Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) hayatının her cephesinde Allaha karşı sevginin ve bağlılığın hâkim olduğu görülüyor. Taşıdığı mesuliyetlerin ağırlığına rağmen, hem gece ve hem de gündüz, vaktinin büyük bir kısmını Yüce Allah’a (C.C.) ibadet ve hamd-ü sena ile geçirirdi. Gece yarısı yatağından kalkar ve sabah namazı için mescide gidinceye kadar ibadet ve taatla meşgul olurdu. Bazen, gece yarısından sonra, ibadet esnasında o kadar çok ayakta dururdu ki, ayakları şişerdi ve onu bu halde görenler çok müteessir olurdu. Bir gün Hz. Ayşe (R.A.) kendisine sordu: “Allah (C.C.) sana sevgi ve yakınlık gösterip sana ikram ve yücelik verdi. O halde, kendini niçin bu kadar sıkıntıya sokuyorsun?” Hz. Resulüllah (S.A.V.) şöyle cevap verdi: Allah (C.C.) lûtuf ve keremiyle bana sevgi ve yakınlık gösterdiyse, buna karşı Allah’a (C.C.) her zaman şükretmek benim için bir vazife teşkil etmez mi? İnsanın gördüğü lûtuf ve iyilik büyük olunca, eda edeceği şükran borcu da o nispette büyük olur” (Buhari, Kitab el-Kusuf).Hz. Resulüllah (S.A.V.) Allah’ın (C.C.) emri ve müsaadesi olmadan hiç bir teşebbüse geçmezdi. Mekkelilerin elinde çektiği hadsiz hesapsız eziyetlere rağmen, Allah’tan (C.C.) emir gelmeden Mekke’den ayrılmamıştı. Yapılan eziyetler ve işkenceler şiddetlendiği ve sahabelerin Habeşistan’a göç etmesine izin verdiği vakit, sahabelerden bir kısmı Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) kendileriyle beraber gelmesini istemişlerdi. Allah’ın Habibi, Allah’tan (C.C.) müsaade almadığını söyleyerek bu isteği nazikâne reddetti. İnsan sıkıntı ve zorluk anlarında dostlarını ve akrabalarını umumiyetle yanında görmek ister. Halbuki, maruz kaldıkları zorluklar ve eziyetler yüzünden sahabelerini Habeşistan’a gönderdiği halde, Resulüllah (S.A.V.) Allah’tan (C.C.) göç emri almadığı için Mekke de kalmıştı.Allah (C.C.) kelimesini her ne zaman işitse heyecanlanır ve, bilhassa kendi mesuliyetlerini belirten ayetleri dinlerken, gözleri dolardı. Abdullah bin Mes’ud’un (R.A.) rivayetine göre, bir gün Resulüllah (S.A.V.) kendisine Kur’an-ı Kerim’den birkaç ayet okumasını istemiş. Abdullah (R.A.) “Ya Resul Allah! Kur’an-ı Kerim sana vahyedildi (yani onu sen herkesten iyi bilirsin). Ben onu sana nasıl okuyabilirim?” dedi. Hz. Resulüllah (S.A.V.) buna “Başkaları da okurken dinlemeği severim” diye mukabele etti. Bunun üzerine, Abdullah bin Mes’ud (R.A.) Nisâ suresini okumağa başladı.Her milletten bir şahit getirdiğimiz, ve seni de, onlara şahit yaptığımız, gün halleri ne olacak? (4:42)” ayetine geldiğinde, Hz. Resulüllah (S.A.V.) “Yeter, yeter” dedi. Abdullah (R.A.) Hz. Resulüllah’ın mübarek yüzüne baktı ve mübarek gözlerinden yaşlar akmakta olduğunu gördü. (Buhari, Kitab Fada’il el Kur’an)
Resulüllah (S.A.V.) cemaatle namaza katılmağa o kadar çok önem verirdi ki, değil evde, hatta yatakta yatarken bile, namaz kılmanın caiz olduğu şiddetli hastalık esnasında bizzat namaz kıldırmak için Mescide giderdi. Bir gün mescide gidemeyince namazı Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) kıldırmasını emretmişti. Fakat birdenbire durumunda bir iyileşme hissetmiş ve koluna girilerek mescide götürülmesini istemişti. Yolda iki sahabenin omuzlarına yaslanmıştı. Fakat o kadar kuvvetten düşmüştü ki, Hz. Ayşe’nin (R.A.) anlattığına göre, ayaklarını sürüye sürüye yürüyebilmişti (Buhari).
