Mü'minun Suresi ve İnsanın Cismani ve Ruhani İlerlemesi-6 - Müslüman Ahmediye Cemaati

Mü’minun Suresi ve İnsanın Cismani ve Ruhani İlerlemesi-6

Beşinci mertebeden sonra ruhani vücudun altıncı mertebesi şu ayette beyan edilmiştir;

[1]

Yani beşinci mertebeyi geride bırakıp altıncı mertebeye çıkan müminler onlardır ki artık kendi namazlarını kendileri gözetliyorlar. Başka birisinin hatırlatmasına veya söylemesine muhtaç değiller. Allah ile olan ilişkileri öyle bir seviyeye gelmiştir ve Allah’ın yâdı[2] onlar için öylesine önemli ve öylesine hayati ve öylesine rahatlık veren hale gelmiştir ki; her anı her lahzayı bu yâdı korumak için harcarlar. Her saniyeleri Allah’ın yâdıyla geçer ve bir an bile O’nu anmadan geçirmek istemezler.

İnsan ancak kaybettiği takdirde öleceğini bildiği şeyin muhafazasını bu denli itina ve süreklilikle yapabilir. Su ve yiyecekten eser bulunmayan bir çölde yolculuk yapan ve daha yüzlerce kilometre yolu kalan kimse yiyecek ve içeceği bulunan bohçasını inanılmaz bir titizlikle muhafaza eder ve kendi canıyla aynı değeri verir. Çünkü zayi olduğu takdirde yüzde yüz ölümle karşılaşacağını bilir. İşte öyle bir yolcunun yemeğini muhafaza ettiği gibi namazlarını muhafaza edenler ve ister mal gitsin ister toplumdaki saygınlık; kim kızarsa kızsın namazlarına sımsıkı sarılanlar; zayi olma korkusuyla resmen sıkıntıdan ölenler, bir saniye için bile Allah’ın yâdından ayrılmak istemeyenler bu mertebededir. Onlar namazı ve İlahi yâdı hayatlarının direği olan gıda gözüyle görürler. Bu halet ancak Allah da kulu sevince mümkündür. O’nun sevgisini temsil eden bir kor kıvılcım böyle insanların kalbine nüzul eder ve ruhani vücudu için ruh mahiyetinde olup gerçek hayatı bahşeder. Bu ruh onların ruhani vücutları için hayattır; ışıktır. İşte o zaman Allah’ın yâdında gark olmaları artık tüm yapaylığını kaybeder. Tam tersine O Rab ki insanın cismani hayatını su ve ekmeğine bağlamıştır, sevdiği kullarının ruhani hayatını da kendi yâdının gıdasıyla bağlar. Bu sebeple böyle müminler bu ruhani gıdayı cismani gıdaya tercih ederler, üstün tutarlar ve kaybolmasından sürekli korkarlar; tedirgin olurlar. Bütün bunlar onların kalbine bir kıvılcım gibi inen ve İlahi sevgiyi temsil eden ruhun etkisidir. Öyle bir ruh ki kâmil bir İlahi aşkla mest eder ve bir anlık bile olsa O’ndan ayrılmayı ölüm gibi gösterir. Böylece O’nun için güle güle acı çekerler, musibetleri kucaklarlar ama hep yanı başında otururlar ve İlahi yâd ve namazlarının etrafında dolaşıp dolaşıp korurlar. Bu artık onlar için tabii bir amel haline gelir çünkü Allah sevgi dolu yâdını ki namaz sadece başka bir ismidir onlar için gerekli bir gıda haline getirmiştir ve kendi zati sevgisinin tecellisiyle onlara kalpleri fetheden bir lezzet bağışlamıştır. Bu sebeptendir ki böyleleri için İlahi yâd candan da değerli olur. Allah’ın zati sevgisi kıvılcım gibi inen bir ruhtur ve onların namazlarını ve İlahi yâdlarını resmen gıda haline getirir. Böyleleri artık su ve ekmekle değil, İlahi yâdla yaşadıklarını bilirler, iyice anlarlar.

