Emir’ül Müminin 5. Halifetü’l Mesih hazretleri, 28 Kasım 2025 (28 Nübüvvet 1404 Hicri Şemsi) tarihinde Mübarek Camii, İslamabad, Tilford, İngiltere’de bir Cuma hutbesi irad etti. Bu hutbe, MTA televizyonu aracılığıyla tüm dünyaya yayınlandı. Teşehhüd, Teavvuz ve Fatiha suresinin okunmasından sonra Huzur-i Enver şöyle buyurdu:
Bugün, Tebük Seferi’ne ait bazı diğer detayları anlatacağım.
Belirtildiği gibi, bazı münafıklar Gazveye katılmaktan kaçınmış ve çeşitli mazeretler ileri sürmüşlerdi. Ancak Peygamber Efendimizin Medine’ye teşriflerinden sonra bile, münafıkların sefere katılmama nedenleri olarak ileri sürdükleri mazeretler ve bahanelerden bahsedilmektedir. Hatta Kur’an-ı Kerim’de de bundan bahsedilir.
Peygamber Efendimizin sünneti şuydu ki; seferden Medine’ye döndüğünde, ilk olarak Mescid’e varır ve iki rekat namaz kılardı. Bu nedenle, Nafile namazlardan sonra Mescid’de oturup dinlenmeye başladı. İnsanlar da onunla buluşmak ve onu görmek için gelmeye başladılar. Aynı şekilde, iman zayıflığı ve nifak sebebiyle sefere katılmayanlar da gelmeye başladılar. Siyer yazarları, bu kişilerin sayısının yaklaşık seksen olduğunu yazarlar, ancak bazı rivayetlere göre bu sayı daha da fazladır. Resulullah (s.a.v.) onların sözde mazeretlerini kabul etti, onlardan Biat aldı ve onlar için mağfiret diledi. Onların iç dünyasını ise Allah’a havale etti.
Ancak bu münafıkların bu suçu affedilemez nitelikteydi. Bu nedenle, Allah Teâlâ vahiy yoluyla Peygamber Efendimize bildirdi ki, bu kişiler öyle necis (kirli, pis) kimselerdir ki, artık Allah onlardan razı olmayacaktır. İşte bu kişilere dair Allah-u Teâlâ, Tevbe Suresi’nde haber vermiştir.
Allah Teâlâ, Tebük Savaşı’ndan geri kalanlar hakkındaki şiddetli hoşnutsuzluğunu ifade etti. Bu kişileri fâsık (yoldan çıkmış, günahkâr) ilan etti. Ayrıca, Hz. Peygamber’i (s.a.v.) onların cenaze namazlarını kılmaktan ve mezarları başında dua etmekten men etti. Bununla birlikte, bu kişilerin gelecekte hiçbir hareketin parçası olamayacaklarına ve hiçbir savaşa katılamayacaklarına dair bir yasak da konuldu.
Huzur-u Enver, Tebük Savaşı’ndan geri kalanların dört tür insan olduğunu buyurdu:
Birinci grup: Hz. Resûlullah’ın (s.a.v.) emri üzerine bir görevi yerine getirmek için geride kalan şanslı kişilerdi. Hazret Ali (r.a.), İbn-i Ümm-i Mektûm (r.a.) ve Muhammed bin Mesleme (r.a.) gibi isimler buna örnektir.
İkinci grup: Mazeretli, hasta, zayıf veya çok fakir olup binek temin etme imkânı olmayan kişilerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu kişiler hakkında, “Onlar her yerde bizimle birlikteydiler,” buyurmuştur.
Üçüncü grup: Münafıklar olup, karakterleri şiddetle kınanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de onlar için ebedî bir hoşnutsuzluk ve ağır bir ceza (vaîd) hükmü indirilmiştir.
Dördüncü grup: Sadece tembellik nedeniyle sefere katılmayan ve geride kalan kişilerdi. Bu grupta bilhassa üç Sahabe (r.a.) zikredilmeye değerdir: Hazret Ka’b bin Mâlik (r.a.), Hazret Murâre bin Rebî’ (r.a.) ve Hazret Hilâl bin Ümeyye (r.a.).
