Pakistan Hükümetince hazırlanan 26 Nisan 1984 tarihli Ahmediye Cemiyeti Aleyhtarı Kanun hakkında - Müslüman Ahmediye Cemaati

Pakistan Hükümetince hazırlanan 26 Nisan 1984 tarihli Ahmediye Cemiyeti Aleyhtarı Kanun hakkında

Bismillahir-rahmanir-rahim

Allaha Hamd-ü-sena ve Resul-i-Ekremine Salât ve Selâm

Önsöz

Bu bröşürü halka niçin sunduğumuzu aşağıda kısaca açıklıyoruz:Son iki senedir, Mollalar, yani Pakistan’ın gelenekçi din adamları, Ahmediye İslam Cemaati’nin kurucusuna, önderlerine, ve mensuplarına karşı enerjik bir iftira ve buhtan kampanyası açmıs bulunmaktadırlar. Mitingler tertip ediyorlar, nutuklar atıyorlar, ve Ahmediler ile Ahmedi inançları hakkında sahte suçlamalar ve yalan isnatlar içeren yüzlerce, binlerce risaleler, broşürler dağıtıyorlar. Ahmedi Müslümanlar muteber dinî naslara uymuyorlarmış, ve bundan ötürü onları cezalandırmak lazımmış diye avazları çıktığı kadar bağırarak taleplerde bulunuyorlar. Ardı arkası kesilmiyen propagandalarla halk kütlelerini Ahmediye cemaati mensuplarına karşı şiddete baş vurmaya teşvik ediyorlar.Bugün Pakistan’da bir Sıkı Yönetim Hükûmeti vardır. Bu Hükûmet toplantı yasağı koymuş, ve kamu nizam ve emniyetini tehlikeye düşüren faaliyetleri de yasaklamıştır.


Buna rağmen, bir avuç din bağnazlarının kanunsuz faaliyetlerini önlemek için hiç bir girişimde bulunmamıştır. Bilakis, Hükûmet, Mollalar’ın faaliyetlerini ve bildirilerini yaymak ve ilan etmek için, kendi kontrolü altındaki basın ve radyo ve televizyon dahil, bütün iletişim kolaylıklarını sağlamak suretile, onlara yardım etmiştir. Mahallî gazeteler de, bir kaçı müstesna olmak üzere, onlara ayak uydurmuştur; çünkü malî işlerinde hükûmet yardımına muhtaçtırlar.Allah’a tam teslimiyetten ve Resul-i Ekreme (üzerine salât ve selâm) bağlılıktan kaynaklanan manevi kuvvet dışında, Ahmedi Müslümanlar kendilerine karşı resmen örgütlenmiş tahrikleri müessir surette önleyecek maddî imkân ve vasıtalardan mahrumdurlar. Bununla beraber, Mollaların ortaya çıkardığı muhtelif meselelerde Ahmediye Cemaati’nin durumunu açıklamak ve düşmanca propagandanın yarattığı yanlış anlamaları bertaraf etmek maksadile, Ahmediye Cemaati Ordu dilinde “IkHarfe-Nasehana” unvanlı bir broşür yayınlamıştır. Görüşlerini açıklamak ve durumlarını düzeltmek için kendilerine adilane bir fırsat verilmek şöyle dursun, Ahmedilerin bu meşru teşebbüsü Devlet Başkanı General Ziya-ul-Hak tarafından engellenmiştir. Günlük Pakistan Times gazetesinin 15 Nisan 1984 tarihli nushasında yayınlandığı gibi, Devlet Başkanı Lahor’da bir kalabalığa hitap ederken Ahmedilere şiddetle çatmış ve “Kadiyaniler, Müslümanlık kisvesi altında, inançlarını, bulundukları toplum içinde, veya cemaat dışında, yayarlarsa veya başkalarını kendilerine iltihaka davet ederlerse, propaganda edebiyatları, yani gazeteleri, dergileri, kitapları ve risaleleri musadere edilecek ve sorumluları şiddetle kanuni takibata maruz kalacaktır” demiştir.

Birkaç gün sonra, 23 Nisan 1984 tarihinde, Hükûmet “Ik Harfe Nasehana” risalesini yasaklamış ve dağıtımını suç saymıştır. Filvaki, bazı Ahmediler, resmî emir çıkmadan önce bile, tevkif edilmişlerdi ve hâlâ hapishanededirler. Bu arada Mollalar ve iletişim vasıtaları (gazeteler, radyo, televizyon) Ahmedilere karşı küfür savurmak hürriyetinden faydalanmaya devam ediyorlar.

 “Bir Vicdan Bunalımı”, Münir Araştırma Raporundan iktibas edilen bazı ilavelerle, “Ik Harfe Nasehana” risalesinin Türkçe tercümesidir; ve okuyucudan, Pakistan Mollalarının ortaya çıkardığı bir münakaşada Ahmediye Cemaatinin söyleyeceklerini gözönünde tutarak, kendi kararını vermesi rica olunur.

BIR VICDAN BUNALIMI

Tuhaf bir tesadüf

Esrarengiz denilebilecek tuhaf bir tesadüf eseri olarak, her ne zaman Pakistan bir dış tecavüz tehdidi veya iç karışıklık yüzünden kritik bir durumla karşı karşıya gelse, başta AHRAR cânileri olmak üzere, bir gurup molla Ahmediye Cemaatine karşı daima bir nefret ve şiddet kampanyası açarlar. Onlara göre,bu davranışın hedefi, gûya, Hatm-i-Nubuvvet’ın Korunmasıdır. Sanki Hatm-i-Nubuvvet AHRAR’in himayesine muhtaç imiş amma netice her zaman yağmacılık, kundakçılık, katliamdır; ve büyük ölçüde nizam ve asayiş problemi yaratarak Pakistan halkının ve Hûkûmetinin dikkatini asıl tehdit ve tehlikelerden başka tarafa çekmektir.

Afganistanın yabancı askerlerce işgalinden ve silahsızlanma ile atom araştırma programı meselesinde Hindistan-Pakistan münasebetlerinin bozulmasından beri, Ahrar grubuna mensup mollalar yeniden harekete geçerek, şimdiye kadar emsali görülmemiş bir Ahmediyet düşmanlığı propagandasına girişmişlerdir. Bu, belki de bir tesadüftür amma, gerçekten böyle ise, çok tuhaf bir tesadüf olsa gerek.

