Atatürk 10 Kasım 1938’de vefat etti. O günlerde Müslüman Ahmediyye Cemaati tarafından Urdu dilinde “The Review Of Religions” isimli dergi çıkartılmaktaydı. Bu dergi, Atatürk’ün vefatından hemen sonraki sayısında Atatürk ve devrimini anlatmak için aşağıdaki makaleyi kaleme aldı. (Kaynak : Aylık The Review of Religions (Urdu)12 Şevval 1357 yani 5 Aralık 1938 Cilt:37, Sayı:9 s.21- 28)
Kemal ATATÜRK
Atatürk’ün zamansız ölümü bir dünyayı yasa boğdu. Atatürk 12 Mart 1881’de Selanik’te dünyaya geldi. Gümrük memuru olan, babası Ali Rıza Efendi o çocukken vefat etti. Böylelikle annesi, onu ve iki kız kardeşini yetiştirme sorumluluğunu üstlendi. Parasal durumu kötü olan bu genç, yoksul ve dul hanımın ismi Zübeyde idi. Zübeyde sıradan bir bayan değildi. Mustafa Kemal dahil olmak üzere hayatını kaleme alanların hepsinin ittifakla söylediği şudur: Mustafa Kemal parlak geleceğini annesine borçludur. Çağdaş liderlerin büyük bir kısmının annelerinin üstün vasıflara sahip olması ilginç bir rastlantıdır. Zübeyde Hanım oğlunu zirveye götüren her aşamaya şahit oldu. O, Selanik’te dünyaya gelen ve yetim kalan Mustafa Kemal’e eğitim konusunda yardımcı olan ve yol gösteren olamadığını, fakirlik nedeniyle bütün gününü amcasıyla birlikte tarlalarda karasaban sürüp, bahçelerde kuşları kovalamakla geçirdiğini gördü. Ama daha sonra, 15 milyon insanın hayatı ve ölümüne kadir olan Kemal’i de gördü. Birkaç sene önce mükemmel vasıflara sahip olan bu bayan vefat etti.
Mustafa Kemal biraz büyüdükten sonra Selanik’teki bir okula kayıt oldu. Birkaç gün sonra bir sınıf arkadaşıyla kavga ettiği için cezalandırıldı. Bu cezayı protesto edip öğretmeni ile tartışan Mustafa Kemal okulu terk etti. Bir öğretmenle (haksızlığa karşı) savaşıp eğitimini feda eden bu çocuk daha sonra büyük bir “savaşçı” olduğunu ispatladı.
O, padişahı ve halifesi Abdulhamid’in zulmüne, keyfi idare sistemine ve baskıya karşı savaştı. Trablusgarp’ta İtalya’ya ve Balkan ülkelerine karşı savaştı. Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa’ya karşı savaştı ve Sultan Abdulhamit’in azledilişinden sonra gücü kendi ellerinde tutanlara karşı savaştı. Çanakkale’de İngilizlere karşı savaştı. Suriye ve Filistin’de savaştı. Sakarya’da Yunanlıların ülkeyi ele geçirme heveslerine karşı ve Lozan’da İngiliz diplomasisine karşı savaştı. O kendi ülkesinde cehalet ve gericiliğe karşı savaştı. Kısacası Mustafa Kemal mücessem savaştı. Bütün hayatı savaşarak geçti. O bütün savaşları kazandı ama hayatının son savaşında yenik düştü ve ölümün acımasız eli bir tek hamlede bütün arzularına, isteklerine ve programlarına son verdi.
