5. Halifetü’l Mesih Hazretleri (Allah yardımcısı olsun) 6 Aralık 2024’te Mübarek Camisinde Cuma Hutbesi verdi. Hutbe çeşitli dillerde tercüme ile MTA televizyonunda canlı olarak yayınlandı. Huzur-i Enver (aba) Teşehhüd ve Fatiha Suresini okuduktan sonra şöyle dedi:
Hudeybiye anlaşmasını anlatmaya devam ediyorum. Hudeybiye anlaşması hakkında hz. Mirza Beşir Ahmed (ra) şöyle yazdı:
Anlaşmalarda, daha sonra önemli sonuçlara yol açan eksikliklerin gözden kaçması gayet olağan bir şeydir. Aynı şekilde, Hudeybiye Antlaşması’nda da bir eksiklik gözden kaçmıştı. Müslüman erkeklerin geri dönüşü açıkça belirtilmesine rağmen, Mekke halkından İslam’ı kabul edip Müslümanlara katılacak kadınlardan bahsedilmemişti. Ancak kısa süre sonra, bu tür durumlar ortaya çıkmaya başladı ve Mekke halkı da bunun farkına vardı. Bu anlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra, bazı Müslüman kadınlar, kafirlerin elinden kaçıp Medine’ye ulaşmayı başardı. Bunların arasında, ölmüş bir putperest lider olan Ukbe bin Ebi Muayt’in kızı Ümmü Külsum da vardı.
O, anne tarafından Hz. Osman bin Affan’ın da kız kardeşiydi. Ümmü Külsüm, takdire şayan bir cesaretle yürüyerek Medine’ye ulaştı ve Peygamber Efendimiz’in huzuruna çıkıp İslam’ı kabul ettiğini beyan etti. Ancak, iki yakın akrabası da onu yakalamak ve geri dönmesini talep etmek için peşinden geldi. Bu kişiler, antlaşmada “recül” yani “erkek” kelimesinin kullanılmasına rağmen, anlaşmanın aslında genel olduğunu ve hem erkekleri hem de kadınları eşit şekilde kapsadığını iddia ettiler. Ancak Ümmü Külsüm, antlaşmanın sözlerine ek olarak, kadınların daha zayıf bir cinsiyete ait olması nedeniyle kadınlar için bir istisna talep etti. Ayrıca, erkeklere kıyasla erkeklere tabi bir konumda olduğunu, bu nedenle geri gönderilmesinin manevi ölüme atılmak ve böylece İslam’dan mahrum bırakılmak anlamına geleceğini söyledi. Bu nedenle, kadınları bu belirtilen anlaşmadan muaf tutmak anlaşmaya tamamen uygun olmakla birlikte, aynı zamanda mantıksal olarak adalete daha yakındı ve durum bunu gerekti. Bu nedenle, Peygamber Efendimiz doğal ve adil bir şekilde Ümmü Külsüm lehine hüküm verdi ve akrabalarını geri gönderdi. Ayrıca, Allah-u Teala da bu kararı destekledi. Nitekim, o günlerde Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti indirildi: “İman eden kadınlar size gelip sığındıklarında onların durumunu inceleyin, eğer iffetli ve samimi olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin, o kadınlar evli ise kâfir kocalarına mehirlerini iade edin.” Bundan sonra, her hangi bir kadın Mekke’den ayrılıp Medine’ye geldiğinde, iyice incelenir ve niyeti ile samimiyeti iyice değerlendirilirdi. Sonra, iyi niyetli ve samimi olduğu ve hicretin arkasında maddi veya kişisel bir amaç olmadığı kanıtlanan kadınlar Medine’de tutulurdu. Ancak, evli olan kadınların mehirleri kocalarına ödenirdi. Bundan sonra Müslümanlar arasında evlenmekte özgürdüler.
Hudaybiye Anlaşması’nın şartlarından biri, Kureyş’ten birisi Müslüman olup Medine’ye gelirse, Medinelilerin ona koruma sağlamaması ve onu Mekke’ye geri göndermeleriydi. Buna karşın, bir Müslüman İslam’ı terk edip Mekke’ye giderse, Mekkeliler onu geri göndermeyecekti. Bu şart ilk başta Müslümanlar için bir aşağılanma gibi görünüyordu. Bu nedenle birçok Müslüman, Hz. Ömer (ra) gibi saygıdeğer ve anlayışlı bir sahabe dahi o dönemin duygusal durumunda bu şarttan dolayı çok rahatsız ve huzursuzdu. Ancak kısa süre sonra, bu şartın aslında Kureyş için bir zayıflık, Müslümanlar için ise bir güç kaynağı olduğu kanıtlandı. Tıpkı Peygamber Efendimiz’in başlangıçta söylediği gibi, bir Müslüman mürted olup Medine’den ayrılırsa, o aslında kesilmesi daha iyi olan çürük bir uzuv gibiydi. Ancak buna kıyasla, birisi samimi bir şekilde Müslüman olup Mekke’yi terk ederse, Medine’de yer bulsun veya bulmasın, yaşadığı yere bakılmaksızin İslam’ı güçlendirecek bir araca dönüşecek ve nihayetinde Allah onun kurtuluşu için bir yol açacaktı.
