Huzur-i Enver (Atba) Kelime-yi şehadet ve Fatiha suresinden sonra şöyle dedi:
Geçen hutbemde ashab-ı kiramın (rıdvanullahi aleyhim) yüceliği, onların faziletleri ve örnek oluşları hakkında anlatmıştım. Bazı sahabelerin hayatlarını açıklamıştım. Daha da anlatmak istiyordum fakat vaktin yetersizliği sebebiyle anlatamamıştım. Daha sonra gelen mektuplardan dolayı, en azından aldığım notları anlatayım dedim. Böylece bir yandan sahabelerin durumu, onların fedakarlıkları öğrenilsin, öbür yandan onların örneğini benimsemeye dikkatimiz çevrilsin. Bu yüzden de bugün aynı konuda konuşacağım.
Hz. Resulüllah’ın (sav) yüce sahabelerinden biri de hz. Ebu Ubeyde bin El-Cerrah idi. Sahabe olduğundan dolayı onun kesinlikle bir makamı vardı, bir çok özelliklere sahip birisiydi. Ancak hz. Resulüllah’ın (sav) kendisinin emin (güvenilir) oluşu hakkındaki mübarek kelimelerinden rivayetlerde şöyle bahsedilir: Necran kabilesinin delegesi, Necran’dan vergi alınması için birisinin gönderilmesini arz ettiklerinde Resulüllah (sav) şöyle buyurdu: Ben sizin yanınıza öyle bir kişiyi göndereceğim ki o baştan başa emindir. Bunun üzerine ashab-ı kiram, hz. Resulüllah’ın (sav) böylesine şereflendirdiği şahıs kimdir diye bakınmaya başladılar. Hz. Resulüllah (sav), Ebu Ubeyde ayağa kalk buyurdu ve sonra da oraya gitmesini emretti. Peygamber Efendimizin (sav) kendisiyle ilgili bir açıklaması, hz. Enes (ra) tarafından şöyle rivayet edildi: Hz. Resulüllah (sav) buyurdu ki, her ümmetin bir emini olur, ey benim ümmetim, sizin emininiz Ubeyde bin El-Cerrah’tır. Peygamber Efendimizin (sav) bahşettiği bu şeref ne kadar yücedir.
Onun alçakgönüllülüğü, yardımlaşması ve hikmet ile işleri halletmesi hakkında şöyle anlatıldı: Hz. Resulüllah (sav) bir göreve, Amr bin El-As’ı askerlerin komutanı tayin ederek gönderdi. Oraya varınca düşmanın sayısının fazla olduğu anlaşıldı. Onun askerlerinin çoğu köylü idi, muhacir ve büyük sahabeler az idiler. Amr bin El-As (ra) yardım talep etti. Bunun üzerine hz. Resulüllah (sav) Ebu Ubeyde’nin (ra) komutası altında bir birlik gönderdi ve Ebu Ubeyde’ye, siz her iki başkan aranızda yardımlaşın, diye nasihat etti. Fakat Amr bin As, bu birlik yardım için geldi, bu yüzden bana tabidirler düşüncesiyle Ebu Ubeyde’nin askerlerine doğrudan emir vermeye başladı. Bu durum üzerine Ebu Ubeyde, herhangi bir tartışmaya girmek yerine şöyle dedi: Hz. Resulüllah (sav) beni bağımsız bir komutan olarak göndermiş olmasına rağmen, aranızda yardımlaşın diye de emrettiği için ben sadece size yardım edeceğim, siz benim sözümü ister kabul edin ister etmeyin, ben her konuda sizin sözünüzü kabul edeceğim.
Vaziyetin nazik oluşunu göz önünde tutup doğru karar vererek Müslümanların gücünü sağlamlaştırmak için kendi tercih hakkını terk etmek işte budur. İşte bu yardımlaşma, bugün Müslümanların gücünü yüce bir kuvvet haline getirebilir ki bugün Müslümanların buna çok ihtiyacı vardır. Keşke Müslüman liderler de aralarında nasıl yardımlaşacaklarını akıl etseler.