O sevgi dolu İlahi yâd ki adı namazdır gerçekten de onların gıdası oluverir. Onsuz yaşayamazlar. Hal böyle olunca namazlarını aynen uçsuz bucaksız suyu yiyeceği olmayan bir çölde yolculuk eden kimse gibi korurlar. Böyle birisi de elindeki üç beş ekmeğe canı gibi sarılır ve suluğundaki azıcık suya gözü gibi bakar. O mutlak bağışlayıcı insanın ruhani terakkisi için bu kadar ala bir mertebe dahi düşünmüştür; planlamıştır. Öyle bir mertebe ki aşk ve zati sevginin son mertebesidir ve doğrusu bu mertebede olan kimse için sevgi dolu İlahi yadı (ki şeriatın ıstılahına göre adı namazdır) gıdası yerine geçer. Öyle bir gıda ki birçok zaman cismani gıdayı da onun için feda etmeye kalkışır. Aynen bir balığın susuz yaşayamadığı gibi o da bu ruhani gıda olmadan yaşayamaz hale gelir. Allahtan uzak olan bir saniye bile ona ölüm gibi gelir ve ruhu her an her lahza İlahi mahkemesinde secdeye kapanmış olarak durur. Her tür konforu ve rahatı Allahtan bulur ve O’nun yâdından bir anlık bile olsa kopmayı kendi sonu olarak görür. Ve nasıl ki cismani dünyada ekmek vücuda tazelik ve göz kulak vs. gibi uzuvlara güç ve enerji veriyorsa aynı şekilde bu seviyede olan mümin için halis aşk ve zati sevginin coşkusuyla fışkıran İlahi yâd müminin ruhani kabiliyetlerini takviye eder. Gözü latif keşfler[3] görebilmeye istidat kazanır. Kulaklar Allah’ın kelamını duyacak hale gelirler ve dil o leziz ve ihtişamlı kelamı son derece net ve saf biçimde eda eder. Doğru çıkan ve doğruluğu gün gibi ortada olan rüyalar inanılmaz bir yoğunlukla gerçekleşir[4] ve Cenab-ı Hak’la olan tertemiz alakası yüzünden müjdeler veren rüyalardan nasip alır. Allah’ın sevgisinin su ve ekmek yerine geçtiği esas bu mertebede anlaşılır. Bu bambaşka yaratılış ruhani vücudun kalıbı hazırlanınca meydana gelir. İşte o zaman zati İlahi sevginin kıvılcımı olan o ruh bir anda müminin ruhani bedeninde zuhur eder ve İlahi güç ona beşeriyetin sınırlarının ötesini gezdirir. İşte ayetlerde “Halk-i-Ahır” (bambaşka bir yaratılış) diye bahsedilen mertebe budur. Bu mertebede ruh denilen Allah’ın zati sevgisinin kor kıvılcımı müminin kalbine iner ve onun her tür karanlıklarını, katışıklıklarını ve zayıflıklarını yok eder. Bu ruh zuhur eder etmez edna seviyede olan ruhani güzellik kemale erer ve ruhani vücudu bir zindelik kazanır. Pis hayatın etkileri tamamen yok olur ve mümin daha önce olmayan yeni bir ruhu resmen hisseder. Bu yeni ruh inanılmaz farklı bir huzur ve rahatlık verir ve İlahi sevgi bir fıskiye gibi kulluk denilen ağacı sular. Daha önce sıradan ve hafif olan ateş artık kıp kırmızı bir kor ateş haline gelir ve beşeri vücudunun tüm zarar verici meyillerini yakıp kalan salt temizliği Allah’ın emrine amade hale getirir. Bu ateş tüm uzuvlarını ele geçirir. İşte o zaman nasıl ki bir demir parçası ateşin içine konduğunda yavaş yavaş kıp kırmızı olup ateşe benzemeye başlar; aynı şekilde bu mertebede olan mümin de İlahi bir renk alır ve İlahi sıfatları ondan zuhur eder. O Allah değildir ama İlahi sevgi öyle bir şekilde içine sirayet eder ki zahiren İlahi renkleri sergilemeye başlar; hâlbuki derinliklerinde hala beşeri zayıflıklarını bir nebze taşıyor olur. Bu mertebede hayatını sürdürebilmesi için ekmek gibi İlahi yâdına muhtaç olur ve yaşayabilmek için su gibi Allah’a bağlı olur. Böyle mümin için rahatlatan serin rüzgar da Allah’tır ve bu mertebede olan kimse için Allah onun içine sirayet etmiştir; kalbinde taht kurmuştur demek doğrudur. İşte o zaman kendi ruhuyla değil İlahi ruhla görür, İlahi ruhla duyar, İlahi ruhla konuşur, İlahi ruhla yürür ve İlahi ruhla düşmanına saldırır çünkü o artık kendi varlığını yok etmiştir ve İlahi ruh yok olma neticesinde oluşan cesede bir kez daha hayat verip canlandırmıştır. İşte Kuranı Kerimin ayeti o yeniden canlanmayı temsil eder;

