Hz. Mirza Gulam Ahmed’inas doğruluğunun beşinci delili, Vadedilen Mesih ve Mehdinin vazifesi olan İslam’ın tecdididir. Bundan dolayı da gerçek Mesih ve Mehdi kendisidir.
Bence boş tartışmalarda bulunan inatçı mollalar hariç, bilgi sahibi diğer tüm Müslümanlar bugünkü İslam’ın Peygamber Efendimizinsav devrindeki İslam olmadığını kabul edeceklerdir. Herkes, İslam’da bir şeylerin eksik olduğunu hissetmektedir. Bir zamanlar kâfirler, keşke biz de Müslüman olsaydık diye arzu ederlerdi. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
رُبَمَا يَوَدُّ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِمٖينَ
“İnkâr edenler çoğu kez, “Keşke biz (de) itaat edenler (yani Müslümanlar) olsaydık,” diye temenni ederler.[1]”
Bugün ise İslam, her türlü eleştiri oklarının hedefi haline gelmiştir. Gayri Müslimler bir yana, tahsilli Müslümanlar dahi onun birçok öğretisi hakkında şüphe içindedirler. Kimisi onun ilkelerini tenkit ederken, kimileri ise onun ahlaki öğretisini eleştirmekten geri kalmamaktadır. Bazıları ise onun öğretilerinin uygulanabilirliği hakkında tereddüt içindedirler. İslam, önceki devirlerde gönüllerde oluşturduğu yakîni bugün yaratamamaktadır. Bundan dolayı insanlar, önceki dönemlerde olduğu gibi bugün artık İslam için fedakârlıklarda bulunmamaktadırlar. Durum böyle iken şu üç neticeden birini kabul etmek durumundayız.
1. İslam’ın tesiri hakkında anlatılanlar bir efsaneden ibarettir. Eskiler hakkında anlatılanlar, daha sonrakilerin iyi niyetinden başka bir şey değildir.
2. Bugünlerde hiç kimse İslam öğretisini uygulamamaktadır.
3. İslam şeklen değişmiştir ve ona uymak insanda hiçbir tesir yaratmamaktadır.
Bunlardan doğru olan son şıktır. Çünkü İslam’ın geçmişte yarattığı tesir sadece rivayetten ibaret olmayıp, dünyanın dört bir yanında onun kalıntıları bu ilerlemenin şahitleridir. Müslümanlar İslam’a uydukları için, bu gelişmeler kendilerine nasip olmuştur. Bugünlerde ise, artık kimse İslam’a uymuyor demek mümkün değildir ve insanlar İslam’dan anladıklarını uygulamaya çalışmaktadırlar. Bazıları uzun süreli inzivalara çekilip çile çekmek suretiyle canlarını bile verirler. Ancak onlar buna rağmen hiçbir şey elde edemezler. Bunun tek ve gerçek sebebi, zihinlerinde İslam mevhumunun değişmiş olmasıdır. Peygamber Efendimizsav bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
لَمْ يَبْقَ مِنَ الْاِسْلَامِ اِلَّا اِسْمُهُ
“…İslam’ın isminden başka bir şey kalmayacaktır…[2]”
Bugün artık bu haber gerçekleşmiştir. Peygamber Efendimizinsav zamanından uzaklaştıkları için insanlar, İslam’ın özünü tamamen değiştirdiler. Zamanımızdaki İslam mevcut haliyle ona uyanların içinde, öncekilerde yarattığı değişiklikleri yaratmaktan aciz bir durumdadır. Bugünkü şekliyle İslam başka dinlerin mensuplarının gönüllerinde de bir tesir bırakmaktan uzaktır. İstisnai bir durum da olsa onun kalıntıları, pak fıtrata sahip bir kimsenin gönlünü gene de kendine çekebilir. Ancak bir kural olarak o, eskisi gibi gönüllere tesir etmekten uzaktır.
Peygamber Efendimizinsav hadislerinden de bu durumu anlamak mümkündür. O şöyle buyurmuştur:
تَفْتَرِقُ اُمَّتِى عَلٰى ثَلَاثٍ وَ سَبْعِينَ مِلَّةً كُلُّهُمْ فِى النَّارِ اِلَّا مِلَّةً وَاحِدَةً قَالُوا مَنْ هِىَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ مَا اَنَا عَلَيْهِ وَاَصْحَابِى
“Bir zaman gelecek ki, ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan bir tanesi müstesna, hepsi de Cehennemliktir.[3]”
Ashabı ona, “Ey Allah’ın Resulü, hak üzerinde kimler olacaktır?” diye sorduklarında, o kendilerine, “Onlar benim ashabımın yolunda olacak olanlardır,” diye buyurmuştur.
