Vatana Karşı Sevgi ve Sadakat Hakkında

Ordu Karargâhı
Koblenz, Almanya, 2012

Bismillahir-Rahmanir-Rahim—Sonsuz kerem ve rahmet eden Allah’ın adıyla.

Esselamu aleyküm ve rahmetullahu ve berekatuhu—Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun.

Öncelikle beni karargâhınıza davet edip, birkaç söz söyleme fırsatı verdiğiniz için, hepinize teşekkür etmek isterim. Müslüman Ahmediye Cemaati Başkanı olarak sizlere, İslam’ın öğretilerinden bahsetmek isterim. Ancak, bu çok geniş bir konu olduğundan, onu tek bir oturuma yahut da kısa bir süreye sığdırmak mümkün değildir. Bu nedenle lüzum hâsıl olduğundan, sizlere hitabımı, İslam’ın tek bir görüşü ile sınırlı tutacağım.

Sizlere, İslam’ın hangi yönü hakkında konuşmam gerektiğini düşünürken, burada, Almanya’daki Cemaatimizin Başkanı Abdullah Wagishauser’den bir rica aldım. Kendisi benden, İslam’ın, bir kimsenin vatanına karşı sevgi ve sadakati hakkındaki öğretileri ile ilgili konuşmamı istedi. Bu kararımda bana yardımcı oldu. Bu yüzden şimdi sizlere, İslam’ın öğretilerinin bu konu hakkındaki belli yönleri üzerinde kısa bir konuşma yapacağım.

“Bir kimsenin vatanına karşı sadakati ve sevgisi” kelimelerinin basitçe sözünün edilmesi yahut da işitilmesi, çok kolaydır. Ancak gerçekte bu birkaç kelime, geniş kapsamlı, güzel ve muazzam derinliğe sahip anlamları içermektedir. Şüphesiz bu sözlerin doğru olarak ne anlama geldiğini tamamen kavramak ve anlamak, keza aslında bunların neyi gerektirdiğini de bilmek, son derece zordur. Bu bakımdan, var olan kısa süre içinde, İslam’ın bir kimsenin vatanına karşı sadakati ve sevgisi hakkındaki görüşünü açıklamaya çalışacağım.

Öncelikle, İslam’ın temel bir ilkesine göre, kişinin sözleri ile amelleri arasında asla bir çifte standart veya riya tezahür etmemelidir. Gerçek sadakat, samimiyet ve dürüstlük üzerine kurulmuş bir ilişkiyi gerektirir. O, bir kimsenin yüzeyde sergilediği ile bunun altında yatanın aynı olmasını gerektirir. Milli vasıflar açısından bu ilkeler, en büyük önemi taşımaktadır. Bu nedenle, herhangi bir ülke vatandaşının,  ülkesi ile samimi bir sadakat ve vefa ilişkisi kurması şarttır. Onun doğuştan vatandaş olmasının veya yaşamının sonraki bir döneminde ister göçmenlik isterse de, başka bir yolla vatandaşlık kazanmasının hiç önemi yoktur.

Sadakat büyük bir niteliktir. Bu vasfı en üst seviyede ve en iyi standartlarda sergileyen insanlar ise, Allah’ın peygamberleridir. Onların Allah ile bağları ve O’na sevgileri öylesine güçlüydü ki, her konuda O’nun emirlerini göz önünde bulundurup, ne olursa olsun bunları bütünüyle uygulamak için çaba sarf etmişlerdir. Bu onların, Kendisine olan bağlılıklarını ve sadakatlerinin mükemmel standartlarını sergilemektedir. Bundan dolayı, bizlerin kendimize örnek ve model olarak benimsememiz gereken, onların bu sadakat standartlarıdır. Ancak daha fazla ilerlemeden, aslında ‘sadakat’ ile kastedilenin ne olduğunu anlamak gerekir.