[5]

Yukarıda bahsedilen ruhani vücudunun altıncı mertebesidir. Buna karşın cismani vücudunun altıncı mertebesi için de aynı ayet kullanılmıştır. Yani  . Anlamı da şudur ki belli bir şekil verip bir yere getirdikten sonra artık insana başka bir yaratılış verdik. Burada ayeti kerimede kullanılan “başka” kelimesindeki gaye şudur ki insan bu yeni yaratılışının anlaşılamayacağı seviyede olduğunu anlasın. Kalıp hazırlandıktan sonra ruhun inmesiyle elde edilen bu “başka yaratılış” insanın anlama ve kavrama kabiliyetlerinin ötesindedir. Hem cismani dünyada ve hem ruhani dünyada bahşedilen bu ruhların nihai sırrını çözmek imkansızdır. Tüm filozoflar bu konuda tamamen susmak zorunda kalmışlardır; nedir diye hayretler içinde kalmışlardır. Hiçbir cevap bulamayınca artık tahmin yürütmeye başlamışlardır; atıp tutmaya başlamışlardır. Birisi “ruh diye bir şey yoktur” derken diğeri “aslında var ve ezeli bir varlıktır; mahlûk değildir” der. Bu sebeple Allah (c.c.) anlatıyor ki ruh da aslında mahlûktur ama sizin anlama ve kavrama kabiliyetlerinizi aşmaktadır. Aynı şekilde nasıl ki cismani dünyada ruhun varlığı ve detayları konusunda filozoflar tamamen habersiz ve bilgisizlerse aynı şekilde ruhani dünyada mümine altıncı mertebede bahşedilen o ruhtan da habersizlerdir. Bu konuda da her ağızdan başka ses çıkmıştır. Bazıları bu ruh bahşedilen müminlere tapmaya başlayıp ezeli hatta Tanrının ta kendisi olduğunu sanmaya başlamışken diğerleri “bu kadar yüksek seviyeli insan olamaz” diye tamamen reddetmişlerdir.

Ama insan aklı hiç tereddüt yaşamaksızın bunu anlayabilir ki insan yeryüzündeki tüm hayvanlar ve kuşlardan üstün olup bambaşka bir seviyededir; tüm mahlûkatlardan âlâdır. Allah onu tüm mahlûkların başına getirmiştir, akıl vermiştir ve en önemlisi İlahi irfanı elde etmenin arzusunu kalbinde yerleştirmiştir ve böylece her ameliyle insanı sadece ve sadece İlahi aşk için yarattığını resmen davul zurnayla göstermiştir. Hal böyleyken insan bu seviyeye çıkabilmek için elinden gelen her şeyi yapınca Allah tarafından inen bir ruhun gücüyle tüm eksikliklerin de silindiğine neden inanmayalım. Zaten bu seviye

[6]

Ayetinde izah edilmiştir. İşte bu ayetin izah ettiği gibi insan bu seviyede süreklilik ve devam içerisinde huşu ve kulluk gösterir ve böylece Kuranı Kerimde anlatılan yaratılışının ana gayesini yerine getirmiş olur.

[7]

Yani sıradan insanları ve önemli insanları yaratmamızın tek gayesi ibadet etmeleridir.

