Barışın Anahtarı - Evrensel Birlik - Müslüman Ahmediye Cemaati

Barışın Anahtarı – Evrensel Birlik

Avrupa Parlamentosu Brüksel, Belçika, 2012

Bismillahir-Rahmanir-Rahim—Sonsuz Kerem ve Rahmet eden Allah’ın adıyla,

Bütün seçkin misafirlerimiz—esselamu aleyküm ve rahmetullahu ve berekatuhu—Allah’ın Selamı ve Rahmeti üzerinize olsun.

Öncelikle burada, Avrupa Parlamentosunda, sizlere hitap etmemi mümkün kılan ve bu etkinliği düzenleyenlere teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca bütün delegelere, değişik ülke temsilcilerine ve buraya gelebilmek ve bu etkinliğe katılabilmek için büyük çaba harcayan diğer misafirlere de teşekkür etmek istiyorum.

Müslüman Ahmediye Cemaatini iyi tanıyanlar, hatta az tanısalar bile bireysel olarak Ahmediler ile ilişkileri bulunanlar, cemaat olarak bizlerin, dünyanın dikkatini daima barış ve emniyete doğru çekmekte olduğumuzun bütünüyle farkındadırlar. Hiç şüphesiz bizler, imkânlarımız çerçevesinde, bu hedefleri başarabilmek adına büyük gayret sarf etmekteyiz.

Müslüman Ahmediye Cemaatinin Başkanı olarak ben de, fırsat buldukça bu konularla ilgili konuşmalar yapmaktayım. Barış ve karşılıklı sevgiye duyulan ihtiyaçtan bahsetmem, Ahmediye Cemaatinin getirdiği yeni bir talimatın sonucu değildir. Kesin bir şekilde doğru olan, Ahmediye Cemaatinin Kurucusunun geliş amaçlarından birisinin, barış ve uzlaşma getirmek olduğudur. Doğrusu, bizim bütün davranışlarımızın ardındaki sebep, İslam’ın kurucusu Hz. Muhammed-i Mustafa’yasav indirilen talimatlardır.

Hz. Resulullah’ınsav zamanının ardından bin dört yüz yıl sonra, ne yazık ki onun getirdiği talimatlar, Müslümanların çoğunluğu tarafından unutulmuştur. Bu nedenle, gerçek İslam’ı yeniden canlandırmak üzere Allah, Resulullah’ınsa önceden verdiği habere göre, Ahmediye Cemaati Kurucusu Hz. Mirza Gulam Ahmed Kadiyani’yias göndermiştir. İslam’ın dünyada barış ve uyumun geliştirilmesi ile ilgili talimatlarından bahsettiğimde, hepinizin bu noktayı akıllarınızda tutmanızı özellikle rica ederim.

Ayrıca “barış” ve “emniyet” hakkında birden fazla bakış açısının bulunduğunu da söylemem gerekir. Her birinin kendi başına önemi olduğu gibi, her bakış açısının birbirleriyle ilişkisi de aynı zamanda son derece önem arz etmektedir. Örneğin toplumdaki barış binasının temel taşı, evlerde ailenin huzuru ve uyumudur. Bu, bir evin durumu ile sınırlı kalmayıp, barışın yerel çevresinde çarpıcı bir özelliğe de sahiptir. Bu, daha geniş anlamda kasaba ve şehirleri de etkileyen bir durumdur. Eğer evde bir huzursuzluk varsa, bu yerel çevreyi olumsuz olarak etkileyecek ve böylece kasaba ve şehir de olumsuz etkilenecektir. Aynı yolla, kasabanın veya şehrin durumu, ülkenin barışını tamamen etkileyecek ve sonuç olarak da ülkenin durumu, bölge hatta tüm dünyanın barış ve uyumunu etkileyecektir. Bu nedenle, eğer barışın sadece bir açısını tartışacak olursanız, onun kapsamının sınırlı olmadığını, fakat devamlı olarak genişlediğini göreceksiniz. Benzer şekilde, nerede barışın eksikliği bulunuyorsa, ihlal edilen emniyet ve barış konusunun altında yatan problemlerin de çözümünde, farklı metotların kullanılmasına ihtiyaç vardır. Bunu aklımızda bulundurduğumuzda, bu konuyu detayları ile tam olarak tartışmak için, bize şimdi verilen zamandan daha geniş bir zamana gerek olacağı da aşikârdır. Buna rağmen hiç olmazsa İslam’ın gerçek talimatlarının bazı yönlerini açıklamaya çalışacağım.