Bu bakış açısı çok çabuk doğru çıktı. Çünkü Peygamber Efendimiz’in Medine’ye dönüşünden çok geçmeden, Mekke’de yaşayan ve Benî Zuhrah’ın müttefiki olan Ebû Besir Utbah bin Usaid Sakafî adında bir adam Müslüman oldu ve Kureyş’ten kaçarak Medine’ye sığındı. Mekke Kureyşlileri, peşine iki adam göndererek Peygamber Efendimiz’den, anlaşma şartlarına göre Ebû Besir’i teslim etmesini istediler. Peygamber Efendimiz, Ebû Besir’i çağırdı ve geri dönmesini emretti.
Ebû Besir şöyle dedi: “Ben Müslümanım, bu insanlar Mekke’de bana eziyet edecekler ve beni İslam’ı inkar etmeye zorlayacaklar.”
Peygamber Efendimiz dedi ki: “Biz anlaşmayla bağlıyız. Onun için seni burada tutamayız. Eğer Allah için sabredersen, O sana bir yol açacaktır. Anlaşmadan dolayı elimiz kolumuz bağlıdır. Anlaşmaya aykırı hareket edemeyiz.”
Çaresiz kalan Ebû Besir, bu insanlarla geri dönmek için ayrıldı, ancak Mekke’ye vardığında kendisine birçok zulüm yapılacağından ve İslam gibi bir nimeti gizlemek zorunda kalacağından, hatta belki de zulüm yüzünden İslam’ı terk etmek zorunda kalacağından çok korkuyordu. Bu nedenle, bu grup, Mekke yolunda Medine’ye birkaç mil uzaklıkta bulunan Zülhuleyfe’ye ulaştığında, doğru fırsatı buldu ve grubun lideri olan görevlilerin birini öldürmeyi başardı. Diğerini de hedef almıştı, ancak o öyle fevri bir şekilde kaçtı ki Medine’ye Ebû Besir’den önce ulaştı. Arkasından Ebû Besir de Medine’ye ulaştı. Bu kişi Medine’ye vardığında Peygamber Efendimiz Mescid’deydi. Korkulu halini görünce Peygamber Efendimiz, “Sanki bir korku veya dehşet içinde kalmış gibi görünüyorsun.” dedi. Nefes nefese ve titreyerek Peygamber Efendimiz’e, “Yoldaşım öldürüldü ve ben de sanki ölümün kenarındayım.” dedi.
Peygamber Efendimiz (sav) bu durumu duyunca onu teselli etti. Bu arada, elinde kılıç Ebû Besir de oraya ulaştı ve geldiği anda Peygamber Efendimiz’e (sav) şöyle arz etti: “Ey Allah’ın Resûlü! Beni Kureyş’e teslim ettin ve artık görevin yerine getirildi. Ancak Allah beni zalim bir halktan kurtardı ve artık benim üzerimde bir sorumluluğun yok.”
Peygamber Efendimiz (sav) kendiliğinden şöyle dedi:
“وَيْل ُ اُمِّه ٖ مِسْعَر َ حَرْب ٍ لَو ْ كَان َ لَه ٗ اَحَد”
Kureyşli görevlinin Mekke’ye değil de Medine’ye kaçması, kalbinde Medine’nin kendisi için güvenli bir yer olduğuna ve Peygamber Efendimiz’in (sav) her durumda onu koruyacağına ve anlaşmanın asla bozulmayacağına emin olduğunu gösteriyor.
ٌ وَیْل ُ اُمِّه ٖ مِسْعَر َ حَرْب ٍ لَو ْ كَان َ لَه ٗ اَحَد
“Vay haline! (Araplar bu ifadeyi birini kınamak veya şaşkınlık belirtmek için kullanırlar) Bu adam savaş ateşini körüklüyor. Keşke onu kontrol edecek biri olsaydı.” Ebû Besir bu sözleri duyunca, her durumda Peygamber Efendimiz’in (sav) anlaşma gereği kendisini geri göndermesini emredeceğini anladı. Bu konuda Buhari’nin rivayeti şöyledir:
“Felemma semi’e zalike arafe annahû seyürudduhû ileyhim” (Ebû Besir bunu duyunca, onu onlara geri göndereceğini anladı.)