Mustafa Kemal´in tabii meyli çocukluğundan beri askerliğe yönelikti. Nitekim annesi istemediği halde, gizlice Selanik Askeri Rüştiye sınavlarına girip kazanmış ve okula girmeyi başarmıştı. Onun esas ismi, anne ve babasının koyduğu Mustafa idi. Adı geçen Selanik´teki bu okulun bir öğretmeninin adı da Mustafa idi. Hoca ile öğrencisinin aynı ismi taşımasının herhangi bir anlaşmazlık ve yanlışlığa meydan vermemesi için, ve ayrıca öğrencisinin matematikte elde ettiği üstün başarısından dolayı son derece etkilenen hoca, bu gencin paha biçilmez birisi olup, ilerde nice milletlerin ve ülkelerin kaderlerini değiştirebilecek güçte olduğunu hemen anladı ve Mustafa´ya Kemal sözcüğünü´de ekledi. O günden itibaren adı Mustafa Kemal oldu. Adının değişmesi hayırlı bir saate rast gelmiş olmalı ki, Mustafa Kemal kısa ömründe milleti ve ülkesi için, hayatın her şubesine el attı. Hayatın her bölümünde olağanüstü işler becerdi.
Nitekim çağımızdaki bazı tarih alimleri siyaset alanında kendisini 20. asrın en büyük şahsiyeti olarak kabul ederler. Askeri yetenek bakımından ise, Napolyon´dan sonra dünyanın en büyük generali olarak telakki ederler. Onlara göre, kendisinin yanında Hindenberg, Levtendorf, Mareşal Faş ve Lord Hag gibi askeri dahiler bile birer hiçtiler. Mustafa Kemal gerek şahsi yeteneği, yöneticilik kabiliyeti ve siyasi zekası bakımından, gerek kendi ülkesi ve milleti içinde gösterdiği etki bakımından çağımızdaki Avrupanın bütün liderlerinin en üstünüdür. John Ginther, “Inside Europe” (Avrupanın içinden) adlı ünlü eserinin 44. sayfasında Mustafa Kemal´i Hitler ve Mussolini ile karşılaştırırken, “Mustafa Kemal, diktatörlerin en katısıdır. Onun yanında Hitler korkağın biridir. Mussolini ise güzel koku sürüp sağda solda gezinen bir züppedir. Goemboes (Macar diktatörü) ise “ bir salon kuklasından başka bir şey değildir” der.
Zübeyde’nin oğlu Mustafa’ya, tanrı vergisi; olağanüstü yetenek ve zekasından dolayı okulunda, Mustafa Kemal denildi. Çanakkale boğazında, İngiliz donanmasını yenilgiye uğrattığı için artık Mustafa Kemal Paşa oldu. Halbuki Türk ordusunun Alman başkomutanı Fan Liman Sandras ise, zaferden ümidini kesmiş tamamen karamsarlığa kapılmıştı. 1921 yılında, Sakarya meydanında Yunan ordusunu korkunç bir bozguna uğrattığı için, Türk milleti kendisine Gazi unvanını verdi. Dünya artık kendisini Gazi Mustafa Kemal Paşa ismiyle tanımaya başladı. Hemen hemen 10 yıl sonra ülkede her türlü askeri ve siyasi unvan ve lakapları lağveden Atatürk´ün adı sadece Gazi Mustafa Kemal olarak kaldı. Hayatının son yıllarında kendisi için Kemal Atatürk ismini benimsedi. Bu da “Türklerin babası” anlamına gelir. İsminde sık sık görülen bu değişmelerden ötürü, onun esas ismi, hatta isminin en güzel bölümü “Mustafa” kelimesi artık kaybolmuştu. Bazılarına göre, bizzat kendisi Mustafa sözcüğünü, kendi adından ayırarak atmıştı. Eğer bu iddia doğru ise, o zaman bu gerçek bazı yazarların “Kemal Atatürk, yüce Peygamber Efendimiz’in adı geçince ağlardı” iddiasını reddeder.
Selanik Askeri Rüşdiyesini bitiren Mustafa Kemal, İstanbul Harp Akademisi tahsiline başladı. Doğrusu, bir insanın geleceğinin temelleri bu gibi günlerde atılır. Mustafa Kemal, öğrenciler arasında, üstün zekası ve yeteneğiyle belirgin ve seçkin bir öğrenci, okumayı çok seven bir gençti. Kendisi Walter ve Russo ´yu incelemiş, Namık Kemal´in eser ve mecmualarını okumaya koyulmuştu. Oysa bu gibi Kitap ve mecmuaları okumak yasak idi.
