5. Halifetü’l Mesih Hazretleri (Allah yardımcısı olsun) 31 Ocak 2025’te Mübarek Camisinde Cuma Hutbesi verdi. Hutbe çeşitli dillerde tercüme ile MTA televizyonunda canlı olarak yayınlandı. Huzur-i Enver (aba) Teşehhüd ve Fatiha Suresini okuduktan sonra şöyle buyurdu:
Geçen hutbede zukared gazvesini anlatıyordum. Söylemiştim ki hz. Resulüllah (sav) bu gazveye gitmeden önce birkaç sahabeyi düşmanların tarafına göndermişti ve sonra onların peşinden kendi ordusuyla çıkmıştı. Bu konuda şunlar da yazılıdır: Hz. Resulüllah (sav) ordusuyla oraya vardığında düşman ordusu onları görüp kaçtı. Müslümanlar düşmanların kamp kurduğu yere vardığında hz. Ebu Kutade’nin atını orada buldular, onun ayak bilekleri kesilmişti. Bir sahabe şöyle dedi: Ya Resulüllah (sav) Ebu Kutade’nin atının ayak bilekleri kesilmiş vaziyette. Hz. Resulüllah (sav) onun başında durdu ve iki defa şöyle buyurdu: “Vay haline! Savaşta düşmanların çoktur.” Ondan sonra hz. Resulüllah ve sahabeleri ilerlediler. Ebu Kutade ve Mersede’nin kapıştığı yere vardılar. Onlar örtünmüş yatan kişinin Ebu Kutade olduğunu düşündüler. Bir sahabe şöyle arzetti: Ya Resulüllah (sav) öyle görünüyor ki Ebu Kutade şehit olmuş. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: Allah-u Teala Ebu Kutade’ye rahmet etsin, bana saygınlık bahşeden Yüce Zat’ın adına yemin olsun ki Ebu Kutade düşmanın peşindedir ve savaş şiirleri okumaktadır. Hz. Ebu Kutade şöyle beyan ediyor: Onlar benim atımı ayakları kesilmiş halde ve birisinin benim örtümde yattığını görünce benim şehit olduğumu düşündüler. Hz. Ebubekir ve hz. Ömer (ra) hızla ilerlediler ve örtüyü kaldırdılar ve Mersede’nin çehresini gördüler. Her ikisi, Allah-ü ekber dediler. Allah ve O’nun Resulü doğru söyledi, Ya Resulüllah bu Mersede’dir. Bunun üzerine sahabeler de Allah-ü ekber dediler. Kısa bir süre sonra Ebu Kutade de devesini koşturarak hz. Resulüllah’ın huzuruna vardı. Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Ebu Kutade! Sen başardın. Ebu Kutade süvarilerin lideridir. Ey Ebu kutade! Allah sana bereket versin.” Başka bir rivayette Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah, senin çocuklarına ve çocukların çocuklarına bereket versin.” Ondan sonra Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Ebu Kutade! Senin yüzüne ne oldu böyle?” Hz. Ebu Kutade şöyle diyor: “Ben dedim ki, Ya Resulüllah benim annem babam sana kurban olsun, bana bir ok isabet etti. Sana saygınlık bahşeden Zat’a yemin ederim, ben o oku çıkartmıştım.” Peygamber Efendimiz şöyle dedi: “Ebu Kutade, bana biraz yaklaş.” Ben Hz. Resulüllah’a yaklaştım. Kendisi nazikçe oku çıkarttı ve mübarek tükürüğünü oraya sürdü ve elini oraya koydu. Hz. Ebu Kutade diyor: “Hz. Resulüllah’a nübüvvet bahşeden Zat’a yemin olsun ki, sanki bana hiç ok isabet etmemiş ve yaralanmamış gibi hissettim.” Geçen hafta demiştim ki, Ebu Kutade okunu kendi çıkartmıştı. Belki de bir parçası kalmış olabilir. Hz. Resulüllah (sav) onu çıkartmış olacak.
Bir rivayete göre Peygamber Efendimiz Ebu Kutade’yi görünce şöyle buyurdu: “Ey Allah! Onun saçına ve cildine bereket ver ve sen başardın.” Ebu Kutade diyor ki ben şöyle arzettim: “Asıl başarıya ulaşan sizsiniz.” Daha sonra hz. Ebu Kutade yetmiş yaşında vefat ettiğinde onun yüzü on beş yaşında gibi görünüyordu. Bu gazvede hz. Ebu Selma’nın düşmanlarla Zukared’de çatıştığı beyan ediliyor. Hz. Selma şöyle der: “Ben düşmanların peşine öyle hızlı koşuyordum ki arkamda ne sahabeleri ne de onların tozunu görüyordum. Düşmanlar güneş batmadan önce bir vadiye vardılar. Orada zukared adlı bir çeşme vardı. Onlar oradan su içmek istediler ama benim onların peşinde olduğumu görünce oradan çekildiler. Güneş batmıştı. Ben bir kişiyi gördüm ve ona doğru ok attım. Aynı kişiye ben sabah da ok atmıştım. Bu ise ikinci ok oldu. Her iki ok isabet etti. Onlar iki atı bırakıp oradan kaçtılar. Ben o iki atı yakalayıp hz. Resulüllah’ın yanına getirdim, o zamana kadar Peygamber Efendimiz de oraya varmıştı.” Hz. Resulüllah’ın (sav) Zukared’e ulaşma zamanı ile ilgili hz. Selma şöyle beyan etti: “Hz. Resulüllah (sav) oraya yatsı vakti vardı ve suyun etrafında, benim düşmanı kovaladığım yerde kamp kurdu. Benim düşmanlardan aldığım develer ve diğer eşyaları hz. Resulüllah (sav) teslim aldı. Hz. Bilal düşmandan alınan o develerden birini kesti ve Hz. Resulüllah’a ciğerini ve hörgücünü pişirdi. Hz. Saad bin Ubade hurmalarla dolu on deve göndermişti, onlar da Peygamber Efendimize Zukared’de ulaştı.” Hz. Selma diyor ki, ben şöyle arzettim: “Ben düşmanları sudan alıkoymuştum, onlar susamışlardı. Ya Resulüllah! Siz beni yüz mücahit ile gönderin, ben onları takip edip habercilerine kadar hepsini öldüreyim.” Hz. Resulüllah (sav) gülümsedi, o kadar ki ateşin ışığında dişleri parladı. Peygamber Efendimiz, “ey Ebu Selma! Sen bunu yapabilir misin,” buyurdu. Ben dedim ki, “sana saygınlık veren Zat’a yemin olsun ki ben bunu yapabilirim.” Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Sen onlara galip gelirsen yumuşak davran.” Bu, Arapçada bir deyimdir. manası şudur: “affın en iyi şekli şudur ki yumuşak davran, sert davranma. Gitmişlerse gitsinler, takip etmeye gerek yok.”