Ama şu da doğrudur ki hiç ayrılmadan Cenabı Hakkın önünde boyun eğerek durabilmek zati aşk ve sevgi olmadan mümkün değildir. Burada sevgiden kastedilen tek taraflı sevgi değildir. Hem Yaratan hem yaratılanın birbiri için olan sevgi ve aşkı kastedilmiştir ve dışarıdan şimşek gibi çakan İlahi aşkın kıvılcımı varlığını yok ederek bir ceset haline gelmiş insanın içinden çıkan kıvılcımla birleşince beşeri noksanlıklarını yok eder ve ikisi birlikte ruhani vücudunu ele geçirirler. İşte ruhani vücudun beşinci mertebesinde riayet edilen tüm emanetler ve sözler ve haklar ancak bu altıncı mertebede kamil olarak riayet edilir. Aralarındaki fark sadece şudur ki beşinci mertebede insan sadece takva gerektirdiği için Allah ve mahlukatlarının haklarını öder ama bu altıncı mertebede Allah’a karşı hissettiği zati aşk yüzünden O’nun mahluklarına karşı da bir sempatiyle dolar. Bahşedilen bu yeni ruh yüzünden tüm vazifelerini artık tabii bir içtenlik ve doğal bir güzellikle eda eder. Bu mertebede cismani güzelliğine karşı gelen ruhani ve iç güzellik ona iyice nasip olur. Sebebi de şudur ki beşinci aşamadayken ruhani vücudu ancak İlahi aşkla meydana gelebilen ruhtan yoksundu ve dolayısıyla güzelliği de tam değildi. Ama bu yeni ruhla o güzellik de kemale erer. Doğrusu ruhsuz bir vücudun güzelliği ve zindeliği ruhu olan bir vücutla aynı olamaz.

Anlattığımız gibi insanın yaratılışında iki farklı güzellik planlanmıştır; tasarlanmıştır. Birincisi Hüsni-Muamele denilen amel güzelliğidir ve tarifi de şudur ki insan her tür emanetleri ve sözleri ve hakları verirken en ince detayına kadar düşünsün ve mümkün mertebe hiçbir hakkı ve hiçbir emaneti suistimal etmesin; atlanmasına izin vermesin. Allah’ın kelamındaki Raun kelimesi gösterilen bu çok özel itina ve riayete işaret etmektedir. Aynı şekilde insandan mahlûkatların hakları ve emanetleri söz konusu olunca aynı titizliği ve itinayı göstermesi beklenir. Yani ister Allah’ın hakkı olsun, ister mahlûkun, takvayla adım atsın. Bu Hüsni-Muamele’dir ya da başka bir deyişle ruhani güzelliktir ki ruhani yolculuğun beşinci mertebesinde ortaya çıkar ama henüz eksik ve sönük olur. Altıncı mertebedeyse artık ruh sahibi olduğu için bu güzellik tam bir ışıltıyla tüm parlaklığını gösterir. Unutmayın ki altıncı mertebede verilen ruhtan kastedilen o İlahi sevginin kıvılcımıdır ki insanın aşk kıvılcımı üzerine şimşek gibi düşer ve tüm iç karanlıklarını yok ederek ruhani hayat verir. Kesin alametlerinden birisi Ruhül-Kudüs’ün sürekli ve ayrılmaz beraberliğidir.

