Huzur-i Enver (Atba) 6 nisan 2018’de İspanya’da Beyt-ür Rahman Camiinde Cuma hutbesi verdi. Teşehhüd taavvuz ve fatiha suresinden sonra şöyle buyurdu:
İspanya bir batı ülkesidir, ancak ekonomik istikrar bakımından Avrupa ülkelerinden daha istikrarsız sayılır. İş imkanları, gelir seviyesi ve hayat standartları, Avrupa’nın diğer ülkelerine, mesela fransa, Almanya, Hollanda yahut İngiltere’ye nazaran daha düşüktür. Ama yine de Pakistan’a kıyasla ekonomik durumu kat kat daha iyidir. Bu yüzden de bir çok Pakistanlı, iş kurmak yahut çalışmak için buraya gelirler. Ahmedilere gelince, onlar Pakistan’dan iki sebeple ayrılırlar; en büyük sebep dinî engeller ve özgürlük olmayışıdır. İkinci sebep de ekonomik durumun burada daha iyi olmasıdır. Buraya gelenlerin çoğu sığınmacı olmak veya yerleşme vizesi almak için çabalarken şöyle derler: Pakistan’da, inancımıza uygun olarak özgür bir şekilde kendimize Müslüman diyebileceğimiz, ibadet edebileceğimiz yahut dinî vecibelerimizi yerine getirebileceğimiz bir imkan yoktur Ahmediler için.
Bazı insanlar durumlarını gerçeğe uygun bir şekilde beyan ederler, ama bazıları mübalağa yaparlar, halbuki buna hiç gerek yoktur. Ben daha önce birçok defa söyledim ki, eğer gerçeği ve doğruyu beyan ederek ve bize orada din adına şiddet uygulandığını anlatarak sadece şu kadar ki, böyle bir durumda benim orada kalmam zihinsel olarak beni baskı altına sokuyor ve bu sürekli bir eziyettir, denilirse genellikle yöneticiler ve hakimler anlarlar. Başkalarının yahut avukatların sözüne kanarak kendinizi yahut sözünüzü abartarak anlatmanıza gerek yoktur. Anlattıklarınız da başından sonuna kadar aynı olmalı, beyanatınızı değiştirerek yöneticileri şüpheye düşürmemek gerekir. Bir Ahmedi Müslümanın yalan söylemekten zaten sakınması gerekiyor. Yüce Allah yalanı şirk ile bir tutmuştur. O halde bir Ahmedinin şirk koşan birisi olması, asla düşünülemez. O bir taraftan, ben Allah’ın vahdaniyetini en fazla benimseyenim diye iddia eder; Hz. Resulüllah’ın (sav) kölesiyim ve zamanın İmamı ve Vadedilen Mesih ve Mehdi’ye inanan birisiyim der, diğer taraftan da bir muvahhid için sakınılması ilk farz olan temel bir günahtan nasıl sakınmaz. Her Ahmedinin bu açıdan kendini muhasebe etmesi gerekir ki acaba biz, dünyevî çıkarlar için, Yüce Allah indinde bizi son derece günahkâr kılan bir harekette bulunuyor muyuz?
Velhasıl, eğer biz imanımızı korumak için, inancımız üzerinde sebatla durabilmek için ülkemizden ayrıldıysak, o halde Allah’ın emirlerini her şeyden üstün tutmak gerekir. Ahmediyet, yani asıl İslam’ı kabul ettikten sonra tercihlerimizin ne olduğuna ve ne olması gerektiğine dikkat etmemiz gerekir. Eğer tercihlerimiz Allah’ın emirlerine uygun değilse o zaman biz hicretin amacına ulaşamadık demektir. Ama eğer tercihlerimiz Allah’ın emirlerine uygun ise o zaman hicretin amacına ulaştık demektir ve böyle bir durumda Allah’ın lütufları da bizden yana olacaktır. Eğer bizim temelimiz yalan üzerinde ise ve biz dünyayı elde etmeyi amacımız zannettiysek o takdirde Allah’ın lütuflarına varis olamayız. Allah’ı tek bilen ve Allah’a ibadet eden asla şirk koşamaz. Yaradılış gayesinin hakikatini anlayan insanların yaşamlarının birinci amacı Allah’ın rızasını elde etmek olur. Bizim daima hatırımızda tutmamız gerekir ki dünyayı elde etmek ve dünya eğlencelerine dalmak bizim amacımız değildir. Eğer biz Allah’ı razı etmek ve O’nun söylediği yaradılış gayesine ulaşmaya çabalarsak işte o zaman gerçek başarıyı elde edebilir, bu dünyaya gelişimizin amacını gerçekleştirebiliriz. Bu dünya ve onun nimetleri zaten nasip olacak, çünkü Yüce Allah, kendisine yönelenleri din ve dünya nimetlerinden mahrum bırakmaz. Bilakis, Yüce Allah, Benden dünya ve ahiretin iyiliklerini isteyin, diyerek bize dua öğretti. Şöyle buyurur: “Rabbena âtina fid-dünya haseneten ve fil-ahireti haseneten ve gınâ azaben-nar.” Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilikler ver, ahirette de iyilikler ver ve bizi ateşin azabından koru.
