Yüce Allah ile Münasebeti - Müslüman Ahmediye Cemaati

Yüce Allah ile Münasebeti

Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) hayatının her cephesinde Allaha karşı sevginin  ve bağlılığın hâkim olduğu görülüyor. Taşıdığı mesuliyetlerin ağırlığına  rağmen, hem gece ve hem de gündüz, vaktinin büyük bir kısmını Yüce  Allah’a (C.C.) ibadet ve hamd-ü sena ile geçirirdi. Gece yarısı yatağından  kalkar ve sabah namazı için mescide gidinceye kadar ibadet ve taatla meşgul  olurdu. Bazen, gece yarısından sonra, ibadet esnasında o kadar çok ayakta  dururdu ki, ayakları şişerdi ve onu bu halde görenler çok müteessir olurdu.  Bir gün Hz. Ayşe (R.A.) kendisine sordu: “Allah (C.C.) sana sevgi ve  yakınlık gösterip sana ikram ve yücelik verdi. O halde, kendini niçin bu kadar  sıkıntıya sokuyorsun?” Hz. Resulüllah (S.A.V.) şöyle cevap verdi: Allah  (C.C.) lûtuf ve keremiyle bana sevgi ve yakınlık gösterdiyse, buna karşı Allah’a (C.C.) her zaman şükretmek benim için bir vazife teşkil etmez mi? İnsanın gördüğü lûtuf ve iyilik büyük olunca, eda edeceği şükran borcu da o nispette büyük olur” (Buhari, Kitab el-Kusuf).Hz. Resulüllah (S.A.V.) Allah’ın (C.C.) emri ve müsaadesi olmadan hiç bir teşebbüse geçmezdi. Mekkelilerin elinde çektiği hadsiz hesapsız eziyetlere rağmen, Allah’tan (C.C.) emir gelmeden Mekke’den ayrılmamıştı. Yapılan eziyetler ve işkenceler şiddetlendiği ve sahabelerin Habeşistan’a göç etmesine izin verdiği vakit, sahabelerden bir kısmı Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) kendileriyle beraber gelmesini istemişlerdi. Allah’ın Habibi, Allah’tan (C.C.) müsaade almadığını söyleyerek bu isteği nazikâne reddetti. İnsan sıkıntı ve zorluk anlarında dostlarını ve akrabalarını umumiyetle yanında görmek ister. Halbuki, maruz kaldıkları zorluklar ve eziyetler yüzünden sahabelerini Habeşistan’a gönderdiği halde, Resulüllah (S.A.V.) Allah’tan (C.C.) göç emri almadığı için Mekke de kalmıştı.Allah (C.C.) kelimesini her ne zaman işitse heyecanlanır ve, bilhassa kendi mesuliyetlerini belirten ayetleri dinlerken, gözleri dolardı. Abdullah bin Mes’ud’un (R.A.) rivayetine göre, bir gün Resulüllah (S.A.V.) kendisine Kur’an-ı Kerim’den birkaç ayet okumasını istemiş. Abdullah (R.A.) “Ya Resul Allah! Kur’an-ı Kerim sana vahyedildi (yani onu sen herkesten iyi bilirsin). Ben onu sana nasıl okuyabilirim?” dedi. Hz. Resulüllah (S.A.V.) buna “Başkaları da okurken dinlemeği severim” diye mukabele etti. Bunun üzerine, Abdullah bin Mes’ud (R.A.) Nisâ suresini okumağa başladı.Her milletten bir şahit getirdiğimiz, ve seni de, onlara şahit yaptığımız, gün halleri ne olacak? (4:42)” ayetine geldiğinde, Hz. Resulüllah (S.A.V.) “Yeter, yeter” dedi. Abdullah (R.A.) Hz. Resulüllah’ın mübarek yüzüne baktı ve mübarek gözlerinden yaşlar akmakta olduğunu gördü. (Buhari, Kitab Fada’il el Kur’an)

Resulüllah (S.A.V.) cemaatle namaza katılmağa o kadar çok önem verirdi ki, değil evde, hatta yatakta yatarken bile, namaz kılmanın caiz olduğu şiddetli hastalık esnasında bizzat namaz kıldırmak için Mescide giderdi. Bir gün mescide gidemeyince namazı Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) kıldırmasını emretmişti. Fakat birdenbire durumunda bir iyileşme hissetmiş ve koluna girilerek mescide götürülmesini istemişti. Yolda iki sahabenin omuzlarına yaslanmıştı. Fakat o kadar kuvvetten düşmüştü ki, Hz. Ayşe’nin (R.A.) anlattığına göre, ayaklarını sürüye sürüye yürüyebilmişti (Buhari).