İnsanın yaratılışında planlanan ve tasarlanan ikinci güzellik Hüsni-Büşra denilen cismani güzelliktir. Bu güzelliklerin her ikisi her ne kadar cismani ve ruhani ilerlemenin beşinci aşamasında oluşsalar da esas zindelikleri ve canlılıkları ve ışıltıları ruh bahşedildikten sonra ortaya çıkar ve nasıl ki cismani bedenin ruhu cismani kalıbı tam hazır olunca içinde zuhur ederse, aynı şekilde ruhani vücudunun ruhu da ruhani kalıbı müsait olunca kendisini gösterir. Bu ne zaman olur? O zaman ki, insan şeriatın tüm yükünü sırtlar ve bütün gücüyle hiç tereddüt etmeksizin Allah’ın koştuğu sınırların içinde kalmaya çalışır. Şeriatın önerdiği antrenmanlarını sürekli yaptığı ve Allah’ın emirlerine her an kulak astığı için Allah’ın bu çok özel ilgisini çekmeye hak kazanır ve hepsinden ziyade kendi zati aşkı yüzünden kar gibi beyaz ve bal gibi tatlı olan Allah’ın zati sevgisini elde eder. Daha önce de anlattığımız gibi ruhani vücudun oluşumu namazdaki huşu haletlerinden başlar ve ruhani kalıbı tamamlanınca Allah tarafından gelen kıvılcım mahiyetindeki ruh verilince altıncı ve son seviyesine ulaşır ve daimi bir huzur bularak kemale erer ve tam cilvesini gösterir. Ama ruhani güzelliğini temsil eden bu Hüsni-Muamele cismani güzelliğin temsilcisi olan Hüsni-Büşra’dan çekiciliği ve cezp ediciliği açısından çok ama çok üstündür. Cismani güzellik olsa olsa bir veya iki kişinin gelip geçici aşkını çeker ve kendisi zaten zevale mahkûmdur. Çekiciliği de pek azdır. Oysaki Hüsni-Muamele denilen ruhani güzelliğin cezp ediciliği ve çekiciliği öyle kuvvetlidir ki bir âlemi yerinden kopartır; kendisine çeker. Yeryüzü ve göklerdeki her zerresi ona çekilir. Doğrusu duaların kabul olma felsefesi de bundan çıkıyor ve o da şudur ki İlahi aşkı temsil eden kıvılcım mahiyetindeki ruha sahip olan kimse çok zor veya normal şartlarda mümkün olmayan bir konu için dua ederse ve dua ederken resmen kendisini helak ederse, kendisi zatında ruhani güzelliğe sahip olduğu için Allah’ın izniyle duası neticesinde kainatın her zerresi ona çekilir ve muradını yerine getirmek için ne sebepler gerekiyorsa ortaya çıkmaya başlarlar. Hem Allah’ın pak kitabı ve hem tecrübe gayet açık bir şekilde gösteriyor ki kainatın her zerresi tabii ve doğal olarak bu ruhani güzelliğe doğru çekilme kabiliyetine sahiptir; doğrusu ona aşıktır. Bu sebeptendir ki duaları kâinatın her zerresini aynen bir mıknatısın demiri çektiği gibi çekme kabiliyetine sahiptir ve bu gerçekleşince hiçbir doğanın kanununda yazmayan veya felsefe kitaplarında bulunmayan olaylar gerçekleşir. Evet; o çekme kuvveti tabiidir. O Mutlak kudret sahibinin sanatkâr eli âlemleri envaiçeşit zerrelerle şekil verdiğinden beri her parçacığında bu çekiciliği yerleştirmiştir ve her zerre ruhani güzelliğin aşığıdır. Nitekim her saadet sahibi ve tertemiz ruh da böyledir. Sebebi de şudur ki o olağanüstü güzellik Cenabı Hakkın (c.c.) tecelli ettiği ve cilvesini gösterdiği yerdir. Kuranı Kerimde boyun eğ emri bu güzellik için verilmişti;

[8]

“Adem’e boyun eğin” demiştik; iblisten başka hepsi boyun eğdi

Ve Doğrusu günümüzde bile birçok iblis sıfatlılar vardır ki bu güzelliği göremiyorlar. Ama buna rağmen bu güzellik inanılmaz şeyleri başarıyor.

Nuh’ta (a.s.) bu güzellik vardı ki Allah katında kabul gördü ve tüm muhalifleri gark edilerek helak edildi. Sonra Musa’da (a.s.) aynı güzelliği getirdi ve birkaç gün zorluk çektikten sonra Firavun’un gemilerini batırdı. Ve en sonunda da tüm peygamberlerin başı; hepsinden üstün olan baş tacımız Peygamber Efendimiz (sav) olağanüstü bir ruhani güzellikle zuhur etti. Onun getirdiği ruhani güzelliğini anlamak için şu ayet kâfidir;

[9]

Yani O peygamber Cenabı Hakka iyice yaklaştı ve sonra Mahluka döndü ve böylece her iki hakkı yani Allah’ın hakkını ve mahlukun hakkını vererek ruhani güzelliğinin her iki kolunu sergiledi. Böylece iki yayın uçlarını birleştiren orta çizgisi haline geldi. Çizerek anlatacak olursak aşağıdaki gibi bir hal aldı;

Ama pis ve pak olmayan fıtratlar bu güzelliği bile göremediler ve haklarında Kuranı Kerim şunu demek zorunda kaldı;

[10]

Sana doğru bakarlar ama sen onlara görünmezsin. İste böylece tüm ruhani körler helak oldular.