Modern dünyada İslam’a karşı birçok itirazlar bulunmaktadır. Dünyadaki karışıklık ve ihtilaf suçlamalarının çoğunluğu dine atfedilmektedir. Hatta böyle iddialar, anlamı “barış” ve “emniyet” olmasına rağmen, İslam aleyhinde yapılmaktadır. İslam, barışın nasıl kurulup başarılacağı ile ilgili

olarak birtakım belirli, yönlendirici kuralları ortaya koyan bir dindir. İslam’ın gerçek ve barışçıl talimatlarını sizlere tanıtmadan önce, bugünkü dünyanın durumundan kısaca bahsetmek istiyorum. Bu konuları zaten çok iyi bildiğinizin farkındayım. İslam’ın barış ve uyumla ilgili talimatlarını tartıştığımda, bunları göz önünde bulundurmanız için konuyu açıklayacağım. Hepimizin fark edip kabul ettiği gibi günümüzde dünya, küresel bir köy haline gelmiştir. Hepimiz, modern ulaşım araçları, medya, internet veya diğer başka imkânlarla birbirlerimize bağlanmış bulunmaktayız. Bütün bu faktörler, sonuçta dünya milletlerinin eskisinden daha fazla birbirlerine yaklaşmalarına vesiledir. Belli başlı önemli büyük ülkelerde, bütün ırk, din ve milletlere ait insanlar, yerleşip beraberce yaşamaktadırlar. Gerçekten birçok ülkede, dikkate değer oranda yabancı göçmen nüfusu bulunmaktadır. Göçmenler oralarda öylesine tutunabilmişlerdir ki, hükümetler veya yerel insanların şimdi onları oradan çekip çıkartmaları artık son derece zor, hatta imkânsız hale gelmiştir. Göçmenlerin sınırlandırılması için girişimlerde bulunulması ve belli sınırlamaların uygulanmasına rağmen, hala bir ülke vatandaşı, değişik imkânlar yoluyla başka bir ülkeye girebilmektedir. Aslında kanunsuz göçler bir tarafa bırakılacak olursa, var olan belli uluslararası kanunlar, gerçek nedenlere dayalı olarak hicrete zorlananlara yardımcı olmaktadır.

Bazı ülkelerde, kitleler halinde yapılan göçler sonucu, huzursuzluk ve endişenin yayıldığını görmekteyiz. Bunun sorumluluğu her iki tarafta, yani hem göçmenler hem de yerel insanlardadır. Bir taraftan bazı göçmenler yerel halkı kışkırtarak hiç bir şekilde bütünleşmeyi kabul etmemekte, diğer taraftan ise yerel halktan bazıları, hoşgörü eksikliği ile açık kalplilik göstermekten uzaktırlar. Bu durumda kimi zaman nefret galeyana gelip çok tehlikeli bir durum alabilmektedir. Batı ülkelerinde nefret ve düşmanlık yerel halk tarafından, özellikle belli Müslümanların olumsuz davranışları karşısında ve bilhassa göçmenler aleyhinde, İslam’a karşı gösterilmektedir. Kızgınlık ve tepki sadece küçük çapta olmayıp, çok aşırı seviyelere ulaşabilmektedir. Bundan dolayı, Batılı liderler bu problemlerle ilgili olarak sürekli görüşme halindedirler. Bunun sonucu olarak Almanya Başbakanı, Müslümanların Almanya’nın bir parçası olduğundan bahseder. İngiltere Başbakanı ise, Müslümanların birleşip kaynaşmaya ihtiyaçları olduğundan bahsederken, bazı ülkelerin liderlerinin de Müslümanları uyaracak kadar ileri gittikleri gözlenir. Anlaşmazlıkların iç durumu kötüye gitmese bile endişe verir bir hale gelmiştir. Bu meseleler kızışarak, barışın yıkımına kadar gidebilir. Hiç şüphesiz böyle bir anlaşmazlık, sadece Batı ile sınırlı kalmayıp, özellikle Müslüman ülkeleri ve bütün dünyayı etkileyecektir. Bu Batı ve Doğu dünyasının ilişkilerinin ağır şekilde kötüleşmesine neden olacaktır. Bu nedenle durumu geliştirmek ve barışın gelişimini sağlamak için, bütün tarafların birlikte çalışmaları gerekir. Hükümetler, başkalarının duygularını inciten veya onlara zarar veren davranışları men eden ve karşılıklı saygıyı yerleştirip koruyan siyasetler yapmalıdırlar.