Hoşlandığımızı göstermek veya bir şeye dikkati çekmek için genellikle el çırparız. Bu adet Araplar arasında da vardı. Ancak, Hz. Resulüllah (S.A.V.) Allah’ın (C.C.) zikrini o kadar çok severdi ki, el çırpma yerine Allah’ın (C.C.) adını zikretmeği ve O’na hamd-ü senayı ikame eyledi. Bir gün önemli bir işle meşgul olduğu sırada namaz vakti yaklaşmış ve namazı Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) kıldırmasını emretmişti. Biraz sonra işini bitirdi ve derhal mescide gitti. Hz. Ebu Bekir (R.A.) namaz kıldırıyordu. Fakat, cemaat Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) geldiğini görünce, hem sevinçlerini belli etmek ve hem de Resulüllah’ın geldiğini Hz. Ebu Bekir’e (R.A.) anlatmak için, el çırpmağa başladılar. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (R.A.), yerini Hz. Resulüllah’a (S.A.V.) bırakmak üzere, geri çekildi. Namaz bitince Hz. Resulüllah (S.A.V.) Hz. Ebu Bekir’e (R.A.) hitaben: “Namaz kıldırmanı sana emretmiştim. Niçin geri çekildin?” diye sordu. Hz. Ebu Bekir (R.A.) “Ya Resul Allah! Allah’ın (C.C.) Elçisinin bulunduğu yerde Ebu Kuhafe’nin oğluna imamlık yapmak yaraşır mı?” cevabını verdi. Hz. Resulüllah (S.A.V.) ondan sonra cemaate dönerek şu sözleri söyledi: “Niçin el çırptınız? Allah’ın (C.C.) zikri ile meşgul iken el çırpmanız yakışık almaz. İbadet esnasında bir şeye dikkati çekmek gerekirse, el çırpmak yerine yüksek sesle Allah’ın (C.C.) ismini söylemelisiniz. Bu, gereken şeye dikkati çekmek için yeterlidir”. (Buhari)
Dua ve ibadetin riyazet ve nefse eziyet şeklinde yapılmaşını tasvip etmezdi. Bir gün evine geldiğinde, iki direk arasında sarkan bir ip gördü ve sebebini sordu. Zevcesi Hz. Zeyneb’in (R.A.) ibadet esnasında yorulunca bu ipe yaslanmak adetinde olduğunu kendisine anlattılar. Hz. Resulüllah (S.A.V.) ipi kaldırttı; ve insanın neşeli ve ferahlı olduğu müddetçe ibadete devam etmesi ve yorulunca oturması lâzım geldiğini söyledi. İbadet bir külfet değildi; ve vücut yorulduktan sonra devam ettirilen ibadet gayesine ulaşmazdı (Buhari, Kitab el-Kûsuf).Putperestliği, azıcık dahi olsa, andıran her hareketten ve adetten nefret ederdi. Son nefesini teslim etmesinden kısa bir süre önce ölüm döşeğinde sağa sola kıvranırken:Peygamberlerinin mezarlarını bir tapınma yeri haline getiren Yahudilerin ve Hıristiyanların Allah müstehakını versin! ” diye söyleniyordu (Buhari). Aklına, peygamberlerinin ve evliyalarının mezarları önünde secdeye kapanıp tapınan Yahudiler ve Hıristiyanlar gelmiş; ve Müslümanlar da böyle adetlere saparlarsa kendi şefaatine lâyık olmayacaklarını, bilâkis kendinden kopup ayrılmış olacaklarını anlatmak istemişti.