Bu üç Sahabe (r.a.) hakkında Kur’an-ı Kerim’de ayet de nazil olmuştur. Huzur-u Enver şöyle buyurdu: “عَلَی الثَّلٰثَۃِ الَّذِیۡنَ خُلِّفُوۡا” yani geride kalan üç kişi ifadesi kullanılanların olayının detayının şöyle anlatıldı. Buhari’deki bir rivayette Hazret Ka’b bin Mâlik (r.a.) bu olayın tamamını bizzat kendisi anlatmıştır.
Nitekim o şöyle anlatır: ” Tebük Gazvesi hariç, Hz. Resûlullah’ın katıldığı hiçbir Gazve’den, geri kalmadım.”
Tebük Gazvesi ile ilgili durumunu şöyle beyan ediyor:
“Resûlullah (s.a.v.) sefere hazırlanmaya başladı ve onunla birlikte Müslümanlar da hazırlandı. Ben de sabah erkenden giderdim ki, onlarla birlikte yolculuk malzemelerimi hazırlayayım. Niyetim kesindi. (Ancak) geri dönerdim ve hiçbir şey yapmamış olurdum, çünkü tembellik vardı, hazırlık yapılamıyordu. Kendi kendime, ‘Yarın yaparım, hazırlık yapabilirim,’ derdim. Bu düşünce beni kararsızlık içinde bıraktı. Nihayetinde insanlar sefere çıkmak için acele etmeye başladılar ve hz. Resûlullah (s.a.v.) bir sabah yola çıktı, Müslümanlar da onunla birlikte yola çıktılar. Ben ise yolculuk hazırlıklarımdan hiçbirini tamamlayamamıştım.
Düşündüm ki, onun gidişinden bir veya iki gün sonra hazırlığımı tamamlar ve sonra onlara yetişirim. Onlar gittikten sonraki ikinci sabah dışarı çıktım ki, eşyalarımı hazırlayayım; fakat sonra geri döndüm ve yine hiçbir şey yapmadım. Bu durum devam etti, öyle ki, hızla yol alan ordu çok uzağa gitmişti.”
Resûlullah (s.a.v.) gittikten sonra ne zaman insanların arasına çıksam ve onların arasında dolaşsam, bu durum beni üzerdi; çünkü sadece münafıklık ile itham edilen kişileri ya da özürlü zayıf kimseleri görürdüm.
Hz. Ka’b bin Mâlik (r.a.) anlatırdı: “Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geri döndüğüne dair haber bana ulaştığında, endişelendim ve yarın onun huzurunda hangi sözlerle onun hoşnutsuzluğundan kurtulabileceğime dair yalan şeyler düşünmeye başladım.”
“Ancak, ‘Resûlullah (s.a.v.) geldi,’ denildiğinde, kalbimdeki bütün asılsız düşünceler buharlaşıp uçtu ve anladım ki, içinde yalan olan bir sözle onun öfkesinden asla kurtulamam. Bu nedenle, ona doğruyu söylemeye kesin karar verdim.”
Hz. Resûlullah (s.a.v.) teşrif edince, geride kalan kişiler onun yanına geldiler; özür dilemeye ve yemin etmeye başladılar. Bu kişiler seksenin biraz üzerindeydi. Hz. Resûlullah (s.a.v.) onların zahiri (görünürdeki) mazeretlerini kabul etti ve onlardan Biat aldı.
Sonra ben Peygamber Efendimizin yanına geldim. Kendisine selam verdiğimde, o kızgın bir kişinin gülümsemesi gibi gülümsedi. Sonra ‘İleri gel,’ buyurdu. Ben de yürüyerek geldim ve onun huzurunda oturdum.
O bana, ‘Seni geride tutan neydi? Sen binek satın almamış mıydın?’ diye sordu.
Ben de şöyle cevap verdim: ‘Evet, Allah’a yemin ederim ki! Ben öyle bir durumdayım ki, eğer dünya insanlarından Sizin dışınızdaki herhangi birinin yanında oturuyor olsaydım, inanıyorum ki, mazeret beyan ederek onun hoşnutsuzluğundan mutlaka kurtulabilirdim.