Hoşlandığımızı göstermek veya bir şeye dikkati çekmek için genellikle  el çırparız. Bu adet Araplar arasında da vardı. Ancak, Hz. Resulüllah  (S.A.V.) Allah’ın (C.C.) zikrini o kadar çok severdi ki, el çırpma yerine  Allah’ın (C.C.) adını zikretmeği ve O’na hamd-ü senayı ikame eyledi. Bir  gün önemli bir işle meşgul olduğu sırada namaz vakti yaklaşmış ve namazı  Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) kıldırmasını emretmişti. Biraz sonra işini bitirdi  ve derhal mescide gitti. Hz. Ebu Bekir (R.A.) namaz kıldırıyordu. Fakat,  cemaat Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) geldiğini görünce, hem sevinçlerini belli  etmek ve hem de Resulüllah’ın geldiğini Hz. Ebu Bekir’e (R.A.) anlatmak  için, el çırpmağa başladılar. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (R.A.), yerini  Hz. Resulüllah’a (S.A.V.) bırakmak üzere, geri çekildi. Namaz bitince  Hz. Resulüllah (S.A.V.) Hz. Ebu Bekir’e (R.A.) hitaben: “Namaz  kıldırmanı sana emretmiştim. Niçin geri çekildin?” diye sordu. Hz. Ebu  Bekir (R.A.) “Ya Resul Allah! Allah’ın (C.C.) Elçisinin bulunduğu yerde  Ebu Kuhafe’nin oğluna imamlık yapmak yaraşır mı?” cevabını verdi.  Hz. Resulüllah (S.A.V.) ondan sonra cemaate dönerek şu sözleri söyledi:  “Niçin el çırptınız? Allah’ın (C.C.) zikri ile meşgul iken el çırpmanız yakışık  almaz. İbadet esnasında bir şeye dikkati çekmek gerekirse, el çırpmak  yerine yüksek sesle Allah’ın (C.C.) ismini söylemelisiniz. Bu, gereken  şeye dikkati çekmek için yeterlidir”. (Buhari)

Dua ve ibadetin riyazet ve nefse eziyet şeklinde yapılmaşını tasvip  etmezdi. Bir gün evine geldiğinde, iki direk arasında sarkan bir ip gördü  ve sebebini sordu. Zevcesi Hz. Zeyneb’in (R.A.) ibadet esnasında yorulunca  bu ipe yaslanmak adetinde olduğunu kendisine anlattılar. Hz. Resulüllah  (S.A.V.) ipi kaldırttı; ve insanın neşeli ve ferahlı olduğu müddetçe ibadete  devam etmesi ve yorulunca oturması lâzım geldiğini söyledi. İbadet bir  külfet değildi; ve vücut yorulduktan sonra devam ettirilen ibadet gayesine  ulaşmazdı (Buhari, Kitab el-Kûsuf).Putperestliği, azıcık dahi olsa, andıran her hareketten ve adetten nefret  ederdi. Son nefesini teslim etmesinden kısa bir süre önce ölüm döşeğinde  sağa sola kıvranırken:Peygamberlerinin mezarlarını bir tapınma yeri haline getiren  Yahudilerin ve Hıristiyanların Allah müstehakını versin! ” diye söyleniyordu  (Buhari). Aklına, peygamberlerinin ve evliyalarının mezarları önünde  secdeye kapanıp tapınan Yahudiler ve Hıristiyanlar gelmiş; ve Müslümanlar  da böyle adetlere saparlarsa kendi şefaatine lâyık olmayacaklarını, bilâkis  kendinden kopup ayrılmış olacaklarını anlatmak istemişti.