İslam’ın öğretilerine göre sadakatin tanımı ve gerçek anlamı, bir kimseye ait vaat ve sözlerin, her düzeyde ve her koşulda, zorluğuna bakılmaksızın tartışmasız bir şekilde yerine getirilmesidir. Bu İslam tarafından gerekli kılınan vefanın gerçek standardıdır. Kuran-ı Kerim’in değişik yerlerinde Allah Müslümanlara, bulundukları vaat ve sözlerini yerine getirmeleri gerektiğini, çünkü tüm teşebbüsleri için Kendisi tarafından hesaba çekileceklerini buyurmuştur. Müslümanlara, Yüce Allah ile yaptıkları da dâhil tüm sözleşmelerinin gereğini yapmaları ve bulundukları diğer vaatlerini de önem derecesine göre yerine getirmeleri talimatı verilmiştir.

Bu bağlamda insanların akıllarında oluşabilecek bir kuşku şudur. Müslümanlar iddia ederler ki, Allah ve O’nun dini kendileri için büyük önem taşımaktadır. Bundan dolayı, Allah’a verdikleri bağlılık sözü onların birinci önceliğidir ve Allah’a karşı vaatlerine her şeyin üzerinde değer verirler, keza onları yerine getirmek için çaba sarf ederler. Bu yüzden, Müslümanların vatanlarına karşı sadakati ve ülke kanunlarına bağlı kalmalarının, onlar için ikinci derecede önem taşıyacağı inancının oluşması muhtemeldir. Bunun sonucunda ise o kimse, belli durumlar karşısında ülkesine verdiği sözü feda etmeye de razı olabilir.

Bu kuşkuya cevaben öncelikle size bildirmek isterim ki, Resulullah sav bizzat bizlere, ‘vatanı sevmek imanın parçasıdır’ diye öğretmiştir. Bu yüzden içtenlikle vatanını sevmek, İslam’ın bir gereğidir. Bir kimsenin gerçekten Allah’ı ve İslam’ı sevmesi için, vatanını da sevmesi gerekir. Bu gayet açıktır. Onun için bir kimsenin Allah sevgisi ile vatan sevgisi arasında herhangi bir çıkar çatışması olması mümkün değildir. Vatan sevgisi İslam’ın bir parçası olduğu için, bir Müslümanın seçtiği ülkeye karşı sadakatinde en üstün standartlara ulaşmak üzere çaba sarf etmesi, pek aşikâr bir durumdur. Çünkü bu, Allah’a ulaşma ve O’na yakın olma vesilesidir. Bu yüzden, samimi bir Müslüman’ın Allah’a olan sevgisinin, onun vatanı için gerçek sevgi ve sadakat göstermesi önünde bir aksaklık veya engel oluşturduğunu kanıtlamak, asla mümkün değildir. Ne yazık ki, bazı ülkelerde dini hakların sınırlandırıldığını, ya da tamamen reddedildiğini görmekteyiz. Bu nedenle ortaya çıkabilecek diğer bir soru ise, devlet tarafından eziyet gören bu insanların, hala kendi ulus ve vatanları ile sevgi ve sadakat ilişkisi sürdürüp sürdürmeyecekleridir. Hükümetin Cemaatimiz aleyhinde yasalar koyduğu Pakistan’da, bu koşulların var olduğunu büyük bir üzüntü ile belirtmem gerekir. Bu Ahmediyet karşıtı yasalar pratikte uygulanmaktadır. Böylece Pakistan’da tüm Ahmedi Müslümanlar, yasa ile resmen, “gayrimüslim” ilan edilmişlerdir. Bundan dolayı onların, kendilerine ‘Müslüman’ demeleri de yasaklanmıştır. Pakistan’daki Ahmediler, Müslümanlar gibi ibadet etmekten yahut da kendilerini Müslüman olarak tanıtacak her türlü İslami uygulama, örf ve adetlere uygun şekilde davranmaktan da men edilmişlerdir. Böylece Pakistan’da devletin kendisi, Cemaatimiz üyelerini temel insani hakları olan ibadetlerinden mahrum kılmıştır.

