c.c.) artık ölmüş olan bir peygamberi diriltmeden dünyayı ıslah edemeyeceğini düşünenler hatalıdır. Neden Allah’ın kudretini Allah’a layık olacak şekilde algılayamıyorlar?

Bu nedenle, birinci Mesih’in tekrar zuhurunu kabul etmek, Allah’ın (c.c.) kudretini ve Peygamber Efendimiz’in (sav) kuvvet-i kudsiyyesini eksik kabul etmek anlamına gelir. Geçmişte bir kavim ne zaman doğru yoldan sapsa ve İlâhî bir öndere ihtiyacı olsa, Allah bunun için daima onların arasından birini seçerdi. Ama Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmeti doğru yoldan ayrılıp İlâhî bir öndere ihtiyaç duyduğu zaman öteden beri var olagelmiş bu ilâhî kanun terk mi edilecektir? Yani onun ümmetinden hiç kimse Müslümanları ıslah etme gücüne sahip olmayacak mı? Acaba ümmeti daha önce gelen peygamberlerinden birisi tarafından mı ıslah edilecektir? Bunu kabul etmek, Peygamber Efendimiz’in (sav) kuvvet-i kudsiyyesine (manevî yetkisine) her zaman itiraz eden Yahudilerle Hıristiyanların ekmeğine yağ sürmek demektir. Müslümanlardan birisinin ihtiyaç anında öteki Müslümanlara rehberlik edemeyeceği fikrine saplanırsak, Peygamber Efendimiz’in (sav) kuvvet-i kudsiyyesini yani manevî nüfuzunu küçümseyenleri desteklemiş oluruz. Yanan bir me’şale başka birçok meş’aleleri tutuşturabilir. Ancak sönmüş bir meş’ale bunu yapamaz. Müslümanların içlerinden kendilerini ıslah edecek bir kişi bile çıkaramayacak kadar fesada uğrayacaklarını kabul etmek, (haşa) Peygamber Efendimiz’in (sav) feyiz ve bereketinin bir gün tükeneceğini kabul etmek demektir. Fakat, böyle bir neticeyi hiçbir gerçek Müslüman kabul edemez. Gerçekten Müslüman olan herkesin bildiği gibi, Musa’ya (a.s.) tabi olanlar zaman zaman manen yeniden dirilme ihtiyacı duymuşlardı. Ama bu ihtiyacı kendi aralarından çıkan ilâhi elçiler karşılamıştı. Kısacası Musa’nın (a.s.) ümmetini ıslah eden, yine Musa’nın ümmetinden birisiydi. Musa’nın (a.s.) şeriatı Allah (c.c.) istediği müddetçe devam etti. Ama Musevi şeriatının geçerlilik süresi sona erince, Allah (c.c.) Musa’nın (a.s.) ümmetinden vazgeçip İsmail peygamberin nesline döndü. Eğer şimdi Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmetini doğru yola sevk etmek üzere Musa’nın (a.s.) şeriatına mensup Hz.İsa’nın (a.s.) geleceğine inananlar bundan nasıl bir sonuç çıkacağını bilmelidirler: Allah’ın (c.c.) Musa’nın (a.s.) şeriatını sona erdirdiği gibi Peygamber Efendimiz’in (sav) getirdiği şeriati de (haşa) sona erdirmeyi kararlaştırdığı neticesi çıkar. Ayrıca bu inancı kabul ettiğimiz takdirde, Peygamber Efendimiz’in (sav) kuvvet-i kudsiyyesinin etkisiz hale geleceğini kabul etmek zorunda kalırız. Artık nurundan hiçbir ümmetînin nurlanamayacağı neticesine varılır. Ümmetin ıslah edilmesi için tek bir Müslümanın bile ondan feyiz alamayacağı inancını taşmak mecburiyetinde kalırız.

Ufacık bir kusurun bile kendilerine isnat edilmesinden hoşlanmayanların hiç çekinmeden Peygamber Efendimiz’e (sav) kusur isnat etmeleri ne kadar üzücüdür. Buna rağmen Peygamber Efendimizi (sav) sevdiklerini de iddia ederler. Sadece dudakta kalan ve kalpte yerleşemeyen sevginin ne faydası var? Uygun fiil ve hareketlerle desteklenmeyen sözler bir işe yaramaz.

