Nükleer Savaşın Yıkıcı Sonuçları ve Mutlaka Adalete Olan Ciddi Gereksinim

  1. Barış Sempozyumu
    Londra, İngiltere, 2012

Teşehhüt, Taavvuz ve Besmele’nin ardından, Vadedilen Mesihin V. Halifesiaba şöyle buyurdular

Tüm Seçkin Konuklar—esselamu aleyküm ve rahmetullahu ve berekatuhu—Allah’ın Selamı ve Bereketi üzerinize olsun.

Bugün, aradan geçen bir seneden sonra, siz seçkin konuklarımıza bir kez daha hoş geldiniz deme fırsatını buldum. Her birinize, zaman ayırıp katılımda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim.

Şüphesiz birçoğunuz Barış Sempozyumu olarak bilinen bu organizasyonu iyi tanımaktasınız. Yeryüzünde barışı tesis etme arzumuzu gerçekleştirmek adına ortaya koyduğumuz birçok çabamızdan sadece biri olan bu faaliyet, Müslüman Ahmediye Cemaati tarafından her yıl düzenlenmektedir.

Katılımcılar arasında, bugün bu faaliyette ilk kez hazır bulunan yeni dostlarımız olduğu gibi, bu çabamızı yıllardır destekleyen eski dostlarımız da bulunmaktadır. Her halükarda, hepiniz iyi eğitimli kimselersiniz ve bizim yeryüzünde barışı tesis etme arzumuzu paylaşmaktasınız. Sizler, bu isteğinize binaen bu organizasyona gelip, hazır bulunmaktasınız.

Bugün hepiniz burada, dünyanın sevgi, şefkat ve dostlukla dopdolu olması adına candan temenniler taşımaktasınız. İşte tam olarak bu tutum ve bu değerlerin, dünya genelinde büyük bir çoğunluk tarafından özlemi çekilmekte ve ihtiyacı hissedilmektedir. Bunu göz önünde bulundurmanız sonucunda, farklı geçmiş, milliyet ve dinlere mensup olduğunuz halde sizler, bugün karşımda oturmaktasınız.

Belirttiğim üzere, bu konferansı her yıl ve her fırsatta düzenlemekteyiz. Her birimiz, dünyada barış hemen gözlerimizin önünde tesis olmaya başlasın diye, aynı duygu ve ümidi ifade etmekteyiz. Bundan dolayı da ben, her yıl sizlerden, her yerde, her fırsatta ve her kiminle münasebet kurarsanız, barışı teşvik etmek konusunda çaba göstermenizi istemekteyim. Daha da ötesi, aranızda siyasi partiler ve hükümetlerle bağlantısı olanlardan, bu barış mesajını kendi etki alanları içerisinde iletmelerini de talep etmekteyim. Dünya barışının tesisi adına herkesin, yüksek ve ilkeli ahlaki değerlere öncekinden daha da çok ihtiyaç duyulduğu gerçeği hakkında bilinçlendirilmesi, elzem bir durumdur.

Müslüman Ahmediye Cemaatine gelince, bizler ne zaman ve nerede fırsat doğarsa, orada açıklıkla dünyanın içine sürüklendiği yıkım ve tahribattan korunması için tek yolun, sevgi, şefkat ve toplum algısını hep beraber yaymanın elzem olduğunu ifade edip, görüşümüzü ortaya koyarız. Her şeyden önemli olan ise, dünyanın tek İlah olan Yaratanını tanımasının, artık gerekli olduğudur.  O’nu tanımak, bizleri O’nun yarattıklarına karşı sevgi ve şefkate yöneltecektir. Bu kişiliğimizin bir parçası haline geldiğinde ise, bizler Allah’ın sevgisini elde edenler olmaya başlayacağız.

Bizler sesimizi, dünyada barış için daima yükseltmekteyiz. Kalplerimizde hissettiğimiz acı ve keder, bizleri çabalamak, insanoğlunun ızdırabını dindirmek ve dünyayı yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek üzere uyandırmaktadır. Şüphesiz bu faaliyetimiz, hedefimize ulaşmak yolundaki çabalarımızdan sadece bir tanesidir.