Bunun üzerine oradan sessizce ayrıldı ve hem cismani hem de ruhani ölümünü öngördüğü Mekke’ye gitmek yerine Kızıldeniz kıyılarına doğru Sîfülbahr’a ulaştı. Mekke’nin diğer zayıf ve gizli Müslümanları, Ebû Besir’in ayrı bir yerleşim yeri kurduğunu öğrenince yavaş yavaş Mekke’yi terk etmeye başladılar ve Sîfülbahr’a ulaştılar. Bunlar arasında Mekke ileri gelenlerinden Süheyl bin Amr’ın oğlu ve Peygamber Efendimiz’in (sav) Hudeybiye’den geri gönderdiği Ebu Cendel de vardı. Yavaş yavaş bu insanlar sayıca yaklaşık 70’e, bazı rivayetlere göre ise 300’e ulaştı. Bu şekilde sanki Medine’ye ek olarak dini açıdan Peygamber Efendimiz’in (sav) denetiminde ancak yönetim açısından ayrı ve bağımsız ikinci bir İslamî devlet ortaya çıkmış gibiydi. Bir yandan Hicaz bölgesinde bağımsız bir siyasi sistemin varlığı Kureyş için tehlikeli bir durumdu, diğer yandan Sîfülbahr Muhacirleri ise Mekke’li Kureyş tarafından derinden yaralanmıştı. Bu nedenle, kısa bir süre sonra Sîfülbahr Muhacirleri ile Mekke Kureyşlileri arasındaki ilişkiler neredeyse Medine Muhacirleri ile Mekke Kureyşlileri arasındaki ilk başlarda var olan ilişkiye tamamen benzer bir hal aldı.
Ayrıca, Sîfülbahr, Medine’den Suriye’ye giden yolun çok yakınında olduğundan, Kureyş kervanları ile bu Muhacirler arasında çatışmalar yaşanmaya başladı. Bu yeni savaş, Kureyş için çok tehlikeli bir hal aldı. Birincisi, Kureyş son savaştan sonra çok zayıflamıştı ve ikincisi, sayıları önemli ölçüde azalmıştı. Ayrıca, onlara kıyasla, Ebû Besir ve Ebu Cendel gibi ateşli sahabeler tarafından yönetilen Sîfülbahr İslam Devleti, taze iman heyecanı ve kendilerine yapılan zulümlerin acı hatıralarından doğan ve karşısında durulamayan bir güçle doluydu. Nitekim, kısa bir süre sonra Kureyş usanıp Ebû Besir’in partisinin saldırılarından bunalarak, bir heyet aracılığıyla Peygamber Efendimiz’e gelip akrabalık bağları nedeniyle Sîfülbahr Muhacirlerini Medine’ye çağırıp siyasi sisteminin bir parçası yapmasını rica ettiler. Ayrıca bununla birlikte, Hudeybiye Antlaşması’nın “Mekke’nin yeni Müslümanlarına Medine’de koruma sağlanmayacaktır” hükmünden de kendiliğinden feragat ettiler. Peygamber Efendimiz bu isteği kabul etti ve Ebû Besir ve Ebu Cendel’e, Kureyş’in kendiliğinden antlaşmayı düzelttiği için artık Medine’ye gelebileceklerini bildiren bir mektup gönderdi. Peygamber Efendimiz’in elçisi Sîfülbahr’a ulaştığında, Ebû Besir hasta ve yataktaydı ve gitgide gücünü kaybediyordu. Ebû Besir, Peygamber Efendimiz’in mübarek mektubunu büyük bir sevgiyle tuttu ve kısa süre sonra bu halde vefat etti. Bundan sonra, Ebu Cendel ve arkadaşları cesur ve yiğit liderlerini Sîfülbahr’a defin ettiler ve neşe ve üzüntünün karıştığı buruk duygularla Peygamber Efendimiz’e ulaştılar.
Bir yandan bu olayın kahramanı ve cesur lideri Ebû Besir’in Peygamber Efendimizi selamlamaktan mahrum kalmasının üzüntüsü vardır; öbür yandan onlar Peygamber Efendimizin huzuruna ererek kana susamış Kureyş saldırılarından kurtulmaları nedeniyle sevinç içindeydiler. Ebû Besir ve arkadaşlarının bu anlamlı faaliyetleri, Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra aylar boyunca süren bir dönemi kapsayarak devam etti.
(Bu dönemde başka olaylar da yaşandı fakat Hudeybiye Antlaşması ile ilgili anlatıların bir arada sunulması amacıyla bu olayı antlaşmayla birlikte zikrettik.)
