Capitol Hill
Washington, D.C., ABD, 2012
Bismillahir-Rahmanir-Rahim—Sonsuz Kerem ve Rahmet eden Allah’ın adıyla,.
Bütün seçkin misafirlerimiz—esselamu aleyküm ve rahmetullahu ve berekatuhu—Allah’ın Selamı ve Rahmeti üzerinize olsun
Sözlerime başlamadan önce, söyleyeceklerimi dinlemek için zaman ayırarak buraya gelmenizden dolayı, öncelikle sizlere teşekkür etmek isterim. Benden, son derece geniş ve kapsamlı bir konu ile ilgili olarak konuşmam istendi. Bunun birçok perspektifi olup, bu kısa sürede hepsini açıklamam mümkün değildir. Konuşma yapmam istenen konu, Dünya’da Barışın tesis edilmesidir. Hiç şüphesiz günümüz dünyası, bu çok hayati ve acil mesele ile yüz yüzedir. Zamanın darlığı nedeniyle sadece kısa bir şekilde İslami görüş açısından, ülkeler arasında eşit ve adaletli ilişkiler yoluyla barışın tesis edilmesi konusundan bahsedeceğim.
Gerçek olan, barış ile adaletin birbirinden ayrılamayacağıdır. Biri olmaksızın diğerine sahip olamazsınız. Şüphesiz bu prensip bütün bilgili ve yetenekli insanlar tarafından anlaşılmaktadır. Yeryüzünde karışıklık çıkartmaya kararlı olan insanları bir tarafa bırakacak olursak, herhangi bir toplumda, ülkede, hatta bütün dünyada, adaletin ve dürüst olarak iş yapmanın mevcut bulunduğu herhangi bir yerde karışıklık ve barıştan yoksun olma iddiasına yer yoktur. Buna rağmen, dünyanın birçok yerinde karışıklığın ve adaletsizliğin hâkim olduğunu görmekteyiz. Böyle bir karışıklık, hem ülkelerin içlerinde, hem de dışlarında, keza farklı ülkelerin birbirleri ile olan münasebetlerinde gözlemlenen bir durumdur. Böyle bir karışıklık ve ihtilaf, adalete dayalı siyaset yaptıklarını iddia ettikleri halde tüm hükümetler için geçerlidir. Hâlbuki hepsinin iddiası, barışın tesisinin temel amaçları olduğudur. Buna rağmen, genel olarak dünyada huzursuzluk ve kaygı artmakta ve karışıklık da yayılmaktadır. Bu, adaletin gereğinin bir safhada yerine getirilmediğini açıkça ispat etmektedir. Bu nedenle eşitsizlik nerede ve ne zaman mevcut ise, bunun sona erdirilmesi için çalışma yapılmasına acilen ihtiyaç vardır. Dünya genelinde Müslüman Ahmediye Cemaatinin Başkanı olarak, adalete dayalı barışın başarılması adına izlenecek yollara duyulan ihtiyaç hakkında birkaç fikir beyan etmek istiyorum.
Müslüman Ahmediye Cemaati yalnızca dini bir cemaattir. Bizler, bu çağda, geleceği beklenen ve dünyayı İslam’ın gerçek talimatları ile aydınlatacak olan Mesih ve Islahçının, kesin olarak geldiğine inanmaktayız. İnancımıza göre Ahmediye Cemaati Kurucusu Hazreti Mirza Gulam Ahmed Kadiyanias, Vadedilen Mesih ve İmam Mehdi olup, bizler kendisini kabul etmiş bulunmaktayız. O takipçilerine, Kuran‘a dayalı, gerçek İslam talimatlarını uygulamalarını ve onların tebliğini yapmalarını bildirmiştir. Bu nedenle, barışın tesisi ve uluslararası adaletin yürürlüğe konulması ile ilgili söyleyeceklerim de Kuran-ı Kerim’in talimatlarına dayanmaktadır.
