Hz. Halifetü’l Mesih 5 (Allah yardımcısı olsun) 1 Kasım 2024’te Mübarek Camisinde Cuma Hutbesi verdi. Hutbe çeşitli dillerde tercüme ile MTA televizyonunda canlı olarak yayınlandı. Huzur-i Enver (aba) Teşehhüd ve Fatiha Suresini okuduktan sonra şöyle dedi: Benü Kureyza Gazvesinin biraz daha detayına inersek, bu gazvede iki Müslüman; Hz. Halid bin Süveyd ve Hz. Münzir bin Muhammed şehit oldu. Buna mukabil Benü Kureyza Yahudilerinden ölenlerin sayısı hakkında ihtilaf vardır. Farklı farklı rivayetlerde altı yüz, yedi yüz, sekiz yüz, dokuz yüz sayıları beyan edilmiştir. Ancak Hz. Mirza Beşir Ahmed (ra) yapılan araştırmaya göre şöyle yazmıştır: Aşağı yukarı dört yüz kişi o gün, Saad’ın (ra) verdiği karar ile öldürüldü. Hz. Resulüllah (sav) sahabelere talimat vererek öldürülen kişileri kendi usullerine göre defnettirdi.
İslam düşmanları, aşırı abartılı sayılar beyan ederek İslam’ın zalim bir din olduğunu ileri sürerler.
Bu devirde yaşamış bir Ahmedi alim olan Seyyid Berekat Bey de bu konuda kapsamlı bir araştırma yaparak “Resul-i Ekrem ve Hicaz Yahudileri” adlı kitabında şu görüşe yer vermiştir: Gözleri kapalı bir şekilde tüm rivayetleri kabul etmek hiçbir şekilde akıllıca bir davranış değildir. Öldürülen altı yüz ile dokuz yüz erkek, onların kadınları ve çocukları ile birlikte dikkatli bir tahmine göre beş bin altı binin altında olmayacaktır. Hepsi iplerle bağlanarak Medine’ye getirilmiş, hepsi iki eve konulmuş, bu kadar büyük bir kalabalığın yiyip içmeleri, tuvalet ihtiyaçları için ayarlama yapılmış, kimsenin kaçmasına izin verilmemiş ve geceleyin Medine’nin bir çarşısında altı yüz kişiyi öldürmek için çukurlar kazdırılmış! Sadece iki kişi, Hz. Ali ve Hz. Zübeyr’in tüm bu katliamı gerçekleştirmesi, bu iki sahabenin bu olaydan hiç bahsetmemesi ve Buhari ile Müslim’de öldürülenlerin sayısının belirtilmemesi gibi bazı diğer hususlar, rivayetlerin baştan sona yeniden gözden geçirilmesi gerektiği, belki de abartılı ifadeler kullanılmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.
Buhari’de “mukatele” yani savaşanlar öldürülsün kelimesi kullanılmıştır. Genel tarihçiler, yorumcular ve siyer yazarları bu kelimeyi genişleterek, “savaşmaya uygun” ifadesini “her yetişkin erkek” anlamında tercüme etmişlerdir. Ancak idam edilenlerin sayısının daha az olduğunu savunanlar “mukatele” kelimesinin manasını daraltarak sadece o savaşa fiilen katılan erkekler manasında kabul ettiler ve bu sayının kendi araştırmalarına göre yirmiyi geçmediğini belirttiler ki bu yaklaşımın da makul olduğu yönleri vardır. Bazı şeylerde onların söyledikleri ne olursa olsun akla uygundur ve onların araştırmaları temel alınabilir.
Hz. Mirza Beşir Ahmed Sahib, Benû Kureyza savaşında öldürülen Yahudilerin sayısıyla ilgili gayri müslim tarihçilerin ileri sürdüğü itirazlara şöyle cevap vermiştir: Benû Kureyza olayı hakkında bazı gayri müslim tarihçiler, Peygamber Efendimiz (sav) aleyhinde oldukça çirkin iftiralarda bulunmuş ve yaklaşık dört yüz Yahudi’nin öldürülmesi sebebiyle Efendimizi (sav) bir zalim ve acımasız yönetici gibi göstermeye çalışmışlardır. Bu itirazın temeli dinî taassuba dayanmaktadır. Bazı Müslümanlar da onların etkisi altına girmiştir.