Hudeybiye Antlaşması ile İlgili Hristiyan Tarihçilerin İki İddiası
Peygamber Efendimizin hayatında Hristiyan tarihçilerin itiraz etmeden bıraktığı belki de tek bir önemli olay yoktur ve Hudeybiye Antlaşması da bunun dışında değildir. Hristiyan yazarlar önemsiz ve saçma sayılabilecek çeşitli iddiaları bir kenara bırakırsak, Hudeybiye Antlaşması ile ilgili olarak iki ana itiraz öne sürmüşlerdir:
- Birinci itiraz, Peygamber Efendimizin kadınları Hudeybiye Antlaşması şartlarının dışında tutmasının, anlaşma şartlarının erkek ve kadınları birlikte kapsayan genel ifadesi ışığında uygunsuz olduğu yönündedir.
- İkinci itiraz, Ebû Besir’in hikayesiyle bağlantılı olarak, Peygamber Efendimizin, Ebû Besir’e Mekke’ye dönmek yerine ayrı bir grup kurup bağımsız bir şekilde hareket etmesi gerektiğini söyleyerek anlaşmanın ruhunu zedelediği yönündedir. Bu nedenle, Peygamber Efendimizin bu davranışının anlaşmaya aykırı olduğunu iddia ederler.
Bu iddialara karşı öncelikle anlaşmanın Mekke Kureyşi ile yapıldığını hatırlamak gerekir. Mekke Kureyşi, Peygamber Efendimiz ile en başından beri savaş halinde olan bir topluluktu. Ayrıca en küçük bir konuyu bile eleştirip itiraz etme alışkanlıkları vardı. Üstelik onlar uzak bir yabancı halk değil, aksine Peygamber Efendimizin tüm durumlarından haberdar olan kendi halkıydı.
Ayrıca, anlaşma şartlarının tüm detayları ve tam geçmişi de gözlerinin önündeydi. Dolayısıyla, bu anlaşmaya taraf olan Mekke Kureyşi, Peygamber Efendimizin bu hareketine itiraz etmediği ve anlaşmaya aykırı görmediği halde, 1300 yıl sonra anlaşmanın geçmişi hakkında tam olarak bilgi sahibi olmayan ve birçok ince detayına vakıf olmayan insanlar nasıl itiraz etme hakkına sahip olabilirler? Bu tamamen mantıksızdır, çünkü bu durumdan fiilen etkilenenler bile buna karşı ses yükseltmediler ve sessiz kaldılar. Ama gelin görün ki 1300 yıl sonra gelenler kalkıp büyük bir gürültü koparırlar.
Oysa, Kur’an, Hadis ve Arap tarihi, Mekke müşriklerinin ve Arabistan’ın diğer müşriklerinin Peygamber Efendimiz’e ve İslamiyet’e yönelttiği itirazlara oldukça geniş yer vermişti, ancak Müslümanların Hudeybiye Antlaşması’na aykırı davrandığına dair en ufak bir ipucu bile yoktur.
Ayrıca, en güvenilir şahitliklerle kanıtlandığı üzere, Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Peygamber Efendimiz, Roma İmparatoru’na İslam’a davet mektubu gönderdiğinde, Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan bin Harb de Suriye’deydi. Roma Valisi Herakleios onu sarayına çağırdı ve Peygamber Efendimiz hakkında bazı sorular sordu. Bunların arasında, “Bu peygamberlik iddiasında bulunan adamınız hiç bir anlaşmayı bozdu mu?” sorusu da vardı. Bu soruya, o zamanlar kafirlerin başı ve İslam’ın en şiddetli düşmanlarından biri olan Ebu Süfyan’ın söylediği sözler şunlardı:
“Hayır, Muhammed, sözleşmeleri konusunda asla hainlik yapmadı. Ancak şu sıralar onunla bir ateşkes içindeyiz, ancak bu anlaşmanın bitimine kadar ne yapacağını bilmiyorum. Ebu Süfyan, bu diyalogun tamamı boyunca, Herakleios’un kalbinde Peygamber Efendimiz’e karşı olası bir şüphe yaratmak için bu cümleden başka bir şey söyleyemediğini açıkladı.”