Hz. Mesih-i Mevud (as) bununla ilgili şöyle buyurur: İnsan kendi mutluluğu için iki şeye muhtaçtır; Biri, kısa dünya hayatında başa gelen musibetler, sıkıntılar ve sınanmalardan emniyette olmak, ikincisi fısk ve fücur ve insanı Allah-u Teala’dan uzaklaştıran manevi hastalıklardan necata kavuşmak. Dünyanın iyilikleri, ister fiziki ister manevi olarak her bir bela, pis yaşantı ve zilletten korunmaktır. Aslında Rabbena kelimesinde, ince bir şekilde tövbeye işaret vardır. İnsan, “Rabbena” yani ey bizim Rabbimiz dediğinde Allah’a eğilir. Çünkü Rabbena kelimesi, onun daha önce kendi edindiği diğer rablerden usanıp bu Rabbe doğru yönelmesini gerektirir. Ve bu kelime gerçek sancı ve sızı olmaksızın insanın kalbinden çıkamaz.
Aslında, insan kendisi birçok rabler yapmış olur, kendi hile ve aldatmacalarına tam olarak güvenir ki işte o onun rabbi olur. Eğer o kendi ilmine yahut kuvvetine güveniyorsa işte bunlar onun rabbidir. Eğer o, güzelliği, malı yahut zenginliği ile övünüyorsa işte onlar onun rableridir. Kısacası böylece binlerce sebepler kendisiyle birlikte olur. Bunların hepsini terk edip bunlardan bıkkın bir şekilde O vahid la şerik (tek ve benzersiz) gerçek ve hakiki Rabbin önünde başını eğmezse; ve Rabbena kelimesini sancı ve kalbi eriten bir ses ile söyleyerek O’nun eşiğine eğilmedikçe o, gerçek Rabbi anlamaz. Gerçek “Rabbena” ancak, tam bir kalp sancısı ve kalbi eriten bir ses ile çıkıyor olduğunda eda edilir. İnsan ne zaman şu gerçeği anlarsa; “Ben Rabbena dediğimde benim Rabbim olan vahid la şerik Allah’a sesleniyorum,” işte o zaman gerçek Rabbi anlar ve O’na dua eder. Kısacası, böyle ağlayarak içten bir şekilde O’nun huzurunda günahlarını itiraf ederek tövbe eder ve O’na hitaben “Rabbena” yani asıl ve hakiki Rab Sen idin, fakat ben hata ederek başka yerlere yöneliyordum, şimdi ben o yalan putları ve batıl ilahları terk ettim ve dürüst kalp ile Senin Rububiyetini ikrar ediyorum ve Senin kapına geldim, derse; Allah’ın önünde halis olarak eğilmek ve O’na ibadet etmek işte bu durumdur. Hz. Mesih-i Mevud’un (as) bizde görmek istediği, kendi yaratılış gayemizi anlamak işte budur. Biz bu şekilde Rabbimizi çağırmanın hakkını verdiğimizde dünyanın iyilikleri de bize nasip olacaktır, ahiretin iyilikleri de. Aslında insan, dünyanın iyiliklerini de ahiretin iyiliklerini elde etmek için ister. Ta ki sıhhatli olayım ve Allah’a ibadetin hakkını vereyim ister. İnsan, eğer sıhhatli olursa ibadeti doğru bir şekilde yapabilir. Ancak malı olursa, Allah’ın dini için fedakarlık yapmanın hakkını verebilir, Allah’ın kullarının haklarını eda etmeye muvaffak olabilir. İşte bu önemli usulü daima göz önünde tutmak gerekir. İbadetin hakkını vermekten söz edilince, bu konuda bizim şunu da hatırımızda tutmamız gerekir ki, biz ancak Allah’ın emrine uygun olarak kendi yaratılış gayemizi gerçekleştiren kimse olduğumuzda ibadetin hakkını verme çabası da işte o zaman olabilir. Yüce Allah buyurdu ki, “vema halaktül cinne vel-inse illa liyağbüdün,” Ben cinleri ve insanları sadece ibadet için yarattım.
