23.05.2025 – Hz. Muhammed (sav): Çok yüce bir örnek

5. Halifetü’l Mesih Hazretleri (Allah yardımcısı olsun) 23 Mayıs 2025’te Mübarek Camisinde Cuma Hutbesi verdi. Hutbe çeşitli dillerde tercüme ile MTA televizyonunda canlı olarak yayınlandı. Huzur-i Enver (aba) Teşehhüd ve Fatiha Suresini okuduktan sonra şöyle buyurdu:

Geçen hutbede, bir Müslümanın, kendisine selam verilmesine rağmen bir kişiyi öldürmesinden bahsetmiştim. Bu bağlamda Nisa Suresi’nin 95. ayetini de okumuştum. Bu ayette şöyle buyruluyor:

“Size biri selam verirse, ‘sen mümin değilsin’ demeyin.”

O zaman detaylara girmemiştim. Bu olayın ayrıntısı şudur: Hz. Resulullah’ın o kişiye hoşnutsuzluğunu bildirdiğine ben kısaca değinmiştim. Bununla birlikte Hz. Resulullah’ın (sav) ona çok öfkelendiği ve onu kendisinden uzaklaştırdığı da rivayet edilir. Bazı rivayetlere göre ona beddua da etti. Özetle, bu olay Peygamber Efendimizi çok üzmüştü.

O öldürülen kişinin kısas meselesi Huneyn Gazvesi’nden sonra şehit yakınları tarafından Peygamber Efendimizin huzuruna getirilmişti. Onun için bunun ayrıntılarına ilerde onun bahsinde girilecektir, inşallah. Özetle, Peygamber Efendimiz (sav) bu olayı çok iğrenç bir suç olarak nitelendirmiştir.

Keşke bugün Pakistan’daki mollalar, kendilerini dinin savunucuları zanneden bu sözde din adamları, bu meseleyi anlasalar ve Ahmedi Müslümanlara yaptıkları zulümlerden vazgeçseler de böylece Allah’ın azabından kurtulsalar.

Şimdi, gazvelerin zikrinde Mekke’nin Fethi gazvesinden bahsedeceğim. Bu gazve Hicri 8. yılda gerçekleşmiştir ve “Fetih-i Azim” (büyük fetih) olarak da adlandırılır. Dediğim gibi, bu gazve Ramazan 8 Hicri’de olmuştur. Bu, Allah-u Teala’nın daha önce müjdelediği büyük bir zaferdi ve neticesinde insanlar akın akın İslam’a girmişlerdi.

Hz. Muslih Mevud (ra), Fetih-i Mekke’nin müjdesini Kur’an-ı Kerim ışığında şöyle açıklamıştır:

وَقُلۡ رَّبِّ اَدۡخِلۡنِیۡ مُدۡخَلَ صِدۡقٍ وَّاَخۡرِجۡنِیۡ مُخۡرَجَ صِدۡقٍ وَّاجۡعَلۡ لِّیۡ مِنۡ لَّدُنۡکَ سُلۡطٰنًا نَّصِیۡرًا

Yani şöyle dua et: “Ey Rabbim! Beni dürüstlükle bu şehre, yani Mekke’ye girdir. (Yani hicretten sonra zaferle fetih nasip etmek suretiyle.) Ve dürüstlükle bu şehir, yani Mekke’den çıkmayı nasip et. (Yani hicretin selametle gerçekleşmesini sağla) ve katından bana yardımcı bir güç ver.”

Bu ayet, hicretten önce, İsra Suresi’nde Hz. Resullah’a (sav) nazil olmuştu. Bu ayette hicretin gerçekleşeceği ve ardından Mekke’nin fethi müjdelenmiştir.

Fetih Suresi’nde ise Mekke’nin Fethi müjdesi şöyle yer alır:

لَقَدۡ رَضِیَ اللّٰہُ عَنِ الۡمُؤۡمِنِیۡنَ اِذۡ یُبَایِعُوۡنَکَ تَحۡتَ الشَّجَرَۃِ فَعَلِمَ مَا فِیۡ قُلُوۡبِہِمۡ فَاَنۡزَلَ السَّکِیۡنَۃَ عَلَیۡہِمۡ وَاَثَابَہُمۡ فَتۡحًا قَرِیۡبًا

 “Andolsun Allah, o ağacın altında sana biat eden müminlerden razı olmuştur. Allah kalplerindekini bilmiş ve üzerlerine huzur indirmiştir. Onlara yakın bir zafer de vermiştir.”

Gerçek şudur ki, Peygamber Efendimiz (sav) Mekke’den hicret ettiği gün, Allah-u Teala kendisine şu müjdeyi vermişti: “Üzülme, bir gün ben seni tekrar buraya geri döndüreceğim.”

Nitekim hicret sırasında bu ayetin nazil olduğu da rivayet edilmektedir:

اِنَّ الَّذِیۡ فَرَضَ عَلَیۡکَ الۡقُرۡاٰنَ لَرَآدُّکَ اِلٰی مَعَادٍ

“Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan, seni mutlaka bir dönüş yerine geri döndürecektir.”

İmam Fahreddin Razi bu ayetin tefsirinde şöyle yazmaktadır:

Buradaki “mead”, yani dönüş yerinden Mekke kastedilmektedir. Çünkü Mekke’nin fethi günü Peygamber Efendimiz Mekke’ye geri dönmüştü.

Bir rivayete göre, hicret sırasında Peygamber Efendimiz (sav) Mekke ile Medine arasında bir yerdeyken, Mekke’ye olan sevgisini dile getirmişti. Bunun üzerine Cebrail (as) inerek, “Sen doğduğun yer olan vatanına özlem mi duyuyorsun?” diye sordu. Peygamber Efendimiz, “Evet.” dedi. Bunun üzerine Cebrail Allah’ın şöyle buyurduğunu söyledi:

اِنَّ الَّذِیۡ فَرَضَ عَلَیۡکَ الۡقُرۡاٰنَ لَرَآدُّکَ اِلٰی مَعَادٍ

“Muhakkak, Kur’an’ı sana farz kılan, seni mutlaka bir dönüş yerine geri döndürecektir.”