Ebu Süfyan ve Herakleios arasındaki bu diyalog, Hudeybiye Antlaşması’ndan hemen sonra gerçekleşmiş olamaz. Daha ziyade, Peygamber Efendimizin Roma İmparatoru’na İslam’a davet mektubu hazırlaması, mektubun Herakleios’a ulaşması, Herakleios’un saray meclisinin toplanması, Ebu Süfyan’ın bulunması ve saraya çağrılması vb. işlemler için bir süre geçmiş olmalıdır. Bu zamana kadar Ebu Besir’in Medine’ye kaçışı ve Ümmü Külsüm ile diğer Müslüman kadınların Mekke’yi terk edip Medine’ye ulaşması olayları dahi yaşanmış olabilir. Bu yüzden tüm tarihçiler önce Ebu Besir ve Ümmü Kültüm olayını, sonra da Roma İmparatoru’na mektup olayını anlatmaktadır. Ancak buna rağmen Ebu Süfyan, Peygamber Efendimizi suçlamak için elinde malzeme olması arzusuna rağmen Peygamber Efendimiz hakkında antlaşmayı bozma suçlamasını gündeme getirememiştir. Buna rağmen 1300 yıl sonra doğan eleştirmenler, Peygamber Efendimiz hakkında antlaşmayı bozma suçlamasını yaparken Allah korkusu duymuyorlar. Yazıklar olsun! Bu iddiaların detaylarına inildiğinde bunların nedenli çürük olduğu daha da belirginleşmektedir. Örneğin, birinci iddia, bu antlaşmaya aslında hem erkeklerin hem de kadınların dahil olduğu, fakat Peygamber Efendimiz (haşa) zulüm ederek kadınları muaf saydığı yönündedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu iddia yanlış ve asılsızdır çünkü en güvenilir rivayette geçen anlaşma şartları, metinde açıkça sadece erkeklerin bu anlaşmaya dahil olduğu belirtilmektedir. Kadınlar buna muhatap değildi. Nitekim Sahih Buhari’de geçen anlaşma metni daha önce gördüğümüz gibi şu idi:
لَا یَأْتِیْك َ مِنَّا رَجُل ٌ وَاِن ْ كَان َ عَلی ٰ دِیْنِك َ اِلَّا رَدَدْتَه ٗ اِلَیْنَا
(Bizden size gelen herhangi bir recül (erkek-adam,) Müslüman olsa bile bize geri gönderilecektir.)
Bu açık ve tartışmasız sözler var olduğu halde, aslında antlaşmada hem erkeklerin hem de kadınların kastedildiğini iddia etmek sadece haksızlık değil, aynı zamanda düpedüz sahtekârlıktır.
Eğer bazı tarihsel anlatılarda anlaşma metninde “adam” kelimesinin kullanılmadığı, bunun yerine hem erkekleri hem de kadınları kapsayan genel ifadelerin yer aldığı iddia ediliyorsa, cevaben şunu söyleyebiliriz: Öncelikle, en sahih rivayet tercih edilmelidir. En güvenilir kaynakta “recül/adam” kelimesi kullanılmışsa, o zaman kesinlikle doğru kelime olarak kabul edilmelidir. Ayrıca, tarihsel anlatılarda geçen ifadeler incelendiğinde görüyoruz ki onlar da bizim yaptığımız yorumu destekler. Örneğin, tarih alanındaki en meşhur ve bilinen kitaplardan biri olan İbn Hişam’ın Siret’inde şu ifadelere yer verilmiştir:
ْ مَن ْ اَتی ٰ مُحَمَّدا ً مِن ْ قُرَیْش ٍ بَغَیْر ِ اِذْن ِ وَلِیِّه ٖ رَدَّہ ٗ عَلَیْھِم
“Kim Kureyş’ten velisinden izin almadan Muhammed’e gelirse, Muhammed (sav) onu kendilerine geri gönderecektir.”
Şüphesiz bu Arapça ifadelerde “adam” kelimesi açıkça geçmemektedir. Fakat Arapça diline dair en temel bilgiye sahip olan herkes bilir ki, Arapçada diğer birçok dilin aksine erkeklerle kadınlar için ayrı fiil çekimleri ve zamirler kullanılır. Yukarıda bahsedilen pasajda baştan sona eril fiil çekimleri ve eril zamirler kullanılmıştır. Dolayısıyla, antlaşma dilinin işlenmesi prensibine göre, bu cümlede sadece erkekler kastedilmiştir, erkeklerle kadınlar birlikte değil.
Elbette günlük kullanımda bazen erkek fiil çekimleri hem erkekler hem de kadınlar için kullanılabilir ancak söz konusu cümlenin bu tür bir cümle olmadığı açıktır. Tam tersine, hukuk seviyesinde, hatta daha üst bir seviyede olan bir anlaşmanın cümlesidir. Her bir kelime sıkı bir düşünceden sonra kaleme alınır ve kelimelerin seçimi tarafların karşılıklı sorgulaması ve onayı sonrasında yapılır. Dolayısıyla, böyle bir cümlede en dar ve özel anlam kabul edilmelidir. Bu bakış açısından çıkarılacak sonuç, bu anlaşmada sadece erkeklerin kastedildiği ve kadınların dahil edilmediği olacaktır.