Bugün dünyanın barışının garantisi ancak, adalet, insaf ve emanetin hakkını vermekle olabilir. Büyük hükümetlerin, “bizim isteğimize göre hareket edin, yoksa sizin aleyhinizde davranacağız,” diyerek küçük hükümetleri mecbur bırakmasıyla barış sağlanamaz. Müslüman ülkelerin çoğunda liderler, halktan toplanan vergileri halk için harcayacakları yerde kendi hazinelerini doldurur ve bir de Resulüllah aşkı, sahabe aşkı naraları atarlar.
Yine hz. Resulüllah’ın (sav) amcası olan hz. Abbas (ra) vardır. El açıklığı ve akrabalara sahip çıkmasıyla meşhur idi. Hz. Resulüllah (sav) kendisi hakkında, Kureyşliler arasında en cömert ve akrabalara sahip çıkandır, buyurdu. Hz. Abbas (ra) bunu duyduğunda yetmiş köleyi azat etti. O insanların cömertliğinin seviyesi işte böyleydi.
Yine hz. Resulülah’ın (sav) amcaoğlu ve Hz. Ali’nin (ra) öz kardeşi olan hz. Cafer (ra) vardır. O da ilk günlerde İslam’ı kabul etme saadetine erişti ve Mekke’deki durumlardan dolayı Habeşistan’a hicret etti. Mekkeliler bunu öğrenince iki reislerini hediyelerle birlikte Habeşistan’a yolladılar. “Bizim birkaç aklı kıt genç, dinlerini bırakıp sizin ülkenize gelmişler ve onlar sizin dininizi de kabul etmeyip, yepyeni bir edindiler,” mesajı ile diğer reislere filan hediyeler gönderdiler. Necaşi, Mekke kafirlerinin söylediklerini dinledikten sonra Müslümanları saraya çağırdı. Müslümanlar, kimbilir bize nasıl davranılacak düşünceleriyle sıkıntılı bir şekilde gittiler. Necaşi, dininizi bırakmanızın sebebi nedir, ne önceki ümmetlerden birinin dinini benimsemişsiniz ne de bizimkini diye sordu. Hz. Cafer (ra) Müslümanların temsilcisi oldu ve şöyle dedi: Ey Padişah! Biz cahil bir millet idik, putlara tapardık, murdar (pis) şeyleri yerdik, kötü işler yapmak, akrabalara kötü davranmak bizim sıradan huylarımızdı, aramızdan güçlü olanlar zayıfları ezerlerdi. Böyle bir durumdayken Allah-u Teala aramızdan bir Resul gönderdi, onun efendiliğini, doğruluğunu, güvenilirliğini, temiz ahlakını ve akrabalarıyla güzel ilişkisini hepimiz çok iyi bilirdik. O bizi Allah’ın birliğine ve ibadete çağırdı ve bize, hiçbir şeyi Allah’a eş tutmamayı, putlara tapmamayı öğütledi. O bize doğruluğu, güvenilirliği, akrabalarla iyi geçinmeyi emretti, sebepsizce savaşmaktan, kan akıtmaktan men etti, hayasızca işlerden kaçınmamızı söyledi. Yalan söylemek, yetimin malını yemek, namuslu kimselere iftira atmaktan men etti. Bize, tek olan Allah’a ibadet etmemizi emretti. Biz onun söylediklerini kabul ettik ve onlara göre amel ederiz. İşte bundan dolayı bizim milletimiz bize karşı çıktılar, bize eziyet ettiler, sıkıntılara soktular ve bu son raddeye varınca biz kendi vatanımızı bırakıp sizin ülkenize sığındık. Çünkü sizin adalet ve insafınızın meşhur olduğunu duyduk. Ey padişah! Bu ülkede bize bir aşırılık yapılmayacağını ümit ediyoruz.