Yani, Allah Teala senin Kureyş’e galip gelmene ve tekrar Mekke’ye dönmene sağlayacaktır.

Peygamber Efendimiz (sav) ilk Mekke’deydi sonra Mekke’yi terk etmiş, sonra tekrar dönmüştür. Onun için bu söz, Mekke dışında başka hiçbir yere tatbik edilmez.

Araştırmacılara göre, Kur’an-ı Kerim’in bu gaybî haberi, Peygamber Efendimizin peygamberliğinin bir delilidir. Çünkü Peygamber (sav) Allah’tan gayb ile ilgili bir bilgi vermiş ve olaylar aynen onun bildirdiği gibi gerçekleşmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de Mekke’nin fethiyle ilgili başka bir yerde de müjde verilmiştir. Bu ayette, Peygamber Efendimiz ve tüm Müslümanlara adeta bir hatırlatma yapılmaktadır:

Nereye giderseniz, gidin ama Mekke’nin fethedileceğini asla aklınızdan çıkarmayın.

 Ancak bunun için sizin de çaba ve gayret sarfetmeniz ve dua etmeniz lazım.

Bu İlahî gaybî haber ışığında diyebiliriz ki, Peygamber Efendimiz’in  o ana kadar yaptığı tüm savaşlarının ve askerî seferlerinin bir amacı da Mekke’nin fethi idi.

Nitekim bu büyük İlahî gaybî haberden Bakara Suresi’nin bir ayetinde şöyle bahsedilmektedir:

وَمِنۡ حَیۡثُ خَرَجۡتَ فَوَلِّ وَجۡہَکَ شَطۡرَ الۡمَسۡجِدِ الۡحَرَامِ

Ayetin meali şudur: “Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.”

Hz. Muslih Mevud (ra), bu ayetin tefsirinde şöyle buyurur:

 “وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ” ifadesiyle ilgili olarak müfessirler şöyle demiştir: “Nerede olursan ol, her durumda kıbleniz Mescid-i Haram olsun.” Bunun sebebini şöyle açıklarlar: Önceki ayetteki emre bakıldığında, bu kıblenin sadece Medine halkı için geçerli olduğu zannedilebilirdi. Bu nedenle Allah-u Teâlâ buyurdu ki: “Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.”

Ancak gerçek şudur: Bu ayette ister Hz. Muhammed’e (sav) hitap edilmiş olsun, ister tüm Müslümanlara; burada kastedilen, kıbleye yönelerek namaz kılmak değildir. Birincisi, şehirde veya köyde kılınan namazların sayısı, yolculuğa çıkarken kılınanlardan daha fazladır. O halde hüküm, daha çok uygulanan duruma verilmeliydi. Oysa yolculuktayken bunun uygulanması için çok az imkan olur. Örneğin biri sabah saat 10’da veya ikindi ile akşam arasında ya da gece yarısı yola çıkabilir; bu zamanlarda namaz söz konusu değildir. Dolayısıyla bu durumlarda

وَمِنۡ حَیۡثُ خَرَجۡتَ فَوَلِّ وَجۡہَکَ شَطۡرَ الۡمَسۡجِدِ الۡحَرَامِ

“nereden çıkarsan çık yüzünü Mescid-i Haram’a yönelt” emri, bu bağlamda anlamsız olur. Çünkü şehirden çıkış esnasında namaz vaktinin denk gelmesi çok nadiren olur. Genelde böyle durumlarda insan ya namazını kılmıştır ya da daha kılmamışsa onun kılması için daha zaman olur. Her neyse burada bahsi geçen çıkış kelimesi namaz ile bağlantılı değildir. Eğer çıkışla birlikte herhangi bir özel namaz bağlantılı olsaydı yine de belki bu anlam kabul edilebilirdi.

Ama hiçbir namazın “çıkış zamanı” ile özel olarak bağlantılı olmadığını herkes bilir. Dolayısıyla bu ayeti “evden seyahate çıkarken” şeklinde yorumlamak doğru değildir.

“وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ”nereden çıkarsan çık” ifadesinden kastedilen, namazda kıbleye yönelmek olmadığına dair bir başka delil ise şudur:

Yolculukta bazı durumlarda kıbleye doğru yönelme hükmü de ortadan kalkar ve insan olduğu yerde yön bakılmaksızın namaz kılabilir. Örneğin eğer bir kişi taşıttan inemiyorsa, yönü nereye dönükse oraya yönelerek namazını kılabilir. Bu, Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in uygulamasından sabittir.

Yolculukta bir kişinin yönü ister kıbleye dönük olsun veya olmasın nereye dönükse namaz geçerli sayılır. O anda yön önemli değildir, doğu, batı, kuzey veya güney hepsi eşittir. Ancak kalbin odağında Kâbe olmalı. Yani namaz kılarken Kâbe’ye yönelik namaz kıldığını tasavvur etmeli.

Günümüzde insan trenle seyahat ederken, trenin yönü sabit kalmaz; çünkü tren bazen kuzeye, bazen güneye, bazen doğuya ve bazen de batıya döner ve dolaşır. Aynı durumu uzun mesafeli uçak yolculuklarında da görürüz. Buna rağmen, bu taşıtlarda seyahet eden biri hangi şekilde namaz kılarsa kılsın kişinin namazında hiçbir bozulma meydana gelmez. Eğer müfessirlerin bu konudaki anlamları doğru kabul edilirse, bu hükme ne bir binek üzerinde yolculuk yapan kişi, ne de trenle seyahat eden kişi uyabilir. Dolayısıyla, hareket hâlinde yönün sabit kalmadığı bir durumda, “Nereden yola çıkarsanız çıkın, Kâbe’ye yönelerek namaz kılın” şeklindeki anlamı çıkarmak nasıl doğru olabilir?