Başka bir hadis-i şerifinde ise Peygamber Efendimizsav şöyle demiştir:
يَاَيُّهَا النَّاسُ خُذُوا مِنَ الْعِلْمِ قَبْلَ اَنْ يُقْبَضَ الْعِلْمُ اَوْ قَبْلَ اَنْ يُرْفَعَ الْعِلْمُ قِيلَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ كَيْفَ يُرْفَعُ الْعِلْمُ وَهٰذَا الْقُرْاٰنُ بَيْنَ اَظْهُرِنَا فَقَالَ اَىْ ثَكَلَتْكَ اُمُّكَ وَ هٰذِهِ الْيَهُودُ وَ النَّصَارٰى بَيْنَ اَظْهُرِهِمُ الْمَصَاحِفُ لَمْ يُصْبِحُوا يَتَعَلَّقُوا بِالْحَرْفِ مِمَّا جَاءَتْهُمْ بِهِ اَنْبِيَاؤُهُمْ اَلَا وَ اِنَّ ذَهَابَ الْعِلْمِ اَنْ يَذْهَبَ حَمَلَتُهُ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ
“Ey halk! İlim ortadan kalkmadan önce ilim elde ediniz, diye buyurduğunda bunu işitenler şöyle dediler: Ya Resulullah! Kuran-ı Kerim elimizde bulundukça ilim ortadan nasıl kalkar ki? Bunun üzerine o, şu cevabı vermiştir: Analarınız dizlerini dövsünler. Bu aynen dediğim gibi olacaktır. Yahudiler ve Hıristiyanlarda da Kitaplar bulunduğunu görmüyor musunuz? Ancak onların, peygamberleri tarafından getirilen öğretiler ile hiçbir alakaları yoktur. Bana kulak verin! Âlimlerin dünyadan göç etmesiyle, ilim de göçüp gitmiş olur. O bunu üç kez tekrarlamıştır.[4]”
Bu hadisten anlaşıldığına göre, Peygamber Efendimizinsav ümmeti bir gün son derece tehlikeli bir duruma düşecektir. O dönemde ilim ortadan kalkacaktır. Bununla birlikte hadislerin aktardığı, bu devir geldiğinde hak üzerinde tek bir fırkanın bulunacağı ve bu fırkanın ashab-ı kiramın rengi ile renklenmiş olacağıdır. Hadislerde yer alan ve ashabın rengi ile renklenmiş bu grup ise, ancak Vadedilen Mesih’inas cemaatidir. Peygamber Efendimizsav de, “Ümmetimin evveli mi, yoksa ahiri mi hayırlıdır, bilmiyorum,” diye buyurmuştur. Özet olarak, “Benim ve ashabımın yolu üzerinde olan cemaat” diye kastedilen, Vadedilen Mesih’inas cemaatidir. Ancak o cemaat ashab-ı kiram gibi olabilir, çünkü bir cemaatin ashab-ı kiram gibi olması için, Allahcc tarafından gönderilmiş olanın sohbetinde bulunmuş olması şarttır.
Kısacası yukarıda bahsedilen hadislerde, Muhammed-i Ümmet’ten ilim ve din yok olduktan sonra, Allah-u Teâlâ Vadedilen Mesih’inas eliyle İslam’ı yenide canlandırma vaadinde bulunmuştur. Bu sebeple, Vadedilen Mesih olma iddiasında bulunan kimse, İslam’ın gerçek öğretisini yeniden canlandırmalı ve Kuran-ı Kerim’in hakiki ve doğru bilgilerini sunmalıdır. Bunu başaramayan, Vadedilen Mesih olamaz. O, ahir zamanda fitnelerle dolu bir devirde, İslam öğretisine dâhil edilmiş olan, insanlara ait görüşlerden bu dini arındırmalıdır ve bu öğretinin güzelliğini dünyaya gösterebilmelidir. Ayrıca “Benim ve ashabımın yolu üzerinde,” şeklindeki hadiste zikrolunan manzarayı da insanların gözü önüne sermelidir. Böyle birisi haricinde hiç kimse Vadedilen Mesih olamaz. Böylece Mesihlik iddiasında bulunan kimsenin doğruluğunu ölçmek için elimizde önemli bir kıstas bulunmaktadır. Bizler, İslam’ın gerçekten asıl şekli ile hiçbir alakasının kalıp kalmadığını araştıracağız ve daha sonra bu iddia sahibinin İslam’ın hakiki yüzünü dünyaya sunup sunmadığını inceleyeceğiz.