Bu savaşın olaylarını hz. Selma şöyle beyan eder: Sabahleyin hz. Resulüllah (sav) şöyle buyurdu: “Bugünün en iyi Suvarisi Ebu Kutade ve en iyi piyade Selma bin Ekva’dır.” Hz. Selma şöyle diyor: “Peygamber Efendimiz beni devesinin arkasına bindirmek suretiyle bana hem süvari hem piyade payesi verdi.” Bu seferde hz. Selma’nın başka bir olayı da rivayet edilir. Hz. Selma şöyle diyor: “Medine’ye dönüşte Medine’ye yaklaştığımızda, koşuda çok hızlı olan Ensar’dan bir sahabe şöyle ilan etti: Benimle koşu yarışı yapacak biri var mı, yani Medine’ye kadar? O, birkaç defa aynı sözleri tekrarladı. Ben, hz. Resulüllah’ın arkasında deve üzerindeydim. O sahabeye dedim ki, sen hiçbir saygın kişiye saygı göstermiyor musun? (yani, saygın birinden korkmuyor musun ki böyle ilanlar yapıp duruyorsun?) O dedi ki, hayır, hz. Resulüllah (sav) dışında hiç kimseden korkmuyorum.” Ben Peygamber Efendimize şöyle arzettim: “Ya Resulüllah! Annem babam sana kurban olsun, bu adamla yarışmak için bana izin ver.” Hz. Resulüllah (sav), tamam istiyorsan onunla yarış dedi. Ben o kişiye dedim ki “hadi yarışalım. Ondan sonra ben deveden aşağı atladım ve koşmaya başladım, belli bir mesafe ben onun gerisinde kaldım ve kendi gücümü idareli kullandım, sonra hızlandım ve onu yakaladım, omzuna el attım ve dedim ki, Allah’a yemin ederim, ben seni geçtim. O gülmeye başladı ve ben de öyle düşünüyorum. Böylece ben bu yarışta öne geçtim. O şekilde Medine’ye vardık.” Bu gazve için hz. Resulüllah (sav) Medine dışında ne kadar kaldı? Bunun detaylarında şöyle yazılıdır: Hz. Resulüllah (sav) Çarşamba sabahı yola çıktı ve düşmanlardan haber beklerken bir gün bir gece Zukared’de geçirdi. Sonra pazartesi günü Medine’ye geri teşrif etti. Böylece bu beş gece Medine dışında kaldı. Bu savaşta şehit olan sahabelerin detayı şudur: Müslümanlardan Hz. Muris bin Nezla, şehit oldu. İbni Hişam’a göre ibni Vakkas bin Mücezziz de şehit olmuştu. Buna ilaveten Ebu Zer’in oğlu çatışmadan önce develerin ahırında şehit edilmişti. Kafirlerle ilgili şöyle yazlıdır. Kafirlerden Abdurrahman bin Uyeyne, Hubeyb bin Uyeyne, Mesede bin Hakema Fezari, Ubar ve onun oğlu amr, öldürüldü. Hz. Ebu Zer’in karısını düşmanlar yakalayıp götürmüştü. Bundan daha önce bahsetmiştim. Saldırganlar onu yakalayıp götürmüşlerdi ve iple bağlamışlardı. Onlar hayvanları evin önünde bağlarlardı. Bir gece o kadın iplerinden kurtulmayı başardı ve yakındaki develerin yanına geldi. Her ne zaman bir deveye yaklaşsa ses çıkarıyorlardı, o da onu bırakıyordu. Sonunda o hz. Resulüllah’ın Azba adlı devesinin yanına vardı. Düşmanlar onu alıp kaçmışlardı. Onun yanına varınca o gürültü çıkarmadı, sakin durdu, o eğitilmiş bir hayvandı. O kadın onun sırtına binip onu koşturdu. O adamlar onun kaçtığını öğrenince yakalamak istediler ama yakalayamadılar. Ravi diyor ki, o kadın Allah için şöyle bir adak adadı: Eğer Allah ona bu deve ile kurtuluş bahşederse o onu mutlaka kurban edecektir. O kadın Medine’ye varınca insanlar onu gördüler ve dediler ki bu hz. Resulüllah’ın devesi Azba’dır. Kadın şöyle dedi: Ben adak adamıştım, eğer Allah bu deve vasıtasıyla kurtuluş bahşederse ben bunu kurban edecektim. İnsanlar bu tartışmayı Peygamber Efendimize sundular ve bütün olayı anlattılar. Hz. Resulüllah (sav) şöyle buyurdu: Bu kadın, bu deveye ne kadar kötü bir karşılık verdi. O onu kurtarıp getirdi o ise ona böyle bir karşılık verme peşinde. Eğer Allah onu bu deve vasıtasıyla kurtarırsa o, o deveyi kesecek. (Bu iyi bir karşılık değil.) Sonra şöyle buyurdu: Allah-u Teala’nın emirlerine aykırı hiçbir adak yerine getirilmemeli, ayrıca da sahip olmadığı şeyi adamak da caiz değildir. Bu benim devemdir, sen Allah’ın ismini anıp sağ selamet evine dön.