AHRAR’IN ROLÜ

Sık sık sahnelenen bu dramın baş aktörleri feshedilmiş Meclis-i-Ahrar-i-Islam’a mensup mollalardır ki, şimdi Meclis-i-Tahaffuz-i-Hatm-i-Nubuvvet ismi altında faaliyetlerini sürdürmektedirler. AHRAR milliyetçi bir Müslüman grupu idi, ve 1931 yılına kadar Hindistan Millî Kongre Partisinin bir parçasını teşkil ediyordu. Aynı sene, Kongre Partisinin zımmî tasvibi ile, ana partiden ayrılmaya ve Meclis-i-Ahrar-i İslam. adı altında bir örgüt kurmaya karar verdiler. Bu teşebbüsün arkasındaki esas maksat, Müslümanların safları arasında inandırıcı bir siyasî parti programı hazırlamak, ve bu suretle Bütün Hindistan İslâm Birliği’nin ortaya çıkan kuvvet ve kudretine karşı mücadele etmek idi. Ahrarcıların ilk kuruluş yılında yaptıkları iş , Dogra idarecilerine karşı Jammun ve Keşmir’de başlayan İslâm hürriyet akımının safları arasına sızmak ve onu içeriden sabote etmek oldu. İslâm davasına karşı ikinci ihanetleri, Lahordaki Mescit Şahid Ganj’i geri alma teşebbüslerinim en hararetli zamanına rastlar. Bu munasebetle, merhum mevlana Zafer Ali Han, 21 Ekim 1945 tarihinde, günlük Zamindar gazetesinin baş sahifesinde şu meşhur mısralarını yayınlamıştı:

“Allahın Kelâmının emirlerini kabul ve tasdikten nefret ederlerÎslâm, iman, iyilik onlar için menfurdur,Hazreti Peygamberin şerefini müdafaa eden herkesle çatışırlar,Kafirle senli benli oldukları halde Müslüman’dan hoşlanmazlar,

İşte size-Pencablı Ahrarlar-İslâmiyet hainleri!”

Maamafih, Ahrarın hepsine tüy diken son ihaneti daha sonra ortaya çıkacaktı. 1954 tarihli Punjab Act II kanunu gereğince kurulan Yargıç Muhammed Münir başkanlığındaki Soruşturma Mahkemesi raporundan ilgili fıkraları iktibas etmek suretile maksadımızı en iyi şekilde belirtmiş olacağız. Raporda deniliyor ki:Kongre Partisinden ayrılmış olmalarına rağmen, Ahrarlar, İngiliz Koloni İdaresinin bağımsız Hindistan ve Pakistan’a bölünmesine değin, Kongre Partisi ile kur yapmaya devam etmişlerdi. 3 Mart 1940 ‘da Delhi’de toplanan Meclis-i-Ahrar Çalışma Komisyonunun kabul ettiği kararlardan birinde Pakistan planı tasvip edilmemiş, ve Ahrar liderlerinin daha sonraki bir nutkunda Pakistan “Palidistan” yani “şerirler ve habisler ülkesi” diye lakablandırılmıştı. 29 Aralik 1940 tarihinde basına verdiği bir demeçte, Mevlana Davud Gaznevi, Ahrarın Kongre Partisi ile birleşme kararını ilan etmişti.

17-19 Mart 1943’te Gujranwala’da toplanan Pencab Ahrar konferansının kabul ettiği bir kararda, ve aynı sene Saharanpur’da kabul edilen daha sonraki bir kararda, Koloninin Hindistan ve Pakistan diye ikiye bölünmesine karşı çıktılar, ve bunu memleketin “Tıpta kullanılan canlı bir deney hayvanı gibi VIVISECTION ile kesilip parçalanması” diye tavsif ettiler. Ahrar liderleri, bütün önemli nutuklarında, Islâm Birliğini Ve Kaidi-Azam dahil olmak üzere, İslâm birliği liderlerini eleştirirlerdi. Zaten, O günlerde İslâm Milletinin tek ve münakaşa götürmez lideri sayılan Kaid-i-Azam’dan pek hoşlanmazlardı. Onun dinî meselelerde liberal görüşlü ve gösterişsiz olmasından bayağıca faydalanarak kendisine “Kafir” demişlerdi.

“O, Kafir bir kadın uğuruna, İslâmiyeti terketti. Kendisine Kaid-i-Azam (Büyük Lider) mi yoksa Kafir-i-Azam (Büyük Kâfir) mi demeli?”Mısralarının yazarı olduğu söylenen Mevlana I Mazahar Ali Azhar, Ahrar teşkilatının ileri gelenlerindendir, ve hâlâ aynı fikirde olduğunu huzurumuzda söylemek küstahlığında bulunmuştur. (Rapor: SahifeII)”AHRAR’a gelince, dini her zaman politik amaçları için sömürmüşlerdir. Kongre Partisinden din bahanesile ayrılmışlar, ve İslâm birliğine ve Pakistana aynı bahane ile muhalefet etmişlerdir. Mevlana Mazhar Ali Azhar 19 Eylûl 1945’te Amritsar’da verdiği bir demeçte: İslâm Birliğince ortaya atılan Pakistan sloganının bir propaganda gösterisi olduğunu, ve Mr. Jinnah İslâmiyete aykırı bir hayat sürdüğü için onu Kaid-i-Azam (Büyük Lider), ve İslâm Birliğini de Müslümanların temsilcisi olarak tanımadığını, beyan eylemişti. Pakistan sloganlarına aldanmamalarını ve yaklaşan seçimlerde oylarını halka hizmet edenlere vermelerini de herkese tavsiye etmişti.Lahor’da çıkan Milap gazetesi, 27 Ocak 1945 tarihli nushasında, Ahrar lideri Amir-i Şeriat Seyyid Ataullah Şah Buhari’nin Alipur’daki Ahrar konferansında verdiği bir nutku yayınlamıştı. Bu nutkunda Amir-i Şeriat, İslâm Birliği liderlerinin kendi akibetlerinden haberdar olmayan, üstelik başkalarının akibetlerine de zarar veren bir dinsizler zümresi olduklarını, ve kurmaya teşebbüs ettikleri devletin Pakistan değil Hakistan (toprak yığını) olduğunu davul çaldırarak ilan etmişti. Aynı muhterem! lider, Pasrur’daki bir nutkunda, hiçbir ana, Pakistanın “P” sini bile yapabilecek bir evlât henuz dünyaya getir memiştir, demişti. Ahrar lideri Chaudri Afzal Hak söylediği sayısız nutuklarda İslâm Birliğinin Pakistan fikrini kötüleyen birçok alaylı sözler sarfetmiştir ki, “Hutbat-i Ahrar’ın 41,82,83 ve 99’ncu sahifelerinde yayınlanmıştır. Mevlevi Muhammed Ali Jullundri, Ahrar’ın memleketi Hindistan ve Pakistan diye bölmeye karşı olduğunu, ve bu görüşün dayandığı sebepleri halkın yakın zamanda anlayacağını, 15 Şubat 1953’te Lahor’da söylediği bir nutukta itiraf etmişti. Aynı zat, Hindistan Pakistan bölünmesinden hem daha evvel hem daha sonra, Pakistan için “Palidistan” yani” Habisler ve Şerirler Ülkesi” deyimini de kullanmıştır. Yüzbaşı Abdul Hay’ın huzurumuzdaki tanıklığı da ispat ediyor ki, hatta karışıklıklar esnasında bile, Ahrar lideri Amir-i-şeriat Seyyit Ataullah Şah Buhari tarafından Lahor’da verilen nutuklardan birinde “Pakistan” Ahrar’ın kabul etmek mecburiyetinde kaldığı bir “fahişe” diye tavsif olunmuştu.” (Rapor: Sahife 256)”Ahrarın davranışı şiddetli eleştiriyi gerektiriyor, ve, en hafif bir tabirle, bilhassa kınanmaya layıktır. Zira Ahrarcılar dini bir davayı dünyevı bir maksada alet ederek adileştirdiler, ve halkın dini hislerini ve heyecanlarını kendi şahsî çıkarları için sömürdüler. Ahrarcıların, yaptıkları işlerde samimî oldukları iddiasına, ancak kendileri inanabilir. Çünkü onların geçmişe ait sicili göze batacak kadar öyle bir karışıklık arrzediyor ki, dindar oldukları yolundaki ikrarları ile ancak ahmakları kandırabilirler. Hoca Nazim-ud-Din onları Pakistan’ın düşmanları diye vasıflandırmıştır. Geçmişteki faaliyetlerinden ötürü böyle bir komplimana gerçekten layıktırlar. Yeni Devlet (Pakistan) meydana çıktığında Ahrarcıların ona düşman kesildiği daha sonraki davranışlarile sabit olmuştur. Pakistanın kuruluşuna, İslâm Birliğine, ve bu Birliğin bütün liderlerine muhalefet eden ve Kongre Partisinin sadece bir uşağı olan bir zümre: bütün eski ideolojisinden nasıl vazgeçebilir; ve düşmanca gayretlerine rağmen meydana çıkan Pakistanın kurulması üzerine görüşlerini tümüyle birdenbire nasıl değiştirebilir; ve vücud bulmasını engellemek için elinden geleni yaptığı bir devlet içinde İslâmiyeti nasıl kendi tekeli altına alabilir? Ahrar, yeni idealini Hindistan – Pakistan bölünmesinden sonra mı keşfetti? Müslümanlar için sadece bir vatan isteyen partilere ve kişilere karşı amansız bir mücadeleye giriştikleri sıralarda, şimdi savurdukları “Pakistan için bir İslâm Devleti” naraları nerede idi? Ve son basın haberleri doğru ise, şimdi bile Hindistan Kongre Partisinin gözdeleri değiller mi; ve Hindistandaki tek Müslüman Partisine karşı kışkırtılmıyorlar mı? Kendilerine hâlâ Ahrar adını veren Hindistandaki yoldaşları, Keşmir’deki Bahşi rejimi ile Keşmirlileri uzlaştırmak için Kongre Partisi tarafından görevlendirilmedi mi? Bütün bunlar doğru ise onların dinî hamiyet ve gayret teranelerile Pakistan’da ancak safderunlar aldatılabilir.” (Rapor: Sahife 259)