Göçmenlerle ilgili olarak, yerel halkla birleşip kaynaşma arzusu yaratırken, yerel halk da onlara kucak açmalı ve hoşgörüde bulunmalıdır. Bununla birlikte Müslümanlara karşı belli sınırlamaları zorla uygulamak, onları barışa taşımayacaktır. Onlar, insanların görüş ve düşüncelerini değiştiremezler. Bu durum özellikle Müslümanlar ile alakalı olmayıp, herhangi bir kişi, her ne zaman olursa olsun, din veya inancı nedeniyle zorla baskı altına alınırsa, barışın çok ciddi şekilde zarar göreceği olumsuz bir tepkiye yol açacaktır. Söylediğim gibi, bazı ülkelerde anlaşmazlıklar, özellikle yerel halk ile göçmenler arasında artmaktadır. Her iki tarafın da hoşgörüsüz olmaya başladıkları ve birbirlerini tanımaya isteksiz oldukları aşikâr bir durumdur. Avrupalı liderlerin bu gerçeği kabul etmeleri ve karşılıklı dini saygı ve hoşgörüyü kurmakta sorumluluklarının bulunduğunu da anlamaları lazımdır. Bu gereklidir, çünkü her Avrupa ülkesinde ve Avrupa ile Müslüman ülkeler arasında iyi niyet ortamı geliştikçe, dünya barışı da parçalanmayacaktır.

İnanıyorum ki, böyle anlaşmazlık ve bölünmelerin nedeni, yalnızca din veya inançlar değildir. Sorun, Batılı ve Müslüman ulusların arasındaki farklılık da değildir. Esas itibariyle bu karışıklığın kökünde yatan, dünyanın içinde bulunduğu mali bunalımdır. Para krizi ve ekonomik durgunluk olmadığı durumda hiç kimse, ister Müslüman olsun, ister Müslüman olmasın yahut da Afrikalı olsun, göçmen akışına aldırış bile etmeyecekti. Ne var ki, şimdi durum başkadır ve olanlara karşı ileri sürülen neden de budur. Bu durum, Avrupa ülkeleri arasındaki karşılıklı ilişkiyi bile etkilemiştir. Böyle olunca, belli

Avrupa uluslarının halkı ile Avrupa ülkeleri arasındaki kızgınlık ve kırgınlık da her geçen gün artmaktadır. Bu ümitsizlik her tarafta görülmektedir.

Avrupa Birliği’nin kurulması, bir nevi kıta birliği anlamını taşır. Bu, Avrupa ülkeleri açısından büyük bir başarıdır. Bu nedenle bu birliği, karşılıklı haklara elinizden geldiğince saygı göstermek suretiyle korumaya çalışınız. Genel halkın bireylerinin korku ve üzüntüleri giderilmelidir. Birbirlerinin toplumunu korumak için, karşılıklı olarak makul ve adalete dayanan taleplerinizi kabul etmeye hazır olunuz. Tabii ki her ülke ve halkının talebi, makul ve adaletli olmalıdır.