Velhasıl, Allah’ın emirlerine baktığımızda, nasıl ki bizi bir emirden sonra başka bir emire götürüyorsa, işte o şudur ki Allah-u Teala’yı asla unutmamak. Sizin dünyevi çabalarınız bile sizi Allah’ı zikretmekten gafil kılmamalı ve sizin amacınız asla dünyevî arzuların yerine gelmesi olmamalı. Hz. Mesih-i Mevud (as) bununla ilgili olarak bir yerde şöyle der: Allah-u Teala buyurur ki ben cinleri ve insanları Beni tanısınlar ve Bana ibadet etsinler diye yarattım. İşte, bu ayete göre insan hayatının temel gayesi Allah’a ibadet etmek, Allah’ı tanımak ve Allah için olmaktır. Besbellidir ki insan, kendi hayatının temel gayesini kendi seçimiyle benimsemek mertebesine sahip değildir. Çünkü insan ne kendi isteğiyle gelir ne de kendi isteğiyle geri gidecektir, o sadece bir mahluktur (yaratılmıştır.) Onu kim yarattıysa ve bütün hayvanlara nazaran güzel ve yüksek meziyetler lütfettiyse işte ancak O, onun hayatı için temel bir gaye belirlemiştir. İnsan bunu ister anlasın, ister anlamasın. İnsanın yaratılışının temeli hiç şüphesiz Allah’a ibadet, Allah’ı tanımak ve Allah-u Teala’da yok olmaktır. İnsan bu temel gayeyi göz önünde tuttuğunda gerçek mümin olur ve dünyanın hasenatlarını (hayırlarını) bile Allah’ın rızasını elde etmenin vesilesi yapar. Velhasıl, insanın zihnî yetenekleri, bedensel güçleri, malî durumunun iyi oluşu ve günümüzün icatları bize yaratılışımızın gayesini unutturmamalı.
Huzur-i Enver şöyle dedi: Bir Ahmedi Müslüman; Hz. Resulüllah’ın (sav) verdiği gaybî habere uygun olarak uzun bir karanlık dönemden sonra vadedilen Mesih ve Mehdinin zamanında İslam’ın parlak güneşinin yeniden doğacak olduğunu; onun, İslam’ın gerçek talimatlarını anlatarak Müslümanların kalplerini de karanlıklardan aydınlığa getireceğini ve gayrimüslimlere de İslam’ın güzel talimatlarını anlatacak olduğunu ilan eder. Şimdi bu önemli farizeyi yerine getirmek için bütün gücüyle çalışmak, bu ülkelere gelen her Ahmedi Müslümanın sorumluluğu olmuştur. Her nerede Ahmedi Müslümanlar varsa, bulundukları ortama İslam’ın ne olduğunu anlatsınlar. Her Ahmedi Müslümanın davranışları, ahlakı, ibadetinin seviyesi, yabancıların dikkatini kendine çekiyor olsun. Bu, bir taraftan Ahmedi Müslümanları diğerlerinden mümtaz kılacak, diğer taraftan da buranın yerel halkı arasında tebliğ yollarının açılmasına faydalı olacaktır. Kısacası her Ahmedi Müslümanın şunu anlaması şarttır: Her Ahmedi Müslümanın büyük amacı vardır ki önce kendi yaratılış gayesini anlayacak, sonra da diğerlerinin dikkatini yaratılış gayesine çekecektir. Her Ahmedi Müslümanın şu gerçeği dünyaya aşikar etmesi gerekir: “Allah’ın yarattığı bu dünya nimetleri, insanı Allah’tan uzaklaştırmak için değil, aksine Allah’a yaklaştırmak içindir. Bu yüzden bunlar konusunda itidali (dengeli olmayı) benimseyin, aksi takdirde itidalden çıkmanın neticesinde mahvoluşa doğru gidersiniz.”
