Bakara Suresi

1. Sonsuz kerem ve rahmet eden Allah’ın adıyla (okuyorum.)

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

2. Ben, (her şeyi) en iyi bilen Allah’ım. [1]

الٓمٓۚ

3. Bu Kitab’ın en mükemmel olduğuna hiç şüphe yoktur. (O, Allah’ın) takvasını benimseyenlere, yol gösterendir.

اذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ

4. Onlar, gaybe inanırlar. Namazı ayakta tutarlar. Kendilerine verdiğimiz (rızıktan, Allah yolunda) harcarlar.

اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ

5. Onlar, sana indirilene (de,) senden önce indirilene (de) inanırlar. Ahirete (de) kesin olarak inanırlar.

وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَۜ

6. Rableri tarafından gelen hidayetin tam üzerinde olanlar (da,) işte bunlardır. Muratlarına erenler (de, ancak) bunlardır.

اُو۬لٰٓئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

7. Şüphesiz kâfirleri uyarıp uyarmaman, onlar için birdir. Onlar (durumlarını değiştirmedikçe,) inanmazlar.

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

8. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde (de bir) perde vardır. Kendilerine, büyük bir azap (mukadderdir.)

خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟

9. İnsanlardan bazıları, “Allah’a ve ahiret gününe inandık,” derler. Oysa onlar, iman edenler değillerdir.

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ

10. Onlar, Allah’ı ve inananları aldatmak isterler. Hâlbuki kendilerinden başkasını aldatamazlar ve bunun farkında değildirler.

يُخَادِعُونَ اللّٰهَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُواۚ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَۜ

11. Kalplerinde bir hastalık vardı. Sonunda Allah, hastalıklarını arttırdı. (Geçmişte) yalan söyledikleri için, onlara acı bir azap vardır.

ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌۙ فَزَادَهُمُ اللّٰهُ مَرَضًاۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌۙ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ

12. Kendilerine, yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiğinde, derler ki: “Şüphesiz bizler, ancak ıslah edenleriz.”

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ

13. İyi dinleyin! Şüphesiz fesat çıkaranlar, ancak onlardır. Ancak onlar, (bu gerçeği) bilmezler.

اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ

14. Onlara, diğer insanların inandığı gibi siz (de) inanın, denildiğinde, “Biz (de,) aptalların inandığı gibi mi inanalım?” derler. İyi bilin ki, asıl aptal (olan) kendileridir. Ancak (bunu) bilmezler.

وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ

۞ وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَٓا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُٓوا اَنُؤْمِنُ كَمَٓا اٰمَنَ السُّفَهَٓاءُۜ اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَٓاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ

14. Onlara, diğer insanların inandığı gibi siz (de) inanın, denildiğinde, “Biz (de,) aptalların inandığı gibi mi inanalım?” derler. İyi bilin ki, asıl aptal (olan) kendileridir. Ancak (bunu) bilmezler.

۞ وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاط۪ينِهِمْۙ قَالُٓوا اِنَّا مَعَكُمْۙ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُ۫نَ

15. İnananlar ile karşılaştıklarında, “Biz (bu Peygamber’e) inanıyoruz,” derler. (İleri gelen) şeytanları ile baş başa kaldıklarında (ise,) “Şüphesiz biz sizinle birlikteyiz. Onlarla ancak alay ediyorduk,” derler.

۞ اَللّٰهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ ف۪ي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ

16. Alay ettiklerinden dolayı, Allah onları cezalandıracak ve azgınlıkları içinde şaşkın bırakacak.

۞ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدٰىۖ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَد۪ينَ

17. Doğruluk yerine sapıklığı benimseyenler, ancak bunlardır. Bunun sonucu alışverişleri onlara (bir) kâr getirmedi ve onlar hidayet bulanlar (da) olamadılar.

مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًاۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ

18. Onların durumu, ateş yakan bir kimsenin durumu gibidir. O (ateş) çevreyi aydınlatınca, Allah ışıklarını alıp götürdü ve onları karanlıklar içinde, (hiçbir şeyi) göremez (halde) bıraktı.

۞ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًاۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ

18. Onların durumu, ateş yakan bir kimsenin durumu gibidir. O (ateş) çevreyi aydınlatınca, Allah ışıklarını alıp götürdü ve onları karanlıklar içinde, (hiçbir şeyi) göremez (halde) bıraktı.

۞ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًاۚ فَلَمَّٓا اَضَٓاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ ف۪ي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ

18. Onların durumu, ateş yakan bir kimsenin durumu gibidir. O (ateş) çevreyi aydınlatınca, Allah ışıklarını alıp götürdü ve onları karanlıklar içinde, (hiçbir şeyi) göremez (halde) bıraktı.

۞ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَۙ

19. (Onlar,) sağır, dilsiz ve kördürler. Onun için (de hidayete) dönemezler.

۞ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَٓاءِ ف۪يهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌۚ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِۜ وَاللّٰهُ مُح۪يطٌ بِالْكَافِر۪ينَ

20. Yahut (onların durumu,) gökten inen yağmura benzer. Onda karanlıklar, yıldırım ve şimşek vardır. Onlar, yıldırımlardan dolayı, ölüm korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, bütün kâfirleri kuşatıp (helâk edendir.)