Ayrıca bu çevrinin doğru olmadığı şu sebepten de anlaşılır ki ayetin lafzi anlamı şöyledir: “Nereden çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a çevir.” Herkes bilir ki yolda yürürken namaz kılınmaz, namaz ancak durularak kılınır. Eğer ayette “nerede olursan ol” (حیث ما كنت) ifadesi olsaydı, bu yorum kabul edilebilirdi. Ama ayet “من حیث خرجت” yani “nereden çıkarsan çık” demektedir.

Yani, ey Muhammed Rasulullah (sav) ya da ey Müslümanlar! Nereden çıkarsanız çıkın, yüzünüzü Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) doğru çevirin. Şimdi, bu açık bir gerçektir ki namaz yolculuğa çıkarken değil, bir yerde konaklamışken kılınır. Bu durumda burada “namaz kılmak” anlamını vermek hiçbir şekilde doğru olamaz.

Müfessirler şöyle der: Eğer “namaz” ile “çıkış” arasında bir ilişki kabul edilmezse, o zaman ayette tekrar (gereksiz yineleme) söz konusu olur. Oysa bu da yanlıştır. Kur’an’ın gerçek anlamlarını ve içeriklerin birbiriyle olan bağlantısını kavrayamadıkları için onlar Kur’an-ı Kerim’de tekrar olduğunu düşünürler. Bir yerde bir itiraz gördüklerinde hemen “nesh” (bir ayetin diğerini yürürlükten kaldırması) tartışmasına başlarlar ve bir ayeti “neshedici”, diğerini “neshedilmiş” ilan ederek bu itirazdan kurtulmaya çalışırlar. Oysa Kur’an-ı Kerim’in gerçeklerini, dünyaya Hz. Mesih-i Mev’ud (as) ne şekilde bildirmişse, eğer onlar dikkate alınırsa, ne Kur’an’da bir tekrar görülür ne de herhangi bir ayeti geçersiz (mensuh) saymak zorunda kalınır.

Asıl anlam şudur: Hz. Muhammed (sav) Mekke’den çıkarıldığında, İslam düşmanları şöyle bir itirazda bulundular: “Madem sen Hz. İbrahim’in duasının muhatabıysan, Kabe ile ilişkin varsa o zaman neden Mekke’den çıkarıldın? Mekke’den çıkarılan bir kişi nasıl olur da bu duanın muhatabı olabilir?”

Bu itiraza cevaben Allah buyurdu:

وَمِنۡ حَیۡثُ خَرَجۡتَ فَوَلِّ وَجۡہَکَ شَطۡرَ الۡمَسۡجِدِ الۡحَرَامِ

Yani, “Ey Muhammed, Mekke’den çıkman geçicidir. Biz sana tekrar Mekke’yi fethetme fırsatı vereceğiz.”

Ancak Allah-u Teâlâ mümin kullarına vaatlerde bulunduğu yerlerde, o vaatlerin gerçekleşmesi için çaba göstermelerini onlardan bekler. Yani, Allah onlara bir vaatte bulundu diye ellerini kollarını bağlayıp oturmasınlar ve şöyle düşünmesinler: “Madem Allah vaat etti, o hâlde bu vaadi O kendi kendine yerine getirir; bizim bir şey yapmamıza gerek yok.” Eğer insanlar bu şekilde düşünmeye başlarsa, yanlış bir anlayışa kapılmış olurlar.

Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Musa’nın  kavmine Kenan diyarını vereceğine dair bir söz etmişti. Bunun üzerine Hz. Musa, kavmini yanına alarak yola çıktı. O topraklara artık yaklaştıklarında Hz. Musa (as) onlara şöyle dedi: “Gidin, savaşın ve o toprağın hâkimiyetini ele geçirin.” Ancak kavmi büyük bir hata yaparak şöyle düşündü: “Madem Allah bu ülkeyi bize vermeyi vaat etti, o zaman bu vaadi de O kendisi gerçekleştirecek ve bu topraklar bizim elimize geçecektir. Eğer biz savaşıp ülkeyi alırsak, o zaman bu vaadin ne anlamı kalır? Vaadi zaten Allah yaptı; öyleyse onu yerine getirmek de O’na düşer. Bizim herhangi bir çaba göstermemize gerek yok.”

Bunun üzerine Hz. Musa’ya şöyle dediler:

فَاذۡہَبۡ اَنۡتَ وَرَبُّکَ فَقَاتِلَاۤ اِنَّا ہٰہُنَا قٰعِدُوۡنَ

Yani: “Ey Musa! Sen bize bu ülkenin Allah tarafından verileceğini söylüyordun. O hâlde artık tüm sorumluluk sende ya da senin Rabbindedir. Eğer biz gidip ülkeyi fethedersek, senin ve Rabbinin vaatlerinin ne anlamı kalır? Madem bu Allah’ın vaadiydi, o zaman şimdi sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturuyoruz, hiçbir şey yapmayacağız. Ne zaman ki siz savaşıp ülkeyi fethedersiniz ve bize getirirsiniz, biz de o zaman gireriz.”

Görünüşte onların bu sözleri mantıklı gibi durabilir. Yani eğer biri bir başkasına “Sana şu şeyi vereceğim” derse ve o kişi gelip o şeyi isterse, karşı taraf da “Git pazardan al” derse, insanlar haklı olarak şöyle der: “Eğer o kişi zaten gidip pazardan alacaktıysa, o zaman niye ona vereceğine dair söz verdin?”