Yüce Allah’ın (C.C.) izzet ve şanına halel gelmemesi için Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) ne kadar dikkat ve gayret ettiğine evvelce değinilmişti. Mekkeliler onu bir çok câzip tekliflerle putperestliğe muhalefetten  vazgeçirmeğe çalışmışlardı (Tabari). Amcası Ebu Talib de Hz. Resulüllah’ı  (S.A.V.) vazgeçirmeğe uğraşmıştı. Çünkü, Hz. Resulüllah (S.A.V.)  putperestliği kötülemeye devam ettiği takdirde, Ebu Talib ya kavminin şiddetli  düşmanlığına göğüs germek ve yahut ta yeğeninden yardım ve himayesini  kesmek zorunda kalabilecekti. Amcasının bu konuda gösterdiği endişeye  karşı Hz. Resulüllah (S.A.V.) şu sözleri söylemişti: “Bu insanlar güneşi  sağıma ve ayı soluma koysalar bile, Allah’ın (C.C.) birliğini ilân etmekten  geri durmayacağım” (Zurkani). Uhud savaşı sırasında, sağ kalan  yaralı Müslümanlardan bir grup bir tepenin eteğinde Resulüllah’ın etrafına  toplanmışlardı. Düşmanlar, İslâm ordusunu bozguna uğrattıkları için zafer  naraları atarak seviniyorlardı. Düşman komutanı Ebu Süfyan “Hubal’a’  hamd-ü senalar olsun! Hubal’a hamd-ü senalar olsun!” diye bağırıyordu.  Hz. Resulüllah (S.A.V.) hem kendi emniyet ve selâmeti ve hem de etrafına  toplanmış olan bir avuç Müslüman’ın selâmeti için düşmanın  taşkınlıklarına karşı ses çıkarmamak gerektiğini bildiği halde, daha  fazla tahammül edememiş ve sahabelere “Hamd-ü sena ve zafer yalnız  Allaha mahsustur! Hamd-ü sena ve zafer yalnız Allaha mahsustur!” diye  bağırmalarını emretmişti (Buhari).

İslâmiyet’ten önce, çeşitli dinlere mensup olanlar arasında,  peygamberlerin ve evliyaların ve diğer büyük zatların sevincini ve kederini  belirtmek için yerde ve gökte alâmetler göründüğüne ve hatta gökteki  yıldızların hareketinin bile bu kutsal kişiler tarafından kontrol edilebildiğine  dair yanlış bir inanç vardı. Meselâ bazı peygamberlerin güneşi ve ayı  hareketsiz bıraktığı ve akan suyu durdurduğu rivayet edilirdi. İslâmiyet  bu fikirlerin yanlış olduğunu, dinî kitaplarda bu gibi olaylara yalnız mecaz  yoluyla temas edildiğini ve onların doğru manada tefsir edilmemesinden  hurafeler ortaya çıktığını öğretiyor. Buna rağmen, bazı Müslümanlar böyle  tabiat olaylarını büyük peygamberlerin hayatlarına ait hadiselerle ilgili  görmeğe meyillidirler. Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) hayatının son  yıllarında, iki buçuk yaşındaki oğlu Hz. İbrahim (A.S.) ölmüş ve aynı  gün güneş tutulması olmuştu. Bazı Medineli Müslümanlar,  Resulüllah’ın oğlunun ölümü münasebetiyle İlâhî bir taziyet olarak güneş  tutulduğu fikrini ortaya çıkarmışlardı. Mesele Hz. Resulüllah’a açıldığında,  çok canı sıkılmış ve bu fikri şiddetle takbih etmişti. Ayrıca, ay ve güneş  ve diğer yıldız ve gezegenlerin İlâhî kanunlara tâbi olduğunu, ve yıldızların hareketleri ve onlara ilişkin hadiseler ile hiç bir şahsın hayatı ve ölümü  arasında bir münasebet bulunmadığını da açıklamıştı (Buhari).