Şimdi bir seriyyeden bahsedeceğim. Neced’e yapılan hz. Eban bin Sayid seriyyesidir. Hicri 7 yılında oldu. Başka bir rivayette cemaziyessani 7 hicri olarak beyan edilmiştir. Hz. Mirza Beşir Ahmed Sahip de bu seriyyeyi Muharrem 7 hicri olarak beyan etti. Bu seriyyenin tarihinin, hicri 7 yılı muharrem ayı olması daha isabetlidir. Çünkü rivayetlerde şöyle geçiyor: Hayber seferine çıkmadan önce hz. Eban bin Sayid Medine’den Neced’e doğru gönderilmişti. Ve Hayber’e doğru muharrem 7 hicride hareket edilmişti. Hz. Eban şu şekilde tanınır: Hz. Eban’ın babası Kureyş’in ileri gelenlerindendir. Onun kardeşleri Amr ve Halit, ondan önce Müslüman olmuştu ve Habeşistan’a hicret edenler arasındaydı. Eban, Bedir’de müşrikler tarafında savaşa katılmıştı. Hudeybiye anlaşmasında o, hz. Osman’a eman vermişti. Amr ve Halit Habeşistan’dan döndüklerinden Eban’a bir mesaj gönderdiler. Nihayetinde onların üçü de hayber gününde hz. Resulüllah’ın huzuruna geldiler ve Eban İslam’ı kabul etti.
Bir rivayete göre, Hz. Eban bin Said, Hudeybiye Antlaşması ve Hayber Savaşı arasında İslam’ı kabul etmiştir. Peygamber Efendimizin vefatı sırasında Eban, Bahreyn’e vali olarak tayin edilmişti. Daha sonra Hz. Ebu Bekir’e gelip Şam’a gitmiştir. On üçüncü hicri yılında şehit olmuştur. Başka bir rivayete göre, yirmi yedinci hicri yılında Hz. Osman’ın hilafet döneminde vefat etmiştir. Hayber Seferi’ne çıkmadan önce Peygamber Efendimiz, Hz. Eban bin Said’in kumandasında Necd bölgesine bir ordu göndermişti. Necd, yarı kurak ama verimli bir bölge olup birçok vadi ve dağa sahiptir. Güneyde Yemen’e, kuzeyde Şam ve Irak çöllerine kadar uzanır. Batısında Hicaz çölü yer alır. Bu bölge, deniz seviyesinden bin iki yüz metre yüksektedir. Bu yükseklik nedeniyle bu bölgeye Necd denir. Bu ordunun amacı, Peygamber Efendimizin yokluğunda Medine’yi düşman kabilelerden korumaktı. Bu kabileler her zaman uygun bir fırsat bulup Medine’ye saldırabilmek için fırsat kolluyorlardı. Peygamber Efendimizin sahabeleriyle birlikte Medine’den ayrılması, Medine’ye saldırmak için en uygun fırsat olarak görülüyordu. Düşman, “Artık Peygamber Efendimiz Medine’de değil, sahabeleri de onunla birlikte. Medine’de çok az insan kaldı. Bu yüzden saldırarak Medine’yi fethedelim” diye düşünüyordu. Bu endişe nedeniyle Peygamber Efendimiz her sefere çıktığında bazı sahabeleri de böyle kabilelere gönderirdi. Bu seriye, Sahih Buhari’de şöyle geçer: Peygamber Efendimiz, Hz. Eban’ı bir seriyenin başına görevlendirip Medine’den Necd’e gönderdi. Hz. Ebu Hureyre şöyle der: “Sonra Eban ve arkadaşları, Peygamber Efendimiz Hayber’i fethettikten sonra Hayber’e geldiler.” Hz. Ebu Hureyre, “Ya Resulullah, onlar Hayber’i fethettikten sonra geldiler. Onlara Hayber ganimetinden pay vermeyin, çünkü onların bu ganimetten payı olmamalı” dedi. Bunun üzerine ikisi arasında bir tartışma çıktı. Peygamber Efendimiz, “Ey Eban, otur” buyurdu ve ona pay vermedi. (Bunun sebebi herhalde onun, doğrudan Hayber savaşına katılmamış olmasıydı.)