Bu bakış açısı zahiren makul görünse de, ilahi nizamda bu son derece mantıksız bir düşüncedir. Nitekim Allah-u Teâlâ İsrailoğulları’nı bu düşüncelerinden dolayı övmedi. Onlara demedi ki: “Sizin savaşmanıza gerek yok, bu ülkeyi size vermek bizim üzerimize düşer.” Aksine, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu: “Siz bizim kudretimizi küçümsediniz, saygısızlık ettiniz. Bu yüzden bu topraktan mahrum bırakılıyorsunuz. Gidin, kırk yıl boyunca çölde başıboş dolaşın. Artık bu ülkenin mirasçıları siz olamazsınız. Sizin yeni nesliniz o toprağın varisi olacak. Çünkü siz bana hakaret ettiniz.”

Bakınız, ki bu düşünce insani açıdan doğru ve makul gibi görünebilir; fakat ilahi nizam açısından son derece akıl dışıdır ve insanı azaba müstahak hâle getirir. Bunun sebebi şudur: Bir insan bir vaat verdiğinde, onun gökyüzündeki ve yeryüzündeki değişimler üzerinde bir yetkisi yoktur. Yani tabiat olayları ve dış etkenler elinde olmadığından, ancak kendi gücünün yettiği şeyler için söz verebilir. Ancak Allah-u Teâlâ tarafından verilen bir vaat, şu anlama gelir: Her ne kadar bu şeyin sizin için gerçekleşmesi imkânsız gibi görünse de, Bizim yardımımızla siz onu elde edeceksiniz.

Firavun’un egemenliği altında yüzlerce yıl kölelik yapmış, tuğla taşımış, odun kesmiş ve en aşağılık işleri yapmış bir kavim, Âd kavminin bir zamanlar hüküm sürdüğü büyük ve muazzam bir ülkeye nasıl sahip olabilir? Bu ülkeyi elde etmek onlar için kolay bir şey değildi. Ama Allah şöyle buyurdu: “Her ne kadar bu ülkeyi elde etmek size imkânsız gibi görünse de, Biz bu ülkeyi size vermeyi vaat ediyoruz ve siz, Bizim yardımımızla bu ülkeye sahip olacaksınız.”

Dolayısıyla, Allah’ın vaadi şu anlama gelmez: “Madem Allah vaat etti, artık kulun hiçbir çaba göstermesine gerek yok.” Aksine, bu şu anlama gelir: “Siz o şeyi elde etmek için gerekli adımları atarsanız, Allah size yardım edecektir ve siz başarılı olacaksınız.”

Yani Allah’ın vaatleri ile kulun vaatleri birbirinden çok farklıdır. Allah’ın vaatlerinde, çoğu zaman çaba gerektiren şeyler olduğundan kulun da katkısını gerektirir. Bu tür vaatlerin gerçekleşmesi için kulun gayret göstermesi gerekir. Eğer kul bu gayreti göstermezse ve bu uğurda hiçbir şey yapmazsa, o zaman cezaya müstahak olur. Ama kulun verdiği sözlerde böyle bir şey yoktur. Kul, “Ben senin için Allah’ın takdirini değiştireceğim” diyemez, çünkü kaderi değiştirmek onun elinde değildir. Eğer biri böyle bir şey söylerse, ona haklı olarak şöyle sorarız: “Sen kim oluyorsun da kaderi değiştireceğini söylüyorsun?” Ancak Allah-u Teâlâ şöyle diyebilir: “Eğer sen şöyle yaparsan, Ben sana yardım ederim; eğer Benim emrime göre hareket edersen, Ben senin kaderini değiştiririm.” Çünkü kader, Allah’ın elindedir ve O, dilediği zaman onu değiştirebilir.

Nitekim Peygamber Efendimiz’e Mekke’nin fethi vaat edildiğinde, aynı zamanda Müslümanlara da şöyle denildi: “Ey Müslümanlar! Musa’nın kavmi gibi düşünmeyin. Sakın ‘Allah Mekke’yi bize vaat etti, o hâlde bu vaadi O gerçekleştirsin, bizim yapacak bir şeyimiz yok’ demeyin.” Bilakis, sizin de bu vaadin gerçekleşmesi için çaba göstermeniz gerekecek.

İlahi vaadin anlamı şudur: Siz zayıfsınız. Eğer güçlü olsaydınız, Mekke’yi terk etmezdiniz. Mekke’yi terk ettiğinizde aslında zayıflığınızı itiraf etmiş oldunuz; çünkü düşmanınız güçlü ve kudretliydi. Ama Allah size güç verecek ve siz düşmandan Mekke’yi alacaksınız.

Dolayısıyla “فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ” (O hâlde yüzünü Mescid-i Haram’a çevir) ayetinin anlamı şudur: Ey Muhammed (sav), sen nereden yola çıkarsan çık, maksadın şu olmalıdır ki, “Biz Mekke’yi fethetmeliyiz.” Buradaki “çıkış” (خروج) kelimesi, aynı zamanda ordu sevkiyatı (sefer) anlamına da gelir. Bu durumda ayetin anlamı şu olur: Nerede sefere çıkarsanız çıkın, hangi yere savaş için giderseniz gidin –ister doğuya doğru, ister güneye, batıya ya da kuzeye doğru– sizin esas maksadınız, bu çıkışların Mekke’nin fethinin zeminini hazırlaması olmalıdır.

Mesela, diyelim ki düşmana güneyden saldırmak istiyorsunuz, fakat onun ülkesinin batısında dostlarının bulunduğunu ve onların arka taraftan saldırı ihtimalini fark ediyorsunuz. O zaman önce batıya saldırır ve orayı temizlersiniz. Bu durumda batıya yapılan bu saldırı, aslında güneydeki düşmana yapılacak saldırının hazırlığı olur. Aynı şekilde, düşmanın müttefikleri kuzeyde ise ve siz önce kuzeye saldırıyorsanız, o saldırı da aslında güney yönündeki esas düşmana yapılan saldırının ön adımı olur. İşte bu temel gerçeğe işaret ederek Allah-u Teâlâ şöyle buyurur: Ey Müslümanlar! Siz hangi topluma, hangi ülkeye, hangi bölgeye saldırırsanız saldırın, niyetiniz ve yönünüz Mekke olmalı; çünkü Allah, Mekke’yi sizin ellerinizle fethetmek istiyor.