Dünya barışının başarılması ile ilgili hepiniz kendi görüşlerinizi sürekli olarak açıklamakta ve gerçekten büyük gayret sarf etmektesiniz. Yaratıcı ve bilgili zekânız, barışla ilgili büyük fikirleri, planları ve görüşleri ortaya koymaktadır. Benim bu konu ile ilgili olarak, dünyevi veya siyasi açıdan konuşmam gerekli değildir. Bunun yerine bütün dikkatim, dine dayalı olarak barışın nasıl sağlanabileceği konusu üzerinde olacaktır. Bunun için sizlere beyan ettiğim şekilde, Kuran-ı Kerim’in öğretilerine dayanan çok önemli esasları tanıtacağım.
Daima hatırlanması gereken ve çok önemli olan şey, insanın bilgi ve zekâsının mükemmel olmayışı, hatta sınırlı oluşudur. Böylece karar verirken veya düşünceleri şekillendirirken, insanın zihnine, kararını etkileyen ve kişiyi kendi haklarını yerine getirmeye sürükleyen belli etmenler dâhil olur. Sonuç olarak da bu, insanı adaletli olmayan bir sonuca ve karara götürür. Öte yandan Allah’ın kanunu mükemmeldir ve onda hiç bir kazanılmış çıkar veya haksız hüküm söz konusu değildir. Bu yalnızca Allah’ın kendi yaratıklarının hayrını ve daha iyi olmalarını istemesinden dolayıdır. İşte bunun için O’nun kanunu tamamen adalete dayalıdır. Dünya insanlarının bu hayati noktayı tanıyıp anlamaya çalıştıkları an, bu, gerçek ve sonsuz barışın temellerinin atılacağı gün olacaktır. Aksi takdirde, dünyada barışı kurmak için sonsuz gayretler sarf edilmesine rağmen, zahmete değer bir sonuç elde edilemeyecektir.
Birinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra belli ülke liderleri, gelecekte bütün milletler arasında barışa dayalı iyi ilişkiler kurmayı arzu ettiler. Bu nedenle, dünya barışını başarmak üzere gayret sarf edilerek Milletler Cemiyeti kuruldu. Onun temel amacı, dünya barışını sürdürmek ve gelecekte savaşların patlak vermesini önlemekti. Ne var ki, Milletler Cemiyetinin kuralları ve kararları birçok kusur ve zayıflıklarına rağmen onaylanmış ve böyle olunca onlar, bütün insanların ve milletlerin haklarını eşit olarak, doğru dürüst koruyamamışlardır. Neticede oluşan eşitsizlikten dolayı da barış, hâkimiyetini uzun bir süre koruyamamıştır. Milletler Cemiyetinin gayretleri boşa çıkmış ve bu da dünyayı doğruca II. Dünya Savaşına taşımıştır.
Hepimizin bildiği gibi, bu hiç benzeri bulunmayan tahribat ve felaket, dünya üzerinde çoğunun masum sivil halk olduğu yetmiş beş milyon civarında insanın hayatlarını kaybetmesine neden olmuştur. O savaşın, dünyanın gözünü açmak için yetip de artması gerekirdi. Bunun sonucu akılcı siyasetler geliştirilerek, her iki tarafa adalete dayalı doğru hakların tanınması ve böylece dünyada barışı sağlamanın bir yolu bulunduğunun ispat edilmesi gerekirdi. O dönemde dünya hükümetleri, ellerinden geldiğince barışı tesis etmek üzere bir tür çaba gösterdiler ve böylece Birleşmiş Milletler kuruldu. Ne var ki, kısa bir süre sonra Birleşmiş Milletlerin asil, kapsamlı ve destekleyici amacını yerine getiremediği anlaşıldı. Bugün aslında belli hükümetlerin açık olarak bunu ifade etmeleri de, bu hatanın delilidir.