Bu durumu göz ününde bulundurduğumuzda, Müslüman Ahmediler’in böylesi şartlar altında ülke kanunlarına nasıl uyacaklarını merak etmek de, gayet doğaldır. Onlar ülkelerine sadakat göstermeyi nasıl sürdürebilirler? Burada açıklamam gereken şey, her nerede böylesi aşırı durumlar mevcutsa, orada kanun ile vatana karşı sadakat, iki ayrı mesele halini alır. Müslüman Ahmediler olarak bizler, dinin, herkesin kendisi için karar vereceği kişisel bir konu olduğuna ve dinde zorlama olmaması gerektiğine inanmaktayız. Böylece, her nerede yasa bu hakka müdahale edecek olsa, şüphesiz bu durum, büyük bir eziyet ve zulüm eylemidir. Uzun süredir cereyan eden devlet yaptırımlı böyle bir zulüm, aslında büyük bir çoğunluk tarafından kınanmıştır.

Avrupa tarihine göz atacak olursak, bu kıtadaki insanların da dini eziyet kurbanı olduklarını ve bunun sonucu binlercesinin bir ülkeden diğerine göç ettiğini görürüz. Tarafsız tarihçiler, hükümetler ve halk, bunu zalimlik ve son derece de acımasız olarak değerlendirmişlerdir. Eziyetin tüm sınırları nerede aşılıp, dayanılmaz bir hal aldı ise, böyle koşullar altında İslam şunu savunmaktadır. Kişi, bulunduğu şehri veya ülkeyi terk etmeli ve ibadetini huzur içinde yapma özgürlüğüne sahip olduğu bir yere göç etmelidir. Ancak bu öğüdün yanında İslam şunu da öğretmektedir. Bir kimse asla adaleti eline almamalı ve de ülkesi aleyhinde herhangi bir plana veya komploya katılmamalıdır. Bu İslam tarafından verilmiş açık ve kesin bir talimattır.

Yüzyüze kaldıkları ciddi eziyete rağmen, milyonlarca Ahmedi Pakistan’da yaşamayı sürdürmektedir. Hayatlarının her alanında sürekli ayrımcılığa ve zulme maruz kalmalarına rağmen, onlar ülkeleri ile tam bir sadakat ve bağlılık ilişkisi sürdürmeye de devam etmektedirler. Çalıştıkları her alanda ve bulundukları her yerde onlar, ülkelerinin ilerlemesi ve başarılı olması için daima yardım etme çabası ile meşguldürler. Ahmediyet muhalifleri yıllar boyunca, Ahmedilerin Pakistan’a sadık olmadıklarını iddia etmeye çabalamışlardır. Ancak bunu asla ispatlayamadılar veya iddialarını destekleyecek bir kanıt gösteremediler. Aksine gerçek şudur ki, ne zaman Pakistan uğruna, ülkeleri uğruna fedakârlık yapılması gerekse, Müslüman Ahmediler daima ön saflarda durmuşlar ve ülke için her türlü fedakârlıkta bulunmaya da daima hazır olmuşlardır.

Yasanın kurbanı ve hedefi olmalarına rağmen, ülke kanunlarını herkesten daha iyi takip eden ve onlara uyan, yine Müslüman Ahmediler’dir. Bu, samimi Müslüman olmalarından ve gerçek İslam’ı takip etmelerinden dolayıdır. Kuran-ı Kerim’in sadakat ile alakalı olarak sunduğu diğer bir öğreti, insanların kendilerini her türlü terbiyesiz ve sakıncalı şeyden, keza isyanın da her çeşidinden uzak tutmalarının gerekli olduğudur. İslam’ın güzel ve onu farklı kılan bir özelliği, dikkatlerimizi yalnızca, neticeleri son derece tehlikeli o son doruk noktasına çekmekle kalmaması ve bizleri daha ufak meseleler hakkında da uyarmasıdır. Bunlar, insanlığı tehlike ile döşeli bir yola yönlendiren basamak taşları görevini görürler. Bu sebeple, eğer İslam’ın rehberliği düzgün olarak takip edilecek olursa, durum henüz kontrolden çıkmadan, daha en başında iken, sorunun çözülmesi mümkün olur.

