Sıklıkla kullanılan ve okumamış insanların bile anlayabileceği delil etki-tepki delilidir. Bu sebepten de çok faydalıdır.
Bir hikâyeye göre bir felsefe adamı bedevi olan cahil bir çiftçiye “Sen Allah’a inanıyor musun?” diye sordu. O da evet deyince filozof “bir delilin var mı?” deyip zorlamak istemiş. Bunun üzerine çiftçi “eğer ormanda deve pisliğini görünce devenin ve ayak izleri görünce sahibinin var olduğunu tahmin edebiliyorsak o zaman yıldızlarla süslenmiş göğü ve yürüme yolları olan dünyayı görünce neden bir yaratanı olduğunu düşünmeyelim?” demiş.
Bir bedevinin ağzından çıkan bu delil eski çağların en önemli deliliydi. Dünya kocaman bir yerdir. Yaratanı muhakkak olmalı. Bu onlar için yeterliydi. Özünde doğru olmasına rağmen bu delil birçok itiraza maruz kalmıştır. Ama esasında doğru ve herkesin zekâ seviyesine uygun olduğu için Kûr’ân-ı Kerîm de bunu kullanmıştır. Şöyle buyuruyor.
“Ey insanlar. Gökleri ve dünyayı yaratan Allah’ın varlığı hakkında mı şüpheye kapılıyorsunuz?”[1]
Dediğim gibi genel olmasına rağmen bu delil çok eleştirilmiştir. Belki de eleştirilerin fazlalığı bunun genel ve kolay anlaşılır olmasından kaynaklanıyordur.
Dünyanın yaratılışıyla ilgili çeşitli fikirler
Kâinatın gerçeği hakkında düşünenlerin önerisine göre dünyayı görüp hemen Allah vardır neticesine varmak doğru değildir. Önce bütün muhtemel senaryolar tek tek incelenmeli ve sonra birbiriyle kıyaslayarak doğru olan seçilmeli. Onlara göre dünyanın yaratılışıyla ilgili üç senaryo mümkündür.
- Dünya hep vardı.
- Dünya kendi kendini doğurdu veya yarattı.
- Birisi bu dünyayı yarattı.
Diyorlar ki dünya hep vardı deyince sonsuz bir zamanı da kabul etmek durumunda kalıyoruz. Ama bu aklen mümkün değil çünkü sonsuz olan bir şey sonlu bir varlığın içine sığamaz.
Dünyanın kendi kendini yarattığı senaryosu da insan aklı tarafından ret ediliyor. Bu senaryoyu kabul edersek gizli bir ihtiyaç veya istek yüzünden canı istediği zaman var olabilen bir varlığın bir gün var olma kararı verdiğini kabul etmek zorunda kalacağız ki bu doğru olamaz.
Var olma gücünü kendisinde bulunduran bir varlığın bir gün var olması iki soruyu doğuruyor.
1. Eğer istediği zaman var olma gücünü kendisinde bulunduran varlığı kabul etmeye hazır isek dünyanın yaratılışıyla ilgili soru bu varlık hakkında da sorulacak ve yine konunun başına dönmüş oluruz. Ayrıca gizli ihtiyacını veya isteğini kim yarattı? Aynı soruyu bu ihtiyacı yaratan varlık hakkında da sormak zorunda kalacağız.
2. Eğer bu ihtiyacın bir sebebi yoktu ve kendiliğinden oluştu diyorsak yine başlangıç noktamıza dönmüş oluruz. Eğer dünyanın doğumundan önce ki durumun bir fiziksel varlık yerine bir yokluk olduğunu varsayarsak, yine sıkıntılı bir bölgeye adım atmış oluyoruz. Kendini göstermenin gizli kabiliyetinin yokluğun içinde bulunduğunu varsaydığımız anda iki tür yokluk olduğunu kabul etmek zorunda kalırız.