İslam adalete dayalı uluslararası ilişkiler ve barışın tesisi hakkında, ne demektedir? Kuran-ı Kerim’de Allah açıkça şunu buyurmuştur. Sizin milliyetleriniz, ırksal özgeçmişleriniz, sizlerin belirlenmeniz ve tanınmanız içindir, onlar hiçbir şekilde herhangi bir üstünlük ve yetki vermez, böyle değerlendirilemez[1].
Kuran-ı Kerim, bütün insanların özgür olarak doğduklarını açıkça ifade eder. Hatta Veda Hutbesinde Hz. Resulullah sav bütün Müslümanlara talimat vererek, Arap bir kimsenin Arap olmayana karşı üstünlüğünün olmadığını, ne bir beyaz insanın siyahî insana, ne de siyahî insanın beyaz insana üstünlüğünün bulunmadığını öğretmiştir. Böylelikle İslam’ın açık talimatı, bütün halkların ve bütün ırkların eşit olduğunu öğretmektedir. Ayrıca herkese, hiçbir ayrıcalık ve önyargı olmaksızın hakların eşit olarak verilmesi gerektiği de açıklanmıştır. İşte bu, farklı gruplar ve milletler arasında uyumun tesis edilmesinde anahtar olan, altın prensiptir.
Buna rağmen bugün güçlü ve zayıf milletler arasında bölünmeler ve ayrılmalar olduğunu görürüz. Örneğin Birleşmiş Milletlerde belli ülkeler arasında ayrıcalıkların yaratıldığını müşahede ederiz. Güvenlik Konseyinde bazı ülkeler kalıcı, bazıları da kalıcı olmayan statü ile yer almaktadırlar. Bu bölünme, içte kaygı, endişe ve karışıklığın bulunduğunun ispatıdır. Bizler böylece sürekli olarak bazı ülkelerin raporlarında, bu eşitsizliğin protesto edildiğini de duymaktayız. İslam ise bütün konularda, kesin adaleti ve eşitliği öğretir. Başka bir önemli prensip de, Kuran-ı Kerim’in Mâide suresi üçüncü ayetinde yer almaktadır. Bu ayette, adaletin bütün şartlarının tam olarak yerine getirilmesi için, düşmanlıkta ve nefrette bütün sınırları aşanlara bile, eşitlik ve tarafsızlıkla davranılması gerektiği ifade edilmiştir. Kuran-ı Kerim, iyilik ve fazilet konusunda nerede ve kim tarafından size danışılırsa, bunu kabul etmeniz, günah ve adaletsiz davranışlar konusunda nerede ve kim tarafından size danışılırsa da, bunu reddetmeniz gerektiğini öğretir.
Burada doğal olarak bir soru ortaya çıkmaktadır, İslam’ın gerektirdiği adaletin standardı nedir? Kuran-ı Kerim’in Nisâ suresi yüz otuz altıncı ayeti kerimesinde, eğer kendinizin, ana babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olarak, toplumunuzda adaleti ve doğruluğu sağlayın, diye buyrulmaktadır. Kendi haklarını korumak adına güçlü ve zengin ülkeler bir gayret içerisine girip, zayıf ve fakir ülkelerin haklarını ellerine geçirerek daha fakir olan ülkelere adaletsiz davranmamalıdırlar. Diğer taraftan fakir ve zayıf olan ülkeler ise, ellerine fırsat geçtiğinde, güçlü ve zengin ülkelere zarar vermeye kalkışmamalıdırlar. Bunun yerine her iki taraf, adaletin prensiplerine tamamen uymak için çaba sarf etmelidirler. İşte bu, ülkeler arasında barışa dayalı ilişkilerin kurulmasında çok önem arz eden bir konudur.