Örneğin, bir ülkeyi zarara uğratabilecek bir mesele de, bireylerin parasal hırsıdır. Kontrol edilemeyen bir döngü halindeki maddi arzular, çoğunlukla insanları yiyip bitirir. Bu istekleri ise sonunda insanları sadakatsizce davranmaya yöneltir. Dolayısıyla da bu tür şeyler, nihayetinde bir kimsenin ülkesine karşı ihanetine de sebep olabilir. İzninizle biraz daha açıklayayım. Arapçada ‘bağa kelimesi, ülkelerine zarar veren böyle insanları veya insanların bu tür eylemlerini tanımlamak için kullanılır. Bu, yanlış işlere katılan yahut da başkalarına zarar verenlere işaret etmektedir. Aynı zamanda bu, sahtekârlık yapan, yasadışı olarak ve haksızca bir şeyler elde etmeye çalışanları da kapsar. Bu, tüm sınırları aşan ve böylece zarar ve hasara neden olan insanları ifade eder. İslam, sadakatin yüksek ahlaki değerlerle iç içe olması sebebiyle, bu tarz davranan insanların sadakatle hareket etmelerinin beklenemeyeceğini öğretir. Sadakat, yüksek ahlaki değerler olmadan var olamaz. Yüksek ahlaki değerler de, sadakat olmadan var olamaz. Farklı insanların, yüksek ahlaki standartlar hakkında farklı görüşlere sahip bulundukları doğru olsa da, İslam dini, sadece Allah’ın rızasını aramaya odaklıdır. Bu yüzden Müslümanlara, daima O’nu razı edecek şekilde davranmaları için talimat verilmiştir. Kısacası İslam’ın öğretilerine göre Yüce Allah, ister ülkesine isterse de hükümetine karşı olsun, kişi için her türlü ihanet ve isyanı yasaklamıştır. Bu, başkaldırı ve devlete muhalefetin, ülkenin barış ve emniyeti için bir tehdit olmasındandır. Aslında nerede bir iç isyan veya muhalefet ortaya çıksa, bu durum dış muhalefetin ateşini körükler ve yabancılara iç karışıklıktan yararlanmak üzere cesaret verir. Dolayısıyla ülkeye karşı sadakatsizliğin sonuçları, çok geniş kapsamlı ve aşırı derecede olabilir. Bu nedenle bir ülkeye zarar verebilecek her şey, açıkladığım “bağa” kelimesinin anlamı içinde mevcuttur. Bütün bunlar dikkate alındığında, bir kimsenin ülkesine karşı sadakatinin gerekli kıldığı, onun sabır göstermesi, iyi ahlak sergilemesi ve ülke kanunlarına uymasıdır.

Genel olarak modern çağda, hükümetlerin çoğu demokratik bir şekilde yönetilmektedir. Bu yüzden, eğer bir kimse veya bir grup hükümeti değiştirmeyi arzu ediyorsa, bunu uygun demokratik süreci takip ederek yapmalıdır. Onlar seslerini sandıkta oy kullanarak duyurmalıdırlar. Oylar, kişisel tercih veya ilgilere göre kullanılmamalıdır. Aksine İslam, aslında kişinin oyunu, ülkesine karşı sadakat ve sevgi düşüncesi ile kullanması gerektiğini öğretmektedir. Kişi oyunu, ülkesinin iyiliğini aklında bulundurarak vermelidir. Bu nedenle bir kimse, kendi önceliklerine, keza hangi adaydan veya hangi partiden kişisel fayda elde edeceğine bakmayıp, hangi adayın ve partinin tüm ülkenin ilerlemesine yardımcı olacağını değerlendirmek suretiyle, dengeli bir şekilde kararını vermelidir. Hükümet olmanın anahtarı, muazzam bir güvendir. Bu, ancak en uygun ve buna en layık olduğuna inanılan partiye, seçmen tarafından dürüstçe teslim edilmelidir. Bu gerçek İslam’dır ve bu gerçek sadakattir.