Mustafa çocukluğunda pek hırçın biriydi. Şimdiyse damarlarında gençlik kanı dolaşmaya başlamıştı. Avrupa yazarlarının eserlerini okudukça düşüncelerinde bir genişlik ve cesaret meydana gelmişti. Devletin getirdiği yasaklamalar ona vız gelirdi. Bunun sonucu, artık kendisi şüpheli kişiler arasından sayılmaya başlandı. Gittikçe siyasi meselelere karşı ilgisi daha da arttı. Abdülhamit Han´ın hükümetine karşı, Dr. Nazım´ın Pariste kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyetinde, yine hükümete karşı Sultan Abdülhamit Han´ın yeğeni Selahattin´in Berlin´de kurduğu bir partinin liderleriyle bir olup, hükümete karşı yapılan propagandaya katılmıştır. Bunun sonucu, tutuklanarak Şam´a sürülmüştü. Oradan Selanik´e kaçmış. Nihayet Talat Paşa, Cemal Paşa ve Enver Paşa ile birlikte Sultan Abdülhamit Han´ı tahttan indirmeyi başarmıştı.
Daha sonra kimsenin haberi olmadan gizlice Trablusgarb´a giderek İtalyan ordusuna karşı savaşmıştı. Daha sonra Balkan savaşına katılmak üzere İstanbul´a gelir. Balkan savaşından sonra – bugünlerde Paris´te Türkiye’nin büyükelçisi olan – Fethi Okyar ile birlikte Askeri ataşeliğe atandı. Bu olayların hepsini kısa bir yazıyla anlatmak mümkün değildir. Bunları ayrıntılarıyla anlatmak için bir kitap yazmak gerekir doğrusu.
Mustafa Kemal daha Sofya´dayken Birinci Dünya Savaşı başladı. Kendisi savaşa hiç katılmaktan yana değildi. Ona göre Türkiye çekimser olarak kalmalıydı. Eğer savaşa girmek icap ederse, ittifak kuvvetleriyle birlikte girmek gerekirdi. Mustafa Kemal, daha savaşın başında Almanya´nın yenilgiye uğrayacağını söylemişti. Fakat o zaman Türkiye´nin ileri gelenleri Almanyan´nın etkisi altındaydı. Zamanın Genelkurmay başkanı Enver Paşa, Kayser´in yakın dostuydu. Onun için Türkiye, Almanya ile birlikte ittifak kuvvetlerine karşı savaşa girdi.
Mustafa Kemal, savaş günleri esnasında Şehzade Vahdettin ile birlikte Almanya´ya da gönderildi. Oraya gidip incelemelerde bulunsun, alman ordusunun harp tekniğini yakından görsün, Almanya´nın aleyhindeki görüşlerini düzeltsin diye oraya gönderilen Mustafa Kemal´ in fikirleri hiç değişmedi. Almanya´dayken günün birinde Kayser´in bulunduğu sırada Mustafa Kemal, Hindenberg ve Lendendorf´a „Aynı anda çeşitli cephelerde savaş açmak yanlıştır“, dedi. Almanya`dan döndükten sonra Mustafa Kemal`in, “Almanya eninde sonunda mutlaka yenilgiye uğrayacaktır” fikri daha da yoğunluk kazandı. Oysa Almanya o günlerde ittifak kuvvetlerini yenilgi üstüne yenilgiye uğratıyordu. Mustafa Kemal, “Türkiye de Almanya ile birlikte mahvolacaktır” diye daha ilk başta fikrini ortaya koymuştu. Bilindiği gibi savaşın ilk aylarına bakıldığı zaman, Almanya’nın muzaffer olacağı kanaati uyanıyor. Sadece Almanya’nın generalleri değil, ittifak kuvvetlerinin komutanları da aynı görüşteydiler. Fakat bir buçuk yıl sonra Mustafa Kemal´in dediği oldu. Bu da Mustafa Kemal ´in harp tekniğiyle ilgili zekasının pek çok üstün ve görüşünün pek sağlam olduğunu gösterir.