Nitekim, Peygamber Efendimizin gazvelerini incelediğimizde bu özelliği açıkça görürüz. Onun bütün savaşlarının yüce hedefi Mekke’nin fethi idi. Eğer herhangi bir savaşta bu hedefin gecikeceğini ya da zedeleneceğini hissetseydi, karşı kışkırtmalara rağmen sessiz kalır ve karşılık vermezdi. Gerçekten de bazı topluluklar Peygamber Efendimiz’e karşı harekete geçti, hatta sataşmalarda bulundular, ama o bu durumlarda hep göz yummayı tercih etti. Fakat bir topluluk çıktığında ve ona karşı savaşmak Mekke’nin fethine hizmet edecekse, mutlaka o toplulukla savaştı.

Bütün İslami gazalara bakıldığında görülür ki bu savaşlar hep bir hikmet ve strateji taşıyordu, özellikle de Fetih-i Mekke’den önceki savaşların hepsi Mekke’nin fethine zemin hazırlamak için yapılmıştı.

Eğer bu ayetin anlamı sadece “Nereden çıkarsanız çıkın, kıbleye (yani Kâbe’ye) doğru dönün” olsaydı, ayette “مِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ” (nereden çıkarsan çık) ifadesi bulunmaz, bunun yerine “أَيْنَمَا كُنتُمْ” (nerede olursanız olun) denirdi.

Çünkü kıbleye yönelmekle ilgili bir emir için “nereden çıkmak” gibi bir bağlam gerekmez; çünkü insanlar genellikle bir yerden (yola) çıkarken namaz kılmazlar, aksine onlar yola koyulurlar. Demek ki bu ayetin doğrudan namazla bir ilgisi yoktur. Burada verilmek istenen mesaj şudur: Siz nereden yola çıkarsanız çıkın –ister doğudan, ister batıdan, ister kuzeyden, ister güneyden– yönünüz, niyetiniz ve hedefiniz hep Mekke olmalıdır. Yani dikkatiniz, zihniniz, çabanız hep Mekke’yi fethetmeye odaklanmalı, Mekke’yi İslam’ın merkezi hâline getirmeli ve bütün Arabistan’ı onun aracılığıyla İslam’ın etkisi altına almalısınız.

“وُجُوهَ” kelimesi “yüz” anlamının yanı sıra “niyet ve yönelim” anlamında da kullanılır. Bu durumda ayet şöyle anlaşılır: Sizin bir tek amacınız olmalı: Kâbe’yi fethetmek ve onu İslam’ın merkezi yapmak. Çünkü Mekke’de İslam yayılmadığı müddetçe ve Müslümanların hakimiyeti altına girmediği müddetçe geri kalan Arabistan da İslam’a tam anlamıyla girmeyecektir.

Bu Müslümanlar için belirlenmiş bir programdı. Ve kuşkusuz bu program, o zaman için onların gücünün çok üstündeydi. Elbette ki o dönemin Arabistan’ı organize bir devlet yapısına sahip değildi, ama başıboş da değildi. Bazı krallar Mekke ile ittifak hâlindeydi, anlaşmalar yapıyorlardı. Mekke de tam anlamıyla organize olmasa da, yine de nüfusu 15-20 bin olan, civar kabilelerin saygı gösterdiği ve emirlerini dinlediği bir merkez idi.

O zamanlar için bu nüfus çok büyüktü. Mekkenin kendi nüfüsu 15-16 bin civarındaydı. Mekkenin neredeyse bütün halkının yanı sıra, Arabistan’da yaşayan 15-20 bin insanın hepsi savaşcı idi. Bu insanlar savaş sanatı konusunda son derece yetkin, cesur ve tecrübeli askerlerdi. Müslümanların bu insanlarla başa çıkması hiç kolay değildi. Bu ayet Peygamber Efendimize nazil olduğu zaman Müslümanların asker sayısı sadece 400-500 idi, en fazla 1000 düşünebilirsiniz. Kadınlar ve çocuklarla birlikte toplam nüfusları 11-12 bin kadardı. Bundan fazla kesinlikle değildi. Savaş gücü açısından bakıldığında yok denecek kadar zayıflardı.

Müslümanların böylesi zayıf bir durumda, Kafirlere karşı nüfüslarının mukayese edilmeyecek kadar az olduğu bir zamanda, onlara karşılık verecek askeri mühimmatın olmadığı bir durumda ve de Müslümanların askeri gücü kafirlere göre hiç bahse değer olmadığı bir zamanda Allah-u Teâlâ Kafirlere şu meydan okumayı yapıyordu: “Siz bu Müslümanları zayıf, güçsüz ve önemsiz görebilirsiniz; ama bir gün gelecek, bu insanlar sizin topraklarınızı fethedecek, başkentinize hâkim olacak ve orada İslam’ın hükümlerini uygulayacak kadar güce sahip olacak ve küfrü tamamen Arabistan’dan silecekler.” Bu, Müslümanların o anki durumu dikkate alındığında çılgınca bir iddiaydı.

Üstelik bu öyle bir iddiaydı ki, sadece belirli bir bölgeyle alakalı değildi; aksine bu iddianın etkisi son derece genişti. Çünkü bu iddiada yalnızca Mekke’nin fethedileceğine dair bir haber verilmemişti, sadece Araplara galip gelineceği ilan edilmemişti; aynı zamanda Hristiyanlığa da meydan okunmuştu, Yahudiliğe de meydan okunmuştu, Mecusiliğe de meydan okunmuştu. Ve büyük bir vurguyla şu ilan yapılmıştı: “Bu dinlerin hepsi mağlup edilecek ve İslam tüm dünyaya hâkim olacaktır.”