Tarihte meşhur olmuş bir başka gazve de Hayber Gazvesi olarak anılan gazvedir. Hayber, bol su kaynakları ve yeşil arazileriyle meşhur, Arap yarımadasının en büyük hurma bahçelerinden biri olarak kabul edilen geniş bir vahadır. Hayber’in sadece Katibe adında bir vadisinde kırk bin hurma ağacı bulunması, bu bölgenin ne kadar verimli olduğunu gösterir. Hayber vadisi, Medine’nin kuzeyinde yaklaşık doksan altı mil uzaklıkta yer alıyordu. Buraya Yahudiler çok eski zamanlardan beri yerleşmişlerdi. Tarihi rivayetlere göre, Hz. Musa (as) zamanından beri burada İsrail oğullarından Yahudiler yaşıyordu. Bazı tarihçilere göre, Yahudiler buraya Babil Kralı Nebukadnezar zamanında yerleşmişlerdi. Başka rivayetler de Hayber’de eski zamanlardan beri Yahudilerin yaşadığını ve büyük kaleler inşa ederek buraya yerleştiklerini göstermektedir. Bu yer onların gözünde büyük bir öneme sahipti ve bugün bile İbranice’de “Hayber” kelimesi kale anlamına gelmektedir.
Bazı Yahudi kabileleri de Medine’de yaşıyordu ancak Hayber Yahudileri diğerlerinden cesaret ve savaşta dik durmalarıyla ayrılıyordu. Aralarındaki birlik de diğerlerine göre daha güçlüydü. Bu nedenle bu kavim, Arap yarımadasında gücün simgesi olarak kabul ediliyordu. İster Medine Yahudileri olsun ister Hayber Yahudileri, Hz. Muhammed (sav) ve İslam hakkında yaptıkları komplolar ve entrikalar isyana varan boyutlara ulaşmıştı. Kin ve düşmanlıkta giderek artan bu kavim, İslam’ı ve Peygamber Efendimizi yok etmek için tüm güçlerini kullanmaktan çekinmemiştir. Oysa Peygamber Efendimiz, Medine Yahudileriyle her zaman yumuşak bir tutum sergilemiş, onlarla barış anlaşmaları yapmış ve anlaşmayı bozduklarında veya ihlal ettiklerinde öncelikli olarak affetmeye çalışıyordu. Hatta bu insanlar Peygamber Efendimizi öldürmek için birçok kez girişimde bulunmuşlardır. Anlaşmayı ihlal ederek dış güçlerin Medine’ye saldırmasına yardım etmişlerdir. Buna karşılık olarak onlara eğer çok sert bir ceza bile verilmiş olsa yine de o adalet ve insafa uygun olurdu. Peygamber Efendimizin affı ve merhameti ise o kadar büyüktü ki, onları sadece Medine’den sürerek cezalandırmıştır. Peygamber Efendimizin amacı zorla İslamiyet’i kabul ettirmek olsaydı, Medine Yahudilerinin defalarca sözlerini bozmalarına asla müsamaha göstermezdi. Peygamber Efendimizin amacı kan dökmek olsaydı, Benû Kureyza ve Benû Nazîr’e can güvenliği vererek onları Medine’den güvenle göndermezdi. Peygamber Efendimizin amacı mal ve mülk elde etmek olsaydı, Arap yarımadasının en büyük sermaye sahibi olarak kabul edilen Benû Nazîr’in altın ve gümüş dolu torbalarını Medine halkının önünde göstere göstere alıp gitmelerine izin vermezdi. Peygamber Efendimizin Medine Yahudilerine gösterdiği hoşgörü ve af düşünüldüğünde, Hayber’e yerleşen bu Yahudilerin İslam ve İslam’ın kurucusu hakkında barışçıl bir tutum sergilemeleri beklenirdi. Ancak Medine’den sürülen Yahudilerin bir kısmı Hayber’e yerleşmiş ve zaten güçlü bir askeri güce sahip olan Hayber, Müslümanlara karşı tehlikeli planların merkezi haline gelmişti. Hayber’in ileri gelen Yahudi liderlerinden oluşan büyük bir heyet Mekke’ye giderek Peygamber Efendimizi ve İslam’ı yok etmek için bir plan hazırlamış ve çevre kabileleri de bu plana dahil ederek on beş bin kişilik büyük bir orduyla Medine’ye saldırmışlardır. Bu savaş, İslam tarihinde “Ahzab Savaşı” veya “Hendek Savaşı” olarak bilinir. Daha önce de bahsedildiği gibi, eğer Allah’ın yardımı olmasaydı Müslümanlar bu savaşı kaybedebilirdi. Bu tehlikeli planın baş mimarlarından biri de Hayber Yahudileri olmuştu. Medine’de yaşayan Benü Kureyza’ya verilen ceza da Hayber Yahudilerinin kötü tavrını değiştirmedi. Bu yüzden Peygamber Efendimiz, bu bölgedeki isyanı bastırmak için harekete geçmek zorunda kalmıştır. Böylece bölgede huzur ve güvenlik sağlanacak, herkes kendi dinini özgürce yaşayabilecek ve de din sadece Allah için olacaktır, yani hiçbir şekilde zorlama olmayacaktır. Çünkü bu Allah ve kul arasındaki bir muameledir.
İslam ve İslam’ın kurucusu hakkında zehir saçmaktan çekinmeyen Montgomery Watt adında tanınmış bir oryantalist, bile kitabında şunu itiraf etti: ‘Hayber’e yapılan saldırının basit nedeni, Hayber halkının zenginliklerini kullanarak komşu Arapları Müslümanlara karşı savaşmaya kışkırtmış olmalarıdır.