Yüce Allah’ın (C.C.) izzet ve şanına halel gelmemesi için Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) ne kadar dikkat ve gayret ettiğine evvelce değinilmişti. Mekkeliler onu bir çok câzip tekliflerle putperestliğe muhalefetten vazgeçirmeğe çalışmışlardı (Tabari). Amcası Ebu Talib de Hz. Resulüllah’ı (S.A.V.) vazgeçirmeğe uğraşmıştı. Çünkü, Hz. Resulüllah (S.A.V.) putperestliği kötülemeye devam ettiği takdirde, Ebu Talib ya kavminin şiddetli düşmanlığına göğüs germek ve yahut ta yeğeninden yardım ve himayesini kesmek zorunda kalabilecekti. Amcasının bu konuda gösterdiği endişeye karşı Hz. Resulüllah (S.A.V.) şu sözleri söylemişti: “Bu insanlar güneşi sağıma ve ayı soluma koysalar bile, Allah’ın (C.C.) birliğini ilân etmekten geri durmayacağım” (Zurkani). Uhud savaşı sırasında, sağ kalan yaralı Müslümanlardan bir grup bir tepenin eteğinde Resulüllah’ın etrafına toplanmışlardı. Düşmanlar, İslâm ordusunu bozguna uğrattıkları için zafer naraları atarak seviniyorlardı. Düşman komutanı Ebu Süfyan “Hubal’a’ hamd-ü senalar olsun! Hubal’a hamd-ü senalar olsun!” diye bağırıyordu. Hz. Resulüllah (S.A.V.) hem kendi emniyet ve selâmeti ve hem de etrafına toplanmış olan bir avuç Müslüman’ın selâmeti için düşmanın taşkınlıklarına karşı ses çıkarmamak gerektiğini bildiği halde, daha fazla tahammül edememiş ve sahabelere “Hamd-ü sena ve zafer yalnız Allaha mahsustur! Hamd-ü sena ve zafer yalnız Allaha mahsustur!” diye bağırmalarını emretmişti (Buhari).
İslâmiyet’ten önce, çeşitli dinlere mensup olanlar arasında, peygamberlerin ve evliyaların ve diğer büyük zatların sevincini ve kederini belirtmek için yerde ve gökte alâmetler göründüğüne ve hatta gökteki yıldızların hareketinin bile bu kutsal kişiler tarafından kontrol edilebildiğine dair yanlış bir inanç vardı. Meselâ bazı peygamberlerin güneşi ve ayı hareketsiz bıraktığı ve akan suyu durdurduğu rivayet edilirdi. İslâmiyet bu fikirlerin yanlış olduğunu, dinî kitaplarda bu gibi olaylara yalnız mecaz yoluyla temas edildiğini ve onların doğru manada tefsir edilmemesinden hurafeler ortaya çıktığını öğretiyor. Buna rağmen, bazı Müslümanlar böyle tabiat olaylarını büyük peygamberlerin hayatlarına ait hadiselerle ilgili görmeğe meyillidirler. Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) hayatının son yıllarında, iki buçuk yaşındaki oğlu Hz. İbrahim (A.S.) ölmüş ve aynı gün güneş tutulması olmuştu. Bazı Medineli Müslümanlar, Resulüllah’ın oğlunun ölümü münasebetiyle İlâhî bir taziyet olarak güneş tutulduğu fikrini ortaya çıkarmışlardı. Mesele Hz. Resulüllah’a açıldığında, çok canı sıkılmış ve bu fikri şiddetle takbih etmişti. Ayrıca, ay ve güneş ve diğer yıldız ve gezegenlerin İlâhî kanunlara tâbi olduğunu, ve yıldızların hareketleri ve onlara ilişkin hadiseler ile hiç bir şahsın hayatı ve ölümü arasında bir münasebet bulunmadığını da açıklamıştı (Buhari).