Doğrusu Allah, Kuran-ı Kerim’in Nisa suresi 59. ayetinde, bir kimsenin emanetleri sadece lâyık olanlara vermesini, insanlar arasında hüküm verirken de, bunu adalet ve dürüstlük ile yapmasını emretmiştir. Bundan dolayı, kişinin ülkesine olan sadakatinin gerekli kıldığı, ülkenin ilerlemesi ve dünya devletleri arasında ön plana çıkması için, hükümet yetkisinin ancak gerçekten buna lâyık olanlara verilmesidir.

Dünyanın birçok yerlerinde halkın, hükümet politikalarına karşı, grev ve protestolarda yer aldığını görmekteyiz. Bunun da ötesinde belli Üçüncü Dünya ülkelerinde protestocular, hem devlete, hem de halka ait mal ve mülkleri kırıp dökerler ve hasara uğratırlar. Gerçi onlar, sevgiden dolayı böyle hareket ettikleri iddiasında bulunsalar da, aslında bu tür eylemlerin ülkeye karşı sadakat ve sevgi ile hiç bir alakası yoktur. Unutulmamalıdır ki, suç sayılacak hasar ve şiddete başvurulmayan barışçıl protesto ve grevlerin uygulandığı yerlerde bile, çok olumsuz etkiler ortaya çıkabilir. Bunun nedeni, barışçıl protestoların dahi çoğunlukla ülke ekonomisinde milyonlarca kayba yol açmasıdır. Böylesi bir davranışın, hiçbir suretle ülkeye karşı bir sadakat örneği olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu tarafından öğretilen bir altın prensip şudur. Her koşulda, Allah’a, Peygamberlere ve ülkenin yöneticilerine daima itaatkâr kalmalıyız. Bu, Kuran-ı Kerim’de verilen talimatın aynısıdır. Bu yüzden, grevler veya protestolara izin verilmiş bir ülkede bile bunların uygulanması, ülkeye ya da ekonomiye zarar vermeyecek ve hasar yaratmayacak boyutta olmalıdır.

Sıklıkla ortaya çıkan diğer bir soru ise şudur. Acaba Müslümanlar Batılı ülkelerin askeri güçlerine katılabilirler mi? Eğer katılmalarına izin verilirse, o zaman Müslüman ülkelere karşı yapılan askeri saldırılarda yer alabilirler mi? İslam’ın temel bir ilkesi, hiç kimsenin zulüm eylemlerine yardımcı olmamasıdır. Bu kilit emrin, daima her Müslüman’ın aklında bulunması gerekir. Bizzat zalimce ve adaletsiz bir şekilde davrandığı ve saldırıda ilk adımı attığı için, bir Müslüman ülke herhangi bir yerde saldırıya uğrarsa, o zaman Kuran-ı Kerim de Müslüman hükümetlere zalimi durdurma talimatını vermiştir. Bu, onların zulmü durdurup, barışı tesis etmek üzere çaba sarf etmeleri anlamına gelir. Bundan dolayı, böyle koşullarda zulmü sona erdirmek üzere bir araç olarak harekete geçilmesine izin verilmiştir. Ancak haddi aşan ülke kendini ıslah edip, barışı benimsediğinde, o ülke ve insanları istismar edilmemeli yahut da yalan iddia ve bahanelere dayanarak boyunduruk altına alınmamalıdır. Bunun yerine onlara, yeniden olağan ülke özgürlüğü ve bağımsızlık tanınmalıdır. Askeri başarı arzusu ise, herhangi bir çıkar elde etmek yerine, barışın tesis edilmesi için olmalıdır.