Daha önce de söylediğim gibi, sizler de bu şerefli arzuları taşımaktasınız. Öte yandan ben, birçok kez siyasetçilere ve dini liderlere barış için çaba sarf etmeleri talebiyle başvurdum. Şimdi tüm bu çabalara rağmen, bizler fitne ve karışıklıkların dünya genelinde yayılıp artmaya devam ettiğini görmekteyiz. Bugünün dünyasında öyle çok çekişme, huzursuzluk ve keşmekeşlik bulunmaktadır ki, bazı ülkelerde halktan gruplar kendi içlerinde savaşıp mücadele etmektedir. Başka ülkelerde ise, halk hükümetle savaşmakta ya da tersi bir şekilde yöneticiler kendi vatandaşlarına saldırmaktadır. Terörist gruplar anarşi ve fitne yakıtını kendi çıkarlarını elde etmek üzere ateşleyerek, masum kadınlar, çocuklar ve yaşlıları rastgele öldürmektedir.  Bazı ülkelerde ise sırf kendi çıkarları adına siyasi partiler, birbirleriyle mücadele etmeyi, ülkenin iyiliği için bir araya gelmeye tercih etmektedir. Kimi hükümet ve ülkelerin ise bakışlarını sürekli diğer ülkelerin kaynaklarına kıskançça dikmiş olduğunu görmekteyiz. Dünya üzerindeki süper güçler de üstünlüklerini korumak adına tüm çabalarını ortaya koymakta ve bu amaç uğruna her yolu mubah saymaktadır.

Bütün bunları hatırımızda bulundurduğumuzda, ne Müslüman Ahmediye Cemaati’nin ne de halktan insanlar olarak sizlerin, bu konuda olumlu değişimler sağlayabilecek politikalar belirleme gücü ve yetkisi bulunmadığı aşikârdır. Bunun sebebi, bizlerin herhangi bir idari yetkimiz veya mevkiimizin bulunmamasıdır. Aslında daha da ileri giderek şunu söylemeliyim ki, dostane ilişkiler geliştirdiğimiz ve bizimle beraberken daima bizimle hemfikir olan siyasetçiler bile, düşüncelerini açıkça söyleyecek imkâna sahip değillerdir. Aksine, onların da sesleri bastırılmakta ve görüşlerini ortaya koymaları engellenmektedir.  Bu, ya parti politikalarına uymak zorunda bırakıldıklarından ya da muhtemelen diğer dünya güçlerinin dış baskıları sonucu yahut da üzerlerinde baskı oluşturan politik işbirlikleri sebebiyledir.

Bütün bunlara rağmen, her sene burada Barış Sempozyumuna katılan bizler, barışın tesisi için mutlaka büyük bir arzu taşıyoruz ve şüphesiz tüm dinler, tüm uluslar ve tüm ırklar ve kesinlikle tüm insanlar arasında sevgi, şefkat ve kardeşlik bağlarının kurulmasının gerekliliği hakkında duygu ve düşüncelerimizi dile getiriyoruz. Buna rağmen, yine de bu görüşümüzü gerçekten ortaya koymak konusunda maalesef aciz kalmaktayız. Hasretini çektiğimiz sonuçlara ulaşmak için, ne yaptırımımız, ne de imkânlarımız bulunmaktadır.

Birkaç sene önce gene bu salonda bir Barış Sempozyumu sırasında dünya barışının tesisi için yollar ve yöntemleri detayla zikrettiğim bir konuşmamı hatırlamaktayım. Orada Birleşmiş Milletlerin de nasıl işlemesi gerektiğinden bahsetmiştim. Ardından çok sevgili ve saygıdeğer dostumuz Lord Eric Avebury, bu konuşmanın Birleşmiş Milletlerde yapılması gerektiği hakkında bir değerlendirmede bulunmuştu. Ancak bu yüce gönüllü ve nazik görüşler, onun asil kişiliğinin bir tezahürüydü. Oysa benim tek söylemek istediğim, bir konuşma veya nutukta bulunmanın ya da onu dinlemenin tek başına barışın tesisine rehberlik edemeyeceğidir. Aslında bu esas hedefe ulaşmanın ana şartı, tüm meselelerde mutlak adalet ve dürüstlüktür. Kuran-ı Kerim’in Nisa suresi 136. ayet-i kerimesi, bizlere bu konuda rehberlik edecek bir altın ilke ve öğüt içermektedir. Orada buyrulan, adaletin gereğini yerine getirmek üzere kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız ile arkadaşlarınız aleyhinde tanıklık etmeniz gerekse bile, bunu mutlaka yapmanızdır. Kişisel çıkarların ortak hedefler uğruna bir yana terk edildiği bu durum, işte gerçek adalettir.