Arabistan kurak bir memlekettir. Herkes yağmuru dört gözle bekler ve yağınca sevinir. Araplar yağmur yağışını yıldızların hareketlerinin kontrol ettiği fikrini savunurlardı; Bu fikir ne zaman ortaya atılsa Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) canı sıkılır ve Hz. Allah’ın (C.C.) bahşettiği nimetleri ve lûtufları başka sebeplere atfetmemelerini söylerdi. Yağmur ve diğer tabiî hadiseler İlâhî kanunlarla idare edilir, ve bir tanrı veya tanrıçanın veyahut ta başka bir kuvvetin keyfine tâbi değildir, derdi (Muslim, Kitab el-İman).Yüce Allah’a (C.C.), talihin makûs tecelliyatı ile sarsılmayan, bir itimadı vardı. Bir gün düşmanlarından biri Resulüllah’ı uykuda ve kendini müdafaa edemeyecek bir durumda bulunca başucuna dikildi ve kılıcını çekerek onu derhal öldüreceğini söyledi. Tehdidini yerine getirmeden evvel sordu: “Seni bu müşkül durumdan kim kurtarabilir?” Hz. Resulüllah (S.A.V.) istifini bozmadan sükûnetle cevap verdi: “Allah.” Bu kelime Resulüllah (S.A.V.)’in ağzından öyle metin ve sarsılmaz bir güven ile çıktı ki, hatta imansız bir düşmanın kalbi bile onun Yüce Allah’a (C.C.) olan itimat ve imanındaki yüceliği kabul etmek zorunda kaldı. Elinden kılıcı düştü, ve daha bir dakika evvel Resulüllah’ı helâk etmeğe kararlı göründüğü halde şimdi onun önünde mahkeme kararının bildirilmesini bekleyen bir suçlu gibi durdu (Muslim, Kitab el-Fadail ve Buhari, Kitab el-Cihad).Diğer taraftan, Allah’ın Habibi (S.A.V.) Allah’a (C.C.) karşı sonsuz bir huşu’ ve huzu’ duyardı. Ebu Hureyre şunu rivayet etmiştir: “Bir gün Hz. Resulüllah (S.A.V.)’in “Kimse, yalnız kendi iyi amelleri ile necat bulamaz” dediğini işittim. Bunun üzerine ben de kendisine dedim ki: `Ya Resul Allah! Sen cennete her halde yalnız kendi iyi amellerin sayesinde gireceksin’. Hz. Resulüllah (S.A.V.) buna karşı “Hayır. Ben de yalnız kendi amellerimle cennete giremem; ancak Allah’ın (C.C.) lûtuf ve keremi beni ihata edecektir’ cevabını verdi. ” (Kitab el-Rikak)
Hz. Resulüllah (S.A.V.) doğru yolu seçmeye ve doğru yolu takip etmeye, ve Yüce Allah’a (C.C.) yaklaşma imkânlarını gayretle aramağa halkı her zaman teşvik ederdi. Kimsenin ölmeyi temenni etmemesini söylerdi. Çünkü iyi bir insan daha uzun bir ömür sürerse daha fazla hayır işleyebilirdi. Kötü bir insan da, mühlet verildiği takdirde kötü fiillerinden pişmanlık duyar ve doğru yola yönelebilirdi. Resulüllah (S.A.V.) Allah’a (C.C.) karşı sevgisini ve bağlılığını bir çok şekillerde izhar ve ifade ederdi. Meselâ, kurak bir mevsimden sonra ilk yağmur damlaları düşmeğe başlayınca dilini çıkarıp bir yağmur damlası tutar ve “İşte Rabbimden gelen son nimet” derdi. Refakatinde bulunanların veya kendisiyle rabıtası olanların ve genellikle Müslümanların İlâhî mağfirete lâyık ve mazhar olmaları için her zaman, ve bilhassa halk arasında oturduğu zaman, dua ederdi. Daima Allah’ın (C.C.) huzurunda bulunduğunu katiyen aklından çıkarmazdı. Yatacağı zaman“Ya Allah! Dudaklarımda senin adın olarak öleyim (uyuyayım) ve senin adın olarak kalkayım” derdi. Uyandığı zaman da”Bütün hamd-ü sena beni ölümden (uykudan) hayata geri getiren ve bir gün hepimizi yanına alacak olan Allaha mahsustur” derdi (Buhari).Her zaman yüce Allah’a (C.C.) yakın olmağı dilerdi ve çok tekrarladığı dualarından biri şu idi:”Ya Allah! Kalbimi nurunla duldur ve gözlerimi nurunla doldur ve kulaklarımı nurunla doldur ve nurunu sağıma koy ve nurunu soluma koy ve nurunu yukarıma koy ve nurunu aşağıma koy ve nurunu önüme koy ve nurunu ardıma koy ve bütün benliğimi nura kalbeyle” (Buhari).