Aynı şekilde İslam, Müslüman olsun ya da olmasın, tüm ülkelere, zulmü ve baskıyı durdurma izni de vermiştir. Bu nedenle gerektiğinde gayrimüslim ülkeler de bu samimi amaçlara ulaşmak adına Müslüman ülkelere saldırabilirler. Böylesi gayrimüslim ülkelerde bulunan Müslümanlara, diğer ülkeyi zulümden korumak üzere, Müslüman olmayan ülkelerin ordularına katılma izni tanınmıştır. Bu şartların gerçekten var olduğu yerlerde Müslüman askerler, mensubu oldukları Batılı orduda emirlere uymak ve gerektiğinde barışı tesis etmek üzere savaşmak zorundadır. Ancak bir ordu, haksız olarak başka bir ülkeye saldırmaya karar verirse ve böylece zalim olursa, o takdirde zulme yardımcı olacağı için, bir Müslüman’ın ordudan ayrılma seçeneği bulunmaktadır. Onun bu kararı alması, ülkesine sadakat göstermediği anlamına gelmez. Aslında böyle durumlarda ülkeye karşı sadakatin gereği, adaletsiz hükümetler ve ülkelerin düştüğü hataya düşerek zalimce hareket etmemesi konusunda bir adım atıp, kendi hükümetine tavsiyede bulunmaktır. Ancak askerliğin zorunlu olması ve ayrılmak için de bir yol bulunmaması durumunda, eğer vicdanı da rahat değilse, o zaman o Müslüman ülkeyi terk etmelidir. Ancak onun ülke yasalarına karşı sesini yükseltmesine izin yoktur. Onun ülkeyi terk etmesi gerekir, çünkü bir Müslüman’ın, hem muhalefet ile birlikte ülkesi aleyhine eylemde bulunup, hem de o ülkede vatandaş olarak yaşamasına izin yoktur.

İşte bunlar, sadık Müslümanlara, bir kimsenin ülkesine karşı sadakati ve sevgisinin gerçek koşulları hakkında rehberlik eden İslami öğretilere ait bazı bakış açılarıdır.  Mevcut zaman içerisinde bu konuya ancak kısaca değinebilmem mümkün olabildi.

Böylece sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Bugünlerde dünyanın küresel bir köy haline geldiğini gözlemlemekteyiz. İnsanlar birbirlerine çok yakın, iç içe hale gelmişlerdir. Bütün ülkelerde, bütün ulusların din ve kültürleri mevcuttur. Bu da her ülke liderinin, tüm insanların duygu ve hislerini göz önünde bulundurmasını ve onlara saygı göstermesini gerektirir. Liderler ve onların hükümetleri, insanlarda sıkıntı ve hayal kırıklığına neden olacak yasalar yapmak yerine, hakikat, adalet ortamı ve doğruluk ruhunu teşvik eden yasaları oluşturmak üzere gayret sarf etmelidirler. Adaletsizlik ve zulümlerin ortadan kaldırılması ve bunun yerine gerçek adalet için çaba sarf edilmesi gerekmektedir. Bunu yapmanın en iyi yolu, tüm dünyanın, kendisini Yaratanı tanımasıdır. Sadakatin her şekli, Allah’a karşı sadakat ile ilişkili tutulmalıdır. Eğer bu gerçekleşirse, sadakatin en yüce standartlarının her ülkede, vatandaşları tarafından oluşturulduğuna ve yeryüzünde bizleri barış ve emniyete götürecek yeni yolların açıldığına, kendi gözlerimizle şahit olacağız.

Sözlerime son vermeden önce, beni bugün buraya davet ederek hitabımı dinlemenizden dolayı hepinize, bu vesile ile bir kez daha teşekkür ederim. Allah hepinizi korusun ve Allah Almanya’yı korusun.

Çok teşekkür ederim.

Önceki

Küresel Kriz Hakkında İslam’ın Görüşü

Sonraki

İnsan Allah’a iman etmeden de iyi ahlaklı olabilir o zaman Allah’a iman etmenin ne önemi var? II