۞ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْۜ كُلَّمَٓا اَضَٓاءَ لَهُمْ مَشَوْا ف۪يهِۙ وَاِذَٓا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُواۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ۟

21. Şimşek neredeyse gözlerini alır. Ne zaman (kendilerine yol göstermek için) parıldarsa, (onun ışığında) yürümeye başlarlar. Onlara karanlık getirince (de) dururlar. Allah dileseydi, mutlaka işitme ve görme yeteneklerini yok ederdi. Şüphesiz Allah, istediği her şeye tam olarak gücü yetendir.

۞ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ

22. Ey insanlar, takva sahibi olasınız diye sizi ve (sizden) öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin.

۞ اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَٓاءَ بِنَٓاءًۖ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَاَخْرَجَ بِه۪ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْۚ فَلَا تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

23. O, yeryüzünü sizler için bir döşek ve göğü (de yaşamınızın) bir temeli olarak yarattı. Bulutlardan su indirip, böylece onunla size rızık olarak çeşitli meyveler yetiştirdi. Öyleyse bilerek Allah’a ortak koşmayın.

Dipnotlar

1-  Buradaki “Elif, Lâm, Mîm” harflerine ve bunların benzeri harflere de “Mukattaât” denir. Mukattaât, ayrı ayrı okunup, telaffuz edilen harfler demektir. Bu harfler, Kur’an’ın yirmi sekiz sûresinin başında bulunur. Bunlar, bir ile beş Arapça harften meydana gelmektedir. Örneğin; Elif, Lâm, Mîm, Sâd, Râ, Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Tâ, Sîn, Hâ, Kâf, Nûn, vs. Bunlardan Kâf ve Nûn harfleri, Kâf sûresi ile Kalem sûresinin başında bulunmaktadır. Öteki harfler ise ikişer olarak yahut daha fazla sayıda, çeşitli sûrelerin başına gelmektedirler. Araplar arasında mukattaâtın kullanılışı geniş ölçüde yaygındı. Onlar manzumelerinde ve konuşmalarında, bu gibi harfleri kullanırlardı. Şairin biri “Kulnâ kıfi lenâ, fekâlet kâf!” (Yani, biz kadına, “Bizim için biraz dursana,” dedik, o da, “Olur duruyorum,” dedi.) Buradaki Kâf harfi aslında vakaftü fiilinin yerine kullanılmıştır. Kurtubî, bu hususta Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisini de nakleder: “Kefâ bis’seyfi şâ” (Yani, kılıç şifa olarak yeter.) Buradaki Şâ harfi aslında “Şâfıen” kelimesinin yerine kullanılmıştır. Çağdaş Batı medeniyetinde ve buna uyarak doğu ülkelerinde de bu gibi kısaltmalar ve simgeler pek revaçtadır. Her sözlükte bunların bir listesi bulunur. Mukattaât da belli başlı İlâhî sıfatların simgesi ve onun kısaltılmış şekilleridir. Başında bulunduğu sûrelerin konularıyla, bu harflerin simgelediği İlâhî sıfatlar arasında daima sımsıkı bir münasebet bulunur. Bu harflerin çeşitli sûrelerin başında bulunması bir rastlantı sonucu ya da keyfi değildir. Bunları meydana getiren harflerin birleşmesinde belli gayeler amaçlanmıştır. Bu harflerle başlamayan sûrelerin konusu ise, kendisinden önceki mukattaâtlı sûreye tâbi olur. Mukattaât harflerinin manalarından şu ikisi daha güvenilir bulunmaktadır: (a) Her harfin ebcet hesabını ifade eden bir değeri vardır. Mesela; Elif, Lâm, Mîm harflerinin ebcet değeri yetmiş birdir. (Bu harflerin ayrı ayrı ebcet değerleri: Elif 1, Lâm 30, Mîm 40.) Buna göre Elif, Lâm, Mîm harflerinin sûrenin başında bulunması, İslâm’ın ilk defa belli ve somut bir şekilde yerleşip kökleşmesinin, yetmiş bir yılı bulacağına işaret eder. (b) Bu mukattaât harfleri, yukarıda anlatıldığı gibi, Yüce Allah’ın (c.c.) belli sıfatlarının kısaltması olarak kullanılmıştır. Hangi mukattaât harfi bir sûrenin başında yer almışsa, o sûrenin konusu da, o harflerin simgelediği İlâhî sıfatların etrafında dönüp durur. Bu sûrenin başında bulunan Elif, Lâm, Mîm harfleri, Kur’an’ın üçüncü, yirmi dokuzuncu, otuzuncu, otuz birinci ve otuz ikinci sûrelerinin başında da bulunur. İbn-i Abbas ile İbn-i Mesûd, “Elif, Lâm, Mîm”in manasını “Ben, her şeyi en iyi bilen Allah’ım,” diye ileri sürmüşlerdir. Başka bir ifadeyle; Elif, manası “Ben” olan Enâ kelimesinin simgesidir. Lâm, “Allah” kelimesine işaret eder. Mîm, “A’lemü” fiilini gösterir. Bazı tefsir bilginlerince, Elif Allah’ın (c.c.), Lâm Cebrail’in ve Mîm de Muhammed’in (s.a.v.) kısaltılmış şekilleridir. Yani Kur’an-ı Kerim, Allah (c.c.) tarafından, Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vahyedilmiştir. Kısaca, mukattaât denilen bu harfler Kur’ani vahyin ayrılmaz parçalarıdır.  *Ayete Geri Dön