Bu noktada bazı cahiller dönüp “neden böylelerin tüm duaları kabul olmuyor” diye itiraz ederler. Bunun sebebi şudur ki onların güzelliğinin sergilenmesi Allah’ın elindedir. Ne zamanki bu güzellik cilvesini gösterirse ve bir konuda göz kamaştırıcı ışığı parlaklığını gösterirse tüm alemin zerreleri ona doğru çekilirler ve mucize denilen o olağanüstü olaylar vuku bulurlar. Ama bu ruhani coş her zaman ve her yerde kendisini göstermez çünkü dış etkenlere bağlıdır; harici olaylar tarafından tetiklenebilir. Sebebi de şudur ki Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan varlık olduğu için sevdiği kullarına da bir umursamazlık bahşeder[11]. İşte bu yüzden onlar da bir açıdan bakınca tamamen umursamaz olurlar ve birisi tam bir ihlasla ve kendisini bir hiç sanarak onlara yaklaşmadığı müddetçe bu olağanüstü merhamet duygusu kalplerinde coşmaz. Ne kadar ilginçtir ki tüm dünyadan daha merhametli olan bu insanlar kendi merhametini tahrik edemez hale gelirler. Defalarca o kuvveti harekete geçirmek için çabalarlar ama İlahi izin ve irade olmadan geçmez. Ama özellikle inkâr eden münafık ve tembel insanları hiç ama hiç umursamazlar ve böylelerini ölmüş bir böcek gibi görürler. Umursamazlıkları yüzü örtülmüş inanılmaz güzel ve çekici bir maşukun[12] umursamaz tavırlarına benzer. Bu umursamazlığın bir yönü de şudur ki şer dolu birisi onlar hakkında kötü düşünürse bazen böylelerini gerçekten umursamadıklarını göstermek için o kişinin düşüncelerini takviye eden bir şey yaparlar çünkü Allah’ın ahlaklarıyla renklenmiş olurlar. Allah da böyle şer dolu insanlara nasıl muamele yaptığını şu ayette anlatır;

[13]

Kalplerinde bir hastalık vardı. Allah hastalıklarını daha da artırdı.

Allah ne zaman altıncı ruhani mertebesinde olan insanlar tarafından bir mucize göstermek isterse kalplerinde bir coş ve heyecan yaratır. O şeyin olması için fevkalade bir istek ve acı yüreklerinde yerleştirir. İşte o zaman dayanamayıp umursamazlığın örtüsünü çehrelerinden çıkartırlar ve normal şartlarda sadece Allah’ın görebildiği o inanılmaz güzelliği kainatın her zerresine ve göklerdeki meleklere gösterirler. Nedir bu çehrelerinden örtüyü açmak? Sadece şu ki böyle durumlarda bu insanlar tüm güçleriyle ve bütün kuvvetleriyle Allah’a yönelirler ve bu kadar güzel bir insanın tüm şiddet ve kuvvet ve takatle Allah’a dönmesi O’nun da fevkalade ve olağanüstü rahmetini çeker ve oluşan o özel elektrik sayesinde kainatın her zerresi de koşa koşa gelir; dayanamayıp çekilir. Kalplerinde aşk ateşi göklerde birikir ve bulutlar gibi meleklere de görünmeye başlar. Yüreklerinden çıkan ve şimşek mahiyetinde olan ahlar Allah katında dayanılmaz bir gürültü çıkartır ve işte o zaman Allah’ın rahmetini yağdıran bulutlar oluşmaya başlarlar. Doğrusu böyle insanların ruhaniyeti ne zaman bir sorunu çözmek için çırpınsa ve özel ilgi gösterirse bu Allah’ın da ilgisini ve teveccühüne o işe doğru yöneltir. Sebebi de şudur ki onlar ruhani güzellikleri yüzünden gerçek aşık ve maşuk gibiler. İşte bu sebeple Allah’ın emrine amade olan her zerre onların da emrine amade oluverir ve Allah sırf onları güldürmek için yeniden yaratmayı bile göze alır. İşte öyle zamanlarda dünyanın tamamen habersiz olduğu ve imkansız gözüyle baktığı o çok özel kanunlar devreye girer. Böyle insanlara Allah diyemeyiz ama doğrusu Allah ile öyle bir yakınlık ve vefa ve sevgi alakaları vardır ki sanki Allah içlerine giriyor; her köşelerine sirayet ediyor ve Adem’le (a.s.) olduğu gibi İlahi ruh onları ele geçiriyor. Evet Tanrı değiller ama bir demir parçasının ateşe atıldığında ve kendisi de kızgın ateş gibi olduğunda ateşle nasıl bir alakası varsa öyle bir alaka bunların da Allah ile vardır. Bu durumlarda Allah’ın emrinde olan her şey bunların da emirlerini dinler. Göklerin yıldızları, güneş, aydan başlayıp yeryüzündeki denizler ve rüzgarlar ve ateşler kadar her birisi ve hepsi bunları tanır, seslerini dinler ve sürekli hizmet etmek için müstait olur. Şer dolu ve şeytan gibi olanlar dışında her şey doğal ve tabii olarak onları sever ve gerçek aşıklar gibi onlara çekilir.