Bu iddia, çılgınca bir iddia olarak görülüyordu. İşte bu yüzden, kâfirler Peygamber Efendimize–hâşâ– deli diyorlardı. Aynı şekilde sahabeleri de deli sanıyorlardı. Çünkü onlar öyle bir iddia ortaya koyuyorlardı ki, bu maddi dünyada onun gerçekleşmesi için hiçbir imkan görünmüyordu.

Ancak gerçek şu ki, olağanüstü işler başarmak için, insanın içinde öyle bir hâl oluşmalıdır ki, tıpta buna bazen monomani denir – yani kişi sadece tek bir şeye odaklanır. Kişi, diğer tüm hedefleri unutur, içinde sürekli bir huzursuzluk ve sabırsızlık taşır ve olağanüstü işler için adeta bir tutkuya, bir delilik hâline bürünür. İşte böyle bir durum oluşmadan, büyük hedefler asla başarılamaz.

Kur’an-ı Kerim bu ayetle işte bu noktaya dikkat çekmektedir: Tüm diğer hedefleri unutun ve yalnızca şu hedefi gözünüzün önüne koyun: “Biz Mekke’yi İslam için fethetmeliyiz.” Çünkü bu merkez ve bu kale sizin elinize geçmediği sürece, ne bütün Arabistan ne de tüm dünyaya hâkim olamazsınız.

Burada şu soru doğabilir: Allah-u Teala neden “Nereden çıkarsan çık, hedefin Mescid-i Haram’a yönelik olsun” dedi de “Hangi tarafa saldırırsan saldır, amacın Mescid-i Haram’a olsun” demedi?

Bunun cevabı şudur: Çünkü sefere çıkıldığında bir savaşın amacı belirlenir. İnsan önce savaşıp sonra niyetini düşünmez. Burada Mekke’nin Fethini hedef edinmeye dikkat çekmek için Allah-u Teâlâ burada şöyle buyurmuştur: Siz bir sefere çıktığınızda o savaşın Mekke’nin fethine hizmet ediyor mu etmiyor diye iyice tartmalısınız. Eğer ona hizmet etmiyorsa, o savaşı terkedin.

Ama bu ayetten İslam’ın saldırgan savaşı onayladığı sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü tarihsel olarak, bu ayetler inmeden önce müşrikler zaten savaşı başlatmışlardı.

Ayrıca, “مِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ” ifadesiyle sadece Peygamber Efendimizin muhatap alındığı da unutulmamalıdır. Çünkü ondan sonra Mekke’nin bu tarzda bir fethine gerek kalmayacaktır. Mekke’nin Fethinden sonra artık ona tekrar saldırılmayacaktı ve o daima Müslümanların elinde kalacaktı.

Yani bu ifade, geleceğe dair bir gaybî haber niteliğindedir: Mekke’nin bir daha fiziksel olarak fethedilmesine gerek kalmayacaktır. Çünkü Mekke’nin manevî yüceliğini sürdürecek aktif ve etkili bir Müslüman topluluk oluşturulacaktır ve Mekke daima Müslümanların kontrolünde kalacaktır. Bu nedenle, Mekke uğruna savaşma gibi bir gerekçe de ortadan kalkmış olacaktır.

Bu önsöz ve açıklama şu açıdan gereklidir; çünkü ileride Fetih-i Mekke ile ilgili olaylar anlatılacaktır ve bu arka plan bilgisiyle o olayları anlamak kolaylaşacaktır. Geri kalan kısmı inşallah daha sonra anlatacağım.

Şu anda bir şehitten de bahsetmek istiyorum ve namazdan sonra onun cenaze namazını kıldıracağım. Bu zat muhterem Dr. Şeyh Muhammed Mahmud’dur, Sargodha’lıdır ve Şeyh Mübeşşir Ahmed Bey Dehlevi’nin oğludur. Onu 16 Mayıs’ta Ahmediyet düşmanı biri silahla vurarak şehit etmişti. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

Detaylı rapora göre: Olay günü Dr. Bey, cuma namazını kıldıktan sonra ailesiyle birlikte görev yaptığı Sargodha Fatıma Hastanesi’ne vardı. Hastaneye girip ana kabul alanından geçerek acil servisin önündeki koridora ulaştığında odasına doğru ilerliyordu. O sırada orada önceden bekleyen ve kendisini takip eden kimliği belirsiz biri, elindeki alışveriş poşetinden çıkardığı tabancayla arkasından ateş etti. İki kurşun isabet etti ve vücudunu delip geçti. Hemen devlet hastanesine kaldırıldı ancak ağır yaralarına dayanamayarak şehit oldu. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

Saldırgan olaydan sonra silahını sallayarak dışarıda bekleyen arkadaşıyla birlikte motosikletle kaçtı. Şehit olduğunda merhumun yaşı 59 idi. Şehit merhumun ailesinde Ahmediyet, büyük dedesi merhum Babu İcaz Hüseyin Bey’in kardeşi Hz. Serferaz Hüseyin Bey Delhi’li (ra) vasıtasıyla girmişti. Kendisi Hz. Mesih-i Mevud’a biat ederek Ahmediyete girmişti. Daha sonra merhum şehidin büyük dedesi de kardeşinin aracılığıyla biat etti.

Şehit merhumun büyük dedesi Babu İcaz Hüseyin Bey ve dedesi Babu Nazir Ahmed Bey, Delhi cemaati Amiri olarak ardı ardına hizmet etme şerefine erişmişlerdir. Şehit, Lahore’daki FC Koleji’nde lise eğitimi almış, ardından Rawalpindi Tıp Fakültesi’ne girerek 1990’da MBBS derecesini almıştır. MBBS sonrası Pencap Kamu Hizmet Komisyonu sınavını kazanmış ve 4 yıl Lahore’daki Service Hospital ve Jinnah Hospital’da görev yapmıştır.