Bu ilke hakkında ortak bir düzeyde düşünecek olursak, servet ve nüfuza dayanan haksız kulis faaliyetlerinin terk edilmesi gerektiğini anlayacağız. Bunun yerine, her ülkenin temsilcileri ve elçileri, hak ve eşitlik ilkelerini desteklemek arzusu ile samimi bir şekilde ileri çıkmalıdır. Barışa yol açacak yegâne yöntem olduğu için, bizler her çeşit önyargı ve ayırımcılığı da terk etmeliyiz. Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna ve Güvenlik Konseyine bakacak olursak, orada yapılan konuşmaların çoğunlukla büyük övgü ve takdir bulduğunu görürüz. Ancak böylesi övgüler çok anlamsızdır, çünkü asıl kararlar çoktan verilmiştir.

Bundan dolayı, her nerede kararlar adil ve gerçek demokratik yolların aksine, büyük güçlerin baskı ve kulis faaliyetlerine dayanarak alınıyorsa, o zaman bu tür konuşmalar içi boş, anlamsız ve sadece dış dünyayı aldatmak üzere bir uydurmaca olarak yorumlanır. Hal böyleyken, bunlar bizim bütünüyle hüsrana uğrayıp, pes ederek tüm çabalarımızdan vazgeçeceğimiz anlamına gelmemeli. Aksine hedefimiz, ülke yasalarının sınırları içerisinde kalmak suretiyle, hükümetlere zamanın ihtiyaçlarını hatırlatmak olmalıdır. Dünya genelinde adaletin galip gelebilmesi için bizler, çıkar gruplarını dosdoğru bir şekilde uyarmalıyız. Ancak bundan sonra, yeryüzünün hep istediğimiz ve arzu ettiğimiz huzur ve ahenk limanı haline geldiğini göreceğiz.

Bundan dolayı çabalarımızdan vazgeçmemeliyiz, vazgeçemeyiz. Eğer zulüm ve adaletsizlik karşısında sesimizi yükseltmezsek, biz de hiçbir ahlaki değer ve standardı olmayanların arasına katılmış oluruz. Seslerimizin duyulmama veya etkili olmama ihtimalinin hiçbir önemi yoktur. Bizler diğerlerine barış adına nasihat etmeye devam etmeliyiz. Ben, dini ve milli farklılıkları gözetmeden, sadece insani değerleri savunmak amacıyla, bu denli çok insanın bu faaliyete, dinlemek, öğrenmek ve yeryüzünde barış ve sevgiyi tesis etme yolları hakkında konuşmak üzere geldiklerini gördüğümde, her zaman çok büyük bir haz almaktayım. Bu yüzden hepinizden elinizden geldiğince barış için mücadele etmenizi rica ediyorum. Böylelikle dünyanın her tarafında gerçek barış ve adalet tesis edilene kadar, bizler umudun titrek ve cılız ışığını muhafaza edebilmeliyiz.

Unutmamalıyız ki, insanoğlunun çabaları başarısız olursa, o zaman Yüce Allah insanlığın akıbeti hakkında Kendi hükmünü uygulayacaktır. Çok daha hayırlı olan ise, Allah Hükmünü harekete geçirip insanları Kendine yönelmeye ve insanlığın haklarını yerine getirmeye zorlamadan, yeryüzündeki insanların bu kritik hususlara kendiliklerinden dikkat etmeye başlamalarıdır. Çünkü Yüce Allah harekete geçmeye mecbur kalırsa, O’nun Gazabı insanı, gerçekten şiddetli ve korkunç bir şekilde kuşatacaktır.

Günümüzde Allah’ın Hükmünün kendini korkunç bir şekilde gösterme şekli, yeni bir Dünya Savaşıdır. Şüphe yok ki, böyle bir savaşın etkileri ve yıkımı bu savaş ve bu nesille sınırlı kalmayacaktır. Doğrusu onun dehşet veren sonuçları, gelecek birçok nesilde kendini sergilemeye devam edecektir. Böylesi bir savaşın feci sonuçlarından sadece biri, onun bugün ve gelecekte yeni doğacak bebekler üzerinde bırakacağı etkilerdir. Bugün mevcut silahlar öylesi tahrip edici etkilere sahiptir ki, çocukların nesiller boyu ciddi genetik ve fiziksel kusurlarla doğmalarına yol açabilirler.