Unutmayınız ki Avrupa’nın gücü, birleşip tek oluşunuzda yatmaktadır. Böyle bir birlik size burada, yani Avrupa’da yarar sağlamakla kalmayıp, dünya çapında bu kıtanın gücünün ve etkisinin korunmasına imkân sağlayacaktır. Esasen İslami açıdan konuşacak olursak, bütün dünyanın birliği için çaba sarf etmeliyiz. Para birimi bakımından dünya birlik olmalıdır. Dünya birlik olabilsin diye, serbest iş yapabilme ve ticaret bakımından da dünya birleşmeli, seyahat özgürlüğü ve göç etmek ile ilgili bağlayıcı ve elverişli politikalar geliştirilmelidir. Esas olarak ülkeler birbirleri ile işbirliği içinde bulunmalı, böylece bölünmenin yerini birleşme almalıdır. Bu önlemler alındığı takdirde, var olan karışıklık ve anlaşmazlıklar sona erecek, gerçek adaletin uygulanması ve her ülkenin kendi sorumluluklarının farkına varması şartı ile bunun yerini barış ve karşılıklı saygının aldığı görülecektir. Maalesef söylemem gerekir ki, bu bir İslami talimat olmasına rağmen, Müslüman ülkelerin kendi aralarında birleşmeleri mümkün olmamaktadır. Eğer karşılıklı uyum ve birlik içinde olurlarsa, İslami ülkeler de kendi iç problemlerini ortadan kaldırmak için, devamlı olarak Batıdan yardım istemeye gerek duymayacaklardır.

Bu sözlerden sonra şimdi de, dünyada uzun süreli barışın sağlanması hakkındaki gerçek İslam talimatlarından bahsedeceğim. Öncelikle İslam’ın temel ve ana talimatı gereği gerçek bir Müslüman, huzur sahibi ve diğer insanların, kendisinin dilinden ve elinden emniyette olduğu bir kimsedir. Bu bir Müslüman’ın tanımı olup, Resulullahsav tarafından yapılmış bir tariftir. Bu temel ve güzel prensibi duyduktan sonra, İslam’a karşı herhangi bir iddia veya şikâyette bulunmak mümkün olabilir mi? Tabii ki hayır. İslam, yalnızca elleri ve dilleriyle adaletsizlik ve nefreti yayanların cezalandırılmaları gerektiğini öğretmektedir. Bu nedenle, eğer yerel seviyeden başlayıp tüm dünyayı kapsayacak şekilde, taraflar bu altın ilkenin sınırları içinde kalırlarsa, hiçbir dini karışıklığın bulunmadığına tanık olacağız. Ne siyasi bir anlaşmazlık, ne de açgözlülüğe dayalı bir güç kazanma arzusu da bulunmayacaktır. Eğer bunlar doğru ise, İslam’ın ilkeleri takip edilecek, ülkelerde halklar bireylerin karşılıklı haklarını ve duygularını koruyacaklar ve hükümetler de bütün vatandaşlarının haklarını korumak için kendi üzerlerine düşeni yerine getirecektir. Uluslararası seviyede ise, tüm uluslar bir arada, karşılıklı gerçek sevgi ve merhamet ruhu ile çalışacaklardır.

İslam’ın öğrettiği diğer bir önemli ilke, barışın geliştirilmesi için gayret sarf etmek ve ne olursa olsun hiçbir şekilde, tarafların asla gurur ve kibre kapılmamaları yönündedir. Bu, Hz. Resulullah’ınsav herkes tarafından bilinen sözü ile en güzel şekilde ortaya koyduğu bir durumdur. Siyahî insanın beyaza üstünlüğü, beyaz insanın da siyahî insana üstünlüğü yoktur. Ne Avrupalılar diğer uluslardan daha yüce veya üstündür, ne de Afrikalı, ya da Asyalı yahut da dünyanın diğer bölgelerinden insanlar, diğerlerinden daha üstündür. Ulusların farklılıkları olan renkleri ve etnik yapıları, yalnızca onların kimlikleri ve tanınmaları içindir.