Bana güzel konuşma yeteneği verilmiştir, ancak Allah’a yemin ederim ki! Eğer bugün size, benim durumumdan razı olacağınız yalan bir söz söylersem, Allah yakında sizi bana karşı mutlaka kızdıracaktır. Eğer size doğruyu söylersem, bu yüzden bana kızacak olsanız bile, ben bu durumda Allah’ın affını umuyorum.”
(Sonra) dedi ki: ‘Allah’a yemin ederim ki! Benim için hiçbir mazeret yoktu. Allah’a yemin ederim ki! Geride kaldığım o zamanda olduğum kadar, hiçbir zaman bu denli güçlü ve varlıklı (müreffeh) olmamıştım.’
Hz. Resûlullah (s.a.v.) bunu işittikten sonra şöyle buyurdu: “Bu kişi gerçekten doğruyu söyledi. Kalk ve git, ta ki Allah senin hakkında bir karar verene kadar, bekle.”
“Sonra onlara (oradakilere) sordum: ‘Benimle birlikte, Peygamber Efendimize bu tür bir itirafta bulunan başka biri var mı?’ Onlar, ‘Evet, iki kişi daha var. Onlar da senin söylediğini söylediler ve onlara da sana verilen cevap verildi,’ dediler. Ben de, ‘Onlar kimler?’ diye sordum. Onlar da, ‘Murâra bin Rebî’ el-Amrî ve Hilâl bin Ümeyye’ dediler.”
Hazret Ka’b (r.a.) şöyle anlatır: “Bu esnada, Medine çarşısında yürürken ne göreyim; Şam ahalisinden, Medine’ye tahıl getirip satmak için gelmiş bir Nabati, ‘Ka’b bin Mâlik’i kim bana gösterir?’ diye soruyordu. Bunu duyanlar beni işaretle ona gösterdiler. O yanıma geldiğinde, bana Gassan Kralı’ndan bir mektup getirdi. Mektubun içeriği şuydu:
‘Bana, arkadaşının sana karşı sert davrandığı ve seni tek başına, ayrı tutarak bıraktığı haberi ulaştı. Allah seni, zillete düşeceğin ve zayi edileceğin bir evde yaratmadı. Bize gel ve katıl, biz sana iyi bir misafirperverlik (ağırlama) gösteririz.’
Bu mektubu okuduğumda, ‘Bu da başka bir imtihandır,’ dedim. Mektubu alarak bir fırına gittim ve onu fırının içine atıp yaktım.”
Hazret Ka’b (r.a.) şöyle der: “Elli geceden kırk gece geçtikten sonra, Resûlullah’ın (s.a.v.) elçisinin bana geldiğini gördüm. Dedi ki: ‘Resûlullah (s.a.v.) sana, hanımından ayrı kalmanı emrediyor!’ Ben de, ‘Onu boşayayım mı, yoksa ne yapayım?’ diye sordum. O da, ‘Ondan ayrı kal ve ona yaklaşma,’ dedi. Resûlullah (s.a.v.) benim diğer iki arkadaşıma da aynısını buyurmuştu.”
“Elli birinci gecenin sabahı, Sabah namazını kıldığımda, o sırada evlerimin çatılarından birinin üzerinde bulunuyordum. Ben, Allah’ın Kur’an’da bahsettiği durumdaydım; yani canım bana dar gelmişti ve yeryüzü genişliğine rağmen bana dar gelmişti. Bu esnada, Sel’a Dağı’na çıkıp yüksek sesle bağıran bir sesin şöyle nida ettiğini işittim: ‘Ey Ka’b bin Mâlik! Sana müjde olsun!’ Ben bunu duyar duymaz secdeye kapandım ve sıkıntının kalktığını anladım.
Resûlullah (s.a.v.), Sabah namazını kıldıktan hemen sonra duyurmuştu ki: ‘Allah lütuf göstererek bizim hatamızı bağışladı.’ Bunu duyan herkes bize müjde vermeye koştu ve benim diğer iki arkadaşıma da müjdeciler gitti.”