Bugün Sürdürülen Kampanya

Soruşturma Mahkemesinin kararlarından yukarıda iktibas edilen fıkralar, Ahrarile Hindistan Milli Kongre’si arasındaki ideolojik ittifakın içyüzünü yeteri kadar meydana çıkarmaktadır.Pakistandaki Meclis-i Tahaffuz-u Hatm-i Nubuvvet’in ana örgütü Hindistanda hâlâ eski ismi altında faaliyetini sürdüren Meclis-i Ahrar-iIslam’dır. Hindistandaki bu ana örgüt bir senedenberi Ahmediyet aleyhtarı kampanyasını tekrar hızlandırmıştır. Bize aynı zamanda İsrail ajanları, Rus ajanları, Amerikan ajanları, Ingiliz ajanları ve Hindistan ajanları diye çamur atmakta ve Ahrarcılarla veya onların patronlarile görülecek hesabı olan herkese “Kadiyani” ajanı lakabını tevcih etmektedirler. Nefretlerini yaymak için, memleketin her tarafında, bilhassa Pencab’ta, mitingler tertip ediyorlar, ve bu maksatla kiraladıkları nakil vasıtalarile başka yerlerden birçok medrese talebesi getiriyorlar. Yüzbinlerce el ilanı, bröşür ve dergi memleketin her tarafında basılıp dağıtılmaktadır. Böyle dikkatle hazırlanmış, masraflı, ve sürekli kampanyanın kaça mal olduğu hakkında yorumda bulunmayacağız, veya parayı kimin sağladığı hususunda tahminler yürütmeye çalışmayacağız. Ancak, Ahmediye Cemaati aleyhindeki bu kampanyada halkın zihnine akıtılan zehrin yalan ve uydurmadan başka bir şey olmadığını söylemekten de kendimizi alamayız. Kütleleri açıkça şiddet hareketlerine teşvik eden sözler, nutuklarda ve yayınlanmış materyalin çoğunda yer alan yüz kızartıcı küfürler ve bayağılıklar sıkıyönetim ve yürürlükteki sansür nizamnameleri bir yana — memleketin normal zamanlara mahsus kanunlarına göre bile cezayı müstelzimdir. Ancak, Hükûmet, politik idare-i maslahat zihniyetile, halktan kanuna saygılı bir bölümün maruz bırakıldığı eza ve cefaya, zarar ve ziyana aldırmamayı uygun görmüştür. Daha başka bir yorumda bulunmayarak şikayetimizi Allah’a götürüyor ve telâfii mafat için ondan yardım diliyoruz.

Talepler

Sözün kısası, mollaların son taleplerine göre, Ahmediler gayrı müslim ilan edildikleri için, kendilerini Müslüman diye adlandırmaktan, Şaair-i İslâmı takip etmekten, “Nebi, Resul, Sahabe, Ummul Müminin, Ehli Beyt, Aleyhisselâm, Mescid, Ezan” vesaire gibi Islâmî tabirleri kullanmaktan menedilmeli; zira böyle birşey Müslümânların hislerini rencide edebilir.

Bir Analiz

İsnatları toptan reddetmemiz üç esaslı sebebe dayanmaktadır:        

a) Evvelâ, müslim veya gayrı müslim bir şahsın, İslâmî Şeriat, adet veya teamülden bir kısmına göre hareket etmesini menetmek İslâmiyetin esas talim ve telkinlerine aykırıdır.        

b) Saniyen, müslim olsun gayrı müslim olsun, bir şahıs Islâmiyeti fiilen uyguladığı takdirde, bundan Müslümanların hislerinin rencide olacağını iddia etmek saçmadır. Bu doğru olsa bile-nitekim Ahrarcı mollalar gibi bazı din bağnazları, insanların kendi dini adetlerini kendi vicdanlarına göre icra etmesinden rencide olurlar  böyle bir rencide olma keyfiyeti bir yurttaşı kendi dinini uygulama hakkından asla mahrum edemez.        

c) Salisen, Pakistan Millet Meclisi; Hazreti Mirza Gulam Ahmed’i MEHDI ve MEV’UD MESİH saydıkları ve, bu sıfatla, İslâm Peygamberinin (üzerine salât ve selâm) sadık ümmeti arasından çıkmış bir peygamber olduğuna inandıkları cihetle, Ahmediler Anayasa ve kanun nazarında Müslüman değillerdir diye bir kere ilan ettikten sonra, Ahmedilerin böyle bir inanç taşımaya ve paygamber saydıkları şahıs için “Nebi”, “Resul”, “Aleyhisselam” tabirlerini kullanmak gibi o inanca ait bütün merâsim-i mezhebiye ve adetleri icra etmeye hakları bulunduğu, tadil edilmiş maddede ve Anayasa garantilerinde zimnen mevcuttur.İslâmiyet cihanşumul bir dindir; İslâm Peygamberi (üzerine salât ve selâm) bütün insanlığa gönderilmişti, Ve Kuran’ı Mecid bütün nev’i beşer icin Ilâhî Kanundur. Kuran’ı Kerimin icaplarını, mümkün olan zamanda ve mekanda, bilgisine, haline ve durumuna ve kabiliyetine göre, yerine getirmek her ferd için temel bir haktır. Hattâ bir Hristiyan bile namaz kılmaya, oruç tutmaya ve ezan okumaya karar verirse, kimse itiraz edemez. Bu Hıristiyan sadece: “Ey insanlar! Rabbinize ibadet ediniz” (Bakare Sûresi: 21) üniversal emrine uymakta, ve İslâmî şekilde Allahına ibâdet etmek suretile islâmiyete daha ziyade yaklaşmaktadır.