Necaşi bundan çok etkilendi ve Peygamberinize inen kelamdan biraz okuyun, dedi. Bunun üzerine hz. Cafer (ra) Meryem suresinin birkaç ayetini çok güzel bir tilavet ile okudu. Necaşi ağlamaya başladı ve şöyle dedi: Allah adına ant olsun ki bu kelamın ve hz. Musa’ya inen kelamın aynı membadan olduğu anlaşılıyor. Mekkenin temsilcisine dönerek, bu insanları size geri göndermeyeceğim, bunlar artık burada kalacaklar, dedi. Mekke’nin elçileri aralarında danışıp bir plan yaptılar ve padişaha şöyle dediler: Bunlar, İsa’ya Hıristiyanların inandığı gibi inanmıyor ve mertebesini küçültüyorlar. Padişah Müslümanları tekrar çağırdı ve hz. İsa ile ilgili inançlarını sordu. Bunun üzerine hz. Cafer (ra) şöyle dedi: Bu konuda bizim Peygamberimize (sav) inen kelam şudur ki, İsa, Allah-u Teala’nın bakire Meryem’e lütfettiği bir insan ve resuldür. Necaşi yerden bir çöp parçası aldı ve dedi ki, Hz. İsa’nın mertebesi, sizin söylediğinizden şu kadarcık bile fazla değildir. Ve Müslümanlara da, siz burada tamamıyla özgürsünüz, dedi. Hz. Cafer’in (ra) feraseti, hikmeti ve ilmi, Müslümanlara orada kalma imkanı verdi.
Sahabelerden biri de Mus’ab bin Amîr idi. Çok zengin bir insan idi, çok rahatlık ve nimetler içinde yetişmişti, çok kıymetli elbise giyerdi, çok yakışıklı bir genç idi. Birgün hz. Resulüllah (sav) Mus’ab’ı (ra) elbiselerini deri parçalarıyla yamalamış vaziyette mescitte gördü. Sahabeler onun bu halini görünce başlarını eğdiler. Mus’ab (ra) Mescide girip selam verdiğinde hz. Resulüllah (sav) çok içten bir sevgiyle selamına cevap verdi ve onun önceki halini ve bir de şimdiki halini görüp Peygamber Efendimizin (sav) gözünden yaşlar damladı. Sonra onu yüreklendirerek şöyle buyurdu: Elhamdülillah, dünya düşkünlerine dünya nasip olsun. Ben Mus’ab’ın o zamanını da gördüm ki Mekke’de ondan daha fazla servet sahibi birisi yoktu, anne-babasının en sevgili evladı idi, yemek içmek bakımından en güzel nimetler kendisine nasip oluyordu. Ama Allah’ın Resulünün sevgisi onu bu hale getirdi ve o her şeyi Allah’ın rızası için terk etti, Hüda Teala da onun çehresine nur verdi. Hz. Mus’ab’ın (ra) güzel tebliğ yapma yeteneği de vardı. Sevgi ile tebliğ yapar ve derdi ki, eğer benim sözlerim hoşunuza giderse dinleyin, hoşunuza gitmezse dinlemeyin, bırakıp gidin. Birçok insan hz. Mus’ab’ın (ra) tebliği sayesinde Müslüman oldu.
Hz. Esed bin Hazîr Ensari, hz. Mus’ab vasıtasıyla İslam’a kavuştu. O şöyle derdi: Benim üç durumum vardır ki onlardan herhangi biri benim üzerimde kalıcı olsa kendimi cennetlik sayarım. Birincisi, ben Kuran okuduğumda yahut birisini okurken dinlediğimde üzerimde öyle bir İlahî huşu olur ki eğer bu durum bende kalıcı olsa kendimi cennetlik sayarım. İkincisi, Nebi-yi Kerim (sav) hutbe verirken ben kendisini son derece dikkatle dinlerim, o anki durumum eğer daimi olsa ben cennetliklerden olurum. Üçüncüsü, ben bir cenazeye katıldığımda, sanki o cenaze benmişim ve ben sorgulanıyormuşum gibi bir halim olur. Eğer bu durum da kalıcı olsa kendimi cennetliklerden sayarım.