1998’de İngilteredeki Royal College of Physicians’in üyeliğini, 2021’de ise fellowship (üst üyelik) unvanını kazanmıştır. 2001 yılında Sargodha’ya taşınmış, bunun arka planında insanlığa hizmet etme arzusu ön plandaydı. Sargodha ilçesinin ilk karaciğer ve mide hastalıkları uzmanıydı. Sargodha’da özel bir hastaneye katıldı. Hastenin sahibi ile Dr. Beyin arası çok iyiydi. ancak hastanenin sahibi bir siyasetci idi ve 2018 genel seçimlerinde aday olacaktı.  Mollalar tarafından tehdit edilince o Dr. Bey’e hastaneden ayrılmasını söyledi. Ben buna mecburum. Artık sen benimle çalışamazsın. Bunun üzerine Dr. Bey oradan ayrıldı ve başka bir hastaneye geçti.

2001’den itibaren Rabvah’taki Fazl-ı Ömer Hastanesi’nde düzenli olarak ziyaretçi doktor olarak görev yaptı. Allah, onun ellerine şifa koymuştu; birçok hasta ondan fayda gördü. Tıbbi bilgisinin yanı sıra dini bilgisi de genişti. Kur’an-ı Kerim tefsiri, “Tazkirah”, “Ruhani Hazain” ve diğer cemaat kitaplarını ve ihtilaflı konuları kapsayan eserleri detaylı şekilde incelemişti.

Şehit merhum Sargodha ilçesi Naib Amiri olarak hizmet etme şerefine nail oldu. Tıbbi Dernek (Medical Association) kurulduğunda ona üye oldu ve 2024’te yardımcı başkan olarak atanmıştı. Aynı zamanda Sargodha şubesi başkanıydı. Son üç yıldır kansere yakalanmış olmasına rağmen, her zaman kendi hastalığını başkalarınınkinden geri plana atarak hizmet etmeye devam etti. Hastalarla ilgisi, şefkati ve ihtiyaç sahiplerine ücretsiz tedavi uygulaması en belirgin özelliklerindendi. İhtiyaç sahibi hastalara sadece ücretsiz tedavi değil, dönüş yol parası bile verir, bazı tahlilleri ücretsiz yaptırır ve bunun için kendi cebinden ödeme yapardı.

Dediğimiz gibi, ilçedeki ilk karaciğer ve mide uzmanıydı. Maddi durumu zayıf olan kızların evlenmesinde gizlice yardım ederdi. Bir ihtiyaç sahibine uzun zamandır düzenli olarak maddi yardım yapıyordu. İlk başta bu kişi ayda bir iki kez gelirken sonra iki günde bir gelmeye başlamış ama Dr. Bey yine de yardım etmeye devam etmişti. Bir gün bu kişi ısrarcı olmuş olmalı ki, yumuşak huylu olan Dr. Bey istemeden sert bir söz söylemişti. O gece rahatsızlık duymuş, sabaha kadar huzursuz kalmış, ertesi gün o kişiyi çağırarak özür dilemiş ve ona yüklü miktarda yardımda bulunmuştu.

Cemaat büyüklerine büyük bir sevgi bağı vardı. İhtiyaç olduğunda Rabvah’a gidip özel muayeneler yapar, tedavi önerirdi. Annesi Ümmü’l-Hey şöyle der: “Oğlum anne babasına çok hürmetkardı. Her ihtiyacımızı dile getirmemize gerek kalmadan karşılardı. Küçüklüğünden beri pek çok güzel özelliği vardı. İşine odaklanırdı, hilafete çok bağlıydı. Fakirlere ve hastalara çok sahip çıkardı. Mali konularda hesaplıydı. Aile üyelerini bir arada tutardı.”

Eşi Emtünnûr Hanım şöyle der: “Çocuklara hep cemaat sistemine bağlı olmalarını öğütlerdi. Hilafete çok büyük sevgi beslerdi. Hutbeleri düzenli olarak dinler ve notlar alırdı; çok az insan böyle yapar.”

Çanda vermek konusunda da bir örnekti. Şehadet anında vasiyetle ilgili tüm bağışlarını eksiksiz yerine getirmişti.

Dört çocuğu vardır: iki oğlu, iki kızı. Oğlu Dr. Basir şöyle der: Bize hep hilafete bağlı kalmamızı telkin ederdi. Kızı Saima şöyle der: “Babam çok şefkatliydi. Benim düğünümde bana bir nasihatte bulunmuştu: ‘Kızım, kayınvalidenlere gittiğinde cemaat sistemine hep bağlı kal. Eğer bir gün cemaat hizmeti nasip olursa, asla geri çevirme.’” Aile üyeleri onun gündelik hayatta bile cemaat hizmeti yönü bulduğunu belirtir.

Gelinlerinden biri şöyle diyor: “Allah’a tevekküle çok vurgu yapardı. Ne zaman ondan bir konuda tavsiye istesek, duayla başlar duayla bitirirdi.” Kız kardeşi de şunları der: “Cemaat düşmanlarının Cemaat aleyhindeki eylemlerden çok kaygı duyardı. Geceleri kalkar nafile ve teheccüd namazı kılardı.”

Sargodha bölge amiri Halid Mahmud Bey şöyle der: “Fakirlerin Mesih’i ve büyük bir insandı. İnsanlığa faydalı olmasının yanı sıra tevazu ve alçakgönüllülük en belirgin özelliklerindendi. Fakir hastalara muayene ücretini geri verirdi. Cemaat için yaptığı fedakarlık da örnekti. Verdiği söze göre Chanda vermekle birlikte ek bağışlar da yapardı. Cemaat görevlilerine de büyük hürmet gösterirdi.”