Milletler arasında adalete dayalı barış için gerekli olan diğer bir şart, Kuran-ı Kerim’de Hicr suresi seksen dokuzuncu ayetinde bildirilmiştir. Hiçbir topluluk diğer topluluğun kaynaklarına ve zenginliğine kıskançlıkla bakmamalıdır diye buyrulmuştur. Bunun gibi hiçbir memleket, diğer bir ülkenin kaynaklarını, onları yönlendirmek veya desteklemek bahanesiyle, adaletsizce ele geçirmeye çalışmamalıdır. Böylece onlara teknik uzmanlık sağlama adına, hükümetler diğer uluslar ile adaletten uzak ticaret anlaşmaları veya sözleşmeler yaparak, onlardan yararlanmaya kalkışmamalıdırlar. Bunun gibi uzmanlık sağlama ve destekleme adına hükümetler, gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynakları ve varlıklarını kontrolleri altında bulundurmaya da kalkışmamalıdırlar. Daha az eğitim görmüş insanların veya yönetimlerin, kendi doğal kaynaklarını nasıl doğru olarak değerlendirebilecekleri konusunda eğitilmeye ihtiyaç duyuluyorsa, işte yapılması gereken ancak bu olmalıdır.
Milletler ve hükümetler, daha az şanslı olanlara hizmet ve yardım etmek için, daima çaba sarf etmelidirler. Böyle bir hizmet, ülke veya siyasi başarı veya çıkarları yerine getirme vesilesi olmamalıdır. Birleşmiş Milletler birkaç dönem önce, fakir ülkelerin ilerlemelerine yardım etmek amacıyla, birçok kuruluş ve programlar başlatmıştır. Bu gayretleri sırasında, gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynaklarını keşfetmişlerdir. Bütün bu gayretlere rağmen, daha fakir olan ülkelerin hiç biri, gelişmiş ülkelerin aşamasına veya seviyesine ulaşamamıştır. Bunun nedenlerinden birisi, hiç şüphesiz geri kalmış ülkelerde bulunan geniş kapsamlı yolsuzluktur. Üzüntü ile söylemem gerekir ki, buna rağmen onların gelecekteki çıkarları için, gelişmiş ülkeler, bu gibi ülkeler ile ilişkilerini devam ettirmeyi sürdürdüler. Ticari anlaşmalar, uluslararası yardım ve iş anlaşmalarının işleme tabi tutulmasına devam edildi. Bunun sonucu olarak, toplumun fakir ve mahrum bölümlerinde düş kırıklığı ve huzursuzlukların artması devam etti. Bu da, o ülkeleri isyana ve iç karışıklıklara sürükledi.
Gelişmekte olan ülkelerin fakir insanları öylesine umutlarını yitirdiler ki, sadece kendi liderlerinin değil, büyük güçlerin liderleri aleyhine de döndüler. Bu hayal kırıklığından yararlanarak, diğer insanların gruplarına girip, nefret dolu inançlarını desteklemeleri için cesaretlendiren aşırı kanatlar ise, böylelikle istediklerini gerçekleştirdi. Sonuç olarak da, dünya barışı yok olup gitti.
Bu nedenle İslam, dikkatlerimizi değişik barış imkânlarına çeker. Bu ise, tam manasıyla adaleti gerektirir. O da, gerçek şahitliği gerektirir. Bakışlarımızı kıskançlıkla başkalarının mal varlığına doğru çevirmemeliyiz. Gelişmiş milletler, kendi menfaatlerini bir tarafa bırakarak, bunun yerine daha az gelişmiş ve fakir ülkelere, tamamen gerçek özveri ruhu ile yardım ve hizmet etmelidirler. Eğer bütün bu faktörler yerine getirilirse, o zaman gerçek barış tesis edilmiş olacaktır.
Bütün adı geçen ölçülere rağmen, herhangi bir ülke haddi aşarak başka bir ülkeye saldırır ve haksız olarak onların kaynaklarını ele geçirirse, hiç şüphesiz başka ülkeler böyle bir zalimliği durdurmak için tedbir alacaklardır. Bunu yaparken de daima adaletle davranmalıdırlar.