Huzur-i Enver şöyle buyurdu: Bundan dört beş sene önce dünyanın mahvoluşa doğru bu şekilde ilerleyeceği düşünülmüyordu, bunu kabul etmeye yanaşmıyorlardı, ama bugün durum kesinlikle değişmiştir. Dünyanın gitgide yaklaştığı felaketin asıl sebebi şudur: Onlar, Batı dünyasının ilerlemesi bizi kurtarır, yahut eğer bir zarara uğrasak bile telafi ederiz, zannediyorlar. Fakat böyle düşünmeleri onların büyük bir hatasıdır. Savaşların felaketi geldiğinde ekonomik olarak güçlü hükümetler bile, o savaşlardan sonra önce kendilerini korumaya çalışacaklar. Ve daha az güçlü olan bu ülke daha da kötü duruma düşebilir. Velhasıl, her nerede Ahmedi Müslümanlar varsa, onlar fiilî çabalar ve en önemlisi de dualar vasıtasıyla Allah’ın rızasını elde etmeye dikkatini çevirsin: Ancak ve ancak Allah’ın lütfu dünyayı mahvoluştan kurtarabilir ve Allah’ın lütfunu çekmek için Allah’ın bildirdiklerine göre amel etmek şarttır. O ancak, O’nun huzurunda eğilerek razı edilebilir.
Her Ahmedi Müslümanın hatırında tutması gerekir ki, sadece hz. Mesih-i Mevud’u (as) kabul etmek onu dünya ve ahiretin hasenatına (hayırlarına) sahip kılamadığı gibi ateş azabından da kurtaramaz. Aksine hz. Mesih-i Mevud’a (as) inanmak, hayatını Allah’ın rızasına uygun hale getirmek gibi daha fazla bir sorumluluk yükler. Hz. Mesih-i Mevud (as) bir yerde şöyle buyurur: Unutmayın ki sadece biat etmekle hiçbir şey olmaz. Gerçek biatin mefhumunu eda etmedikçe Allah-u Teala bu gelenekten razı olmaz ve o vakte kadar biat, biat değil sadece gelenek olarak kalır. Bu yüzden biatin asıl gayesini gerçekleştirmeye çabalamak şarttır. Ve o asıl gaye nedir? Takvayı benimseyin, Kuran-ı Kerim’i tam bir dikkat ile okuyun, üzerinde derin derin düşünün ve sonra ona göre amel edin. Çünkü Allah’ın sünneti şudur ki O, sadece laf ve konuşmalardan hoşlanmaz, aksine Allah’ın rızasını elde etmek için O’nun emirlerine uymak ve yasaklarından kaçmak şarttır. O sizi nelerden alıkoyduysa onlardan kaçının. Bu öyle açıkça anlaşılır bir konudur ki baktığımızda insan da sadece sözlerden hoşlanmaz, aksine insan da ancak hizmetten hoşlanır. Gerçek Müslüman ile sahte Müslümanın farkı şudur ki sahte Müslüman konuşur da konuşur ama yaptığı bir şey yoktur. Velhasıl Allah-u Teala, kulunun Kendisine ibadet ettiğini, Allah’ın hatırı için O’nun mahlukatına şefkat ettiğini görünce meleklerini onun üzerine indirir ve Kendi vaadine uygun olarak gerçek Müslüman ile sahte Müslüman arasında ayırım yapar. Kısacası gerçek Müslüman olmak için çabalamak, aramızdan her birinin sorumluluğudur. Dünyanın hayırları ve nimetlerinden istifade etmenin gayesi şu olsun ki bunlar ahiretin hasenatına varis kılsın. Bizler ibadetin hakkını verenler olalım. Yüce Allah hepimizi buna muvaffak kılsın.
Kaynak: https://www.alislam.org/friday-sermon/2018-04-06.html