Velhasıl, bu onlardaki mükemmel seviyedeki İlahî huşunun alametidir ve insana Allah korkusu veren, salih ameller yapmak için çabaya sokan ve her zaman Allah’ı hatırlatan işte bu durumlardır. Onun her defa, eğer bu halim olsa ben cennetliklerden sayılırım durumu, ispat etmektedir ki o cennetliklerden idi ve Allah’ın rızasını elde edenlerden birisiydi.
Başka bir ensarî sahabe Ebi bin Kaab idi. O da ilmi ile amel eder, düzenli bir şekilde beş vakit namazı Peygamber Efendimiz (sav) ile birlikte eda ederdi. Hz. Resulüllah’ın (sav) bir nasihatini şöyle beyan eder: Sabah namazından sonra Hz. Resulüllah (sav) bazı insanlarla ilgili, namaza gelmediler mi diye sordu ve sonra buyurdu ki, sabah ve yatsı namazları imanı az olanlar ve münafıklar için çok ağırdır. Eğer onlar bu namazların ne kadar sevabı olduğunu bilseler, dizlerinin üzerinde sürünerek gelmek zorunda bile kalsalar mutlaka bu namazlara katılırlar.
Hz. Mesih-i Mevud (as) şöyle der: Hz. Resulüllah’ın (sav) elindeki ne idi ki ashab-ı kiram böylesine sadakat gösterdiler ve sadece putperestlikten ve mahlukperestlikten yüz çevirmekle kalmadılar hatta onların içindeki dünya arzusu yok oldu ve Hüda Teala’yı görmeye başladılar. Onlar son derece itaat ile Allah’ın yolunda öyle feda olmuşlardı ki sanki onlardan her biri İbrahim idi. Onlar tam ihlas ile Hüda Teala’nın celalini göstermek için öyle şeyler yaptılar ki onun benzeri bir daha asla ortaya çıkmadı. Ve onlar dinin yolunda kurban edilmeyi mutlulukla kabul ettiler. Hatta bazı sahabeler şehit olma şansı elde edemeyince düşündüler ki belki de bizim sadakatimizde bir eksiklik vardır. Şu ayette işaret edildiği gibi; “minhüm men gaza nahbehü ve minhüm men yentazir” yani bazıları şehit olmuştu, bazıları ise şehitlik ne zaman nasip olacak diye beklemekteydi. Şimdi düşünmek gerekir, acaba bu insanların diğerleri gibi ihtiyaçları yok muydu, onların evlat sevgileri ve başka ilişkileri yok muydu? Fakat bu çaba onları öylesine mest etmişti ki dini her şeyden üstün tutmuşlardı.
Yine hz. Mesih-i Mevud (as) şöyle der: Dünyevî hayat bakımından o zaman hz. Resulüllah’dan (sav) ne beklentileri vardı ki kendi canlarını ve saygınlıklarını tehlikeye attılar, milletleri ile olan eski ve fayda dolu ilişkilerini kesip attılar. O zaman hz. Resulüllah’ın (sav) darlık, sıkıntı zamanıydı, kimse onu önemsemez ve tanımazdı ve geleceğe ümit bağlamak için hiçbir belirti de yoktu. Onlar bu güçsüz dervişin -aslında azim-üş şan bir padişah idi- öyle hassas bir döneminde vefa, muhabbet ve aşk dolu bir kalp ile eteğine yapıştılar. O zaman geleceğin güzel olacağı ümidi şurada dursun, bizzat o yüce Muslihin (sav) birkaç gün içinde canı elden gidecekmiş gibi görünüyordu. Bu vefa bağı sadece iman gücünün coşkusu ileydi ki bu mest oluş ile onlar canlarını vermek için öyle ayağa kalktılar ki sanki susuzluktan ölmek üzere olan birisinin tatlı sulu bir çeşmenin başına gayri ihtiyari koşması gibi.
Huzur-i Enver şöyle dedi: Allah-u Teala, bu nurlu yıldızların örneği üzerinde yürüyerek bizi de Allah ve Resulü’nü seven kimseler kılsın ve bizim de her amelimiz Allah’ın rızasını cezbedici olsun.
Kaynak: https://www.alislam.org/friday-sermon/2017-12-22.html