Ayrıca, yukarıda da belirtildiği gibi, daha zayıf cinsiyetten olan ve genellikle kocasının veya erkek akrabalarının merhametine muhtaç olan bir kadını geri göndermek, onu kendi eliyle dinsizlik ve putperestliğe geri atmak anlamına gelir ki bu, sadece merhamet ve şefkat duygularından uzak olmakla kalmaz, eşitlik ve adalete de aykırıdır.
Elbette, bir adamı geri göndermek, Mekke’deki kâfirlerin onu çeşitli işkencelere maruz bırakması riskini taşıyordu ancak yine de bir erkek, erkektir. Sadece daha fazla acıya katlanmakla kalmaz, gerektiği gibi saklanarak veya kaçarak ya da bir ortaklık kurarak vb. kendi kurtuluşu için birçok yol açabilir; ama çaresiz bir kadın ne yapabilir? Böyle durumda, onu zorla İslam’dan mahrum bırakmak demekti hatta ölüm tehlikesi bile vardı. Bu koşullarda, Hz. Peygamber gibi merhametli ve asil birinin çaresiz ve güçsüz Müslüman kadınları zalim kâfirlerin zulümlerine geri göndermesi tamamen imkansızdı. Dolayısıyla, yapılan her şey sadece doğru ve anlaşmaya tamamen uygun olmakla kalmaz, aynı zamanda eşitlik ve adalet, merhamet ve şefkatin sağlam ilkesine göre de tamamen uygun ve doğruydu. Baskı altındaki ve çaresiz kadınları korumak için yapılan bir düzenlemeden bahsederken bile eleştiri dillerini tutmayanlara sadece acınası bir utanç düşer.
İkinci iddia ise Ebu Besir’in hikayesiyle ilgilidir. Ancak biraz düşününce, bu iddianın da tamamen zayıf ve güçsüz olduğu ortaya çıkar. Şüphesiz Hz. Peygamber, Mekke kâfirlerinden Medine’ye kaçan herhangi bir birey, yani herhangi bir adam Müslüman olsa bile geri gönderileceklerini belirten bir anlaşma imzaladı. Ancak soru şu: Hz. Peygamber bu anlaşmaya aykırı mı hareket etti? Asla! Asla! Aksine, Hz. Peygamber (sav) bu anlaşmayı o kadar eksiksiz ve muhteşem bir şekilde yerine getirmiştir ki, dünya buna benzer bir şey gösteremez.
Biraz düşünün: İslam’ın hakikatine ikna olan Ebu Besir, Mekke’den kaçarak Kureyş’in zulümünden kurtulmak ve dinini korumak için gizlice Medine’ye ulaşır. Ancak zalim akrabaları da peşinden gelerek kılıç gücüyle onu İslam’ın hakikatinden zorla döndürmek isterler. Bunun üzerine her iki taraf da Hz. Peygamber’in huzuruna çıkar. Ebu Besir, duygusal bir ses tonuyla ve dehşet içinde Hz. Peygamber’e şöyle der: “Ya Resulallah! Allah bana İslam nimetini bahşetti. Mekke’ye dönersem – bildiğiniz üzere beni keder ve tehlike dolu hayat bekler. Allah rızası için beni geri göndermeyin!” Ancak buna karşılık Ebu Besir’in akrabaları Hz. Peygamber’den, herhangi bir adam Medine’ye gelirse geri gönderileceği şeklindeki anlaşmayı hatırlatarak onu geri vermelerini talep ederler.
Ebu Besir’in hüznü ve Mekke’den gelen görevlilerin öfkesi Hz. Peygamber’in önünde; onun kendi duyguları da kalbini alt üst ediyor; fakat dürüstlük ve doğruluğun timsali olan Hz. Resulüllah (sav), bir kaya gibi ahdine bağlı kalarak ne kadar güzel sözler sarf ediyor:
“Ey Ebu Besir, gerçekten bu insanlarla bir anlaşma yaptık ve bizim dinimizde ahdini bozmak caiz değildir. Bu insanlarla birlikte gitmelisin, eğer sabır ve kararlılıkla İslam’da sebat edersen, Allah senin ve senin gibi diğer çaresiz Müslümanlar için Kendisi bir kurtuluş yolu açacaktır.” Hz. Peygamber’in bu talimatı doğrultusunda Ebu Besir Mekkelilerle birlikte ayrıldı. Geri dönerken, kendisini hapsedenleri fiziken alt ederek tekrar Medine’ye döndüğünde, Hz. Peygamber onu görünce öfkeli bir şekilde şöyle dedi:
“Vay haline! Bu adam savaş ateşini körüklüyor. Keşke onu kontrol edecek biri olsaydı!” Bu sözleri duyunca Ebu Besir, Hz. Peygamber’in onu her halükarda geri göndereceğinden emin oldu ve gizlice Medine’den ayrılıp uzak bir yerde kendisine bir mesken edindi. Şimdi, bu tüm olay adil bir şekilde analiz edilirse, Hz. Peygamber bunun neresinde sorumluydu ve ona karşı ne gibi bir suçlama yapılabilir? Aksine, gerçek şu ki, Hz. Peygamber duygularını bastırarak ahdini yerine getirmiş ve bir kez değil, iki kez Ebu Besir’i geri göndermiştir. Üstelik, Hz. Peygamber onu, dünya tarihinin benzerini gösteremeyeceği kadar görkemli sözlerle geri göndermiştir.