Öncede yazmış olduğumuz gibi, aklı başında olan her kimse günümüzde İslam’ın tam olarak değiştiğini ve gerçek İslam’dan uzaklaştığını kabul edecektir. Fiilen Allahcc bu devirde Müslüman’ın, Müslüman kalmadığını ispatladıktan sonra, bu gerçeği kimsenin inkâr edebilmesi mümkün değildir. İslam’ın artık Müslümanlara teselli vermeyen bugünkü hali, İslam’ın bozulmuş olduğunun bizzat şahididir. Burada sorulması gereken yalnızca şudur. Acaba Hz. Mirza Gulam Ahmed, güzelliği ve çekiciliği ile Müslümanlar ve de gayrimüslimlerin kalplerini cezbeden hakiki İslam’ı gerçek anlamda dünyaya takdim edebilmiş midir? Acaba o, Allah’tan uzak olan bencil mollaların İslam’a karıştırdıkları fesatlardan İslam’ı arındırdı mı? Bu soruları cevaplamak üzere, örnek olarak rahat anlaşılır birkaç konuyu ele alacağız. Bununla, İslam’ın şeklinin nasıl değiştirildiği ve Vadedilen Mesih’inas onun gerçek şeklini yeniden dünyaya nasıl takdim ettiği anlaşılmış olacaktır.
Bütün İslami meselelerin etrafında toplandığı merkez, Allah’a olan imandır. Allah’a olan bu iman, diğer İslami inanış ve amellerin, dallar ve yapraklar gibi bağlı oldukları sağlam bir kök gibidir. Bütün inanışlar bunu desteklemek için, her amel ise bunu ispatlamak içindir. Allah’a olan imanı oluşturan parçalardan en önemlisi tevhittir. Peygamber Efendimizsav, iddiasından vefat ettiği güne kadar bu gerçeği öğretmeye çalışmıştır. Her türlü sıkıntıya katlanmasına rağmen, o bu tevhit öğretisinden asla vazgeçmemişti. Hatta vefat zamanı geldiğinde dahi aklında olan, bu kadar fedakârlıklara katlandıktan sonra yerleşen tevhidin, dünyadan silinmesi düşüncesiydi. Hadisler ve tarih kitaplarında yer alanları okurken bir Müslüman’ın kalbinin paramparça olmaması mümkün değildir. Ölüm hastalığı esnasında mübarek vücudu ter dökerken ve hastalığı onun sinir sistemini en uzak noktalarına kadar etki altına alırken, o insanlar benden sonra öğretimi unutup şirke düşmesinler diye düşündüğünde, bu durumu rahatsızlığını kat kat arttırıyordu. O, böyle bir zamanda dahi kendi derdini unutup, yatağında ümmeti düşünerek bir yandan bir yana kıvranırken şöyle buyurmuştu:
لَعَنَ اللّٰهُ الْيَهُودَ وَ النَّصَارٰى اِتَّخَذُوا قُبُورَ اَنْبِيَائِهِمْ مَسَاجِدَ
“Allah, Hıristiyanlara ve Yahudilere lanet etsin! Onlar peygamberlerinin mezarlarını secde edilecek yerler haline getirdiler.[5]”
Onun ümmetine anlatmak istediği, bir ömür boyu onlara öğretmek için çabaladıklarının tersine, kendisinden sonra ona tapıp tevhidi terk etmemeleridir. Ölüm hastalığı esnasındaki bu sancısı ve tevhide olan sevgisi, insanın içini paramparça eden bir durumdur. Onu seven bir kimse, bu olayın içe işleyen etkisinden dolayı en ufak bir şirke dahi yanaşamazdı. Ancak günümüzde kendilerine Müslüman diyenlerin birçoğu, bu öğretinin aksine bir davranış sergilemektedirler. Bin üç yüz sene önceki bir Müslüman, “La ilahe İllallah” sancağını taşıyanların bir gün kabirlere secde edeceklerini, mukaddes zannettiklerinin türbelerine yönelip namaz kılacaklarını, insanların gayb ilmine sahip bulunduklarını, evliyaların ise (hâşâ) Allah gibi kudret sahibi olduklarını, asla akıllarından geçiremezlerdi. O devrin müminleri, bir gün Müslümanların ölülerden dileklerde bulunacaklarını, kabirlerde adak kurbanları keseceklerini, mürşitlerinin ise dilediklerini Allah’tan alabileceklerini ve onların daima hazır ve nazır olabileceklerini asla tasavvur edemezlerdi. Bu devrin Müslümanları, bunların tamamını yapmakta ve daha da ötesinde bütün bunların Kuran-ı Kerim ve Peygamber Efendimizinsav öğretileri olduğunu iddia etmektedirler. Doğudan Batıya ve Kuzeyden Güneye, her nerede Müslümanlar yaşıyorlarsa, onların çoğu bunların herhangi birisini yapmaktadırlar. Peygamber Efendimizinsav yakarışını Allah-u Teâlâ kabul ettiği için, onun kabrini bu tür bidatten korumuştur. Ancak diğer İslam büyüklerinin kabirlerinde, Hindu mabetlerindekinden daha az şirk işlenmemektedir. Eğer bugün Peygamber Efendimizsav teşrif buyursaydı, o bu insanların kesinlikle Müslüman olmayıp, şirk öğreten bir dinin mensupları olduğunu düşünürdü.