Bu konu ile ilgili atılacak adımlara temel olan İslami ilkeler, Kuran-ı Kerim’in kırk dokuzuncu suresinde detaylı olarak verilmiştir.[2] Eğer iki millet anlaşmazlık içinde olup, bu onları savaşa götürüyorsa, diğer hükümetler onları diyalog ve ikna yoluyla barıştırmalıdırlar. Böylece onlar, tartışılan konuda anlaşmaya varırlar. Buna rağmen taraflardan biri anlaşmanın şartlarını kabul etmeyip, savaş açarsa, o zaman diğer ülkeler de birleşip bu saldırıyı durdurmak için onunla savaşmalıdırlar. Saldırgan millet yenilgiye uğrayıp karşılıklı anlaşmayı kabul ederse, o zaman bütün taraflar, uzun süreli barış ve anlaşma için çalışmalıdırlar. Milletler, uzun dönem huzursuzluk doğuracak ve ellerinin bağlı kalmalarına neden olacak, sert ve adil olmayan şartlara zorlanmamalıdırlar. Çünkü uzun dönemde huzursuzluğa götüren gerginlikler böylelikle yayılma gösterecektir. Böyle bir huzursuzluk ileride daha da büyük karışıklığa neden olacaktır.
Üçüncü bir taraf hükümet iki ülke arasında anlaşma sağlamak isterse, o durumda tamamen samimi ve tarafsızlıkla davranılmalıdır. Bu tarafsızlık, taraflardan biri bunun aleyhinde konuşsa bile muhafaza edilmelidir. Bu nedenle üçüncü taraf, bu şartlarda kızgınlık göstermemeli, öç almamalı, haksız bir davranışta da bulunmamalıdır. Bütün taraflara elden gelindiğince hakları sağlanmalıdır.
Böylece adaletin şartlarının yerine getirilmesi için gerekli olan, anlaşmayı yapan ülkeler, ne kendileri için şahsi çıkar, ne de haksız yere o ülkelerden yarar sağlamalıdırlar. Onlar, haksız olarak müdahale etmemeli veya her iki tarafı da yasal olmayan baskılar altına almamalıdırlar. Herhangi bir ülkenin doğal kaynaklarından da avantaj sağlanmamalıdır. Böyle ülkelere, gereksiz ve adil olmayan sınırlamalar getirilmemeli, çünkü bu ne adaletin, ne de ülkeler arasındaki ilişkilerin gelişiminin bir kanıtı olacaktır.
Zamanın azlığı nedeniyle, bu noktalara yalnızca özet olarak değindim. Kısacası eğer dünyada barışın kurulmasını istiyorsak, o zaman daha büyük iyilik için, kişisel ve ulusal çıkarlarımızı bir tarafa bırakmalı, bunun yerine tamamen adalete dayalı olan karşılıklı ilişkiler kurmalıyız. Aksi halde bazılarınız benimle aynı fikirde olsa da, birleşmeler sonucu gelecekte bloklaşmalar meydana gelebilir. Hatta bunların şekillenmeye başladıklarını bile söyleyebilirim. Böylelikle dünyada karışıklığın gittikçe artması devam edecek ve sonuç olarak da bu, bizleri çok büyük bir tahribata taşıyacaktır. Böyle bir felaketin etkisi ve savaş durumu hiç şüphesiz nesiller boyu sürecektir. Bu nedenle dünyanın en büyük gücü olan Birleşmiş Milletler, gerçek adaletle ve iyi niyetle, söylediğim gibi, kendi rolünü oynamalıdır. Eğer bunu yerine getirirse, dünya sizin büyük gayretlerinizi hayranlıkla hatırlayacaktır. Duam, bunların gerçekleşmesi içindir.
Çok teşekkür ederim. Tekrar teşekkürler
Geleneklerimize göre, faaliyetlerimizin sonunda bizler sessizce dua ederiz. Bunun için ben sessiz duada bulunacağım ve Ahmediler de beni takip edecekler. Misafirlerimiz olan sizler de kendi usulünüze göre dua edebilirsiniz.
[1] s49: a.14
[2] s.49: a.10