Japonya, İkinci Dünya Savaşı sırasında nükleer bombaların saldırısına maruz kalmak suretiyle, atom savaşının nefret uyandıran sonuçlarını yaşamış bir ülkedir. Japonya’yı ziyaret eder ve insanları ile görüşürseniz, onların gözlerinde ve sözlerinde bugün hala mutlak bir korku ve savaşa karşı nefret bulunduğunu görürsünüz. Lakin o günlerde kullanılan ve geniş çapta yıkımlara sebep olan nükleer bombalar, bugünlerde çok küçük ulusların elinde bulunan atom silahlarından bile daha az güce sahiptiler.

Üzerinden yetmiş yıl geçmiş olduğu halde Japonya’da söylenen, atom bombasının etkilerinin, yeni doğan bebekler üzerinde hala açıkça görülmeye devam ettiğidir. Birisi mermi ile vurulduğunda, onun kimi zaman tıbbi bir müdahale sonucu iyileşmesi olasıdır. Ancak bir nükleer savaş patlak verecek olsa, ateş hattındakilerin böyle bir şansları olması bile söz konusu değildir. Aksine o insanları, anında ölmüş ve heykeller gibi donuk bir halde buluruz. Derileri ise tamamen eriyip gitmiştir. İçme suyu, yiyecek ve bitkilerin tamamı radyasyon tarafından kirletilip, etki altında kalacaktır. Böylesi bir kirliliğin ne tür hastalıklara sebep olabileceğini sadece tasavvur etmek mümkündür. Direkt olarak isabet almamış ve radyasyonun etkilerinin nispeten az olduğu yerlerde bile hastalık ve rahatsızlık riski çok yüksek olacak ve gelecek nesiller ise daha büyük tehlikeler taşımaya devam edecekler.

Bunun içindir ki, daha önce de söylediğim gibi, böylesi bir savaşın yok edici ve yıkıcı etkileri savaşın kendisi ve akıbeti ile sınırlı kalmayacak ve nesiller boyu devam edecektir. Bunlar, işte böyle bir savaşın gerçek sonuçlarıdır. Hâlbuki bugün buluşlarından çokça gurur duyan kimi bencil ve ahmak insanlar, geliştirdiklerini dünya için bir hediye olarak betimlemektedirler.

Gerçek şu ki, nükleer enerji ve teknolojinin sözde faydalı yönleri son derece tehlikeli olabilir ve dikkatsizlik ya da kaza sonucu geniş çaplı bir yıkıma yol açabilir. Bizler böyle felaketlere tanık olduk. Bir tanesi 1986 senesinde şimdilerde Ukrayna’da bulunan Çernobil’de gerçekleşti. Diğeri ise daha geçen sene Japonya’daki deprem ile tsunaminin ardından yaşandı ve doğurduğu tehlike ile ülkede büyük korku yarattı. Böyle olaylar meydana geldiğinde ise, etkilenen bölgelerde yeniden yerleşim başlatmak son derece zordur. Yaşanan benzersiz trajik tecrübe sebebiyle, Japonlar son derece ihtiyatlı olmaya başladılar ve şüphesiz onların korku ve dehşet duymaları tamamen haklıdır.

Savaşlarda insanların ölmesi gün gibi aşikâr bir durumdur. Nitekim Japonya İkinci Dünya Savaşına girdiğinde, hem hükümet,  hem de halk, bazılarının ölebileceğini çok iyi bilmekteydi. Söylenen, Japonya’da yaklaşık 3 milyon insanın öldüğüdür. Bu da ülke nüfusunun yaklaşık %4’üne tekabül etmektedir. Toplama bakıldığında, diğer ülkeler daha yüksek ölüm oranlarına katlandıkları halde, Japonlarda savaşa karşı nefret ve tiksintisinin diğerlerine oranla çok daha fazla olduğunu görürüz. Bunun en basit sebebi, şüphe yok ki, İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonya’ya atılan iki nükleer bomba ve onların bugün hala tanık olup, katlanmak zorunda kaldıkları sonuçlarıdır. Japonya büyüklüğünü ve tekrar toparlanma becerisini, yerleşimlerini çabucak tekrar iskân edip eski haline döndürmekle ispatlamıştır. Ancak şunu açıkça anlamalıyız ki, nükleer silahlar bugün yeniden kullanılacak olursa, muhtemelen belli bazı ülkelerin kimi bölümleri haritalardan tamamen silinecektir. Onlar yok olacaktır.