Hazret Ka’b (r.a.) anlatırdı: “Nihayet Mescid’e ulaştım. Hz. Resûlullah’a (s.a.v.) ‘Esselamu aleyküm’ dediğimde, yüzü sevinçle parlıyordu. Buyurdu ki: ‘Müjdeler olsun! Annenin seni doğurduğu günden bu yana yaşadığın günler içinde, üzerinden geçen günlerin en hayırlı ve en mutlu günü sana müjde olsun!’
Ben de sordum: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bu müjde Sizin tarafınızdan mıdır, yoksa Allah tarafından mıdır?’ O şöyle buyurdu: ‘Hayır! Bilakis, Allah tarafından gelmiştir.’
Huzur-i Enver, Hutbenin ikinci bölümünde üç merhumdan hayırla bahsetti ve onların Gıyabi Cenaze Namazlarının kıldırılacağını ilan etti.
Merhumlardan ilki, Hafız Muhammed İbrahim Âbid Sahib’tir. Kendisi bir Mürebbi Silsile idi ve geçtiğimiz günlerde yetmiş iki yaşında vefat etti. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
1967 yılında, 3. Halifetü’l Mesih hazretlerinin elinden Biat ederek Cemaate dâhil oldu. Merhum, doğuştan görme engelli idi. 1967 yılında Camia Ahmediyye’de eğitimini başladı ve 1977 yılında buradan Şahid derecesiyle mezun oldu ve Arapça Fâzıl sınavını da geçti. 3. Halifetü’l Mesih hazretlerinin (rh.) ona karşı özel bir şefkati vardı ve bu sayede Camia’ya kabul edilmişti. Yaklaşık kırk yedi yıl boyunca hizmet etme fırsatı buldu. Hilafet’e karşı çok derin bir sevgi bağı vardı. Geride kalanlar arasında eşi, iki oğlu ve dört kızı bulunmaktadır.
İkinci zikir, Liberya’dan Şeyh Ebubekir George Sahib, Muallim Silsile hakkındadır. O da geçtiğimiz günlerde, kısa bir rahatsızlığın ardından, yetmiş yaşında vefat etti. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
Kendisi 1980 yılında Sierra Leone’de Biat ederek Cemaat’e katılmıştı. Dünyevi açıdan oldukça varlıklı ve iyi durumdaydı. Emekli olduktan sonra, Allah-u Teâlâ onun kalbinde din hizmetine karşı olağanüstü bir şevk uyandırdı. Her ne kadar Vakıf-ı Zindigi (ömrünü dine adayan) olmasa da, fiilen ömrünü adayanlardan bile daha üstün bir tavır sergiledi. Geride kalanlar arasında iki eşi, üç oğlu ve iki kızı bulunmaktadır.
Üçüncü zikir, Liberya’dan Dr. Fazal Mahmud Bhanu Sahib’in eşi olan Samina Bhanu Sahibe hakkındadır. O da geçtiğimiz günlerde vefat etmiştir. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
Merhume, Hz. Mesih-i Mev’ud’un (a.s.) Sahabesi hz. Mevlana Abdurrahim Dard Sahib’in (r.a.) torunuydu. Rabwah’ta lisans eğitimini tamamladıktan sonra, Lahor’daki Pencap Üniversitesi’nden Arapça alanında Yüksek lisans yaptı. Afrika’da, ömrünü dine adayan Vakıf-ı Zindigi kocasıyla birlikte, her türlü zorluğa göğüs gererek, yaklaşık otuz beş yıllık bir süreyi büyük bir cesaretle geçirdi ve her durumda sebatkâr kaldı. Hayatın her aşamasında, adanmışlığın gerekliliklerini gönül hoşluğuyla ve tam bir neşe ile yerine getirdi. Geride kalanlar arasında kocası ve bir kızı bulunmaktadır.
Huzur-i Enver, tüm merhumların mağfireti ve derecelerinin yükseltilmesi için dua etti.