Birisi zuhur[2] kabiliyeti olan bir yokluk ve diğeri böyle bir kabiliyeti olmayan bir yokluk olacaktır. Ama insan aklı bunu kabul edemez çünkü var bile olmayan bir şeyin ne gizli ne de zahiri güçleri olamaz.
Üçüncü senaryoya göre dünya başka birisi tarafından yaratılmıştır. Din adamları ve filozofların düşüncesi bu yöndedir. Onlara göre dünya aslında bir varlık değil bir sıfattır. Ama bu düşüncede yine doğru değildir. Deniliyor ki dünya gözümüzün önünde evrim geçirip şekilden şekile geçen bir şeydir. Böyle bir şey bir sıfat olamaz. Sıfat olsaydı birden bire var olup hiç değişim göstermezdi. Oluşumundan beri değişim içinde olan ve belli kanunlara göre şekil değiştiren dünya belli bir yaratanın sıfatı değil bağımsız olarak var olan bir şeydir.
Konuya daldıkça yeni sorular ortaya atılıyor. Yapan birisi varsa hangi malzemeyi kullanarak yaptı? Sanatçı demirden veya altından bir şeyler yapabilir ama bu malzemelerin kendilerini yapamaz. Öyleyse bu dünya hangi malzeme ile yapıldı? Eğer malzeme önceden vardı diyorsak yine başa döneriz. Madde sonradan yaratılmışsa boşluk ve boyut kavramlarının da sonradan yaratılmış olmaları gerekir ama insan aklı yine bu noktada elveda diyor çünkü boyutu olmayan bir durum hayal edemiyor.
Her şeyi unutacak olsak dahi “yapanı kim yaptı?” sorusundan yine kurtulamıyoruz. Sıkılıp “peki yaratan sonlu mudur yoksa sonsuz mu” dersek yine hangi cevabı seçersek seçelim arapsaçına dönmüş bir durumdan kurtulamıyoruz. Sonra yaratan başka bir şeye muhtaç mıdır sorusu gündeme geliyor. Eğer muhtaçsa başka varlıkların da olması gerekecek ama değilse o zaman değişim içinde olmayan birisi olması gerekiyor. Her tür değişimden münezzeh dersek onu kâinatın tohumu olarak kabul edemeyiz ve konu yine kapanır.
Düşünürler diyorlar ki bu düşünce trenini takip edince mümkün dediğimiz üç senaryodan hiç birisini kabul edemiyoruz. Herhangi bir ilerleme kaydedebilmek için şimdilik akla sığmayan itirazlardan bazılarını istemeyerek olsa dahi kabul etmek zorundayız. En çok rahatsız eden itiraz “o yaptıysa onu kim yaptı?” itirazıdır. Madem bu itirazdan kurtulamıyorsak demek ki o zaman her ne kadar bu itirazın cevabını bilmesek de dünya gözümüzün önünde mevcut olduğu için bu senaryolardan birisini kabul etmek zorundayız.
Dolayısıyla birinci seçenek en kabul edilebilir seçenektir. Yani şu ki dünya hep vardı.[3] Çünkü ikinci ve üçüncü senaryolar yine benzer soruların kapılarını açmaktadırlar. Madem bu konuda bilimsel tolerans gösterilecekse şimdiden dünyanın hep var olduğunu kabul edelim.
Bu fikirlerin değerlendirilmesi:
Her şey den evvel, sanki dünyanın nasıl var olduğu sorusuna cevap ararken tanrı fikrine kapılmış olduğumuzu ima eden bu tavıra bir cevap vermek istiyorum. Daha önce de ispatladığım gibi Allah fikri vahiy yoluyla yerleşmiştir. Ne gariptir ki itiraz edenler bir taraftan Allah fikrinin basitten karmaşığa giden, tabanı korku ve hayret olan bir evrim sonucunda oluştuğunu söylerken diğer taraftan tamamen felsefi olan “dünyanın yaratanı var mıdır?” sorusuna cevap ararken oluşmuştur diyorlar. Hâlbuki bu iki fikir birbirine zıttır.