Birinci dünya savaşı sona erdi, Almanya yenilgiye uğradı. Kuru ile yaş yandı. Türkiye´nin çoğu bölgeleri düşman eline geçti. Hatta İstanbul bile ittifak güçlerinin eline geçti. Halife ise İngiliz ve Fransızların elleri altında bir kukla gibi kaldı. Bilindiği gibi Varşova Paktı son derece zalimane ve adaletsizlik şartlarını ihtiva eder. Hitler, büyük güç sahibi ve büyük bir milletin lideri olduğu halde, bu anlaşmanın etkisinden milletini kurtaramamıştır. Buna karşın Sevr anlaşması, Türk Devletini dünya haritasından silmek için yapılmıştı. Bu anlaşma Varşova anlaşmasından daha zalim ve kötü şartlar ihtiva etmekteydi. Fakat Mustafa Kemal Paşa bitkin, yorgun argın, bozgunluk ve yenilgiye uğramış, yıkık dökük düşman zinciri ve prangasına vurulmuş avuç dolusu bir milleti alıp zirvelere çıkarttı.
Bugünden 16 – 17 sene önce yapılan Sevr anlaşmasını dağıttı, paramparça etti. Mustafa Kemal´in karşısında Hitler bir hiçtir. Birinci cihan harbi sona erdiğinde, Mustafa Kemal Türk ordularının baş kumandanı idi. Sözde halifenin hükümeti, kendisini Anadolu´da başkaldıran bazı isyancıları yola getirmek için gönderir. Mustafa Kemal bu isyancıların hepsini bayrağı altına topladı. Sivas´a gidip Türkiye Cumhuriyetinin temellerini attı. Çanakkale savaşının yorgun ve bozgun savaşçılarını topladı. Sayıları bir kaç bini aşmayan bu askerlerin hepsi vatan aşkıyla dopdolu idi. “Ya alırız, ya ölürüz“, duygusuyla içleri kaynayan askerleri etrafına toplayıp, İngiliz ve Fransızların elinde kukla olmuş halifenin hükümetiyle, Yunan ordusuna karşı taarruza geçti. Hepsini korkunç bir bozguna uğrattı. Pamerstin, Gledstin ve Laidjorg´un rüyalarını toprağa gömdü. Lozan anlaşmasıyla Avrupa’nın diplomatik oyunlarını darmadağın etti. İslamiyet´ten Haçlı Seferleri´nin öcünü almak isteyenlerin arzularını silip süpürdü. Vatan topraklarını düşman elinden kurtaran Mustafa Kemal´in işi daha sona ermiş değildi. Kendisini bekleyen daha başka büyük işler vardı. O da memleketi yepyeni temellere oturtup inşa etmesiydi. Hiç şüphesiz, Mustafa Kemal kendi Mesihi nefesleriyle son nefesini almakta olan Hasta Adam´a yeniden hayat verdi. Türk devleti artık yeniden dirilmişti. Fakat henüz yeniden hayata dönmüş bir adam ile güçlü kuvvetli bir insan arasında büyük bir fark vardır.
Mustafa Kemal aziz vatanını, düşmanlığından korkulan ve dostluğuyla iftihar edilen bir ülke, aziz milletini de güçlü bir ulus yapmak istiyordu. Bu meselelerin üstesinden gelmek için, ilk önce hilafeti hemencecik ortadan kaldırdı. Bunun dayanılmaz yükünün altında bu fakir ülke inim inim inliyordu.