Hz. İbn Abbas (R.A.) şunu rivayet etmiştir: “Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) vefatından az evvel yalancı peygamber Museyleme Medine’ye geldi ve, Muhammed beni kendine halef tayin ederse onu tanımağa hazırım, dedi. Müseyleme’ye refakat eden maiyeti çok kalabalıktı. Mensup olduğu kabile Arabistan’ın en büyük kabilesi idi. Hz. Resulüllah (S.A.V.) Müseylemenin geldiğinden haberdar edilince, yanında Sabit bin Kays bin Şems (R.A.) olduğu halde, onu görmeğe gitti. Elinde kuru bir hurma dalı vardı. Müseylemenin çadırlarını kurduğu yere varınca onunla karşılaştı. Bu arada başka sahabeler de gelmişler ve Resulüllah’ın (S.A.V.) etrafına dizilmişlerdi. Hz. Resulüllah (S.A.V.) Müseylemeye hitaben “Bana anlattıklarına göre, seni kendime halef yaparsam bana katılmaya hazırmışsın. Fakat, Allah’ın (C.C.) emrine aykırı olarak şu kuru dalı bile sana vermeğe istekli değilim. Senin akıbetin Allah’ın (C.C.) takdir ettiği gibi olacaktır. Benden yüz çevirdiğin takdirde Allah (C.C.) seni hüsrana uğratacaktır. Aşikâr olarak görüyorum ki, Yüce Allah’ın (C.C.) sana muamelesi vahiy ile bana bildirildiği şekilde olacaktır” dedi. Ve sonra şu sözleri ilâve etti: “Ben şimdi gidiyorum. Söyleyecek başka bir sözün varsa, benim temsilcim olan Sabit bin Kays bin Şems’e söyleyebilirsin.”Hz. Resulüllah (S.A.V.) ondan sonra geri döndü. Beraberindeki sahabeler arasında Hz. Ebu Hureyre (R.A.) de vardı. Bunlardan biri, Allah’ın (C.C.) Museyleme’ye karşı muamelesi vahiy ile kendine bildirildiği şekilde olacaktır demekle ne kasdettiğini Hz. Resulüllah (S.A.V.) tan sordu. Resulüllah (S.A.V.) şu cevabı verdi:”Rüyada bileklerime hoşlanmadığım iki bilezik takılı olduğunu gördüm. Bu rüyayı görürken Allah (C.C.) o bileziklerin üstüne üflememi emretti. Üflediğim anda her ikisi de kayboluverdi. Bunu, benden sonra peygamberlik iddia eden iki sahtekâr çıkacağı şeklinde tabir ettim.” (Buhari, Kitab el-Magazı)Bu hadise Resulüllah’ın hayatının sonlarına doğru vuku bulmuştu. Hz. Resulüllah’ı (S.A.V.) henüz kabul etmemiş olan en büyük Arap kabilesi biat etmeğe hazırdı ve bunun için ileri sürdükleri tek şart reislerinin Hz. Resulüllah (S.A.V.) tarafından kendine halef tayin edilmesi idi. Resulüllah (S.A.V.) her hangi bir şekilde şahsî düşüncelerle hareket etmiş olsaydı, kendine halef olacağını en büyük Arap kabilesinin reisine vâdetmek suretiyle Arabistan birliğini tamamıyla gerçekleştirmek yolundaki bütün engelleri ortadan kaldırabilirdi. Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) kendi öz oğlu yoktu; ve öyle bir karar almasını güçleştirecek bir hanedan ihtirası söz konusu olamazdı. Ancak, en ufak bir şeye bile kendinin gözüyle bakmaz ve kendini en ufak bir şey üzerinde bile mutlak bir tasarruf hakkına sahip addetmezdi. Bundan dolayı, Müslümanların önderliği meselesini sanki kendi özel bir işiymiş gibi ele alamazdı. Müslümanların önderliğini kutsal bir İlâhî emanet sayardı; ve Allah kimi münasip görürse önderliği ona bahşeder diye düşünürdü. Bundan dolayı, Museylemenin teklifini nefretle reddetti; ve değil Müslümanların liderliğini hatta kuru bir hurma dalını bile ona veremeyeceğini bildirdi.