İlahi işaretler üzerine Peygamber Efendimiz (sav), Hayber üzerine sefere çıkma kararı almıştır. İbn Sa’d’a göre Hayber seferi, hicretin yedinci yılının Cemaziyel-evvel ayında gerçekleşmiştir. Ancak İbn Ukabe ve İbn İshak’a göre Peygamber Efendimiz (sav), Hudeybiye’den Medine’ye Zilhicce ayında dönmüş ve yaklaşık yirmi gece Medine’de kaldıktan sonra, Muharrem ayında Hayber’e hareket etmiştir. Mirza Beşir Ahmad Sahib de, “Sîret Hatem-ün-Nebiyyîn” adlı eserinde bu seferin, hicretin yedinci yılının Muharrem ve Safer ayları içerisinde gerçekleştiğini not düşmüştür.
Hz. Muslih Mevud (ra) ise, Peygamber Efendimizin Hudeybiye’den dönüşünden yaklaşık beş ay sonra, Medine’ye yakın ve kolayca komplolar düzenleyebilecekleri bir yer olan Hayber’deki Yahudileri oradan çıkarmaları gerektiğine karar verdiğini belirtmiştir. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (sav), Ağustos 628 yılında yaklaşık bin altı yüz sahabe ile birlikte Hayber’e doğru yola çıkmıştır.
Bazı tarihçiler, Hayber Seferi’nin Hudeybiye Antlaşması’ndan yaklaşık beş ay sonra gerçekleştiğini belirtirken, Hazret Muslih Mevud (ra) aynı görüşü Dibaçe Tefsîr-ül-Kur’an’da ifade etmiştir. Ancak tarihçi ve hadisçilerin çoğu, bu seferin Hudeybiye Antlaşması’ndan kısa bir süre sonra, Muharrem ayında gerçekleştiğini belirtmektedir ve Hazret-i Mirza Beşir Ahmed Sahib de bu konuda aynı görüştedir. Allah Teala en iyi bilendir.
Aslında Hudeybiye Antlaşması çok büyük bir zaferdi. Kur’an-ı Kerim bu antlaşmayı büyük bir zafer olarak nitelendirmiştir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: ‘Muhakkak ki Biz sana apaçık bir zafer verdik.’ (Fetih Suresi). Bu açık zafer, Hayber ve Mekke gibi büyük fetihlerin kapısını açmıştır. Gerçekten de Allah Teala, Hudeybiye’den dönüşte Mekke ve Medine arasında indirilen Fetih Suresi’nde şu müjdeyi vermiştir:
لَقَدۡ رَضِیَ اللّٰہُ عَنِ الۡمُؤۡمِنِیۡنَ اِذۡ یُبَایِعُوۡنَکَ تَحۡتَ الشَّجَرَۃِ فَعَلِمَ مَا فِیۡ قُلُوۡبِہِمۡ فَاَنۡزَلَ السَّکِیۡنَۃَ عَلَیۡہِمۡ وَ اَثَابَہُمۡ فَتۡحًا قَرِیۡبًا ﴿ۙ۱۹﴾ وَّ مَغَانِمَ کَثِیۡرَۃً یَّاۡخُذُوۡنَہَا ؕ وَ کَانَ اللّٰہُ عَزِیۡزًا حَکِیۡمًا ﴿۲۰﴾ وَعَدَکُمُ اللّٰہُ مَغَانِمَ کَثِیۡرَۃً تَاۡخُذُوۡنَہَا فَعَجَّلَ لَکُمۡ ہٰذِہٖ
Allah, o ağaç altında sana biat eden müminlerden razı oldu. Böylece O, onların kalplerinde olanı bildi. Onların üzerine sükûnet indirdi ve onları yakın bir fetihle mükafatlandırdı. Ve onlar çok ganimetler alacaklardı. Allah Aziz ve Hakimdir. Allah size çok ganimetler alacağınız vaadinde bulunmuştu. İşte O, bunu size çabuklaştırdı.
Bu ayet, Hudeybiye Antlaşması sırasında müminlerin gösterdiği samimiyet ve Allah’a olan bağlılıklarından dolayı Allah’ın onlardan razı olduğunu ve onlara yakın bir zafer müjdesi verdiğini ifade etmektedir. Özellikle Hayber fethi, bu müjdenin gerçekleşmesi olarak kabul edilir.
Ordunun Hazırlığı ve Medine’de Vekil Belirlemenin detayları şöyle beyan edilmiştir: Peygamber Efendimiz (sav), Hayber seferine çıkacağını ilan ettiğinde, sadece Hudeybiye Antlaşması’na katılanların bu sefere katılabileceğini belirtmiştir. Bazı rivayetlerde, Peygamber Efendimiz (sav), sadece cihad niyetiyle gelenlerin kendisine katılmasını istemiştir. Medine’de vekil olarak ise İbni Hişam’a göre Nemile bin Abdullah Leysi Medine’de naip olarak belirledi. İmam Buhari’ye göre ise Peygamber Efendimiz, Sabbah bin Urfeyi naip belirlemiştir.
İbn İshak ve İbn Sa’d’a göre, ilk kez Hayber Savaşı’nda bayrakların kullanıldığı belirtilmektedir. Daha önce sadece küçük sancaklar kullanılırdı. Peygamber Efendimiz (sav), Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Habbab bin Münzir ve Hz. Sa’d bin Ubade’ye bayrak vermiştir. Peygamber Efendimizin bayrağı, Hz. Aişe’nin şalından yapılmıştı ve siyah renkteydi ve adı ‘Ukab’tı. Bu bayrak, Hz. Habbab bin Münzir’de bulunuyordu. Bazı rivayetlerde Hz. Ali’ye de bir bayrak verildiği belirtilse de bu bayrak, ona ancak Hayber’e varınca verilmiştir. Çünkü hz. Ali gözündeki problemden dolayı hiçbir şey göremediği için Peygamber Efendimizle birlikte yola çıkamamıştı. Ancak daha sonra, huzursuzluk hissedip yola çıktı ve Hayber’e ulaştı. Bu seferde, Ümmü’l müminin Hz. Ümmü Seleme de bulunmaktaydı. Bazı rivayetlere göre altı-yedi kadın sahabe de bu sefere katılmıştır, başka bir rivayette ise yirmi kadın sahabenin katıldığı belirtilmektedir.
