Dördüncü mertebeden sonra ruhani vücudun beşinci mertebesi vardır ki ayet-i-kerimede şöyle anlatılmıştır;
[1]
Yani beşinci derecedeki müminler dördüncü dereceye göre daha üstünler. Onlar sadece nefsani şehvetlerini mağlup etmekle kalmayıp tüm güçleriyle ve ellerinden geldiği kadar Allah ve O’nun mahlukatlarının emanetlerini ve verilmiş tüm sözlerini her açıdan ve en ince detayına kadar; takvanın tüm inceliklerini aksatmadan yerine getirmeye çalışırlar. Ne kadar takatleri varsa bu yolu yürümek için kullanırlar. Allah’a verilmiş sözlerden kastedilen müminden alınan iman ve biatle ilgili sözlerdir. Örneğin şirkten uzak kalmak; haksız yere kimseyi öldürmemek vs.
Ayette kullanılan “Raun” kelimesi bir şeylere riayet eden kimseler için kullanılır. Arapça dil kuralları gereğince bu kelime birisi tüm güç ve kuvvetini kullanarak bir işi tüm inceliklerine dikkat ederek yapmak isteyince kullanılır. Böyle birisi o işin her inceliğine girmek ister ve hiçbir tarafını boş vermek istemez. Bu açıklamaların ışığında ayetin anlamı şu olacaktır ki beşince mertebedeki mümin ne kadar güçleri varsa hepsini kullanarak takvanın o daracık patika yollarından yürür ve emanetler ve verilen sözlerle ilgili hiçbir konuyu; her ne kadar ince bile olsa aksatmazlar; dikkatsizlik etmezler. Gönülleri kabaca bir şeyler yapmaya razı olmaz; basit şeyler yaptığı için sadakatli ve emanetlere sahip çıkan birisi olarak anılmak istemez. Tam tersine sürekli en ufak bir ayrıntı bile atlanmasın diye düşünüp dururlar; korka korka adım atarlar ki emanette hıyanet olmasın. Güçleri ve akılları el verdiği kadar yaptıkları her iş hakkında derin derin düşünürler; tam bir teveccüh ile yoğunlaşırlar ki herhangi bir iç eksiklik kalmasın. Takva dediğimiz şey zaten bu en ince noktasına bile riayet etmenin başka bir adıdır.
Sözün özü beşinci mertebede olan müminler tüm işlerinde ister Allah ile ilgili olsun ister mahlukla ilgili, lakayıt ve umursamaz şekilde davranmazlar. Tam tersine Allah’ın gözünde suçlu sayılmayım diye imansal açıdan vermiş oldukları tüm sözler ve kendilerine verilmiş olan tüm emanetlerle ilgili inanılmaz bir titizlikle hareket ederler; en ufak bir adım atmadan bile etrafı iyice yoklarlar. Yaptıkları her işi sürekli gözden geçirirler ve takvanın mikroskobunun altında yatırıp incelerler ki emanetleri ve sözlerinde her hangi bir kusur veya noksanlık kalmasın. Ellerinde olan Allah tarafından verilmiş tüm emanetleri; örneğin her tür cismani ve ruhani güçler, tüm uzuvlar, can, mal, toplumdaki saygınlık vs. hepsini tam bir dikkatle yerli yerinde en uygun biçimde kullanmaya özen gösterirler; takvanın tüm gereksinimlerine riayet ederler. İman ederken Allah’a vermiş oldukları sözlerini tam bir sadakatle ve ellerinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışırlar. Aynı şekilde diğer mahlukların onlara verdikleri emanetleri veya emanet hükmünde olan başka şeyleri de koruyabildikleri kadar korurlar; en uygun biçimde kullanırlar. Herhangi bir anlaşmazlık durumunda takvanın prensiplerine göre karar verirler; bunun neticesinde zarar bile görseler bundan şaşmazlar. Bu mertebenin dördüncü mertebeye göre üstün olmasının sebebi şudur ki bu seviyede artık her işte takvanın tüm inceliklerine dikkat etmek gerekir ve konu ne olursa olsun takvanın rehberliğinde kararların verilmesi gerekir. Oysaki dördüncü seviye buna göre son derece basit bir konuydu; yani zina ve nefsani şehvetlerinin meyillerinden uzak