Eğer Müslümanlar gerçekten Peygamber Efendimizi (sav) seviyorlarsa, onun ümmetini yeni bir hayata kavuşturmak için bir İsrail peygamberinin tekrar gelmesine tahammül etmemeleri lâzımdır. Kim, kendi evinden karşılayabileceği ihtiyaçlar için, komşusuna başvurmak ister? Yardımdan müstağni olan insan başkasından yardım ister mi? Dini münakaşalarda münakaşayı kaybettikleri halde yenilgiyi kabul etmeyen bu mollalar, söz konusu bu çetin dönemde Muhammed’in (sav) eski Mesih’e muhtaç kalacağını öğretirler. Kendileri dini münakaşaları kaybedip yardıma muhtaç oldukları halde hiç kimseyi yardıma çağırmazlar. Birisi kendiliğinden yardım eli uzatırsa, ona minnettarlık duymak yerine, rencide olup: “Biz senden yardım alacak kadar cahil miyiz?” diye kızgınlıklarını bildirirler. Kendileri için bu kadar hassasiyet gösteren mollalar. Peygamber Efendimiz (sav) söz konusu olunca kayıtsız kalırlar.  Peygamber Efendimiz’in (sav) başka bir şeriata ait bir peygambere muhtaç olduğunu söylemekle kuvvet-i kudsiyyesinin hiçbir işe yaramayacağını kabul etmektedirler. Bu derece anlayışsız ve  duyarsız olanlara yazıklar olsun! Düşünmek ve hissetmek yeteneğini büsbütün mü kaybettiler? Kendi şahsi şeref ve itibarlarını düşündükleri halde Allah ve Peygamberin (sav) şan ve şerefini düşünmezler mi? Acaba öfkeleri sadece kendilerine saygısızlık edenlerle sınırlı mıdır? Allah ile Peygamberi için hassasiyetleri nerede?