Doğrusu, modern dünyada hepimiz birbirimize bağlı durumdayız. Bugün, Avrupa ve Amerika gibi büyük güçler bile, diğerlerinden tamamen soyutlanarak hayatta kalamazlar. Ne Afrika ülkeleri, ne de Asya ülkeleri veya dünyanın herhangi bir bölümündeki diğer insanlar, kendilerini soyutlayarak, ilerleyip gelişmeyi başaramazlar. Örneğin ekonominizin büyüyüp gelişmesini isterseniz, o zaman uluslararası ticaret yapmanız gerekir. Bu apaçık örnekle dünyanın nasıl birbirine bağlandığı ortadadır. Bundan dolayı geçmiş bir kaç yıl içinde, Avrupa ve dünyadaki mali krizler, aşağı yukarı dünyanın her ülkesini etkisi altına almıştır. Ayrıca, ülkelerin bilimde ilerlemeleri veya başka uzmanlık alanlarında üstün gelmeleri için, birbirlerine yardım etmeleri ve işbirliğinde bulunmaları gerekli olan bir durumdur.

Daima hatırlamamız gereken şudur ki, Allah, Afrika’dan, Avrupa’dan yahut Asya veya dünyanın başka bir yerinden olan tüm insanlara büyük bir zihinsel yetenek bahşetmiştir. Eğer bütün bu topluluklar Allah’ın kendilerine verdiği zekâlarını ve yeteneklerini ellerinden geldiğince insanlığın iyiliği için kullanırlarsa, dünyanın barış cenneti olduğunu hepimiz göreceğiz. Bununla birlikte, eğer, gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerin gelişmelerini ve ilerlemelerini önlerler ve bu milletlerin verimli ve parlak zihinlerine fırsat vermezlerse, hiç şüphesiz endişeler yayılacak ve bunu takip eden huzursuzluk, uluslararası barışı ve emniyeti tahrip edecektir.

İslam tarafından barışın geliştirilmesi ile ilgili olarak ortaya konmuş diğer bir ilke ise şudur. Başkalarına karşı yapılan haksızlıklara veya onların haklarının ellerinden alınmasına asla göz yumulmamalıdır. Kendi haklarımızın elimizden alınmasını kabul etmediğimiz gibi, bunu başkaları için de kabul etmemeliyiz. İslam kısas alınması gerektiği zaman, bu yapılan haksızlıkla orantılı olmalıdır diye buyurur. Eğer affetmek, ıslah olmaya götürürse, o zaman affetme seçeneğine gidilmelidir. Gerçek ve geniş kapsamlı amaçlar, daima ıslah edici, ara bulucu ve barışın uzun süreli gelişimi gayesiyle olmalıdır. Peki, gerçekte bugün olan nedir? Eğer bir kişi bir haksızlık veya adaletsizlik yaparsa, mağdur olan öylesine ağır bir öç alır ki, bu yapılan haksızlıkla orantılı olmaktan çok uzaktır.

Bugün, İsrail ile Filistin arasında tırmanan anlaşmazlıklarda da gözlenen budur. Aslında konunun onların iç meselesi olduğu tartışılsa da, büyük güçler, Suriye, Libya veya Mısır’ın durumları hakkında kızgınlık ve endişelerini açıkça ifade etmektedirler. Ancak Filistin halkı için ise bir endişe duymamaktadırlar. Anlaşılan bu çifte standart, Müslüman ülke halklarının kalplerinde, dünyanın büyük güçlerine karşı sıkıntı ve kinin artmasına neden olmaktadır. Bu kızgınlık ve düşmanlık son derece tehlikeli olup, herhangi bir anda galeyana gelip patlayabilir. Peki, bunun sonucu ne olacak? Gelişmekte olan dünyaya ne kadar zarar verilecek? Bundan kurtulabilecekler mi? Gelişmiş ülkeler ne kadar etkilenecek? Böyle soruların cevabını yalnız Allah bilir. Ben bunu cevaplandıramam. Hatta kimse bunun cevabını veremez. Kesin olarak bildiğimiz tek şey ise, böylece dünya barışının tahrip olacağıdır.