İslâmiyet insanlığa sevgi, üniversal kardeşlik, ve hoşgörü tebliği veren ilk din olduğu halde, İslâm âleminde kurulan ilk krallıklarda politik zaruretlerle ortaya çıkan molla sınıfının bu tebliği hiç kaale almamış olması bir faciadır. Tarihî bir vakıadır ki, mollanın ilk kurbanı Hazreti İmam Hüseyin (üzerine selâm) dir ki, geceleyin teslim edilen birkaç kese altın mukabilinde İbni Ziyadın Emrile Kadı Şurayh tarafından katli caiz bir kafir diye ilân edilmişti. Tarihî bakımdan o gece trajik bir gece idi; çünkü bir Müslümanı mürted veya kâfir diye ilân eden “Tekfir” silahı Politikacı Mollanın eline verilmişti. Ondan sonra molla, çok defa, kendi çıkarları için, ve politik patronlarının çıkarlarına hizmet etmek için, o silahı kullanmıştır. Hazreti İmam Ebu Hanife (Allah ondan razı olsun) dahil olmak üzere, dört imamın hepsi, ve Islâmiyetin hemen hemen bütün mübarek velileri ve müridleri, şu veya bu tarihte, kafir diye ilan edilmişler ve politik idare-i maslahatın mezbahında işkenceye maruz kalmışlardı.

Ancak, bir işkence usulü vardı ki bunun Hicrî ondördüncü ve onbeşinci yüzyıllarda keşfedilmesi ve kullanılması AHRARCI mollalara nasip oldu. Geçmişte yüzbinlerce Müslüman, mollaların elinde kafir diye ilan edilmiş, ve mal müsaderesi, hapis ve idam dahil olmak üzere, her türlü işkenceye maruz kalmış oldukları halde, İslâm olduklarını ikrar eylemekten ve Islamiyeti uygulamaktan menedilmelerini kimse talep etmemişti. Resul-ü Ekremin Öğrettiği ve icra ettiği şekilde namaz kılmalarına veya ezan okumalarına, veya ibadet ettikleri yere mescid demelerine müsaade edilmemesini bugüne kadar kimse talep etmemişti. Anlaşılan, geçmişte politikacı mollayı biraz utanma ve sıkılmaya zorlayan Allah korkusunun son izleri Ahrarcı mollaların karanlık kalplerinden artık silinmiştir.Meselenin en önemli noktası şudur ki: Millet Meclisi, mollaların tazyiki altında, Ahmedilerin Müslüman olmadıklarını 1974’te ilân etmeye karar verirken, onların “Anayasa ve Kanun” bakımından Müslüman olmadıklarını belirtmeye de bilhassa itina göstermişti. Diğer bir tabirle, Millet Meclisi Anayasanın 20’ci maddesi gereğince garanti edilen temel insan haklarına tecavüz etmekten çekinmişti. Bu madde her yurttaşa, vicdanına göre, dinini seçme ve icra etme hakkını tanıyordu. Ahrarcı mollaların bugün talep ettikleri şey, Ahmedilerin vicdanen kabul ve icra ettikleri dinden menedilmeleridi.Ilk bakışta göze çarpan meseleler şunlardır:        

a) Ahmediler Pakistanda kanuna göre Müslüman değillerse, de-facto dinleri nedir?        

b) Ahmedilerin dinini bizzat Ahmediler mi, yoksa, bilfarz Millet Meclisi veya bir sıkı yönetim ideresi gibi, hariçten bir otorite mi kararlaştıracaktır?        

c) Ahmediler, kendi şeriatleri olarak, Kuran-ı Kerime ve Sünnete inanıyorlarsa, ve bahis konusu otoritenin onlara tahsis ettiği din mezkûr şeriate uymuyorsa, Ahmediler tahsis olunan dini reddetmek ve Kur’an-ı Kerim ve Sünnete göre kendi dinlerini ikrar ve icraya devam etmek hakkına sahip midirler?        

d) Ahmedilerin, Anayasa ve Kanun bakımından, Pakistanda Müslüman sayılmadıkları keyfiyetini bir ân için bir yana bırakalım. Fakat, Ahmedilerin: “Sizin dininizin İslâmiyet olmasını istiyorum.” maalindeki İlâhî emir (Sure 6: Ayet 3) gereğince İslâmiyetten başka bir din kabul etmelerine müsaade bulunmadığını; ve yine “Allah size Müslümanlar adını vermiştir” maalindeki Kur’anî emir (Sure 22: Ayet 78) gereğince “Müslüman” adından başka bir adla çağırılmalarına izin verilmediğini düşündüklerine göre, onlar ceza tehdidi altında Allahın emrine uymak hakkından mahrum mu edilecekler?Aslında mollaların talebi Islâmiyet için menfur olan bir fikre dayanmaktadır. İslâmiyet, “Din meselelerinde zorlama yoktur.” (Sure 2: Ayet 256) şeklinde üniversal bir yasa ile, bütün insanlık için dinî hürriyet kavramını tesis eden ilk dindir. Hatta parlamenter bir oy çoğunluğu bile, bir dinî azınlığa arzusu hilâfına keyfî bir ad takmak, ve böyle bir ad taktıktan sonra o azınlığın kabul ve icra edip yayacağı ısmarlama bir din icat etmek hakkına sahip değildir. Sağ duyu bunu gerektirir.Şayet dinî inançlarının ne olacağını kararlaştıracak son merci Ahmediler (yalnız Ahmediler) ise, bizzat Ahmediye Cemaati kurucusu Hazreti Mirza Gulâm Ahmedin ağzından onların inançlarını açıklamak münasip olur:

“Biz inanıyoruz ki, Allahtan başka ibâdete lâyık yoktur, ve Muhammed (üzerine salât ve selâm) onun resulûdur ve Hatemul Enbiyadır. Yine inanıyoruz ki, melekler gerçekten mevcuttur, ölülerin tekrar dirilmesi ve Kıyamet gerçekten vuku bulacaktır, ve cennet ve cehennem de gerçekten mevcûttur. Biz inanıyoruz ki, Allah Kur’an-ı Mecitte her ne vahiy buyurdu ise, ve Peygamberimiz (üzerine salât ve selâm) her ne söyledi ise, kesin gerçeklerdir; ve her kim Şeriat-i Islâmdan bir şey eksiltir veya ona ilâve yaparsa, veya onun temel akidelerinde aşırı ve kötüye kullanılan serbestlik başlatırsa, imansızdır ve İslâmiyet’in yolundan sapmıştır. Biz Cemaatimizi Kelimat-i Tayyibeye tam ve ebedi bir iman ile bağlı kalmaya çağırıyoruz. Cemaatimiz mensupları İslâmiyeti bütün ayrıntıları ile uygulamalı; oruç, namaz, zekât ve hac farizalarını ifada çok dikkatli davranmalı, Allah ve Resul-u Ekremi (üzerine salât ve selâm) tarafından vaz’olunan bütün emirlere ve nehiylere itaat ve riayet etmelidirler. Ayrıca, geçmişte büyük İslâm evliya ve asfiyasının ameli ve nazarıî ttifakı ve Ehli Sünnetin ittifakı ile Îslâmiyetin bir cüz’ü olarak bize intikal eden akidelerin kutsiyetine de inanmalıyız. Yer ve gök Şahidimiz olsun ki, bizim gerçek inancımız budur.” (Eyyamus-Sulh) Sahife:86-87

“Bizler Müslümanız. Bir olan Allaha ve Kelime-i Şehadete inanırız. Kur’anın Allah Kelâmı olduğuna ve Muhammedin (üzerine salât ve selâm) Onun Peygamberi ve Hatemel Enbiya olduğuna inanırız. Meleklerin mevcudiyetine, Kıyamet Gününe, ve Cennet ile Cehennemin mevcudiyetine inanırız. Beş vakit namazlarımızı eda ederiz, Ramazanda oruç tutarız ve yüzümüzü Kıbleye çeviririz. Allahın ve Resulünün yapılmasını menettikleri şeylerden kaçınmayı, ve yapılmasını emrettikleri şeyleri yapmayı görev sayarız. İslâm Şeriatına birşey ilâve etmek veya ondan birşey eksiltmek hususunda hiçbir salâhiyetimiz yoktur. Allahın Resulünden (üzerine salât ve selâm) bize intikal etmiş bulunan her  şeyi, hikmet-i vücudunu anlasak ta anlamasakta, Islâmiyetin bir cüz’ü diye kabul ederiz. Allahın inayetile, bizler mümin, müslim, ve muvahhidiz.” (Nurul Hak, Kısım 1, Sahife 5)Bizim dinimiz budur, ve bunun gerçekten “İslâmiyet” olduğuna inanıyoruz. Her kim bunun İslâmiyet olmadığı görüşünde ise, ona istediği adı vermekte serbesttir. Fakat, gerçekten inandığımız dini ikrar ve icra etmekten bizi menetmeye de hakkı yoktur.

Islâmî Tabirler ve Istılahlar Kullanılması

Ahrarcılar Islâmî tabirler ve ıstılahlar kullanılmasına, ve meselâ Ahmediye câmilerinin, ve bu camilerde namaz vaktini bildiren çağrının “mescid” ve “ezan” diye adlandırılmasına; ve Hazreti Mirza Gulam Ahmed ile ailesi ve rüfekası hakkında “Nebi, Resul, Ummul-müminin, Ehli Beyt, Aleyhisselâm, Radiyallahu anh” tabirlerinin kullanılmasına karşı bilhassa itiraz etmektedirler. Bizim görüşümüz şudur:

Nebi ve Resul

Incil günlerinden beri rağbet kazanmış olan bu  tabirler, ne Müslüman olan ve ne de Islâmiyetin ilâhî menşeine inanan Yahudiler ve Hristiyanlar arasında serbestçe kullanılmaktadır. Öte taraftan, Ahmediler ! Kuran’ı Kerimden ve Sünnetten başka hiç bir Şeriate inanmazlar, ve Islâmî âdet ve teâmülün gerektirdiği hallerde bu tabirleri ve Resul-ü Ekremin (üzerine salât ve ‘ selâm) hadislerini kullanmayı ihtiyar ederler.Aleyhisselâm, müfred üçüncü şahıs için duaya mahsus olup, bütün Müslümanlarca her namazda dua ederken zikrolunan “Esselâmu Aleyna” gibidir; ve “Esselâmu Aleyküm” mûtad Islâmî selâmlaşmadır. “Aleyhisselâm”, peygamberlerden maada, Hazret İmam Hüseyin, Hazrat İmam Hasan, Mevlâna Îsmail Şehid ve saire gibi bir kısım İslâm evliya ve asfiyası icin Islâmî Edebiyatta çok kullanılmıştır. Hattâ, Îslâmiyeti hiçbir zaman kabul etmemiş olan Hazret Ebu Talib hakkında bile, bir hürmet nişanesi olarak, kullanılmıştır. Hazret Molla Abdul Hayye Farangi, Fetava Azizî’ den tercüme ettiği Server-i Azizî adlı eserinde (cilt l, sahife 115), Kur’an-ı Kerime ve Resul-i Ekrem’in hadislerine göre, “Aleyhisselâm” tabirini peygamberlerden gayrı şahıslar için kullanılması caizdır, diyor. Ahmedilere gelince, onlar Hazret Mirza Gulam Ahmedin “Mehdi” ve “Mev’ud Mesih” olduğuna inanıyorlar; ve onların bu inanma hakkı Pakistan Ana Yasasının Muaddel 2 No.lu maddesinde teyit edilmiştir. “Aleyhisselâm” tabiri Mehdi ve Mev’ud Mesih için yüzyıllar boyunca geleneksel İslâmî Edebiyatta kullanılmıştır. 

Sahabe Veya Ashab 

Resul-i Ekremin (üzerine salât ve selâm) sohbetinde bulunmuş rüfekası için bu tabirin kullanıldığı muhakkaktır. Fakat, bu kullanış yalnız onlara münhasır kalmamıştır. Resulûllahın bizzat kendisi, Mev’ud Mesihin Müslümanlar arasından zuhuru ile ilgili olarak: é2bz•aë é£ÜÛa óä2 óŽîÇ kelimelerini kullanmıştır. (SAHIH MÜSLİM; Beyrut cilt 4,Sahife 2) “Sahabe” kelimesi Hazret Cafer Sadık’ın arkadaşları hakkında da kullanmılıştır. (Chaudah Sitare, sahife 256) Hazret Şah Veliyullah Muhaddis Dehlevî bu tabiri kendi arkadaşları hakkında kullanmış ve: bä2 bz•a feœÈ2 áèÛa demiştir. (Eddürrüssamin, sahife 4).

“Ashab” kelimesi Kuran-ı Mecidde de çok kullanılmıştır: Ashab-ul-Kehf, Ashab-ul-Fil, Ashab-ul Uhud, Ashab-ul-Medyen, Ashabul Cenneh, Ashabul Yemin, Ashabuş Şimal, Ashabul Kubûr v.s. gibi. Kur’anda “Ashab” kelimesinin manası tamamile siyak ve sibaktan çıkmaktadır.