durmak. Zinanın ne kadar da pis ve hayasız bir amel olduğunu herkes bilir ve yapan şehveti yüzünden resmen kör hale gelip insan neslinin helal silsilesine haramı karıştırarak neslin tertemizliğini bozar. Bu sebeptendir ki şeriat bu denli bir suça karşı bu dünyada bir ceza belirtmiştir. Dolayısıyla müminin kemale ermesi için sadece zina ve şehvetlerden uzak durması kafi değildir. Çünkü zina son derece müfsit ve hayasız insanların işidir ve o kadar bariz bir günahtır ki bir cahil bile hor bakar. Tamamen imanından olmuş birisi dışında kimse buna cesaret edemez. Terk edilmesi sıradan bir iyiliktir; herhangi bir kemale işaret etmez. Oysaki bir insanın ruhani güzelliği tamamen takvanın incecik ve daracık yollarını yürümekle oluşur ve ruhani vücudunun tüm hatları ve latif güzellikleri her işi takvayla yaparak ortaya çıkar[2]. Apaçıktır ki Allah tarafından verilen tüm emanetlere ve O’na verilen tüm sözlerine[3] en ince ayrıntısına kadar riayet etmek ve itina ve özenle yerine getirmeye çalışmak; baştan tırnağa her ne kuvvet Allah tarafından bahşedilmişse ve her ne uzuv verilmişse; ki cismani olarak bunların arasında göz, kulak, el, ayak ve diğer uzuvlar ve içsel olarak kalp, diğer ruhani kuvvetler ve ahlaki güçler dahildir; elinden geldiği kadar hakkıyla ve yerli yerinde kullanmak; her tür caiz olmayan amelden sakınmak, nefsin ani saldırılarına karşı hazırlıklı durmak ve bütün bunların yanı sıra mahlukun da haklarını aksatmamak; işte insanın tüm ruhani güzelliği bunlara bağlıdır.
Kuran-ı-Kerim takvayı bir elbiseye benzetir ve (takva elbisesi) Kuranın terminolojisidir. Bu gösteriyor ki ruhani güzellik ve ruhani estetiği takvaya bağlıdır ve takvada Allah vergisi olan tüm emanetlere ve O’na verilmiş tüm sözlere ve aynı şekilde mahlukların tüm emanetlerine ve onlara verilen sözlerine elinden geldiği kadarıyla riayet etmek ve tüm inceliklerini ve derinliklerini sürekli düşünüp aksatmamaya çalışmak demektir.
Ruhani vücudun beşinci mertebesine karşı cismani vücudun beşinci mertebesi vardır ki şu ayette bahsedilmiştir;
[4]
Yani sonra bu kemiklerin üstüne eti giydirdik ve cismani güzelliğine biraz şekil verdik. Ne kadar ilginçtir ki Kuranı Kerim takvaya da libas gözüyle bakmaktadır ve burada kullanılan “kesevna” kelimesinde ki “kesva” kökünden çıkmıştır; kemiklere giydirilen etin bir libas veya elbise amaçlı olduğunu hatırlatmaktadır. Her iki kelime bağıra bağıra söylüyor ki ruhani dünyada nasıl takva ruhani vücut için bir elbise mahiyetindeyse aynı şekilde cismani vücut için salt kemiklerin üstünde etin giydirilmesi de onun güzelliğini ortaya çıkartmak içindir. Birinde doğrudan “libas” kelimesi kullanılmıştır ve diğerinde ise “kesve”; ama anlamı aynıdır. Kuranın işareti açık açık ikisinin amacının güzellik olduğunu söylüyor. Nasıl ki insanın ruhu üzerinden takva elbisesi çıkartılırsa geride kalan varlığın çirkinliği de ortaya çıkmış olur; aynı şekilde O Mutlak Hikmet sahibi tarafından kemikler üzerine giydirilmiş olan et yok olursa son derece iğrenç ve tiksindirici bir iskelet kalır. Ama yine da bu beşinci mertebede bile ister ruhani olsun ister cismani hala tam bir güzellik söz konusu değildir çünkü daha ikisi de ruhtan yoksunlar. Bu bilinen bir gerçektir ki bir insan her ne kadar güzel olursa olsun öldükten sonra ve ruhu içinden çıkınca O Kudret sahibi zat tarafından verilen güzelliği de söner; bir şekilde azalır. Oysaki daha tüm uzuvları ve vücudun tüm hatları aynen mevcuttur