Konuşmamı, herhangi bir ülkenin lehine ve onu desteklemek için yapmadığım açıkça bilinmelidir. Söylemek istediğim, nerede olursa olsun her türlü zalimliğin, Filistin yahut İsrail yahut da başka bir ülke halkı tarafından işlenmiş olduğuna bakılmaksızın, kökünden sökülerek atılması ve durdurulmasıdır. Zulümler durdurulmalıdır. Eğer onların yayılmasına izin verilirse, şüphesiz nefret alevleri bütün dünyayı saracaktır. Öyle ki, insanlar var olan ekonomik krizlerin neden olduğu problemleri unutacaklar ve bunun yerine daha büyük korkunç hükümet meseleleri ile yüz yüze geleceklerdir. Öyle büyük hayat kayıpları olacaktır ki, bunu anlayıp hayal edebilmemiz bile mümkün değildir.

Bu nedenle II. Dünya savaşında büyük kayıplar veren Avrupa ülkeleri, geçmişten ders almalı ve dünyayı tahrip olmaktan kurtarmalıdırlar. Bunu yapmak için, adaletin gereklerini yerine getirmeleri ve sorumluluklarını kabul etmeyi arzu etmelidirler. İslam daima ve ısrarla, dosdoğru ve adil davranmayı vurgulamaktadır. O, herhangi bir tarafa, gereksiz ayrıcalıklı muamele yapılmaması veya iltimasta bulunulmaması gerektiğini öğretir. Zalim bir kimse, herhangi bir ülkeye karşı adaletsizce davranmaya giriştiğinde, büyüklüğüne ve statüsüne bakılmaksızın uluslararası toplumun bunu yapmasına izin vermeyeceğini bilmelidir. Eğer Birleşmiş Milletlere üye ülkeler, Avrupa Birliğinden çıkar sağlayan memleketler ve büyük güçlerin etkisi altında bulunanlar ve hatta az gelişmiş ülkeler de bunu kabul ederlerse, işte o zaman barış kendini gösterecektir.

Bunun ötesinde, Birleşmiş Milletlerde veto hakları olan ülkeler, davranışlarından dolayı hesaba çekilebileceklerinin farkına varırlarsa, gerçek adalet o zaman sağlanabilecektir. Bir adım daha ileriye giderek söyleyebilirim ki, veto hakkı, asla barışın tesis edilmesini kolaylaştırmaya izin vermemektedir. Çünkü tüm ülkeler eşit mertebede değildir. Bu noktayı, bu yılın başlarında ABD’de Capitol Hill’de siyasetçiler ve siyaset yapıcılara hitaben yaptığım konuşmamda da belirtmiştim. Birleşmiş Milletlerin oylama geçmişine bakacak olursak, veto gücünün her zaman baskı altına alınanlara veya doğru olarak hareket edenlere yardım etmek için kullanılmadığını görmekteyiz. Esas olarak gördüğümüz, bazı durumlarda veto gücünün, önlemekten ziyade, zulme yardımcı ve destek olmak için yanlış

kullanıldığıdır. Bu gizli veya bilinmeyen bir şey olmayıp, yorumcuların açıkça yazıp konuştukları bir durumdur.

İslam’ın öğrettiği güzel talimatlardan bir tanesi de, toplumda barışın sağlanabilmesi için kişinin kızgınlığının, dürüstlük ve adalet prensiplerine hükmetmesi yerine, onun baskı altına alınmasının gerekli olduğudur. İslam tarihinin ilk dönemlerinden ispatlanan, gerçek Müslümanların daima bu ilkelere bağlı kaldıkları ve buna uymayanların ise Resulullahsav tarafından çok ağır bir şekilde azarlandıkları yönündedir. Ne yazık ki bugünlerde durum, her zaman bu şekilde değildir. Barışın sağlanması için orduların ve askerlerin gönderildiği bazı durumlarda, bu ülkelerde amaca tamamen ters düşen davranışlar gözlenmektedir. Örneğin bazı ülkelerde yabancı askerler, kendi kurbanları olan ölü bedenlere, son derece korkunç ve saygısız davranışlarda bulunmuşlardır. Bu yolla barış sağlanabilir mi? Böyle davranışa gösterilen tepki yalnızca etkilenen ülke ile sınırlı kalmayıp, bütün dünyada açıkça görülür bir haldedir. Tabii ki, eğer Müslümanlara kötü davranılırsa, aşırı Müslümanlar da İslam’ın ilkelerine aykırı olmasına rağmen, bundan yararlanırlar. Böylece dünya barışı da paramparça olur. İslam, barışın ancak, baskı altına alınan ile baskıyı yapana tamamen tarafsız, çıkar ve her türlü düşmanlıktan uzak olarak yardım etmekle sağlanabileceğini öğretir. Barış, bütün taraflara, ancak eşit platform ve ortam verilmekle yapılır.