Bir İsrail peygamberinin geri gelişini niçin inkâr ediyoruz diye bize sorarlar? Ne yapalım? İçimizde taşıdıklarımızı nasıl değiştirelim? Peygamberimize  (sav) olan sevgimizin izlerini nasıl silelim? Ümmetinin ıslahı için, Peygamber Efendimiz’in (sav) başka birisinden yardım istemeye muhtaç olacağı ve ona karşı minnet borcu altında kalacağı düşüncesini hazmedemeyiz. Kıyamet günü ilk doğmuş olandan son doğmuş olana varıncaya kadar bütün insanlar Allah huzurunda toplanacak. Herkesin amelleri zikredilecek.  O gün melekler bütün insanlara şöyle seslenecekler: “Müslümanlar bozulup fesada uğradığında Hz.Muhammed’in (sav) kuvvet-i kudsiyyesi işlerine (haşa) yaramadı. Bunun üzerine Musevi ümmetin Mesih’i olan İsa (a.s.) Hz.Muhammed’e (sav) acıyıp Müslümanları ıslah etti. Onları manevî çöküşten kurtarmak için dünyaya dönmeye karar verdi” Biz böyle bir hadisenin gerçekleşeceğini bir an için dahi düşünemeyiz. Peygamber Efendimiz’e (sav) böyle yüz kızartıcı bir durum isnat etmektense dilimizin kurumasını, hakkında böyle bir şey yazmaktansa ellerimizin kopmasını tercih ederiz. O, Allah’ın (c.c.) sevgili kuludur. Onun kuvvet-i kudsiyyesi (manevî feyzi) sonsuza kadar devam edecek ve asla sona ermeyecektir. O, “Hatemün Nebiyyin” olduğu için onun feyzi hiç kesilmeyecektir. Bu nedenle kimsenin minneti altına girmeye ihtiyacı yoktur. Ama diğer peygamberler ona karşı minnet altında kalmışlardır. Hiçbir peygamber, Peygamber Efendimiz’in (sav) doğruluğunu kabul etsinler diye insanları ikna etmedi. Ama Peygamber Efendimiz (sav) bütün peygamberlerin doğruluğunun kabul edilmesi için insanları ikna etmeyi başardı. Hiç işitmedikleri peygamberlere inanmayı milyonlarca insana öğreten O’dur. Hindistan’da milyonlarca Müslüman vardır. Bunlar arasında pek azı yabancı ülkelerden gelmiştir. Bunların büyük çoğu Hindistan’ın yerlisidir. Bunlar hiçbir peygamberin adını duymamıştı. Fakat onlar Peygamber Efendimiz’e (sav) iman ettikleri günden beri Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz.İsa vs. peygamberlere inanmaya başladılar. Bu yerliler eğer Peygamber Efendimiz’e iman etmiş olmasalardı, onlar da Hindu kardeşlerinin bugüne dek yaptığı gibi bu peygamberlere küfredip yalancı olduklarını söyleyeceklerdi. Aynı şey Afganistan, Çin ve İran hakkında da geçerlidir. Bu memleketlerin sakinleri önce Musa ve İsa’yı bilmediklerinden onları peygamber diye tanımıyorlardı. Peygamber Efendimiz’in (sav) öğretisi bu memleketlere yayılınca, oralarda yaşayan halk ona ve onun öğrettiği her şeye iman etti. Böylece onlar diğer bütün peygamberlere de iman edip onlara hürmet göstermeye başladı. Bu nedenle diğer bütün peygamberler Peygamber Efendimiz’in (sav) minneti altındadırlar. Onların  Allah’ın birer peygamberi olduğu bilinmiyordu. Peygamber Efendimiz (sav) bunu açıkladı. Ama Efendimiz Muhammed (sav) kimsenin minneti altında kalmış değildir. Onun manevî feyzi ve bereketi sonsuza  dek devam edecek. Ümmetinin ıslahı ve yeniden canlanması için, O, başka bir peygambere  muhtaç olmayacaktır. Böyle bir durum ortaya çıktığı zaman, Allah onun ümmeti arasından birisini ötekilere yol  göstermek için seçecektir. Müslümanlar arasından, Allah’ın seçtiği böyle bir kimse her şeyi Peygamber  Efendimiz’den (sav) öğrenecek. Nurundan nurlanacak.  Feyziyle beslenecek. Böylelikle o sadece Hazret-i Muhammed’e (sav) borçlu  olacaktır. Böyle bir kimse Peygamber Efendimiz’den (sav) aldığı manevî hazineyi dağıtacak.   O’ndan öğrendiğini öğretecektir. Bu nedenle ümmeti yeniden manevî hayata kavuşturma işini gerçekten becermiş  olan öğrencisi değil, bizzat Peygamber Efendimiz (sav) olacaktır. Çünkü bir öğrenci öğretmeninden  ayırt edilemeyeceği gibi, bir ümmet de peygamberinden ayırt edilemez. Bir öğretmene borçlu olduğumuz şeyi  hakikatte o öğretmenin öğretmenine borçluyuz. Nitekim Müslümanları yeniden manevî hayata kavuşturmakla  görevlendirilen ümmetî Peygamber Efendimiz’e karşı minnet borcu altına girecek ve aşkıyla sarhoş olacaktır.Özetle: Ümmeti Muhammediyyeyi ıslah etmek için daha önce gelen peygamberlerden birisinin gelmesi Hz.Resulüllah’a karşı yapılan bir hakarettir. Böyle bir olay onun büyüklüğünü zedeler. Bir millet kendisine verilen bir nimete layık olduğu  müddetçe Allah ondan o nimeti geri almaz”[1] diyen Kuran-ı  Kerim’in  tehdidi altında kalır.   Hz.İsa’nın (a.s.) geri geleceği inancı bu ayeti kerime ile karşılaştırdığımız zaman şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Peygamber Efendimiz (sav) kendisine bahşedilen nimetlere (haşa) artık layık değildir veya Allah  verdiği sözünden geri dönmüştür. Başkalarına karşı Allah’ın davranışı, bir kere bahşedilen nimeti geri almamak  şeklinde olmuştur. Acaba Peygamber Efendimiz söz konusu olunca Allah bugüne dek hiç değiştirmediği  kanununu mu değiştirecek? Bu düşünce insanı kâfirliğe kadar götürür. Çünkü böyle bir düşünce ile Allah ve  Resulünden (sav) birisini reddetmiş sayılacağız.

Bu nedenle biz öyle inançlardan Allah’a sığınırız ve geleceği  vaat olunan Mesih’in Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmetinden çıkacağına inanırız. Çünkü kudret sahibi olan  Allah (c.c.)  dilediğini bu makama yüceltmeye   kâdirdir.                                                                                    


[1] Rad Suresi; Ayet 12

Bir Öncekini Oku

Mesih ve Mehdi Aynı Kişiye Verilen İki İsimdir

Bir Sonrakini Oku

Hz. İsa’nın (a.s.) Ölümü ve Ashab-ı Kiram