Ummul Müminin 

Bu tabir, şüphesiz, Resulûllahın (üzerine selâm ve Allahın nimetleri) zevceleri hakkında kullanılır. Ancak, Hazret Seyyid Abdul Kadir Gilaninin muhterem annesi dahil, İslâmiyetin hürmete şayan diğer hanımları için de kullanılmıştır (Tezkire Gavsiye). İstilâhatul Ulumul İslâmiye ünvanlı bir kitapta (Şeyh Muhammed Aala bin Ali sanvi’nin Beyrutta yayınlanmış eseri) bu tabirin genelleştirilmiş kullanımına dair ayrıntılı ve faydalı bir inceleme vardır. Açıkça anlaşılması icabediyor ki: Ahmediler Ummul Müminin, yani Müminlerin Anası, tabirini Hazreti Mirza Gulam Ahmedin muhterem validesi hakkında kullandıkları zaman, Sadece onun Ahmediler nazarındaki manevi analığını kasdederler. Onun manevi analığını Hazreti Mirza Gulâm Ahmede inanmayanlara tesmil etmeyi asla düşünmezler.

Can Sıkılması ve Sinirlenme Meselesi

Ahrarcıların Ahmedilere karşı taleplerini haklı gös termek için kullandıkları propagandaya göre, Ahmediler serbestçe inançlarını uygulama musaadesinden faydala nırlarsa, yani cemaatla namaz kılarlarsa, ezan okurlarsa, kendilerine mahsus camiler inşa ederlerse, Müslümanla rın hisleri rencide olurmuş. Birçok dinî cemaatlerin bir arada yaşamak mecburiyetinde olduğu bir memlekette, bir grupun dini hislerini rencide eden şeyin ne olduğu, ve cemaatler arasında ahenk ve memlekette barış sağlamak için taraflar arasında ne ölçüde uzlaşma gerektiği araş tırılmalıdır. İslâmiyet adına talepler ileri sürüldüğü ve propaganda yapıldığı için, bu meselede Kur’an ve Sünne tin hükmünü tayin etmek elzemdir. Muhtelif grupların dinî duyguları ve duyarlıkları meselesinde “Can sıkıcı ve tiksindirici” tabirini hangi yönden tarif etmeye çalısırsak çalışalım, bir insanın kendi dininin kendi inançlarına göre ikrar ve tatbik etmesi gibi hususlar o tabirin kapsamına her halde girmez. İnançlara gelince, Kur’anın emri açık ve sarihtir: 

“Hakikat Rabbindendir.Istiyen inansın, istiyen inan masın” (Kehf Sûresi: Ayet 30)         

ibadet hürriyetine gelince, Kur’an-ı Kerimin emret tiği hareket tarzı aynı derecede açıktır. Allah, inan mayanlara şöyle demesini kutsal Peygamberine emrediyor:         

“Ben sizin taptığınıza tapmam; siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ve ben sizin taptığınıza tapmayacağım. Siz de benim taptığıma tapmayacaksınız. Sizin dininiz size, Benim dinim bana.” (109’cu Sûre,Ayet 5-7)         

Şimdi Kur’an-ı Kerimden sevgili Peygamberin (s.a.v.) misaline geçiyoruz. Önceleri Medinede, ve sonra ları Arap hudutlarına ve daha ötesine kadar uzanan Müs lüman Devleti içinde, azınlık cemaatlerine karşı göster diği musamaha, bugünkü dünyanın uyması gereken par lak bir misaldır. Gayrı Müslim tebaaya tam bir hürriyet bahşetmişti; ve onların duygularına karşı o derece saygılı idi ki, kendisinin mertebece Musa’dan daha üstün old uğunu Medine Yahudileri ile münakaşa ve münazaa konusu yapmalarına lüzüm yoktur diye, sahabelerine tâv siyede bulunmuştu. Hakikati halde kendisi peygamberle rin en büyüğü idi; ve bir defa bizzat beyan ettiği gibi, Musa ve İsa onun zamanında yaşamış olsalardı, kendi şakirdleri arasına dahil olmaktan ve kendisine biat etmekten başka seçenekleri bulunmazdı.         

Bir gayrı müslimin Islâmî öğretilere uymasına Resulullah tarafından itiraz edildiğini bildiren tek bir rivayet yoktur. Hatta, düşmanlarının çok aşırı tahrikleri karşısında bile son derece sabır ve musamaha göstermiş tir. Abdullah bin Ubey ibni Salul Medine munafıklarının reisi idi, ve hayatının beş altı senelik bir devresi esnasında Resulûllahın (üzerine salât ve selâm) şahsı için, ve yeni İslâm Devleti için, mütemadiyen gaileler ve zorluklar çıkarmıştı. Beni-Mustalak seferinde, Resul-i Ekremin (üzerine salât ve selâm) şahsına karşı isyan mertebesine varan iğrenç ve ziyadesile tahrik edici serkeşçe sözler sar fetmişti. Bunlar Kutsal Peygambere haber verildiği zaman, gazaba gelen sahabelerini mukabelede bulunmak tan menetti. Daha sonraları, Sâdık bir Müslüman olan o munafıkın oğlu, aşırı küstahlık ve itaatsızlığından ötürü, babasını öldürmek için Resulûllahtan izin istedi. Fakat Resulûllah yine müsaade etmedi. Mesele bununla da kal madı. Bir müddet sonra, küstah Abdullah bin Ubey öld­üğünde, Peygamber, sahabelerinin tavsiye ve duygularına bakmaksızın, cenaze namazını bizzat kıldırdı. Işte, Peygamber, gelecekte Müslümanların uyması için böyle parlak bir misal vermiştir. Devlet Başkanı olarak mutlak kudret sahibi bulunduğu sırada, Peygamberimiz tarafın dan gösterilen devamlı sabır ve tahammül ile yüksek ruhlu musamahanın insanlık tarihinde buna benzer başka bir misali var mıdır?         

Islâmiyette en iğrenç ve menfur inanç Şirk, yani, bilhassa Hristiyanlık misalinde olduğu gibi, Allaha ortak lar tahsis etmektir. Kur’an-ı Mecid şu uyarıda bulunuyor: “Rahim ve şefkati ziyade olan Allaha bir erkek evlât isnat ettikleri için gökler patlayabilir; dünya ikiye bölünebilir; ve dağlar yıkılıp parçalanabilir. (19:88-89)”         

Buna rağmen, Islâmiyetin insan hakları meselesinde aldığı açık ve şüphe götürmez tavır sayesinde, Hristiyan lar Müslüman memleketlerinde yüzyıllar boyunca tam bir inanç ve ibadet hürriyetinden faydalanmışlardı. Nitekim, bugün dahi Pakistanda aynı şeyi yapmaktadırlar. Hatta Hindular, Parisiler, Sihler, Budistler ve saire gibi sayıları pekaz olan azınlıklar bile memlekette tam bir din hür riyetine sahiptirler. Sih dininin kutsal yerlerinin masrafı ve idamesi Devlet bütçesinden sağlanmaktadır; ve Pakis tanlılar bununla övünmekte haklıdır.         