Birileri bu davranışların cahil kesime ait olduğunu, âlimlerin ise bundan tiksindiklerini söyleyebilir. Esasen bir kavimin durumunu anlamak üzere, çoğunluğun durumuna bakılır. Müslümanların çoğunluğu bu inanışlara kapıldıkları için, onların tevhide olan bağlılıkları zayıfladı ve onlar İslam’ın özü ve canı olan “La ilaha İllallah” inancını unuttular diye haklarında hüküm verilecektir. Öte yandan sadece aşağı tabakaların bu inanışlara sahip bulunduklarını söylemek de doğru değildir. Aslında mürşitleri ve âlimleri de onlarla aynı görüşü paylaşmaktadırlar. Bunlara kalben katılmayan bazı kimselerin durumuna gelince, onların imanları da halkın karşısına çıktıklarında hiç olmazsa diğerlerinin inanışlarını reddetmeyecek kadar kötüleşmiştir. Bu onların da imanlarının silinmiş olduğunun bir belirtisidir.
Bazı Müslüman gruplar, her türlü şirkten uzak oldukları iddiasında bulunurlar. Hatta onlar, başka Müslümanların şirke düşüp İslam’a zarar verdiklerini ileri sürer ve onlara karşı öfke duyarlar. Hâlbuki kendilerinin şirke düşmüş oldukları hayret veren bir gerçektir. Diğer Müslümanlar ile onlar arasındaki fark ise, onların ancak Hz. İsa’yı Allah’a ortak koşmalarıdır. Bunlar da diğer Müslümanlar gibi Hz. İsa’nın gökte berhayat olduğuna inanmaktadırlar. Onların nezdinde peygamberlerin en faziletlisi olan Hz. Muhammedsav toprak altında gömülü iken, Hz. İsa iki bin seneden beri göklerde yaşamaktadır. Allah kendisine ölüm vermemektedir, hâlbuki Kuran-ı Kerim, insanların Allah haricinde taptıklarının hayatta olmayıp öldüklerini ve ne zaman tekrar diriltileceklerini kendilerinin de bilmediklerini, söylemektedir. Nitekim Allah-u Teâlâ Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
اَمْوَاتٌ غَيْرُ اَحْيَاءٍ وَمَا يَشْعُرُونَ اَيَّانَ يُبْعَثُونَ
“(Onlar) ölüdürler, diri değildirler. (Tekrar) ne zaman kaldırılacaklarını (da) bilmezler.[6]”
Onlar, Hıristiyanların İsa’yaas taptıklarını bildikleri halde, onun hayatta olduğu konusundaki inanışlarından bir türlü vazgeçmemektedirler. Buna rağmen hiç çekinmeden, kendilerinin tevhide iman ettiklerini de iddia etmekten geri durmazlar.