Arabistan kurak bir memlekettir. Herkes yağmuru dört gözle bekler  ve yağınca sevinir. Araplar yağmur yağışını yıldızların hareketlerinin kontrol  ettiği fikrini savunurlardı; Bu fikir ne zaman ortaya atılsa Hz. Resulüllah’ın  (S.A.V.) canı sıkılır ve Hz. Allah’ın (C.C.) bahşettiği nimetleri ve  lûtufları başka sebeplere atfetmemelerini söylerdi. Yağmur ve diğer tabiî  hadiseler İlâhî kanunlarla idare edilir, ve bir tanrı veya tanrıçanın veyahut  ta başka bir kuvvetin keyfine tâbi değildir, derdi (Muslim, Kitab el-İman).Yüce Allah’a (C.C.), talihin makûs tecelliyatı ile sarsılmayan, bir itimadı  vardı. Bir gün düşmanlarından biri Resulüllah’ı uykuda ve kendini müdafaa  edemeyecek bir durumda bulunca başucuna dikildi ve kılıcını çekerek onu  derhal öldüreceğini söyledi. Tehdidini yerine getirmeden evvel sordu: “Seni  bu müşkül durumdan kim kurtarabilir?” Hz. Resulüllah (S.A.V.) istifini  bozmadan sükûnetle cevap verdi: “Allah.” Bu kelime Resulüllah (S.A.V.)’in ağzından öyle metin ve sarsılmaz bir güven ile çıktı ki, hatta imansız  bir düşmanın kalbi bile onun Yüce Allah’a (C.C.) olan itimat ve imanındaki  yüceliği kabul etmek zorunda kaldı. Elinden kılıcı düştü, ve daha bir dakika  evvel Resulüllah’ı helâk etmeğe kararlı göründüğü halde şimdi onun önünde  mahkeme kararının bildirilmesini bekleyen bir suçlu gibi durdu (Muslim, Kitab  el-Fadail ve Buhari, Kitab el-Cihad).Diğer taraftan, Allah’ın Habibi (S.A.V.) Allah’a (C.C.) karşı sonsuz bir  huşu’ ve huzu’ duyardı. Ebu Hureyre şunu rivayet etmiştir: “Bir gün Hz.  Resulüllah (S.A.V.)’in “Kimse, yalnız kendi iyi amelleri ile necat bulamaz”  dediğini işittim. Bunun üzerine ben de kendisine dedim ki: `Ya Resul Allah!  Sen cennete her halde yalnız kendi iyi amellerin sayesinde gireceksin’. Hz.  Resulüllah (S.A.V.) buna karşı “Hayır. Ben de yalnız kendi amellerimle  cennete giremem; ancak Allah’ın (C.C.) lûtuf ve keremi beni ihata edecektir’  cevabını verdi. ” (Kitab el-Rikak)

Hz. Resulüllah (S.A.V.) doğru yolu seçmeye ve doğru yolu takip etmeye,  ve Yüce Allah’a (C.C.) yaklaşma imkânlarını gayretle aramağa halkı her  zaman teşvik ederdi. Kimsenin ölmeyi temenni etmemesini söylerdi. Çünkü  iyi bir insan daha uzun bir ömür sürerse daha fazla hayır işleyebilirdi. Kötü  bir insan da, mühlet verildiği takdirde kötü fiillerinden pişmanlık duyar  ve doğru yola yönelebilirdi. Resulüllah (S.A.V.) Allah’a (C.C.) karşı  sevgisini ve bağlılığını bir çok şekillerde izhar ve ifade ederdi. Meselâ, kurak  bir mevsimden sonra ilk yağmur damlaları düşmeğe başlayınca dilini çıkarıp  bir yağmur damlası tutar ve “İşte Rabbimden gelen son nimet” derdi.  Refakatinde bulunanların veya kendisiyle rabıtası olanların ve genellikle  Müslümanların İlâhî mağfirete lâyık ve mazhar olmaları için her zaman, ve bilhassa halk arasında oturduğu zaman, dua ederdi. Daima Allah’ın (C.C.) huzurunda bulunduğunu katiyen aklından çıkarmazdı. Yatacağı zaman“Ya Allah! Dudaklarımda senin adın olarak öleyim (uyuyayım) ve senin  adın olarak kalkayım” derdi. Uyandığı zaman da”Bütün hamd-ü sena beni ölümden (uykudan) hayata geri getiren ve bir  gün hepimizi yanına alacak olan Allaha mahsustur” derdi (Buhari).Her zaman yüce Allah’a (C.C.) yakın olmağı dilerdi ve çok tekrarladığı  dualarından biri şu idi:”Ya Allah! Kalbimi nurunla duldur ve gözlerimi nurunla doldur ve  kulaklarımı nurunla doldur ve nurunu sağıma koy ve nurunu soluma koy  ve nurunu yukarıma koy ve nurunu aşağıma koy ve nurunu önüme koy  ve nurunu ardıma koy ve bütün benliğimi nura kalbeyle” (Buhari).