Ahrarcı mollalar; dini inançları ve ibadet ve adetleri ile hallkın hislerini rencide eden yalnız Ahmedilerdir diye, bir iddia ileri sürüyorlarsa, o takdirde bizim şu hususlara inanmamızı istiyorlar demektir:         

a) Kendi Hıristiyan yurttaşları “Allahın Oğlu’na tap tıkları ve Kur’an ayetlerinin deyimile “Kâinatı tahrip edebilecek bir günah” işledikleri zaman Pakistanlı Müs lümanların hisleri rencide olmuyor da, Ahmedi Müs lümanlar İslâm Peygamberinin (üzerine salât ve selâm) tıpkı öğrettiği gibi Allaha taptıkları zaman aynı Pakistanlı Müslümanlar çılgına dönüyor.         

b)Ahrarcılar Rahmeten Lilâlemin’in peygamberliğini inkâr edenlerin hepsi ile barış ve ahenk içinde yaşamaktan mutluluk duyarlar. onun mübarek şahsı aleyhinde inkâr edenlerce yayınlanmış kötü niyetli ve zehirli eserler dünya kitaplıklarını doldurmaktadır. Fakat, Ahmediler (Hazreti Muhammed-üzerine salât ve selâm-Allahın en büyük peygamberidir; peygamberliğin kemalinde son sözdür; kâinatın yaratılışının sebeb-i hikmetidir; ve insanlığı Allah yolunda hidayete ulaştıran tek mürşittir, ve dolayısile Resul-i Ekremin bıraktığı mukaddes ayak izlerinden başka insanlık için takip edilecek doğru yol yoktur.) der demez Ahrarcıların hisleri rencide olmaktadır.         

c) Kuran-ı Kerim Allahın Kelâmı değildir, ve hâşâ sümme hâşâ, İslâm Peygamberinin (üzerine salât ve selâm) hayasızca uydurmasıdır, diyen Pakistandaki gayrı müslimlerin inançlarına Ahrarcılar güler yüzle müsamaha gösterirler. Fakat, Ahmedi Müslümanlar; Kitab-i Mecitteki her kelime Allahın gerçek kelâmıdır, Kur’an bütün insanlık için bir nimettir, ve onun dışında nimet yoktur, ve Kitab-ı Mecidin Şeriati ebediyete kadar nihaidir, mutlaktır, değişmezdir, dedikleri zaman, Ahrarcılar küplere binerler.         

d) 1973 Anayasasının muaddel 2.ci maddesi gereğince Müslüman sayılanlardan bazısı, Batı kültürü, sosyal yetişme tarzı, veya sırf bilgisizlik yüzünden, lüzumuna kail olmadıkları Kur’ana ve Sünnete uymazlarsa toplumda çoğunluğun hisleri rencide olmuyor da; Anayasaya göre Müslüman sayılmayan bir azınlık cemaatinden bir üye, kendi kurtuluşu ile insanlığın kurtuluşunun Kuran’ı Kerime uymakla mümkün olacağına samimiyetle inandığı için, Kur’anî akidelere titizlikle riayet edip bunları bütün dünyada yaymaya çalıştığı zaman, toplum çoğunluğunun hissiyatı her nedense rencide oluyor.         

Ahrarcıların Ahmedi Müslümanlar aleyhinde ileri sürdükleri bütün talepler, Ahmedilerce Şaair-i İslâmın tatbiki ve İslâmî tabir ve ıstılahların kullanılması yüzünden Müslümanların hislerinin rencide olabileceği esasına dayanmaktadır. Hakikati halde, bir gayrı müslim Îslâmiyeti uyguluyor diye bir Müslüman’ın hislerinin rencide olmasına sebep yoktur. Çünkü, İslâmiyet vicdan meselesinde o derece musamahakârdır ki, gayrı müslimlerin dinleri temel Islâmî akidelere ne kadar ters düşse bile, onlar için dinî adetlerine göre hareket etme hakkını garanti altına almaktadır.         

Münakaşanın bu kısmına, 1984 Yılı Ocak ayında, Kazablanka’da, Dördüncü İslâm Zirvesince resmen kabul olunan İslâmiyette temel insan hakları ile ilgili “Kazablanka Beyannamesi” nden bir iktibas yaparak son verelim:         

 “… Ve bütün insanlığın, ferdleri Allaha itaat ve inkıyad ile birleşmiş, bir tek aile teşkil ettiğine inanır; ve Hazreti Ademin torunları olmak itibarile, bütün insanlar ırk, renk, dil, din, cinsiyet, politik düşünce, sosyal rütbe, ve sair mulahazalarla bir fark gözetilmeksizin, vekar ve temel görevler ve sorumluluklar bakımından eşittirler.”DAWN: 26 Mart 1984         

Ahrarcı Mollalar Müslümanların dinî hisleri hakkında sesleri kısılıncaya kadar bağıra çağıra konuştuklarında akla ilk gelen anormallik, Pakistan Müslümanları adına konuşmak için kimden itimadname aldıkları meselesidir. Daha 1947 Yılına kadar, Hintlilerin millî Kongre Partisi ile gizli anlaşma yaparak, dinî hitabet kürsülerinden, Pakistan Devletinin kurulması aleyhinde nutuklar çektiler. Fakat, Pakistan Devleti kurulur kurulmaz, Pakistan Müslümanlarının sözcüleri gibi sahte bir poz alarak, memlekette aynı dinî hitabet kürsülerini gasbettiler.         

Tuhaftır ki, halkın hissiyatının rencide olmasından dem vuran Ahrarcı mollalar, bütün ömürlerini öteki cemaatlerin en ziyade saygı gösterdiği liderlere alenen çirkin ve müstekreh küfürler savurmakla geçirmişlerdir. Kaid-iAzam Muhammed Ali Jinnah Hindistandaki bütün Müslümanlarca lider sayıldığı bir zamanda bile, Ahrarcı mollaların onu kötülemekten geri durmadıkları da unutulmamalıdır. Bugün Ahmedilerce İslâmiyet’in ikrar ve tatbik edilmesinden yurttaş çoğunluğunun hisleri rencide oluyor diye iddiada bulunuyorlarsa, Ahmediler aleyhindeki mantıksız ve kabul edilmez taleplerini desteklemek için serdedebilecekleri başka bir muteber iddia bulamadıklarından ötürüdür.         

Kuvvetle inanıyoruz ki, gerçek bir Müslüman, herhangi bir kimse İslâmiyeti uyguluyor diye rencide olamaz; ve hislerin rencide olduğu isnadı büyük halk çoğunluğuna karşı iftiradan başka bir şey değildir. Bu kritik dönemde, memleketin içinde ve dışında, Pakistan halkının hislerini rencide eden çok daha ciddi olaylar vardır. Bunlardan en azımsanamayacak bir tanesi de, memlekette bir kere daha karışıklık çıkarmak için uğursuz murdar başını kaldıran politikacı molla umacısıdır. 