Ciddi tahminler İkinci Dünya Savaşında ölenlerin sayısını 62 milyon olarak vermektedir. Ölenlerin yaklaşık 40 milyonunun ise siviller olduğu bildirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, askeri personelden daha çok sivil hayatını kaybetmiştir. Böylesi bir yıkım, Japonya dışında her yerde konvansiyonel silahlarla savaşılmış olmasına rağmen gerçekleşmiştir.

İngiltere ise, beş yüz bin insan kaybına katlanmak durumunda kalmıştır. Tabi ki o sıralarda ülke hala sömürgeci bir güçtü ve sömürgeleri de onun saffında savaşmışlardı. Onların kayıplarını da dikkate alacak olursak bu sayı milyonları bulacaktır. 

Sadece Hindistan’da ölenlerin sayısı 1,6 milyon civarındadır.

Ancak günümüzde durum değişti ve düne kadar Birleşik Krallık sömürgeleri olup, Britanya İmparatorluğu için savaşmış ülkeler, bugün bir savaş patlak verecek olsa, Britanya’ya karşı savaşacaklardır. Bundan da öte, daha önce bahsettiğim üzere, bazı küçük ülkeler dahi bugün nükleer silah sahibi olmuşlardır.

Çok korkunç olanı ise, böyle nükleer silahların, eylemlerinin sonucunu düşünmeyen yahut da düşünmemeyi tercih eden insanların ellerine geçebilmesi fikridir. Doğrusu, böyleleri sonuçlara bakmazlar bile. Onlar ancak sorumsuzca tetik çekmeye hazırdırlar.

Bu yüzden, eğer süper güçler adaletli davranmayıp daha küçük ulusların gerilimini gidermezler ve de önemli ve akılcı politikaları benimsemezlerse, o takdirde durum kontrolden çıkıp gider ve bunu takip edecek yıkım ise anlayabileceğimizin ve hayalimizin ötesinde olur. Hatta yeryüzünde barışı arzu eden çoğunluk da bu helakin içine çekilip yutulacaktır.

İşte bundan dolayı benim coşku ile istediğim ve ümit ettiğim, büyük ulusların liderlerinin bu korkunç gerçeği anlamaları ve hedefleri ile amaçlarını elde etmek uğruna sert siyasetler benimseyip, güç kullanmak yerine, adaleti destekleyip, koruyacak siyasetleri kabul etmek üzere çabalamalarıdır.

Çok kıdemli bir Rus komutan, geçenlerde nükleer bir savaşın olası tehdidi hakkında ciddi bir uyarıda bulundu. Onun kendi görüşü, böyle bir savaşın Asya, ya da başka bir yerde değil, Avrupa’nın sınırları içerisinde cereyan edeceği ve tehdidin ise Doğu Avrupa ülkelerinden kaynaklanıp, ateşleneceğidir. Bazıları, bunun yalnızca onun şahsi görüşleri olduğunu söyleyebilirler. Bense onun görüşlerinin ihtimal dışı olduğunu düşünmüyorum. Hatta buna ek olarak inancım, eğer böyle bir savaş patlak verecek olursa, büyük bir ihtimalle Asya ülkelerinin de buna dâhil olacağıdır.

Geçenlerde basında geniş bir şekilde yer alan bir başka haber de, yakın geçmişte Mossad’tan emekli olmuş bir İsrail istihbarat şefinin görüşleriydi. Onun Amerika’nın tanınmış televizyon kanalı CBS ile yaptığı bir röportajda söylediği, İsrail hükümetinin İran’a savaş açma arzusunun artık aşikâr hale geldiği idi.  Onun söylediği, böyle bir savaş gerçekleşecek olursa, sonunun nereye varacağını bilmenin mümkün olamayacağıdır. Bu sebeple o, kesin bir şekilde böyle bir saldırının yapılmamasını tavsiye etmektedir.

Bu bakımdan benim de görüşüm, böylesi bir savaşın nükleer bir felaketle son bulacağıdır.

Yine geçenlerde tesadüf ettiğim bir makalede yazar, dünyanın bugünkü durumunun ekonomik olarak da, siyasi olarak da 1932’deki ile benzer olduğunu açıklamaktadır. O, belli başlı ülkelerde insanların siyasetçilere ve sözde demokrasilere hiç güvenlerinin bulunmadığını da belirtmektedir. Keza onun söylediğine göre, ortada İkinci Dünya Savaşının çıkışı öncesi tanık olunan durumun aynısını resmedecek şekilde bir araya gelmiş daha başka benzerlikler ve paralellikler de bulunmaktadır.