Hz. İbn Abbas (R.A.) şunu rivayet etmiştir: “Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) vefatından az evvel yalancı peygamber Museyleme Medine’ye geldi ve,  Muhammed beni kendine halef tayin ederse onu tanımağa hazırım, dedi.  Müseyleme’ye refakat eden maiyeti çok kalabalıktı. Mensup olduğu kabile  Arabistan’ın en büyük kabilesi idi. Hz. Resulüllah (S.A.V.) Müseylemenin  geldiğinden haberdar edilince, yanında Sabit bin Kays bin Şems (R.A.)  olduğu halde, onu görmeğe gitti. Elinde kuru bir hurma dalı vardı.  Müseylemenin çadırlarını kurduğu yere varınca onunla karşılaştı. Bu arada  başka sahabeler de gelmişler ve Resulüllah’ın (S.A.V.) etrafına dizilmişlerdi.  Hz. Resulüllah (S.A.V.) Müseylemeye hitaben “Bana anlattıklarına göre,  seni kendime halef yaparsam bana katılmaya hazırmışsın. Fakat, Allah’ın  (C.C.)  emrine aykırı olarak şu kuru dalı bile sana vermeğe istekli değilim.  Senin akıbetin Allah’ın (C.C.) takdir ettiği gibi olacaktır. Benden yüz  çevirdiğin takdirde Allah (C.C.) seni hüsrana uğratacaktır. Aşikâr olarak görüyorum ki, Yüce Allah’ın (C.C.) sana muamelesi vahiy ile bana bildirildiği şekilde olacaktır” dedi. Ve sonra şu sözleri ilâve etti: “Ben şimdi gidiyorum. Söyleyecek başka bir sözün varsa, benim temsilcim olan Sabit bin Kays bin Şems’e söyleyebilirsin.”Hz. Resulüllah (S.A.V.) ondan sonra geri döndü. Beraberindeki sahabeler arasında Hz. Ebu Hureyre (R.A.) de vardı. Bunlardan biri, Allah’ın (C.C.) Museyleme’ye karşı muamelesi vahiy ile kendine bildirildiği şekilde olacaktır demekle ne kasdettiğini Hz. Resulüllah (S.A.V.) tan sordu. Resulüllah (S.A.V.) şu cevabı verdi:”Rüyada bileklerime hoşlanmadığım iki bilezik takılı olduğunu gördüm. Bu rüyayı görürken Allah (C.C.) o bileziklerin üstüne üflememi emretti. Üflediğim anda her ikisi de kayboluverdi. Bunu, benden sonra peygamberlik iddia eden iki sahtekâr çıkacağı şeklinde tabir ettim.” (Buhari, Kitab el-Magazı)Bu hadise Resulüllah’ın hayatının sonlarına doğru vuku bulmuştu. Hz. Resulüllah’ı (S.A.V.) henüz kabul etmemiş olan en büyük Arap kabilesi biat etmeğe hazırdı ve bunun için ileri sürdükleri tek şart reislerinin Hz. Resulüllah (S.A.V.) tarafından kendine halef tayin edilmesi idi. Resulüllah (S.A.V.) her hangi bir şekilde şahsî düşüncelerle hareket etmiş olsaydı, kendine halef olacağını en büyük Arap kabilesinin reisine vâdetmek suretiyle Arabistan birliğini tamamıyla gerçekleştirmek yolundaki bütün engelleri ortadan kaldırabilirdi. Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) kendi öz oğlu yoktu; ve öyle bir karar almasını güçleştirecek bir hanedan ihtirası söz konusu olamazdı. Ancak, en ufak bir şeye bile kendinin gözüyle bakmaz ve kendini en ufak bir şey üzerinde bile mutlak bir tasarruf hakkına sahip addetmezdi. Bundan dolayı, Müslümanların önderliği meselesini sanki kendi özel bir işiymiş gibi ele alamazdı. Müslümanların önderliğini kutsal bir İlâhî emanet sayardı; ve Allah kimi münasip görürse önderliği ona bahşeder diye düşünürdü. Bundan dolayı, Museylemenin teklifini nefretle reddetti; ve değil Müslümanların liderliğini hatta kuru bir hurma dalını bile ona veremeyeceğini bildirdi.