Politik Dram

Belirtilere göre, Meclisi Tahaffuzi Hatmi Nübüvvet’in sahnelediği politik dramın son perdesi hazırlanmaktadır. Hükûmet, müşkül duruma düşsün diye, bazı talepler karşısında bırakılmıştır. Talepler, değerlerine göre hüküm verilerek, reddolunursa, Hükûmet, memlekete İslâmî nizam getireceği yolundaki iddialarında samimiyetsizlikle suçlanacaktır. Ondan sonra, halkı tahrik etmek, ve fesat çıkaracak profesyonel ajanlar kiralanıp tahrikleri şiddet eylemlerine çevirmek için teşebbüse geçilecektir. Kanun ve asayişin bozulması ihtimali Sıkı Yönetim İdaresi için bir kâbus teşkil ettiğinden, başlangıçta taleplerden hiç olmazsa bazılarının kabul edileceği düşünülmektedir. Bir kere böyle bir şey oldu mu, mollalar İslâmiyetin muzaffer mudafileri gibi görunecek, ve halk nazarında yüksek itibar ve politik kudret kazanacaktır. İlk kuvvet denemesinde Hükûmetten imtiyazlar kopardıktan sonra, bunu daha başka ve daha zecrî talepler için basamak olarak kullanacaklar, böylece tahrikleri, kanunsuzlukları ve şiddet eylemlerini tırmandırmaya yöneleceklerdir. Esas maksat, mevcut herhangi bir problemin çözümünü bulmak değil, fakat politik amaçlara erişmek üzere memlekette karışıklık yaratmak ve devam ettirmektir.         

Islâmiyetin mudafileri kisvesine bürünmüş Ahrarcı mollaların yarattığı bu hercü merc ortasında memleketin ve milletin çıkarlarını ilgilendiren esaslı tek bir mesele vardır:Pakistan politikasında her zaman şeni ve tahripkâr bir rol oynamış olan bu insanların nihaî gayeleri nedir? 

Bir Vicdan Bunalımı

Ve şimdi halkın gösterdiği tepki meselesine gelelim. Ahmediler aleyhindeki şiddetli kampanyanın bugünkü safhası takriben oniki ay sürmüştür. Bu müddet zarfında bütün memlekette yüzlerce miting ve konferans düzenlenmiş halka milyonlarca el ilanları, posterler ve dergiler dağıtılmıştır. Kasabalar, köyler, üniversiteler, kolejler, fabrikalar, alışveriş, merkezleri Müslümân Ahmediye Cemaati mensupları aleyhindeki sahte ve düzmece bir propaganda selinin suları altında bırakılmıştır. Ahrarcıların iddialarına göre: bizim Kelime-i Şehadetimiz Lâ ilâhe illâllah Muhammedur resulûllah” dan başka imiş; Şeriatimiz Kur’an değil, yalnız mollaların bildiği başka bir kitap imiş; Peygambere, (üzerine salât ve selâm) karşı gösterdiğimiz sevgi hiyle imiş; Islâmiyet adına büsbütün başka bir din uygulayıp yayıyormuşuz; Ahret Gününe inanmıyormuşuz, ve cahilleri kandırmak için Rabvah şehrinde kendi çennetimizi ve cehennemimizi yaratmışız.         

Bazı mollaların mitinglerde Ahmedi erkek ve kadınları, Ahmediye Cemaati kurucusu ve halefleri ve aileleri hakkında söyledikleri sözler o kadar çirkin ve müstekrehtir ki, buraya aktarabilmemize imkân yoktur. “Kadiyani” kelimesi şimdi küfür olarak kullanılıyor, ve mollalar alenen suçlamak istedikleri kişilere “Kadiyani” diyorlar. Fakat, bir senedir devam eden bu kontrolsuz ve  sansürsüz kampanyaya rağmen, halkın gösterdiği tepki tam bir ilgisizlik ve kayıtsızlıktan ibaret kalmıştır. Bunu anlamak için, Ahrar mitinglerine ve konferanslarına katılanların sayısına, ve ne çesit insanlar olduklarına, bakmak kâfidir.         

Kanuna saygılı bir azınlık dinî zulüm ve işkencenin en kötüsüne tâbi tutulduğu zaman; Hazreti Peygamberin  (üzerine salât ve selâm) minberi en amansız bir molla güruhu tarafından telvis ve istismar edildiği zaman; mantıka ve İslâmiyete tamâmen aykırı talepler yüzünden İslâm dini bütün dünyada gülünç bir duruma düşürüldüğü zaman; kadınlar ve erkekler dinî inançlarından ötürü soğukkanlılıkla öldürüldüğü zaman; ve Ahmedilerin ölüleri ecdat mezarlarından çıkarılıp yerlerde sürüklendiği zaman Pakistandaki hür fikirli ve insaflı kişilerin seslerini yükseltmeleri ve saldırganlığa karşı lakayd kalmaktan vazgeçmeleri icap etmez mi? Vietnam ve Güney Afrikadan bahis açılır açılmaz heyecanlanan şairler nerede? Nikaragua ve Eritre’deki zulüm kurbanları lehinde sesleri kısılıncaya kadar bağırıp çağıran ideologlar nerede? Ve nihayet, insan haklarını ve hürriyeti savunmak üzere makale yazarken kalemlerinin kudsiyeti üzerine yemin eden gazeteciler nerede? Ulusuna sadık bir azınlığın temel insan hakları kasabalarda, köylerde, sokaklarda ayaklar altında – ve hem de o gazetecilerin gözleri önünde – çignenirken bunu görmüyorlar mı? Görüyorlarsa, vicdanları hiç sızlamıyor mu? Müstakbel tarihçiler; hürriyetin, insan vekar ve haysiyetinin, edep ve nezâhetin âkıbeti nazik ve tehlikeli bir durumda iken, onları savunmak için, bu aziz Pakistan ülkesinde ve dünyada kimse sesini yükseltmedi diye yazmasın!         

Ahmediye Cemaati, üyeleri beş kıt’ada, 89 memlekete yayılmış bulunan sırf dinî bir cemaattir. Bu istikrarsızlık, tahrikçi politika ve karışıklık çağında kanunun üstünlüğüne, hoşgörüye, ve barış içinde bir arada yaşamaya kuvvetle bağlı insanlar olduğumuzu dünyaya kabul ettirmek için yüz sene uğraştık. Bu hüviyetimiz, bütün dünyayı kapsayan misyonumuzun hayatî bir parçasıdır; ve bütün tahrikler karşısında bu hüviyetimizi devam ettirmek için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Ancak, bizim barış-sever tavrımız acızlıkten veya idare-i maslahatçılıktan değil, iman, kuvvet ve fedakarlıktan kaynaklanmaktadır.         

Bütün uyarılara rağmen kimsenin aldırış etmediği meş’um bulut parçası şimdi gökgürültülü bir fırtınaya dönüşmektedir; ve açık denizdeki bir çok gemiyi kazaya uğratabilir. Bir müşahit, ufacık Ahmediye gemisinin de pupa yelken kasırganın tam ortasına doğru sürüklendiğini sanabilir. Görünüş böyle olsa bile, Ahmediye gemisinin akıbetinden kimse bir an için dahi endişe etmesin. Gemi birçok fırtınalar atlatmıştır, ve kazaya uğramadan youluna devam etmesi mukadderdir. Çünkü, bu korkusuz gemi Hazreti Muhammedin (üzerine salât ve selâm) bayrağını taşımaktadır, ve onun emniyet ve selâmetine nezaret eden Allahtır. En büyük hikmet sahiplerinden de daha hikmetli, ve en kudretlilerden de daha kudretli olan ALLAH. 

Bir Öncekini Oku

İsa Mesih Gökten İnmeyecektir

Bir Sonrakini Oku

Ahmediye Cemaati İngilizlerin Diktiği Bir Fidanmış-2