Hz. Ümmü Sinan Eslimiye şöyle anlatır: Peygamber Efendimiz (sav) Hayber seferine çıkmak istediğinde, onun huzuruna giderek, ‘Ya Resulullah, izin verirseniz ben de sizinle geleyim. Su tulumlarını temizlerim, ordunun eşyalarını korurum, hasta veya yaralanan olursa onlara bakarım’ dedim. Peygamber Efendimiz (sav) bana izin verdi. Benzer şekilde Beni Gaffâr kabilesinden bazı kadınlar da Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, ‘Ya Resulullah, biz de savaşa katılmak istiyoruz. Yaralılara bakarız ve mücahidlere gücümüz yettiğince yardım ederiz’ dediler. Peygamber Efendimiz (sav) onlara da izin vererek, onlar için hayır duada bulundu.
Peygamber Efendimiz (sav) ve sahabelerin hazırlık yaptığı haberi Medine’deki Yahudilere ulaşınca, onlar çok üzüldüler ve eğer Peygamber Efendimiz (sav) Hayber’e girerse, Hayber’in de Benî Kureyza, Benî Nazîr gibi yok olacağını anladılar. Medine’deki Yahudiler zengin, Medineli Müslümanlar ise fakir olduğu için Müslümanlar Yahudilerden borç alırdı. Şimdi Hayber Yahudilerinin menfaatleri için Medine’deki Yahudiler, Müslümanları sıkıştırmak ve savaştan vazgeçirmek amacıyla hemen borçlarını istemeye başladılar. Bir sahabenin anlattığına göre, Hz. İbn-i Ebi Hadred’in, Ebu Şuhem adında bir Yahudiye beş dirhem (bazı rivayetlerde dört dirhem) borcu vardı. Yahudi, borcunu istediğinde Hz. İbn-i Ebi Hadred, ona mühlet vermesini ve Hayber’den döndükten sonra borcunu ödeyeceğini söylemiştir. Çünkü Allah Teala, Peygamber Efendimize (sav) Hayber’in ganimet olacağına dair söz vermişti. Ebu Şuhem Yahudi ise kıskançlık ve düşmanlıkla şöyle dedi: ‘Siz, Hayberliler ile savaşmanın, sıradan bedeviler ile savaşmak gibi olduğunu mu sanıyorsunuz? Tevrat’a yemin ederim ki orada on bin savaşçı var’. İkisi de durumu Peygamber Efendimize (sav) anlatmıştır. O zaman savaş ortamıydı. Bu Yahudi böyle bir ortamda aşırı bir şekilde Hayber Yahudilerini destekliyor ve onlara dert ortağı oluyor Müslüman askerle alay ediyordu. Peygamber Efendimiz (sav) devlet başkanı olarak bu Yahudi’ye ceza verebilirdi ancak o, büyük bir sabır, adalet ve hoşgörü örneği göstererek, Yahudi’nin hakkının verilmesini emretti. Hz. İbni Ebi Hadred şöyle dedi: Seni hak ile gönderen Zat’a yemin ederim ki şu anda onun hakkını eda etme gücüm yoktur. Peygamber Efendimiz ise, nasıl olursa olsun borcunu öde buyurdu. Hz. İbn-i Ebi Hadred, şalvarını pazarda satıp borcunu ödedi başındaki sarığı da çözerek şalvar olarak kullandı. Başka bir elbise giydi. Bu ikinci elbise bir örtü idi, Selma bin Eslem veya başka bir rivayete göre yaşlı bir kadın, onun başından geçeni öğrenince ona hediye olarak vermişti. Allah’ın takdirine bakın ki Hayber’de bu sahabeye ganimet olarak bir kadın düştü ve bu kadın, aynı Ebu Şuhem Yahudinin akrabasıydı. Sahabe, bu kadını Ebu Şuhem’e sattı.
Hayber üzerine ilerleme haberleri üzerine Medine’deki Yahudiler, Müslümanlara karşı sadece kin ve düşmanlık göstermekle kalmayıp, aynı zamanda Aşca kabilesinden kiraladıkları bir bedeviyi hemen Hayber’e göndererek Müslümanların savaş hazırlıkları ve önemli bilgileri hakkında onları uyardılar ve Müslümanlarla kararlı bir şekilde savaşmaları için onları teşvik ettiler. Zaten Müslümanların düşmanlarının bir casusa ihtiyacı yoktu, çünkü Medine’deki münafıklar bu işi çok hızlı bir şekilde yapıyorlardı. Bu durumda da münafıkların lideri Abdullah bin Ubey bin Selul, rahat durmadı ve bir yardımcısı aracılığıyla Hayber Yahudilerine hemen bir mektup gönderdi. Mektupta şu yazıyordu: ‘Muhammed (sav) size doğru geliyor. Kendinizi koruyun, mallarınızı kalelerinize getirin ve Muhammed (sav) ile savaşmak için meydana çıkın. Ondan kesinlikle korkmayın. Sayınız çok, Muhammed’in topluluğu ise çok az ve onların sadece az sayıda silahları var.