Kimileri bu analizle hemfikir olmayabilir, ancak onların aksine ben onunla aynı fikirdeyim ve bunun için de dünya üzerindeki hükümetlerin bugünkü gidişat hakkında son derece endişeli ve kaygılı olmaları gerektiğine inanıyorum. Aynı şekilde bazı Müslüman ülkelerin, yegâne hedefleri her ne pahasına olursa olsun iktidarlarını sürdürmek olan adaletsiz liderleri de, akıllarını başlarına toplamalıdır. Aksi halde, onların yaptıkları ve aptallıkları, batışlarına sebep olacak ve ülkelerini de son derece korkunç bir duruma sürükleyecektir.

Müslüman Ahmediye Cemaatinin fertleri olan bizler, dünyayı ve insanlığı bir felaketten kurtarmak üzere de azami gayret içerisindeyiz. Bunun sebebi, bizlerin bu devirde Allah’ın Vadedilen Mesih olarak tayin ettiği ve tüm âlemlere rahmet Yüce Peygamber Muhammed-i Mustafa’nınsav hizmetkârı olan Zamanın İmamını kabul etmiş olmamızdır.

Yüce Peygamberinsav öğretilerine uymamızın sonucu, bizler dünyanın durumu karşısında büyük bir acı ve keder içindeyiz. İşte bu ızdırap, bizleri insanlığı yıkımdan ve çileden korumak üzere çabalamaya yönlendirendir. Bu sebeple ben ve tüm diğer Müslüman Ahmediler, yeryüzünde barışı sağlamak doğrultusunda sorumluluklarımızı yerine getirmek üzere çabalamaktayız.

Barışı teşvik etmeye çalıştığım bir yöntem, belli başlı dünya liderlerine ardı ardına mektuplar yazmak oldu. Birkaç ay önce Papa Benediktus’a hitaben bir mektup kaleme aldım. Bu, bir Ahmedi temsilcim tarafından kendisine bizzat ulaştırıldı. Mektubumda kendisine, dünyanın en büyük dini zümresinin lideri olması sebebiyle, barışın tesisi için çaba göstermesi gerektiğini bildirdim.

Aynı şekilde, İran ile İsrail arasında kabaran ve çok tehlikeli bir seviyeye ulaşan düşmanlığı görerek, hem İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, hem de İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’a mektuplar gönderdim ve orada onlara karar verirlerken, insanlığın hatırı için her türlü acelecilikten ve düşüncesizlikten kaçınmaları gerektiğini bildirdim.

Geçenlerde Başkan Barack Obama ve Kanada Başbakanı Stephen Harper’a da yazarak, her ikisini de yeryüzünde barışın ve uyumun gelişmesi için rollerini ve sorumluluklarını yerine getirmeye davet ettim.

Yakın bir zamanda diğer devlet başkanlarına yazarak, onları da uyarmayı düşünmekteyim.

Farklı farklı liderlere yazdığım mektuplarıma herhangi bir değer veya önem verilip verilmeyeceğini bilmiyorum. Ancak tepkileri ne olursa olsun, yeryüzündeki milyonlarca Ahmedi Müslüman’ın Halifesi ve manevi lideri olarak, dünyanın korkunç durumu ile ilgili, onların his ve duygularını dile getirdim.

Açıkça bilinmelidir ki, ben bu duyguları herhangi kişisel bir korkudan dolayı değil, insanlığa karşı içten sevgim sonucu ifade ettim.

İnsanlığa karşı bu sevgi, her gerçek Müslüman’da, Resulullah’ınsav talimatları sonucu gelişmiş ve yerleşmiştir. Önceden de bildirdiğim gibi, o tüm insanlığa rahmet olarak gönderilmiştir.

Bizim insanoğluna karşı beslediğimiz sevginin, Yüce Peygamberinsav öğretilerinin doğrudan bir sonucu olduğunu duymak, büyük bir ihtimalle sizleri çok şaşırtacak ve hatta hayrete düşürecektir. Kafalarınızda sorular uyanabilir ve peki neden masum insanları öldüren Müslüman terörist gruplar var, ya da neden iktidarlarını korumak uğruna kendi halkının topluca öldürülmesine hükmeden Müslüman hükümetler bulunmakta, diye sorabilirsiniz.

Şu kesinlikle açıklık kazanmalı ki, böylesi kötülükteki eylemler, İslam’ın gerçek öğretilerine tamamen terstir. Kuran-ı Kerim hiçbir suretle aşırılık ve terörizme izin vermemektedir.