Zamanın darlığı nedeniyle, ancak bir noktadan daha bahsedeceğim, bu da İslam’ın öğretisine göre, başkalarının zenginliklerine ve kaynaklarına kıskançlıkla bakılmamasıdır. Başkalarına ait olanlara göz koymamalıyız, çünkü bu da barışın parçalanmasına neden olacaktır. Eğer zengin ülkeler kendi ihtiyaçlarını gidermek için, daha az gelişmiş ülkelerin varlıklarının ve kaynaklarının hesabını çıkartıp, onları kullanmaya kalkışırlarsa, doğal olarak bu durumda huzursuzluk da yayılacaktır. Gelişmiş ülkelerin, verdikleri hizmetler için çok az ve uygun bir miktarı karşılık olarak almaları ve kaynaklarının çoğunluğunu, az gelişmiş ülkelerin yaşam standartlarını arttırmak için tahsis etmeleri uygun olacaktır. Onların refah düzeylerinin yükseltilmesine izin verilmeli, gelişmiş dünya seviyesine ulaşabilme gayretlerine yardım edilmelidir. Ancak ve ancak o zaman barış yerleştirilmiş olacaktır. Eğer bu ülkelerin yönetimleri dürüst değil ise, o zaman Batılı uluslar veya zengin uluslar bizzat yardım verme yoluyla, onların gelişmelerini düzenlemeli ve izlemelidirler.

Daha söz edilmesi gereken birçok nokta bulunmaktadır, fakat zamanın darlığı nedeniyle konuşmamı ancak söylediklerimle sınırlı tutacağım. Açıkladıklarımın tamamı, şüphesiz gerçek İslam’ın öğretilerinin ifadesidir.

Belki bir soru aklınıza gelmiş olabilir. Bundan da öncelikle bahsedeceğim. Sizler belki şöyle düşünmektesiniz. Eğer İslam’ın gerçek öğretileri bunlar ise, Müslüman dünyada neden bölünmeler ve karışıklıklar görmekteyiz? Bunun cevabını daha önce bir ıslahçının gelmesine olan ihtiyaçtan bahsederek verdim. Bizler onun, Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu olduğuna inanmaktayız. Bizler Müslüman Ahmediye Cemaati olarak, daima elimizden geldiğince, bu doğru talimatları mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaştırmaya çalışmaktayız. Sizlerden ricam, sizlerin de kendi çevrenizde bu konularla ilgili olarak bilinçlerin arttırılması için gayret sarf etmenizdir. Böylece uzun süreli barış, dünyanın her bölümünde gelişebilsin.

Eğer bu görevde başarısız olursak, dünyanın hiçbir tarafı savaşın korkunç ve tahrip edici etkisinden emniyette olmayacaktır. Duam, Yüce Allah’ın insanlara nasip etmesiyle onların, dünyayı yaklaşmakta olan felaketten kurtarmak için gayretlerini her türlü kişisel çıkar ve arzularının üzerinde tutup arttırmaları içindir. Günümüz dünyasında, Batının gelişmiş ulusları olan sizler, en büyük gücü elinizde tutmaktasınız. Can alıcı önemi olan bu konulara acilen dikkat vermek de herkesten daha fazla sizlerin görevidir.

Son olarak hepinize, zaman ayırarak buraya gelip söylediklerimi dinlemenizden dolayı bir kere daha teşekkür ederim. Allah sizlerden razı olsun.

Çok teşekkür ederim.

Bir Öncekini Oku

Barışın Yolu – Ülkeler arasında adaletli ilişkiler

Bir Sonrakini Oku

Bir rüyanın ilahi olup olmadığını nasıl anlarız?