Türkiye hilafeti, ne Türk’tü nede gerçek hilafetti. Mustafa Kemal bu hilafeti ortadan kaldırmakla, genellikle İslam alemine ve özellikle Türk milletine büyük bir iyilikte bulundu. Sözde Hilafet denilen bu kuruluşun, ortadan kaldırılmasıyla, gölgesi altında sinsice yetişen bütün kötülükler de ortadan kalkmış oldu. Padişah ile emir ve vezirleri, köle ve cariyeleri, haremin ağası da, kahyası da hepsi yok oldu gitti. Bu gibi hükümetin ayrılmaz bir parçası olan cehalet ve batıl inanç odakları efendisiyle birlikte bir çöp süprüntüsü gibi ülkeden süzüldü gitti. Fakir fukara ve dervişlerin tekke ocakları ebediyyen sönüp gitti.
Evkaf nezaretinin sözde âlim olup, din simgesi olan gök altında ve yer yüzünde en şer yaratık olan kimselerin zevkü sefa sürmeleri için ayrılan milyonlarca parası artık halkın refahı için kullanılmaya başlandı. Cehaletin yerine eğitim geçti. Yer yer okul, kolej ve üniversiteler açılmaya başlandı, ülkenin ticareti kalkınmaya başladı. Ağır sanayi için fabrikalar kuruldu. Memleketin kara, hava ve deniz kuvvetlerinin seviyesi güçlü, onurlu ve haysiyetli olarak, hükümetin şanına şayan bir şekilde yükseltildi. Ülke çapında Demir Yollarının ağı örüldü. Memleket çapında yeni, asfaltlı yollar yapıldı. Aynı zamanda güvenlikleri de sağlandı. Bütün yabancı ülkeler ve milletlerle barış anlaşmaları imzalandı. Memleket için gerekli olan her türlü araç, gerekli her türlü ihtiyaç yine ülke içinde sağlandı.
Ülke, yabancı memleketlere avuç açmaktan, onlara dayanmaktan kurtuldu. Türkiye´ye daima açgözlü bakan balkan ülkeleri, Türk hükümeti ve egemenliğinin yeni liderliğini artık kabul etmek zorunda kaldı. Kısacası ülkenin refahı ve kalkınması için gereken her iş bu yiğit, gözü pek, cesur ve zeki önderin gözetimi altında devam ediyordu. Artık yıkılmış, yerle bir olmuş Osmanlının kalıntıları üzerine güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti´nin yüce ve görkemli bir sarayı inşa edildi.
Mustafa Kemal Atatürk kendi çağının çok büyük bir insanıydı. Kendisi son derece zeki, yiğit, gözü pek, cesur, üstün zekalı, ulu azimli bir önderdi. Çağımızın en büyük generali, çok ileriyi görebilen bir politikacı, çok ince ve derin düşünebilen bir devlet adamıydı. Çanakkale ve Sakarya muharebeleri, Almanya´nın daha zirvede iken, ilerde korkunç bir yenilgiye uğrayarak mahvolacağını önceden kestirebilmesi onun harp tekniğinde bir dahi ve üstün yetenek sahibi olduğunu gösterir. Lozan anlaşması, İtalya, Almanya ve Rusya ile aynı anda nice ticari sözleşmeler yapması, bu ülkelerde devam eden, politika ve nizama kendi ülkesinde müsamaha göstermemesi, balkan ülkeleriyle – ki içinde Türkiye´nin eski azılı düşmanı olan Yunanistan´da vardır – anlaşmalar yaparak, onlara kendi egemenliği ve liderliğini bir bakıma kabul ettirebilmesi ve son olarak Türkiye, İran, İrak ve Afganistan´ı birbiriyle bir anlaşma ile (sadabat anlaşması) bağlayabilmesi onun siyasi alanda uzağı görebilen basiret sahibi birisi olduğunu gösterir.
15 yıl gibi az bir müddet zarfında ölü bir milleti dirilterek, onu güçlü ve modern bir devlet haline getirebilmesi bir mucizeden aşağı değildir doğrusu. Bunun eşi ve benzeri, milletlerin yükselişi ile yıkılıp düşmesinde pek ender bulunur.
(Kaynak : Aylık The Review of Religions (Urdu)12 Şevval 1357 yani 5 Aralık 1938 Cilt:37, Sayı:9 s.21- 28 )