Bizlerin inancına göre Allah bu devirde, Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu Kadiyanlı Hz.Mirza Gulam Ahmed’ias,, Yüce Peygamber Hz.Muhammed’esav tamamen tabi bir şekilde, Vadedilen Mesih ve İmam Mehdi olarak gönderdi. Vadedilen Mesihas, İslam’ın ve Kuran-ı Kerim’in gerçek ve doğru öğretilerini yaymak üzere yollandı. O, Yüce Allah ile insanoğlu arasında bir bağ kurmak için gönderildi. Onun gönderilişinin bir sebebi de din savaşlarına son vermekti. O, her dinin tüm kurucu ve peygamberlerine karşı saygı, şeref ve itibarı yerleştirmek için yollandı. O, en yüksek standartta ahlaki değerlere erişilmesi için dikkatleri çekmek ve barış, sevgi, merhamet ve kardeşliği yerleştirmek için gönderildi.

Dünyanın hangi tarafına giderseniz gidin, sizler bu niteliklerin tüm gerçek Müslüman Ahmediler’de var olduğunu görürsünüz. Bizler için ne teröristler, ne aşırılar, ne de acımasız Müslüman diktatörler örnek teşkil etmedikleri gibi, Batılı güçler de bizim için örnek olamaz. Bizim takipçisi olduğumuz örnek, İslam’ın kurucusu Yüce Peygamber Hz.Muhammed’dirsav ve yol gösteren talimatlarımız ise Kuran-ı Kerim’dir.

Böylece ben, bu Barış Sempozyumunda tüm dünyaya bir mesaj yolluyorum. İslam’ın mesajı ve öğretileri sevgidir, merhamettir, nezakettir ve barıştır.

Çok küçük azınlık bir grup Müslüman tarafından İslam’ın tümüyle çarpıtılmış bir görüntüsünün sunulduğunu ve onların kendi çarpık inançlarına göre hareket ettiklerini, üzülerek görmekteyiz. Hepinize söylüyorum, bunun gerçek İslam olduğuna inanmamalısınız ve böylece bu sapkın eylemleri barışsever çoğunluk Müslümanların hislerini rencide etmek ya da onları zulmün bir hedefi kılmak için gerekçe yapmamalısınız.

Kuran-ı Kerim, tüm Müslümanlar için en mukaddes ve en mübarek kitaptır. Bu yüzden onun hakkında rahatsız edici ve pis bir dil kullanmak ya da onu yakmak, şüphesiz Müslümanların duygularını ağır bir şekilde incitecektir. Hepimiz gördük ki bu, çoğunlukla uç görüşlü Müslümanların tamamen hatalı ve uygunsuz tepkilerine yol açmaktadır.

Hemen yakınlarda, Afganistan’da bazı Amerikalı askerlerin Kuran-ı Kerim’e saygısızlık edip, masum kadınlar ve çocukları evlerinde öldürdükleri iki olayı duyduk. Benzer bir şekilde insafsız bir kimse, ortada hiçbir sebep yokken Güney Fransa’da bazı Fransız askerleri vurup öldürdü ve ardından birkaç gün sonra da bir okula girip, üç masum Yahudi çocuğu ve öğretmenlerinden birini katletti.

Bizce bu davranışlar tamamen yanlıştır ve asla barışa öncülük edemez. Böylesi zulümlerin Pakistan ve diğer yerlerde sürekli vukuu bulduğunu görmekteyiz. Bunlar, İslam muhaliflerine nefretlerini ateşleyecek yakıt sağlayacak ve onlara hedeflerini daha geniş ölçekte kovalamak üzere bahane olacaktır. Daha küçük çaptaki böylesi barbarca eylemler, kişisel düşmanlık veya garez sonucu olmayıp, aslında belli başlı hükümetlerin gerek yerel gerekse uluslararası seviyede benimsedikleri adaletsiz siyasetlerinin sonucudur.

İşte bu yüzden dünyada barışın tesisi için esas olan, adaletin doğru standartlarının her kesimde ve dünyanın her ülkesinde geliştirilmesinin gerekliliğidir. Kuran-ı Kerim, masum birisinin sebepsizce öldürülmesini, tüm insanların öldürülmesi gibi saymaktadır

Bu yüzden bir Müslüman olarak tekrar kesin bir şekilde açıklıyorum ki, İslam zulme veya eziyete, asla hiçbir şekil ve tarzda izin vermez. Bu kesin bir emirdir ve hiçbir istisnası yoktur. Kur’an bunun da ötesinde der ki, bir ülke veya bir kimse size nefret beslese bile, bu onlara karşı davranışlarınızda tamamen makul ve adil olmaktan sizi alıkoymasın. Şu veya bu nefret ve çekişmeler sizi asla öç almaya veya aşırı davranmaya yöneltmesin. Öte yandan Kuran-ı Kerim tarafından bildirilen diğer çok önemli bir kural ise, başkalarının varlıklarına ve kaynaklarına kıskançça veya açgözlülükle bakılmamasıdır.