Sargodha’daki Mürebbi Zübeyir Bey şöyle der: “Sevgi ve şefkat timsali, insanlığın hizmetkarı, yüz binlerce insanın hekimi, hilafetin fedaisi, melek gibi bir insan bizden ayrıldı. Şehit bey tam bir dervişti. Hayatının her yönü örnekti. Bir cemaat görevlisi ya da vakıf-i zindigi yanına gittiğinde hemen ayağa kalkar, uğurlarken kapıya kadar eşlik ederdi. Ona ‘Durumlar kötü, bir güvenlik görevlisi tut’ dediğimizde cevabı hep aynı olurdu: ‘Kendim için güvenlik alabilirim ama biri bana saldırırsa ve benim yüzümden bir başkasının canı yanarsa bunu kaldıramam.’”

Muhalifler ilçe genelinde onun hakkında “öldürülmesi farzdır” içerikli bildiriler dağıtmışlardı. Ama bunlara hiç aldırış etmezdi. Hatta mollaların hazırladığı hedef alınması gereken kişilerin listesinde onun ismi ilk sıradaydı. Hatta Ekrem Afgani adlı bir molla, aleyhinde ölüm fetvasını vermişti hatta bunu dağıtmıştı da. Buna rağman devlet hiçbir önlem almamıştı.

Fatıma Hastanesi yöneticisi olan bir Hristiyan papaz şunları söylüyor: “İnsanlığa hizmet eden bir insan bizden ayrıldı. Kalbimiz derin bir hüzün içinde.” Ayrıca hastane yönetimi ve personeli cenazeye katılmak için Rabvah’a kadar da gelmişti.

Dr . Beyin şehadeti haberi sosyal ve yazılı medyada da yer aldı.

Bir polis komiseri yardımcısı bir paylaşımında şöyle yazdı. Bunlar yazmak dışında bir şey yapmazlar, çünkü Mollalarla karşı karşıya gelmeye veya aleyhinde söz söylemeye cesaretleri yok. Yine de kadın olmasına rağman sosyal medya paylaşımında cesurca şöyle yazdı: “Dr. Mahmud, fakirlerin Mesih’i gibiydi. En iyi tip uzmanlarından biriydi. Fakirlere bazen pahalı tahlilleri bile ücretsiz yaptırırdı. İlçede neredeyse her aileden birileri ondan tedavi almıştır.” Bu hanım efendi Ahmedi değil ama Dr. Bey’i övüyor.

Şöyle devam eder: Dr. Bey çoğu zaman ücretsiz tedavi yapardı ve bu gerçekten çok büyük bir iştir. Ben bunun değerini daha iyi anlıyorum çünkü ben de bir doktorum. Doktor bey başka bir yere, başka bir ülkeye gitseydi çok para kazanabilirdi ve rahat bir hayat sürebilirdi. Ama o, burada Sargodha’da insanlığa hizmet etmeyi tercih etti. Diyorlar ki, bugün ilk kez, kişisel bir bağım olmayan, sadece insanlık bağı olan birinin vefatına gözyaşlarıyla ağladım. Bu kişinin Allah’ın kullarına çok büyük iyilikleri dokunmuştu.

Soracaksınız, suçu neydi? Söyleyeyim: “Suçu” Ahmedi olmaktı.

Başka bir doktor da şöyle yazmış: Doktor bey, Sargodha’da ilk PRCP (Fellow of the College of Physicians and Surgeons) yapmış tıbbi uzmandı. Bu kadar yetkin ve kıdemli olmasına rağmen, bugün bile Sargodha’da en düşük ücretle işlem yapan doktordu. İnancı farklı olduğu için öldürüldü.

Bu ülkede hiç mi hukuk yok?

Bir özel kanalın gazeteci sunucusu şöyle yazdı:
“Bu son derece üzücü ve kınanması gereken vahşet karşısında söyleyecek söz bulamıyorum.”

Bir başka gazeteci yazdı:
“Artık yeter! Pakistan’ı kurtarmak için radikal grupları ve örgütleri durdurmak gerekiyor. Temel insan haklarına ve Ahmedilere yönelik bu tür faaliyetleri engellemek için aşırılıkçı örgütlerin yasaklanması şart.”

 Ancak sözde dinî otoritelerin korkusu o kadar büyük ki, hükümet bile çaresiz durumda. Hukuk uygulayıcı kurumlar da çaresiz, mahkemeler bile acizdir.”

Allah-u Teâlâ artık en kısa zamanda o zalimleri yakalayıp cezalandırsın.
Ve bu ülkeyi kurtarmak için, onlardan kurtulmak artık şart olmuştur. Çünkü bu sözde din adamları, gerçekte teröristtirler ve dinin adını kullanarak terör estirmektedirler.
Bu kişiler, ülkeyi yok etmeye kararlıdır ve her yerde, kim onların karşısında duruyorsa ona saldırmaktadırlar.

Her ne olursa olsun, bizim feryadlarımız ve yakarışlarımız Allah-u Teâlâ’yadır ve biz de O’nun hakkını layıkıyla yerine getirmeye çalışmalıyız.

Allah-u Teâlâ şehit olan merhumun derecelerini yüceltsin, yakınlarına sabır ve metanet versin. Özellikle yaşlı annesinin yüreğindeki acıyı hafifletsin.
Eşini ve çocuklarını da Allah-u Teâlâ kendi koruması ve güvencesi altına alsın.

Önceki

16.05.2025 – Bazı seriyyeler ışığında Hz. Resulüllah’ın (sav) yüce sireti. Ayrıca iki merhumun hayırlı zikri

Sonraki

Son Dakika: “Küfür Tek Bir Millet Haline Geldi, Müslümanların da Tek Bir Ümmet Olması Gerekiyor”