Mecazi aşk ne kadar da menhus ve uğursuz bir aşktır. Doğduğu gibi de yok oluverir. Temeli zevale mahkum olan bir güzelliğe dayanır ve ayrıca etkilenip çekilenler de pek azdır. Ama hele bir görün; bu ne kadar da şaşırtıcı ve hayret verici bir şeydir ki o ruhani güzellik ki tam bir içtenlikle Allah’ı sevmek neticesinde Hüsni-Muamele olarak ortaya çıkıyor. Sınır tanımayan bir çekiciliğe sahiptir ve temiz kalpleri aynen balın karınca sürülerini çektiği gibi çeker. Ayrıca sadece insan değil, alemlerin her zerresi bu güzelliğe dayanamaz. Doğrusu gerçekten Allah’a aşık olan kimse öyle bir Yusuf’tur ki kainatın her zerresi onun için birer Züleyha’dır[14] ve daha güzelliği tam olarak ifşa edilmemiştir bile çünkü bu alem o güzelliğe dayanacak güce sahip değildir. Pak kitabında Allah böyle müminler hakkında der ki mümin yüzündeki nurdan tanınır.

Bir seferinde bir keşifte bu konuyla ilgili aşağıdaki çok uygun cümleyi duydum;

İlahi aşk velilerin yüzlerinde görünür; doğrusu onların en büyük belirtisi budur.

Nedir bu nur? Bu o inanılmaz ruhani güzelliktir ki ruhani yolculuğun altıncı mertebesinde bahşedilir. Cismani güzelliği satın almak isteyen üç beş kişi ancak çıkar ama bu ne hayret verici güzelliktir ki milyonlarca alıcısı doğar. Örneğin Abdülkadir Geylani hazretlerini methetmek için birisi tarafından yazılan bu şiirler bu ruhani güzelliği methetmektedirler.

Şeyh Sadi de bu konuda çok uygun bir şiir yazmıştır ve o da şöyledir;

Unutmayın ki kul tam bir sadakat ve içtenlikle Hüsni-Muameleyi göstererek ilan-ı aşk yapıyor olsa da karşılık vermeye gelince O Yüce Allah (c.c.) resmen abartıyor. Mümin koşa koşa gelirse O şimşek gibi yaklaşıyor. Yeryüzünden ve göklerden; doğrusu her yönden kulu için mucizeler yağdırır. Dostlarının dostu ve düşmanlarının düşmanı oluverir. Beş yüz milyon insan bile ona düşmanlık etmekten vazgeçmezse hepsini ölü bir böcek gibi ezer; öldürür. Evet, sadece bir tek kişi için bir dünyayı yok eder. Emrinin altında olan tüm her şeyi ona hizmet etsin diye tayin eder. Onun kelamında bereket yerleştirir ve yaşadığı mekânlara nur yağdırır. Giydiği elbisesi, yediği yemeği hatta üzerine bastığı toprağı bile bereketlendirir ve muradına erdirtmeden geri çağırmaz. Ona yöneltilen her itiraza Kendisi cevap verir. Onun gördüğü gözü oluverir; duyduğu kulağı oluverir; konuştuğu dili oluverir; yürüdüğü ayağı oluverir; düşmanı yakalamak için uzattığı eli oluverir. Düşmanlarına karşı Kendisi çıkar ve ona hamle edene Kendisi karşılık verir. Her meydanda fatih kılar ve kimseyle paylaşmadığı sırlarını sadece onunla paylaşır. Gerçek şudur ki o müminin ruhani güzelliğinin ilk alıcısı Allah’ın ta kendisidir. Ah böyle bir güneşin çıkmasına rağmen karanlık köşelerinden çıkamayan insanlar ne kadar da bahtsız ve şanssızlar.