Sizlere sadece birkaç noktadan bahsettim. Ancak bunlar toplumda ve geniş anlamıyla dünyada barış ve adaletin temelini oluşturdukları için son derece kritik önemde hususlardır. Duam, dünyanın bu anahtar meselelere dikkatini vermesi ve böylelikle adaletsiz ve yalancı insanların bizleri sürüklemesiyle dünyanın karşı karşıya kaldığı yıkımdan da kurtulabilmesi içindir.

Bunu fırsat bilerek, oldukça fazla zaman kullandığım için özür diliyorum. Ancak dünyada barışın tesis edilmesi hususu, aslında muazzam önem arz eden bir konudur.

Zaman tükenmektedir ve çok geç olmadan hepimiz zamanın ihtiyaçlarına büyük dikkat ve önem göstermeliyiz.

Konuşmamı bitirmeden önce, önemli bir husustan söz etmek arzusundayım. Hepimizin bildiği gibi bu günlerde Majesteleri Kraliçe II. Elizabeth’in Elmas Yıldönümü kutlanmaktadır. Zamanı 115 yıl öncesine, 1897’ye geri getirecek olursak, o zaman da Kraliçe Victoria’nın Elmas Yıldönümü kutlanıyordu. O tarihte, Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu Kraliçe Victoria’ya bir kutlama mesajı yollamıştı.

Bu mesajda o, hem İslam’ın öğretilerini nakletmiş, hem de Britanya Hükümeti ve Kraliçenin uzun bir ömrü olması için dualar yollamıştı. Mesajında Vadedilen Mesihas, Kraliçe hükümetinin en iyi özelliğinin, yönetimi altındaki insanların tamamına tanıdığı dini özgürlük olduğunu yazmıştı.

Bugünlerde Britanya Hükümeti Alt-Kıtada artık hâkim değildir, ama din özgürlüğünün ilkeleri Britanya toplumunda ve her bireye inanç özgürlüğü tanıyan kanunlarında hala derin köklere sahiptir.

Şüphesiz bunun en güzel örneğine, bu akşam burada farklı inançların, dinlerin ve fikirlerin ortak bir istek olan dünya barışını aramak üzere bir araya gelmesiyle tanık olmaktayız.

Bu sebeple Vadedilen Mesihinas kelime ve dualarını kullanarak, Kraliçe Elizabeth’e kalp dolusu tebriklerimi sunmak istiyorum. Vadedilen Mesihas demişti ki:

Mutluluk ve minnet dolu tebriklerimiz, şefkatli Kraliçemize iletilsin. Ve saygın Kraliçemiz daima mutlu ve hoşnut kılınsın.

Vadedilen Mesihas bundan sonra Kraliçe Victoria için dualarda bulundu. Keza ben de onun kelimeleri ile Kraliçe Elizabeth’e dua edeceğim:

Ey Kudretli ve Ulu Allah. Senin Lütfun ve Bereketlerin bizim şerefli Kraliçemizi ebediyen mutlu kılsın ki, bizler de aynı şekilde onun himmeti ve teveccühü altında mutlu yaşayalım. Keza kendisine karşı müşfik ve sevecen ol ki, bizler de onun yüce gönüllü ve dürüst yönetimi altında barış ve refah içinde yaşam sürelim.

Bunlar Britanya vatandaşı olan her Müslüman Ahmedi’nin taşıdığı minnet düşünceleridir.

Son olarak buraya gelip sevgi, şefkat ve kardeşliğini gösteren sizlere, kalbimin derinlerinden minnetimi bir kez daha ifade etmek istiyorum.

Çok teşekkürler.

 

Önceki

Yahudiler ve Hristiyanlar da Hz İsa’nın göğe yükseldiğine mi inanıyorlar?

Sonraki

18.03.2022 – Hz. Resulüllah’ın (sav) yüksek mertebeli sahabesi ve 1. Halifesi hz. Ebubekir Sıddik’in (ra) güzel vasıfları