ama gelin görün ki sadece ruh çıkınca insan vücudunun kalıbı bir harabe gibi olur ve garip bir viranelik ve sessizlik onu kapsar ve o eski tazeliğin eseri kalmaz. Ruhani vücudunun beşinci mertebesi de aynen böyle olur çünkü Allah tarafından altıncı mertebede bahşedilen o fevkalade güç ve hayat dolu ruh verilmedikçe sadece Allah’ın tüm emanetlerini yerli yerinde eda etmek ve tam bir doğruluk ve sadakatle imansal sözlerini yerine getirmek ve aynı şekilde diğer mahlûkların da haklarını ve onlara verilen sözlerini yerine getirmenin kalpleri fethedecek güzelliğe ve özelliğe sahip olmadığı da aşikârdır. Öyle bir güzellik ki her cilvesi can alıcı olsun, her hareketi mucizevi bir güce sahip olsun. Hayır hayır; ruh olmadan salt takva bir yapaylık ve bir zorlama içerir çünkü daha ruhani hüsnün göz kamaştırıcı cilvesini gösterecek ruhtan yoksundur. Ruhtan yoksun bir müminin adımı tam olarak iyilik üzerinde ve eksiksiz bir şekilde sağlam ve yerinden oynatılamaz olmadığı gerçekten doğrudur. Nasıl ki bir ölünün uzuvları da rüzgârın ani esmesiyle harekete geçebilir ama rüzgâr geçince yine ölü gibi oluyorsa; ruhani vücudunun beşinci mertebesinde olan müminin durumu da farklı değildir. Allah tarafından estirilen merhamet rüzgârları onu geçici olarak iyiliğe doğru sürüklemektedir ve elinden gelen takva dolu ameller sadece bu İlahi destek yüzündendir; kendiliğinden bir şey yoktur. İyiliğin ruhu daha sirayet etmemiştir; yerleşmemiştir. Dolayısıyla ancak ruhun yerini almasıyla dışarıya fışkıran ruhani ve ahlaki güzellik daha onda yoktur ve beşinci mertebedeyken hala eksik ve noksan bir takva güzelliğine sahiptir. Bu güzelliğin kemale ermesi ancak altıncı mertebede olur ki orada artık Allah kendi sevgisini bir ruh gibi ruhani vücudun kalbinde yerleştirir ve bu ruh her tür noksanlığını giderir; yok eder. İnsan kendi başına kamil olamaz; Allah tarafından indirilen bu ruh olmadan kemale erişemez. Hafiz Şirazi[5]’nin dediği gibi;
Biz menzile varma gücüne sahip değiliz; Ama ancak senin lütfün olursa bu mümkün olur.
[1] Müminun suresi 9. ayeti
[2] İman için huşu haleti aynen bir tohum niteliğindedir. Sonra abes ve beyhude alışkanlıklardan kurtulmak tohum atılmış toprak üzerinde yumuşak ve hoş bir yeşilliğin oluşmasına benzer. Ardından sevilen malı zekat olarak verince iman ağacı dallanıp budaklanır ve bir yere kadar sağlamlık kazanır. Sonra nefsani şehvetlerden de kurtulunca bu sağlamlık iyice yerleşir ve kalıcı hale gelir. Sonra tüm imansal sözleri ve emanetlerine sahip çıkıp gücünün el verdiği kadarıyla riayet edip tüm gücüyle muhafaza etmeye çalışmak ise iman ağacının sapasağlam bir gövdesine bağlanmaya benzer. Meyve vermek için ise başka bir İlahi feyze muhtaçtır çünkü buraya kadar ağaç ne meyve verebilir ne de bir çiçek açar. İşte bu son feyiz ruhani dünyada “halk-i-ahır” (bir başka yaratılış) adıyla anımsanır ve esasen bu mertebede insanın ruhani vücudu meyve verir; çiçek açar. Dalları sadece sağlam olmakla kalmayıp faydalı meyveler vermeye başlarlar.
[3] İmansal sözlerinden kastedilen biat ederken veya iman ederken verilen sözlerdir. Örneğin haksız yere can almayacaktır; hırsızlık yapmayacaktır, yanlış şehadet vermeyecektir, kimseyi Allah’a ortak koşmayacaktır ve İslam ve peygamberi (sav) için canını vermeye hazır olacaktır, bunu adeta isteyecektir.
[4] Müminun suresi 15. ayeti
[5] Eski İran şairlerden birisi
Hz. Mirza Gulam Ahmed Kadiyani
“Berahin-i Ahmediye” adlı eserinden