Hayber Yahudileri, Müslüman ordusunun yaklaştığı haberini alınca liderler toplandılar ve nasıl karşı koyacaklarına dair ihtilafa düştüler. Toplanarak İslam ordusuna karşı ne yapacaklarını istişare ettiler. Bu tartışmada Yahudi liderler tarafından çeşitli öneriler ileri sürülmüştür. Bir grubun görüşü şuydu ki, kalelere kapanıp surların arkasından savaşmak gerekir. Bunun sonucunda Müslümanlar usanıp kuşatmadan vazgeçeceklerdir. Hayber’in ünlü savaşçılarından biri olan Merhab’ın kardeşi Abu Zeyneb şöyle öneride bulundu: Kalelere kapanarak savaşmak yerine dışarı çıkıp açık alanda karşı koymalı, çünkü daha önce Medine’deki Yahudiler kalelere kapanarak karşı koymanın sonucu gördüler. O durumda Müslümanlar galip geldiler. Ancak ilk grup onun görüşünü, bizim kalelerimiz onlarınkinden çok daha sağlamdır diyerek reddettiler. Üçüncü bir görüş hepsinden daha da kibirliydi ve Yahudiler için çok daha cüretkardı. Bu görüş Hayber komutanlarından biri olan Selam bin Mişkem tarafından ortaya atıldı. O dedi ki, biz kendimiz Medine’ye saldıralım ve bütün yandaşlarımızla bir olup Müslümanların işini bitirelim. Çoğu bu görüşü destekledi ancak Hayber’in büyük reisi Kinana bin ebi Hukeyk bu fikre karşı çıktı ve dedi ki, bizim kalelerimiz Yesrib’deki kaleler gibi değildir. O kadar kibirliydi ki o, Muhammed (sav) asla bizim üstümüze gelmeye cesaret edemez, dedi. Ancak tüm liderler, çevredeki güçlü ve savaşçı kabilelerden askeri yardım istemek konusunda hemfikir oldular. Bu amaçla, on dört kişiden oluşan bir heyet oluşturuldu. Bazı rivayetlere göre bu heyete Hayber’in reis-i azamı Kınane bizzat başkanlık etti. Heyet, özellikle Benû Esed ve Benû Gatafan gibi güçlü kabilelere giderek, Hayber’in bir yıllık üretiminin yarısını verme karşılığında askeri yardım talep etti. Benû Murra gibi bazı kabileler bu teklifi görmezden gelirken, Benû Esed ve Benû Gatafan gibi savaşçı kabileler hemen bin kişilik bir ordu göndermeyi kabul ettiler ve dört bin kişilik ek bir ordu göndermek için hazırlıklara başladılar.
Bu uzun bir tafsilattır, inşallah gelecek sefer anlatacağım. Şimdi ben bazı merhumlardan bahsetmek istiyorum.
İlk bahsedeceğim merhum, Mandi Bahauddin’den Muhterem Muhammed Bahş Sahib’in oğlu Mükerrem Muhammed Eşref Sahiptir. Geçtiğimiz günlerde vefat etmiştir. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Onun üç kızı, altı oğlu vardır. Oğullarından Kaşif Cavid Sahib şu anda Senegal’da naip baş mürebbi ve cemaat amiri olarak görev yapmaktadır ve bu nedenle babasının cenazesine katılamamıştır. Kaşif Cavid Sahib, şöyle yazmaktadır: Babam son derece sade, iyi huylu ve Allah’a karşı takvalı bir insan idi. Ahmediyet’e ve hilafete çok büyük sevgisi vardı. Ailesinde tek Ahmedi idi. Her zaman derdi ki, biz ne bulduysak Ahmediyet sayesinde bulduk. Kendi çocuklarına da daima Ahmediyet ve hilafete bağlı kalmalarını telkin ederdi. Dedesi Muhammed Azam Bey, Sargoda’nın bir köyü olan Bapra’da 1968 civarında biat etmişti. Babam da sonra Ahmedi olmuştu. Ondan sonra anne tarafından tek bir kardeşi vardı, Ahmedi oldu. Ortaokuldan sonra köyden ayrılıp Mandi Bahauddin’de, şeker fabrikasında işe başladı ve son anına kadar orada kaldı. İleri yaşında büyük bir şevkle Kur’an-ı Kerim öğrendi, sonra o kadar gayret ve sevgi ile okurdu ki ayda bir veya iki defa mutlaka hatim ederdi. Ramazanda ise iki-üç defa hatmederdi. Fakirlere çok yardım ederdi. Yanına gelen birini asla eli boş çevirmezdi. Bana da derdi ki bize Allah-u Teala’nın ihsan ettiği her şey senin hayatını vakfetmenden dolayıdır.
Oğullarından biri olan Mübeşşir Cavid Bey şöyle yazıyor: Ben mal sekreteriyim. Özellikle geçen birkaç yıldır ve genel olarak da babam çandaları düzenli öderdi. Ne zaman emekli maaşı alsa bütün yılın çandasını ödemeye çalışırdı. Vefat anında çandalarını ödeyip ödemediğini düşünüyordu. Vefat anında Allah-u Teala bütün çandalarını ödemeye muvaffak kıldığı için çok şükür içindeydi. Allah-u Teala rahmet ve mağfiret etsin. Geride bıraktıklarına sabır ve sükun versin.