1-  Buradaki “Elif, Lâm, Mîm” harflerine ve bunların benzeri harflere de “Mukattaât” denir. Mukattaât, ayrı ayrı okunup, telaffuz edilen harfler demektir. Bu harfler, Kur’an’ın yirmi sekiz sûresinin başında bulunur. Bunlar, bir ile beş Arapça harften meydana gelmektedir. Örneğin; Elif, Lâm, Mîm, Sâd, Râ, Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Tâ, Sîn, Hâ, Kâf, Nûn, vs. Bunlardan Kâf ve Nûn harfleri, Kâf sûresi ile Kalem sûresinin başında bulunmaktadır. Öteki harfler ise ikişer olarak yahut daha fazla sayıda, çeşitli sûrelerin başına gelmektedirler. Araplar arasında mukattaâtın kullanılışı geniş ölçüde yaygındı. Onlar manzumelerinde ve konuşmalarında, bu gibi harfleri kullanırlardı. Şairin biri “Kulnâ kıfi lenâ, fekâlet kâf!” (Yani, biz kadına, “Bizim için biraz dursana,” dedik, o da, “Olur duruyorum,” dedi.) Buradaki Kâf harfi aslında vakaftü fiilinin yerine kullanılmıştır. Kurtubî, bu hususta Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisini de nakleder: “Kefâ bis’seyfi şâ” (Yani, kılıç şifa olarak yeter.) Buradaki Şâ harfi aslında “Şâfıen” kelimesinin yerine kullanılmıştır. Çağdaş Batı medeniyetinde ve buna uyarak doğu ülkelerinde de bu gibi kısaltmalar ve simgeler pek revaçtadır. Her sözlükte bunların bir listesi bulunur. Mukattaât da belli başlı İlâhî sıfatların simgesi ve onun kısaltılmış şekilleridir. Başında bulunduğu sûrelerin konularıyla, bu harflerin simgelediği İlâhî sıfatlar arasında daima sımsıkı bir münasebet bulunur. Bu harflerin çeşitli sûrelerin başında bulunması bir rastlantı sonucu ya da keyfi değildir. Bunları meydana getiren harflerin birleşmesinde belli gayeler amaçlanmıştır. Bu harflerle başlamayan sûrelerin konusu ise, kendisinden önceki mukattaâtlı sûreye tâbi olur. Mukattaât harflerinin manalarından şu ikisi daha güvenilir bulunmaktadır: (a) Her harfin ebcet hesabını ifade eden bir değeri vardır. Mesela; Elif, Lâm, Mîm harflerinin ebcet değeri yetmiş birdir. (Bu harflerin ayrı ayrı ebcet değerleri: Elif 1, Lâm 30, Mîm 40.) Buna göre Elif, Lâm, Mîm harflerinin sûrenin başında bulunması, İslâm’ın ilk defa belli ve somut bir şekilde yerleşip kökleşmesinin, yetmiş bir yılı bulacağına işaret eder. (b) Bu mukattaât harfleri, yukarıda anlatıldığı gibi, Yüce Allah’ın (c.c.) belli sıfatlarının kısaltması olarak kullanılmıştır. Hangi mukattaât harfi bir sûrenin başında yer almışsa, o sûrenin konusu da, o harflerin simgelediği İlâhî sıfatların etrafında dönüp durur. Bu sûrenin başında bulunan Elif, Lâm, Mîm harfleri, Kur’an’ın üçüncü, yirmi dokuzuncu, otuzuncu, otuz birinci ve otuz ikinci sûrelerinin başında da bulunur. İbn-i Abbas ile İbn-i Mesûd, “Elif, Lâm, Mîm”in manasını “Ben, her şeyi en iyi bilen Allah’ım,” diye ileri sürmüşlerdir. Başka bir ifadeyle; Elif, manası “Ben” olan Enâ kelimesinin simgesidir. Lâm, “Allah” kelimesine işaret eder. Mîm, “A’lemü” fiilini gösterir. Bazı tefsir bilginlerince, Elif Allah’ın (c.c.), Lâm Cebrail’in ve Mîm de Muhammed’in (s.a.v.) kısaltılmış şekilleridir. Yani Kur’an-ı Kerim, Allah (c.c.) tarafından, Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vahyedilmiştir. Kısaca, mukattaât denilen bu harfler Kur’ani vahyin ayrılmaz parçalarıdır.  *Ayete Geri Dön