Ne zaman Hz. Allah’ın (C.C.) adını ansa veya Hz. Allah (C.C.) hakkında konuşsa, kendini dinleyenlerde bütün benliğini Allah (C.C.) aşkının sarmış olduğu intibaı uyanırdı.İbadette daima sadelik arardı. Medine’de yaptırdığı ve içinde namaz kıldırdığı mescidin zemini toprak olup, üstüne hasır, kilim veya başka bir şey serilmemişti; ve yağmur yağdığında kuru hurma dalları ile yapılmış tavanından su akardı. Böyle zamanlarda, Hz. Resulüllah (S.A.V.)’in ve cemaatin üstübaşı yağmur ve çamurdan sırsıklam olurdu. Fakat, o, namaza devam ederdi; ve bu gibi hallerde namazı geciktirmek veya daha muhafazalı bir çatı altına sığınıp orada namaz kıldırmak istediğini hiç bir zaman söylemezdi (Buhari, Kitab el-Savm).
Hz. Resulüllah (S.A.V.) sahabelerin hareketlerini dikkatle takip ederdi. Hz. Abdullah bin Ömer (R.A.) son derece dindar ve temiz ruhlu bir insandı. Hz. Resulüllah (S.A.V.) bir gün onun için: “Abdullah Teheccüd[1] namazlarına daha muntazam devam etse, daha iyi bir insan olur” demişti. Abdullah bin Ömer (R.A.) bunu duyunca bir daha Teheccüd namazlarını kaçırmamıştı. Hz. Resulüllah (S.A.V.) bir gün kızı Hz. Fatma’nın (R.A.) evine gittiğinde, damadı Hz. Ali’den (R.A.) Teheccüd namazlarını muntazaman kılıp kılmadıklarını surdu. Hz. Ali (R.A.) “Ya Resul Allah! Teheccüd namazlarına kalkmağa çalışıyoruz. Fakat arasıra, Allahın iradesi neticesi olarak vaktinde uyanamayınca, Teheccüd namazlarını kaçırıyoruz” cevabını vermişti. Hz. Resulüllah (S.A.V.) kendi evine dönerken yolda, insanın çok defa kendi kabahatini itiraf etmekten kaçındığına ve bunu bir takım mazeretlerle örtbas etmeğe çalıştığına dair bir ayeti tekrar tekrar okumuştu (Buhari, Kitab el-Küsuf). Hz. Resulüllah (S.A.V.) bu hareketi ile, Hz. Ali’nin (R.A.) vaktinde uyanamamayı İlâhî iradeye bağlayarak kendi kusurunu Yüce Allah’a (C.C.) yüklemesi yanlıştı ve bu meselede gayretsizlik gösterdiğini itiraf etmesi lâzımdı, demek istemişti.
[1] Teheccüd namazı gece yarısını müteakip kılınan bir namazdır ve beş vakit namaza dahil değildir.