Bazı cahiller tekrar tekrar aynı itirazı dile getirirler ve Allah tarafından sevilenlerin bir alametinin istisnasız tüm dualarının kabul görmesi olduğunu iddia ederler ve bu belirtisi olmayanın sevilmediğini söylerler. Ne yazıktır ki bunlar düşünmeden ağızlarından böyle itirazları kaçırırlar ama peygamberlerin bile bu itiraza maruz kaldıklarını bir an için bile düşünmezler. Örneğin her peygamber muhaliflerinin imana gelmesini şiddetle istemiştir ama bu arzusu yerine gelmemiştir. Bu arzularının şiddetini anlatmak için Allah Kuranı Kerimde peygamber efendimize şöyle der;

[15]

Bunlar neden imana gelmiyorlar diye kendini helak mı edeceksin?

Bu ayet gösteriyor ki peygamber efendimiz (sav) kâfirler imana gelsinler diye öyle haykırıp öyle yakarıyormuş ki kendisini helak edecek kadar zarar vermesi muhtemeldi. Bu sebeple Allah “bunlar yüzünden o kadar da gam çekme; yüreğini incitme; çünkü bunlar tamamen yüzlerini çevirmişlerdir; amaçları ve istedikleri tamamen farklı şeylerdir. Ey peygamber; sen bu kadar kendini helak ediyorsun; hiç yorulmadan usanmadan bunlar için dua ediyorsun; ruhuna meşakkat çektiriyorsun. İnan senin duaların eksik değil ama duaların kabulü, hakkında dua edilenin önyargılı ve tembel ve ilgisiz ve pis olmamasına da bağlıdır” diye söylemek zorunda kaldı.


[1] Müminun suresi 10. ayeti

[2] 1. Anma. 2. Hatır, zihin

[3] Uyanıkken görünen manzaralar. Eğer uykuda olursa adı rüya olur.

[4] Birçok cahil “Bizde bazen doğru çıkan rüyalar görürüz, sesler duyarız. Öyleyse bu mertebede olan müminlerle ne farkımız kaldı ve onların ne gibi bir üstünlüğü kaldı” diye böbürlenirler. Bunun cevabı şudur ki azıcık doğru rüya görme ve İlahi ilhamı alabilme kabiliyeti her insana verilmiştir ve sebebi de şudur ki bunlar gibi gizli gerçekleri anlamaları için kendi hayatlarında basit numuneler bulunsun. Kendi hayatlarından hiçbir numune görmeyip bu kadar büyük bir serveti ret etmesinler. Eğer sıradan insanlar vahiy ve ilham ve rüya gerçeğinden tamamen habersiz olsaydılar ermiş insanların iddialarından yüz çevirmekten başka bir şey yapmazlardı. Bu durumda ne kadar da mağdur olurlardı bir düşünün. Mevcut olmasına rağmen günümüzün felsefecileri inkar etme cüretinde bulunabiliyorlar. Hal böyleyken sıradan insanlar hiç örnek olmasaydı ne yaparlardı? Kaldı ki zaman zaman doğru çıkan rüyaları görebilmek peygamberler ve evliyaların elde ettiği nimetin değerini azaltmaz çünkü sıradan insanların vahyi ve rüyaları şüphe ve şekten münezzeh olmaz ve ayrıca miktar olarak da azıcık olur. Cebinde üç kuruş olan kimse padişahın yanına çıkıp “bende de mal var” diyebilir mi hiç! İşte aynı şekilde sıradan insanların üç kuruşluk rüyalarını evliya ve peygamberlerin rüyalarıyla kıyaslamak cehaletin ta kendisidir.

[5] Müminun süresi 15. suresi

[6] Müminun süresi 10. ayeti

[7] Zariyat suresi 57. ayeti

[8] Bakara suresi 35. ayeti

[9] Necm suresi 9-10. ayetleri

[10] Araf suresi 199. ayeti

[11] Ancak muhtaç olmayan birisi umursamazlık edebilir. İhtiyacı olan kimse yüzünü çeviremez. *

[12] Sevilen. Seven aşık olur; sevilen ise maşuk

[13] Bakara suresi 11. ayeti

[14] Aziz’in karısı Züleyha hazreti Yusuf’a çılgınca aşık olmuştur. *

[15] Şuara suresi 4. ayeti

Bir Öncekini Oku

Mü’minun Suresi ve İnsanın Cismani ve Ruhani İlerlemesi-7

Bir Sonrakini Oku

Korona virüs hakkında Vadedilen Mesih’in 5. Halifesi’nin en son talimatları