Hz. Peygamber (sav) hem kendi duygularını hem ashabının duygularını hem de Ebu Besir’in duygularını bastırarak her ne pahasına olursa olsun ahdi yerine getirmiştir. Eğer Ebu Besir Mekkelilerden kurtulup başka bir yere gittiyse, Hz. Peygamber’e karşı ne gibi bir suçlama yapılabilir? Anlaşmanın hangi maddesi Hz. Peygamber’i Mekke’den kaçan birini kaçtığı yere kadar gidip onu tutuklayıp geri gönderme zorunluluğu şart koşmuştur? Yazıklar olsun! İslam düşmanları hiçbir konuda İslam’a adil davranmamıştır.
Ayrıca şu itiraz da ileri sürülüyor: Derler ki Hz. Peygamber, Ebu Besir’e Medine’ye dönmesi için bir emir gönderebilirdi. Bunu yapmadığı için Hz. Peygamber anlaşmanın sözlerini çiğnemiş ve ruhuna aykırı davranmış.
Bu iddia da tamamen cehalet ürünüdür ve anlaşmanın sözleri ile bu sözlerin ruhu bunu reddeder. Anlaşmada Medine’de yaşayan bir Müslüman Mekke’ye kaçarsa Hz. Peygamber’in onu geri göndereceği şartı açıkça gösteriyor ki, bu şartın amacı böyle birinin Müslüman olmasına rağmen Medine’nin İslamî Hükümeti dairesine kabul edilmemesini sağlamaktı. Yani inanç olarak Müslüman olsa da Hz. Peygamber onu Medine Devletine dahil etmeyecekti.
Eğer böyle bir kişi anlaşma şartlarına göre İslam Devletinden ihraç edildiyse, o zaman Hz. Peygamber’in – bulunduğu yer neresi olursa olsun – onu geri dönmesini emretmesi nasıl talep edilebilir ki?
Dolayısıyla, Hz. Peygamber böyle birisini Medine’de tutsa, anlaşmaya göre o Müslüman olsa bile onu korumaya alamayacağı (vatandaş gibi sayamayacağı) ileri sürülüyor. Eğer Hz. Peygamber onu Mekkelilere teslim edip Medine’den ihraç etse bu sefer de neden onu kendi vatandaşı gibi kabul ederek emir vermedi diye suçlanıyor. Dolayısıyla siyasi açıdan bakıldığında bu iddia o kadar zayıf, o kadar güçsüz ve o kadar anlamsızdır ki, hiçbir aklı selim insan buna itibar edemez.
Ayrıca kâfirlerin bu anlaşmaya ekledikleri, hiçbir Müslüman Muhacir’in Medine’de korunmayacağı şeklindeki mantıksız şart, Allah tarafından bir cezaya dönüştürülmüştür. Üstelik kendilerine, elçilerinin her halükarda ahdine sadık olduğu fakat kendi elleriyle diken ektikleri ve kendi elleriyle ürettikleri silahlarla kendilerini yaraladıkları söylenmiştir.
Dahası, kendileri Mekke’den gelen herhangi bir Müslüman gencin Medine’de tutulmayacağını ve Medine yönetiminden ihraç edileceğini söylediklerinde, aynı ağızdan nasıl Hz. Peygamber’in böyle insanlara hükümetinin kurallarını dayatmasını ve onları nerede ikamet ederlerse etsinler Mekke’ye geri göndermesini talep edebilirler? Hz. Peygamber’in bu insanların kalplerini ve ahiret işlerini yönetmesine izin veren fakat hükümetlerinin ve dünyasal işlerinin yöneticisi olmaması şartını kendileri getirdiler. Sonra, kendileri onları Hz. Peygamber’in yönetiminden dışladılarsa, o zaman Hz. Peygamber hakkında ne gibi bir itiraz olabilir? Her halükarda, bu Mekke Kureyş’inin kumpasıydı ve kendi aleyhlerine döndü. Her şekilde Hz. Peygamber’in kişiliği temizdi ve temiz kaldı. Hz. Peygamber ahdin sözlerini yerine getirdi ve Ebu Besir’i Medine’den çıkararak Mekkelilerin eline teslim etti. Üstelik Hz. Peygamber bu anlaşmanın ruhunu da yerine getirdi, zira bu şartın asıl amacı buydu. Hz. Peygamber, Ebu Besir’i ve arkadaşlarını kendi hükümetinden dışladı. Dolayısıyla, Hz. Peygamber her bakımdan doğru kaldı ve kâfirler kendi tuzaklarının kurbanı oldular. Sonuçta, bu maddeyi anlaşmadan çıkarmak istedikleri için Hz. Peygamber’e aşağılanmış bir şekilde geldiler.