Ne zaman Hz. Allah’ın (C.C.) adını ansa veya Hz. Allah (C.C.) hakkında konuşsa, kendini dinleyenlerde bütün benliğini Allah (C.C.) aşkının sarmış olduğu intibaı uyanırdı.İbadette daima sadelik arardı. Medine’de yaptırdığı ve içinde namaz kıldırdığı mescidin zemini toprak olup, üstüne hasır, kilim veya başka bir şey serilmemişti; ve yağmur yağdığında kuru hurma dalları ile yapılmış tavanından su akardı. Böyle zamanlarda, Hz. Resulüllah (S.A.V.)’in ve cemaatin üstübaşı yağmur ve çamurdan sırsıklam olurdu. Fakat, o, namaza devam ederdi; ve bu gibi hallerde namazı geciktirmek veya daha muhafazalı bir çatı altına sığınıp orada namaz kıldırmak istediğini hiç bir zaman söylemezdi (Buhari, Kitab el-Savm).

Hz. Resulüllah (S.A.V.) sahabelerin hareketlerini dikkatle takip ederdi. Hz. Abdullah bin Ömer (R.A.) son derece dindar ve temiz ruhlu bir insandı. Hz. Resulüllah (S.A.V.) bir gün onun için: “Abdullah Teheccüd[1] namazlarına daha muntazam devam etse, daha iyi bir insan olur” demişti. Abdullah bin Ömer (R.A.) bunu duyunca bir daha Teheccüd namazlarını kaçırmamıştı. Hz. Resulüllah (S.A.V.) bir gün kızı Hz. Fatma’nın (R.A.)  evine gittiğinde, damadı Hz. Ali’den (R.A.) Teheccüd namazlarını muntazaman kılıp kılmadıklarını surdu. Hz. Ali (R.A.) “Ya Resul Allah! Teheccüd namazlarına kalkmağa çalışıyoruz. Fakat arasıra, Allahın iradesi neticesi olarak vaktinde uyanamayınca, Teheccüd namazlarını kaçırıyoruz” cevabını vermişti. Hz. Resulüllah (S.A.V.) kendi evine dönerken yolda, insanın çok defa kendi kabahatini itiraf etmekten kaçındığına ve bunu bir takım mazeretlerle örtbas etmeğe çalıştığına dair bir ayeti tekrar tekrar okumuştu (Buhari, Kitab el-Küsuf). Hz. Resulüllah (S.A.V.) bu hareketi ile, Hz. Ali’nin (R.A.) vaktinde uyanamamayı İlâhî iradeye bağlayarak kendi kusurunu Yüce Allah’a (C.C.) yüklemesi yanlıştı ve bu meselede gayretsizlik gösterdiğini itiraf etmesi lâzımdı, demek istemişti.


[1] Teheccüd namazı gece yarısını müteakip kılınan bir namazdır ve beş vakit namaza dahil değildir.

Bir Öncekini Oku

Zühd-ü Takva Maksadile Nefse Eziyet Takbihi

Bir Sonrakini Oku

Resulullah’ın (s.a.v.) Sade Yaşayışı