İlk iki senaryoya karşı düşünürlerin bulduğu itirazlar bir nebze doğrudur. Ama üçüncü senaryo hakkında denilenler sadece birer yanılmadır. Kâinat birisi tarafından yapılmıştır denildiği zaman asla bir mimarın taş topraktan yaptığı evlerin yapımına benzer şekilde yapılmıştır kastedilmiyor. Kastedilen sadece şudur ki ilk başta belli bir kanuna tabi olan madde yaratılmıştır ve sonra bu kanunun yarattığı hareket neticesinde o madde gelişmiştir. Dolayısıyla evrim kesinlikle iddiamıza ters düşmemektedir. Hatta kâinatın her zerresi yaratanın varlığına ve akıl almaz sanatına işaret etmektedir.
Deniliyor ki Tanrı maddeyi nereden buldu? Bunun cevabını sonra vereceğim ama şimdilik bunu söylemek yeterli olur ki Tanrıyı ret etsek bile bu soru yine kalır. Bu durumda Tanrı ile ilgili tartışmalarda şüphe yaratmak için kullanılamaz. “Boşluğu kim yarattı?” sorusuna gelince bu sadece hayali bir sorudur. Bu beynimizin yapısıyla alakalıdır; Allah ile değil. Boşluk ve boyut kavramları madde oluşunca beynimizde anlam kazanıyorlar. Allah ile ilgili tartışmada bunlar yer alamazlar.
Sonsuz olup olmadığı tartışması da gereksizdir. Aynı soru dünya için de sorulabilir ve hangi cevabı benimsersek benimseyelim sıkıntılar kalacaktır. Eğer dünya söz konusu olunca bu soruyu yüzde yüz anlamadan geçmeyi kabul ediyorsak Allah hakkında tartışırken de bunu kabul edebiliriz. Eğer hangi senaryoyu seçersek seçelim bu itiraz yine kalıyorsa o zaman bu bir itiraz değil insan aklının çözemeyeceği bir sorudur. Ya da en azından şimdilik çözemediği bir sorudur. Her iki durumda da şimdilik bunu göz ardı etmek mantıksız değildir.
Şimdi de “eğer dünyayı Allah yaptıysa onu kim yaptı?” sorusuna gelelim. Bu sorunun arkasında maddi şeylerle ilgili tecrübemiz yatıyor. Ama maddi olmayan bir şey için maddi olanla ilgili tecrübemizi dayatamayız. Hatta çoğu zaman maddi şeylerle ilgili tecrübemiz bile diğer maddi şeylere uymuyor. Bu durumda maddi olmayan bir şeyi anlamak için maddi bir şey ile kıyaslamak elma ve armudu toplamak misalidir. Örneğin su, yuvarlak kaba koyduğumuzda yuvarlak ve yassı bir tabağa koyduğumuzda yassı bir şekil alır. Birisi buna dayanarak demirin neden böyle davranmadığını sorarsa ona bu kuralın sadece su için geçerli olduğunu söyleriz. Ya da tam tersine birisi “neden su demir gibi şeklini korumuyor?” dese ona da bu kuralın sadece demir için geçerli olduğunu anlatırız. Durum maddi eşyalar için böyleyse maddi olmayan için nasıl bu kuralların kapsamını genişletebiliriz.
Maddi dünyada tecrübe ettiğimiz bir kanun var ve bu kanuna göre her şeyin bir yaratanı vardır. Bundan yola çıkarak maddi olmayan şeyler için fikir yürütemeyiz. Eğer dünyanın yaratanı yoktur dersek itiraz yerindedir çünkü maddi şeylerin muhakkak bir yaratanı olduğuna dair tecrübemiz var. Ayrıca maddi şeylerin oluşumu ve değişimi etki-tepki kanununa tabidir. Bu yüzden maddenin kendi kendinden oluşmuş olması fikrini aklen kabul edemeyiz.