Yine, “Vay haline! Bu adam savaş ateşini körüklüyor. Keşke Onu kontrol edecek biri olsaydı!” diyerek Hz. Peygamber’in Ebu Besir’e kendi taraftarlarını toplamasını ve Kureyş’e karşı savaş açmasını ima ettiği iddiasında bulunmak, ne büyük bir haksızlık, ne kadar bozuk bir zihniyet ve mevcut durum göz önüne alındığında ne kadar cehalettir! Bu sözler Hz. Peygamber’in doğruluğunun ve gereksiz savaştan duyduğu tiksintinin açık bir kanıtıdır. Dahası, bu sözlerden şu da ispatlanmaktadır ki Peygamber Efendimiz (sav) Ebu Besir’in bu hareketinden beri ve uzaktı ve sözünden de anlaşıldığı gibi Ebu Besir’in savaşı körüklemesini kınadı.
Sir William Muir şu sonuca varıyor: Peygamber’in sözleri “لو كان له احد” (lev kâne lehu ahad) “Eğer onun yanında biri olsaydı!” anlamına da gelebilir diye düşünülebilir. Bazıları bunun Hz. Peygamber’in Ebu Besir bir yandaş bulursa savaş ateşini alevlendirebileceği arzusunu gösterdiğini düşünebilir ve bu cümlede savaş kışkırtmanın bir işareti var gibi görünebilir. Bunun cevabı, birincisi, yaptığımız çeviri Arapça deyimleriyle tamamen uyumludur, bunun örnekleri Hadislerde bolca bulunur.
Buna ek olarak, varsayımsal olarak ikinci anlam kabul edilse bile, yine de ifadenin bağlamında, bu cümle ancak bu şekilde anlaşılabilir: “Eğer Ebu Besir benzer düşünen bir arkadaş bulsaydı savaş ateşini alevlendirirdi. Ancak şükür ki Medine’de böyle bir arkadaşı yok.”
Dolayısıyla, hangi anlam alınırsa alınsın, bu ifadenin bağlamı ve başlangıç kısımları, Hz. Peygamber’in niyetinin Ebu Besir’i kınamaktan ibaret olduğunu, onu savaşa kışkırtmak olmadığını kanıtlar. Cümlesine “Vay haline, bu adam savaş ateşini körüklüyor” gibi kızgınlık ve kınama sözleriyle başlayan bir kişi, hemen ardından ağzına “Evet! Gerçekten, savaş ateşini yak!” gibi sözler koyabilir mi? Sonuçta, bir iddia ortaya atma hevesiyle sağduyu feda edilmemelidir!
Dahası, en çok dikkat edilmesi gereken şey, Hz. Peygamber’in bu sözlerinin Ebu Besir üzerindeki etkisi ve ondan ne anladığıdır. Bu bağlamda, aynı rivayette şu sözler geçmektedir:
“Felemma semi’e zalike arafe annahû seyürudduhû ileyhim.”
“Ebu Besir Peygamber Efendimizin bu sözlerini duyunca, Hz. Peygamber’in onu her halükarda Mekkelilere geri göndereceğini anladı” ve bunun üzerine gizlice kaçıp başka bir yere gitti. Yazıklar olsun! Bu sözlere doğrudan hitap eden kişi, Hz. Peygamber’in bu hareketinden memnun olmadığını ve Hz. Peygamber’in onu her şekilde Mekke’ye geri göndereceğini anladı; ancak 1300 yıl sonra gelen lütufkârlar, aslında Hz. Peygamber’in Ebu Besir’i kendi partisini kurması ve savaş açması için teşvik ettiğini iddia ettiler. Bağnazlığa lanet olsun! Adaletsizliğin bile bir sınırı olmalı.
Her zaman adaletin savunucuları olduklarını iddia edenlerin çifte standartları vardır. Bilakis bunlar dünyada kargaşa yayarlar. Bugün tanık olduğumuz kargaşa da bunların eseridir. Allah dünyaya, özellikle de Müslümanlara sağduyu bahşetsin ve onları Deccal’in oyunlarına karşı korusun.