İkinci merhum Habib Muhammed Şatrî sahiptir. O, Kenya’nın ikinci naip emiri idi ve Muhammed Habib Şatri’nin oğluydu. Onun kökeni Arap idi. Geçen günlerde 56 yaşında iken vefat etti. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Merhum musi idi arkasında ebeveynlerinden başka hanımı ve üç çocuğu kalmıştır. Kenya amiri Mahmud Tahir sahip şöyle yazıyor: Onun ataları Yemenliydi, babası Habib Şatrî sahip 1982’de biat etmişti ve çok ihlaslı bir Ahmedi idi. Bu merhum, onun büyük oğludur. Babasının biatinden bir müddet sonra da o da biat etti ve son nefesine kadar biat sözüne sadık kaldı. Temel eğitimini Mumbasa’da aldı. Çok zeki ve başarılı bir öğrenciydi. Okul tarafından bir süreliğine eğitim için Fransa’ya da gönderildi. Halifelerle görüşme anılarını daima hayatının en güzel anıları olarak beyan ederdi. 4. Halife hazretleri ile de benimle de görüşmüştü. Çeşitli şekillerde cemaate hizmet etmeye devam etti. Vefat anında da Kenya Cemaatinin talim sekreteri ve ikinci naip emiri olarak hizmet ediyordu. Ben onu yirmi yıldan beri tanırım, vakfe zindigilere karşı çok hürmetliydi, ona ne iş verilse son derece ciddiyetle yerine getirirdi. Hiçbir zaman hatırlatmaya gerek kalmazdı. Namazlara daim, şeairullah ve hududullah’a titizlikle dikkat eden, çandalarını düzenli ödeyen, güzel ahlak sahibi, fakirleri gözeten, ebeveynlerine itaat eden ve haklarına riayet eden, küçük kardeşlerinin de hakkını veren, görüşü kıymetli olan, takva sahibi, ihlaslı, vefalı bir insandı. Büyük şirketlerde yüksek görevler yaptı. Allah-u Teala ona mali zenginlik de ihsan etmişti. Dünyevi hayatında da ticari, siyasi ve dini insanlarla sürekli irtibat içindeydi. Ahmedi olduğunu hiçbir zaman saklamadı, aksine bunu dile getirerek tebliğ yapardı. İşte bundan dolayıdır ki Mumbasa’dan çok sayıda yüksek seviyeli ticari, siyasi, devlet erkanı ve kültürel insan cenazesine katılmıştır. Allah-u Teala merhuma rahmet ve mağfiret etsin ve onun bütün geride kalanlarına sabır ihsan etsin.
Üçüncü merhum, Anobi Medango sahiptir. Zimbabve’nin bir yerel cemaatinin sadırı idi. Geçen günlerde vefat etti. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Onun oğlu Yusuf Anobi Bey, Zimbabve’nin sadırıdır. O şöyle yazıyor: Babam başlangıçta sünni Müslüman idi ve başlarda Cemaate muhalefet ederdi. Ancak onun kalbinde İslam sevgisi vardı. Eskiden Malavi’de yaşıyordu. Orada yaşarken çok muhalefet vardı. Sonra Zimbabve’ye taşındı. Buraya geldi ve İslam sevgisinden dolayı insanları kendi etrafında topladı ve oturduğu bölgede cemaatle namaz kılmak için bir düzen kurdu. Gerçek bir Müslüman olmak için kalbinde bir çırpınış vardı. Daha sonra cemaatle tanıştı. Mürebbimiz Semiullah Bey ile detaylı görüş alışverişi oldu. En sonunda Ahmediyet’i kabul etti. Kendi bölgesinde ilk Ahmedi idi. Ahmediyet’i kabul ettikten sonra kendisine muhalefet de oldu. Bir araya topladığı insanlar da kendisini terk etti ve sert davrandılar. Bunun üzerine o, o insanları cemaatle namaza toplamak için kurduğu merkezi de bıraktı ve kendi ailesiyle birlikte evinde cemaatle namaz ve Cuma namazı kılmaya başladı. Velhasıl moralini hiç bozmadı ve tebliğ etmeye devam etti. Birçok insan onun tebliğini dinledi ve onun vasıtasıyla cemaate katıldı. Çok etkili bir şahsiyetti. Birçok insan kendisini görmekle cemaate katılmıştı. Bizzat mal fedakarlığı yaparak bir arsa satın almıştı. Bugünlerde bu arsa üzerine Zimbabve’deki ilk Ahmediye Camisi inşa edilmektedir. O, bunun kendi hayatındayken tamamlanmasını çok arzuluyordu ama daha tamamlanamadı, inşaatı devam ediyor. Çok vefalı, dürüst, güvenilir bir insandı. İnsanlar arasındaki sorunları büyük bir hikmetle çözüyordu. Cemaat başkanı seçilmeden önce bile insanlar ona çok güvenir ve itimat ederdi. Kendi imkanlarıyla ihtiyaç sahiplerine yardım ederdi. Evi her zaman misafirlerle dolu olurdu. Cemaate olan bağlılığı çok derin idi. Herkese cemaate bağlı kalmaları tavsiyesinde bulunurdu. Geride sekiz çocuk bıraktı. Oğlu, dediğim gibi, Zimbabve cemaatinin başkanı ve torunu Kasım Anubi de Zimbabve’nin ilk merkezi mürebbisidir. Allah merhuma rahmet ve mağfiret eylesin, nesillerinde de cemaatin öğretisi daim olsun ve iyilikler yapmaya devam etsinler.