Son itirazda Allah’ın gani olup olmamasıyla ilgilidir. Eğer ganiyse neden bir şey yaratma ihtiyacı duydu ama aynı itiraz dünyanın tohumunu oluşturan o ilk hali için de edilebilir. Onun da eğer kendi varlığını sürdürmek için bir şeye muhtaç olmadığını var sayarsak neden bir değişim içine girip bir şey yarattığına anlam veremeyeceğiz.
Allah’a inanarak bazı sorular çözülmüyorsa o zaman inanmanın faydası ne?
Bu noktaya gelince bazıları diyorlar “hadi bir Allah’a inandık ama bu inanç kâinatın oluşum sırrını çözmedi. Öyleyse bunun faydası nedir?”
Birincisi bu itiraz Allah’a inanmanın sebebi dünyanın nasıl oluştuğu sorusuna cevap bulmaktır, gibi yanlış bir beklenti yüzünden oluşmaktadır. Bu aslında doğru değildir. Birisi eğer bu araştırmanın tek sebebi dünyanın oluşum sırrını çözmekti diye ısrar etse de ona deriz ki her ne kadar asıl amacımıza kavuşmuş olmasak bile bambaşka ve daha önemli bir gerçeği bulmuş olduk ve bu da bir kazançtır. Eğer bir şey ararken başka bir şey bulursak onu sadece asıl hedefimiz olmadığı için terk mi ediyoruz?
Kaldı ki kabul etmeye hazır olduğunuz “dünya hep var olmuştur” senaryosu da bu soruya cevap sayılmaz. İnsan sadece bir şeyin “nasıl” yapıldığı sorusundan değil, kimin tarafından yapıldığı sorusundan da bilimsel olarak faydalanabiliyor. Güzel bir asayı gördüğümüzde çoğu zaman sadece nasıl yapıldı sorusuyla sınırlı kalmayıp kimin tarafından ve nerde yapıldığını da soruyoruz. Bu sorulara cevap bulursak hem yapanın değerini anlayabiliriz hem de almak istersek nereden alacağımızı anlayabiliriz.
Aynı şekilde dünyanın nasıl yapıldığı yerine kim tarafından yapıldığı sorusuna cevap bulursak düşünmeye değer birçok yeni konuları bulmuş oluruz. Örneğin eğer dünyanın Allah tarafından yapıldığını ispatlayabilirsek bundan faydalanabilir miyiz sorusu gündeme gelecektir.[4]
İkincisi Allah ile bir ilişkimiz olursa acaba başımıza gelen sıkıntılardan kurtulabilir miyiz diye soracağız
Üçüncüsü eğer O bizi yarattıysa neden ve hangi amaçla yaratmıştır? Bunu bilirsek yaratılışımızın amacını yerine getirmek için çaba gösteririz.
Dördüncü olarak ta onunla yakınlaşınca belki kafamızı kurcalayan dünyanın oluşumu sorusuna da cevap bulabiliriz çünkü çoğu zaman yapana yakın olunca yapılanın sırlarını da çözebiliyoruz. Bu dördü de öyle fevkalade faydalardır ki önemsememek mümkün değildir.
Hz. Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed (Müslih Mevud)
Alla (c.c.) adlı eserinden
[1] İbrahim (14) sûresi, ayet 11
[2] Kendini gösterme
[3] Düşünürlerin bu fikri bu makale yazıldığından bu yana yine değişti ve yeni teorilere göre kâinatın muhakkak bir ilk anı vardı. Yokluktan var olduğu bu ilk andan (Büyük patlama) önceki durumunun açıklaması hala bilimin hasretle uzattığı ellerin ötesinde bir yerdedir.*
[4] Rasgele oluşmuş dünyadan böyle bir beklenti içinde olurken çok hevesli davranamayız ama merkezi insan olan ve bilinçli birisi tarafından insan için yaratılan bir kâinatı incelerken son derece umutlu oluruz ve bu bizim araştırma hevesimizi de pozitif yönde etkiler.*