Bu itiraza cevap olarak, öncelikle şu hususu hatırlamak gerekir ki, Benû Kureyza hakkında zalimane olarak nitelendirilen karar, Saad bin Muaz’ın kararıdır ve bu karar Peygamber Efendimizin (sav) kararı olmadığı için Efendimize (sav) itiraz edilemez. İkincisi, bu karar, ortaya çıkan şartlar altında asla yanlış ve zalimane değildir. Üçüncüsü, Saad’ın kararını açıklamadan önce Peygamber Efendimizden aldığı söz nedeniyle Efendimiz (sav) ne olursa olsun bu karara uymak zorundaydı. Dördüncüsü, suçluların kendileri bu kararı kabul etmiş ve itiraz etmemişlerdir. Hatta, Huyey bin Ahtab’ın öldürülürken söylediği sözlerden anlaşıldığı üzere, bunu kendisi için ilahi bir kader olarak görmüştür. Bu durumda, Peygamber Efendimizin (sav) kendiliğinden bu işe karışması doğru olmazdı.
Saad’ın kararından sonra Peygamber Efendimizin (sav) bu meseleyle ilişkisi sadece şuydu ki, o, kendi yönetim sistemi çerçevesinde bu kararı öyle bir şekilde uyguladı ki bu, merhamet ve şefkatin en güzel örneği olarak görülebilir. Kimin hakkında onun huzurunda merhamet talep edilse, o hemen bu dileği kabul ederek sadece o insanların hayatlarını bağışlamakla kalmadı, aynı zamanda eşlerini, çocuklarını ve mallarını da onlara geri verdi.
Bir suçluya merhamet ve şefkat göstermekte bundan daha fazlası ne olabilir. Dolayısıyla, Benû Kureyza olayı ile ilgili olarak Peygamber Efendimize (sav) hiçbir itirazda bulunulamaz, bilakis hakikat şudur ki bu olay, Efendimizin (sav) güzel ahlakının, mükemmel yönetiminin ve tabii merhametinin en açık delilidir.
Şimdi, asıl karar sorusu kaldı. Tarihten anlaşıldığı üzere, Hz. Muhammed (sav), o dönemde Medine’de yaşayan Benû Kaynuka, Benû Nazir ve Benû Kureyza adındaki üç Yahudi kabilesiyle bir barış anlaşması yapmıştır. Bu anlaşmaya göre Müslümanlar ve Yahudiler, Medine’de huzur içinde yaşayacak, birbirleriyle dostane ilişkiler kuracak, birbirlerinin düşmanlarına hiçbir şekilde yardım etmeyecekler, eğer dışarıdan herhangi bir kabile veya kabileler tarafından Medine’ye saldırı olursa hep birlikte buna karşı koyacaklardı. Eğer anlaşmayı yapanlardan biri veya bir grup bu anlaşmayı bozar veya fitne fesat çıkarırsa, diğerlerinin ona karşı yargılama hakkı olacaktı. Tüm anlaşmazlıklar ve ihtilaflar Hz. Muhammed’in (sav) huzurunda çözülecek ve onun kararı herkes için bağlayıcı olacaktı. Ancak her kişi veya toplum hakkında kendi dinine ve şeriatına göre karar verilmesi gerekiyordu.
Bu anlaşmayı ilk bozan, Benû Kaynuka kabilesi oldu. Müslümanlarla savaşmaya kalkıştılar ancak Müslümanların karşısında yenilgiye uğradılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) onları affetti ve şehirde huzurun bozulmaması ve Müslümanların onların kötülüğünden korunması için Medine’den başka bir yere göç etmeleri gibi bir önlem almayı yeterli gördü.
Çok geçmeden Yahudilerin diğer bir kabilesi olan Benû Nazir de baş kaldırdı ve öncelikle onların reislerinden Kâb bin Eşref, anlaşmayı bozarak Kureyş ve diğer kabilelerle Müslümanlara karşı gizli işbirliği yapmaya başladı ve sonunda Hz. Muhammed’in (sav) öldürülmesi için bir komplo kurdu. Hz. Peygamber’in (sav) emriyle bu kişi cezalandırılınca, onun kabilesi Peygamber Efendimizi (sav) öldürme planı yaptı. Onların bu kanlı niyetleri öğrenilince, Hz. Peygamber (sav) onları uyardı ve cezalandırmak isteyince Müslümanlarla savaşmaya karar verdiler ve bu savaşta Benû Kureyza onlara yardım etti.
Benû Nazir yenilgiye uğradığında Peygamber Efendimiz (sav), Benû Kureyza’yı tamamen affetmiş ve Benû Nazir’in de Medine’den güven içinde ayrılmasına izin vermişti. Benü Nazir, bu iyiliğin karşılığını nasıl verdi dersiniz. Onlar Medine dışına çıkıp farklı Arap kabileleriyle birleşerek sayısız bir orduyla Medine’ye saldırttı ve İslam’ı yok etmeden geri dönmeyeceklerine dair onların hepsinden sağlam söz aldı. Böylesine tehlikeli bir vakitte, Yahudilerin üçüncü kabilesi olan Benû Kureyza, tam da üç bin Müslüman’ın çok kötü durumda, çaresiz bir şekilde kafirlerin on, on beş bin güçlü ve kan dökücü ordusu tarafından kuşatılmış ve ölümün gözlerinin önünde olduğu bir sırada ihanette bulundu. Benû Kureyza, Müslüman kadın ve çocuklara arkadan saldırdı.
Benû Kureyza’nın bu eylemi sadece bir söz bozma ve ihanet değil, aynı zamanda tehlikeli bir isyandı. Böylesine bir durumda, onların sözleşmeyi bozma, ihanet, isyan ve adam öldürme suçlarının cezası, verilen cezadan başka ne olabilirdi ki? Açıkçası, sadece üç ceza verilebilirdi: Birincisi, Medine’de hapsetme veya gözaltında tutma, ikincisi sürgün ve üçüncüsü savaşçı erkeklerin öldürülmesi ve geri kalanların hapsedilmesi veya gözaltında tutulması. Birinci ceza olan düşman bir kabileyi kendi şehrinde hapsetmek, o dönem açısından düşünüldüğünde kesinlikle söz konusu olamazdı, çünkü fitne çıkarma, fesat ve şer çıkarma, ve gizli komplo için daha önceki özgürlüklerine sahip olmaya devam ederlerdi. Ayrıca da onların bütün masrafları Müslümanlara kalırdı ki Müslümanların bunu karşılayacak güçleri kesinlikle yoktu.
İkinci ceza olan sürgün, yani Yahudilerin Medine’den ayrılmalarına izin vermek, sadece savaşçı ve aktif İslam düşmanlarının sayısını artırmakla kalmayacak, aynı zamanda İslam düşmanlarının saflarına, tehlikeli kışkırtıcı, düşmanca propagandaları, gizli ve komplocu faaliyetleriyle her İslam karşıtı hareketin lideri olmaya hevesli insanlar katılacaktı. O dönemdeki koşullar altında Müslümanların böyle bir hareket yapması kesinlikle intihardan farksız olurdu. Peki dünyada düşmanını canlı tutmak için kendini feda etmeye amade bir millet var mıdır? Eğer yoksa, Müslümanlar da bu nedenle suçlanamaz. Bu nedenle her iki ceza da imkansızdı ve bunlardan birini seçmek kendi kendini kesin felakete sürüklemek demekti. Bu iki cezayı bırakınca sadece seçilen yol açık kalmıştı. İşte bu yüzden Margolis gibi bir tarihçi bile, kendisi asla İslam’ın dostlarından biri olmamasına rağmen, bu noktada Saad’ın (r.a.) kararının zorunlu koşullar altında alındığı ve başka bir çare olmadığı itirafında bulunmak zorunda kalmıştır.
Hz. Resulüllah (sav) ile Yahudiler arasındaki anlaşmanın şartlarından biri de, eğer Yahudilerle ilgili çözülmesi gereken bir mesele ortaya çıkarsa, bunun kendi şeriatlarına göre çözüleceğiydi. Tevrat’a bakıldığında, Benû Kureyza’nın işlediği suç türüne verilecek ceza, tam olarak Saad bin Muaz (ra)’ın Benû Kureyza’ya verdiği ceza şeklinde yazılıdır.
Kısacası, Saad’ın (ra) kararı kendi zatında sert bir karar olarak görülse de, kesinlikle adalet ve hakkaniyete aykırı değildi ve üstelik bu karar Yahudi şeriatına tamamen uygundu. Ancak ne olursa olsun, bu karar Saad bin Muaz’a (ra) aitti, Hz. Muhammed’e (sav) ait değildi. Peygamber Efendimizin (sav) rolü, devlet başkanı olarak bu kararı kendi yönetimi altında yürürlüğe koymaktan ibaretti ve o bunu günümüzün en medeni ve en merhametli hükümetleri için bile örnek teşkil edebilecek bir şekilde uyguladı.
İşte, günümüzde İslam’a itiraz eden ve bunun sonucunda etki altında kalan bazı insanlarımıza cevabımız budur. Benû Kureyza olayını gerekçe göstererek Filistinlilere karşı yapılan eylemlerin de meşru olduğunu söylerler. Oysa o zamanın durumu ile günümüzün durumu arasında hiçbir benzerlik yoktur. Her neyse, bu durumun sorumlusu da, kendi çıkarları için İslam’ın itibarını zedeleyen Müslümanların kendisidir. Allah, bu insanlara da akıl versin. (Amin)
٭…٭…٭