Aynı şekilde onlar, şirke karşı seslerini yükseltirken Hz. İsa’nın ölüleri dirilttiğine de inanırlar. Hâlbuki Allah-u Teâlâ ölülerin tekrar dünyaya geri gelmeyeceklerini söylemektedir. O, Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
وَحَرَامٌ عَلٰى قَرْيَةٍ اَهْلَكْنَاهَا اَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ
“Helâk ettiğimiz bir kasaba (halkının, artık bu dünyaya) geri gelemeyeceklerine dair kesin hüküm verilmiştir.[7]”
O, Kuran-ı Kerim’in başka bir yerinde de şunu buyurmaktadır:
وَمِنْ وَرَائِهِمْ بَرْزَخٌ اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
“…(Tekrar diriltilip,) kaldırılacakları güne kadar, arkalarında bir engel vardır.[8]”
Bunlar kendilerine “Ehl-i Hadis” derler, ancak Peygamber Efendimizinsav şu hadisini unuturlar. Hz. Cabir’inra babası Hz.Abdullahra şehit düştüğünde, Allahcc kendisine, “Benden istediğini dile” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abdullahra, “Ben tekrar dirilip Peygamberinsav ile beraber cihat ederek şehit düşmek, ikinci kere şehit düştükten sonra tekrar dirilip cihada katılarak, bir kez daha şehit düşmek istiyorum” dediğinde Allahcc şöyle bildirmiştir: “Bunu asla yapmamak üzere kendi adıma yemin etmemiş olsaydım, sana hayat verirdim. Ancak ahdime bağlı olduğumdan bunu yapmayacağım.[9]”
Ölüleri diriltmek Allah’acc mahsus bir sıfatken ve O bile bu dünyada ölüleri diriltmediği halde, onlar bu işi Hz.İsa’nınas yapabileceğini nasıl düşünebiliyorlar? Onlar, Kuran-ı Kerim’in Hz. İsaas için kullandığı şu kelimelerle kendi kendilerini kandırmaktalar.
اُحْيِ الْمَوْتٰى
“…ühyil mevta (ölüleri dirilteceğim)…[10]”
Hâlbuki aynı ifadeler Kuran-ı Kerim’de Peygamber Efendimizsav için kullanıldığında, onlar kastedilenin manevi ölüler olduğunu ileri sürerler. Kuran-ı Kerim Peygamber Efendimiz hakkında şöyle buyurmaktadır:
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اسْتَجٖيبُوا لِلّٰهِ وَلِلرَّسُولِ اِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيٖيكُمْ
“Ey inananlar! Allah ve Peygamber sizi diriltmek için çağırdığında, sesine kulak verin…[11]”
Şimdi diriltmekten kastedilen manevi hayat olduğuna göre ve Allah-u Teâlâ haricinde kimsenin ölüleri diriltmesi söz konusu olmadığı halde ve Allah’ıncc ölüleri tekrar bu dünyaya göndermeyeceği Kuran-ı Kerim’den anlaşılmasına rağmen, Hz.İsa’nınas dirilttiği ölülerden bahsederken, neden Kuran’a uygun manalar alınmayıp, şirk doğuran anlamlar tercih edilmektedir?
Aynen bunun gibi, kendilerinin muvahhit olduklarını zannedenler, Hz. İsa’nınas kuşları da yarattığına inanırlar. Hâlbuki Kuran-ı Kerim, Allahcc haricinde kimsenin bir şey yaratamayacağını söylemektedir. Allahcc Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
وَالَّذٖينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَا يَخْلُقُونَ شَيْپًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ
“Allah’tan başka çağırdıkları (sahte tanrılar,) hiçbir şey yaratamazlar. Onlar kendileri (bile) yaratılırlar.[12]”
اَمْ جَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهٖ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَیْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
“…Yoksa onlar Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratmış olan ortaklar mı koştular? Yaratılanlar (da) kendilerine, (birbirine) benzer mi göründü? De ki: Her şeyin yaratıcısı, (ancak) Allah’tır. O, tektir (ve) her şeye tam olarak gücü yetendir.[13]”
اِنَّ الَّذٖينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ
“…Şüphesiz Allah’tan başka çağırdıklarınız bir araya gelseler, tek bir sinek (bile) yaratamayacaklar…[14]” Hz. İsaas da aynı şekilde Allah’tan başka tapılanlardan birisi haline getirilmiştir.
Özetle, Kuran-ı Kerim Allah’tancc başka hiç kimsenin bir şey yaratamayacağını açıkça söylemekle beraber, yaratma kudretinin sahibi bulunanın da ancak gerçek İlah olduğunu açıklamaktadır. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
اَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطّٖينِ كَهَيْپَةِ الطَّيْرِ [15]
Tüm bu gerçeklere rağmen onların yukarıdaki ayete yükledikleri mana, Kuran-ı Kerim’in muhkem ayetlerine ters düşmektedir. Onlar, bir kelimenin, birkaç anlamı olduğunu neden düşünmemekteler? Bundan dolayı kulun şanına uygun, ancak diğer ayetlere ters düşmeyecek şekilde bu ayeti açıklamaları gerekir. Muvahhit olduklarını iddia edip, Kuran’ın muhkem ayetlerine ve Allah’ıncc şanına ters ve şirke yol açan bir anlamı neden kabul etmekteler?
Bu tehlikeli inanışlar şimdilerde Müslümanlar arasında yaygındır. İster âlim olsun isterse cahil, ister mukallit isterse gayri mukallit, Sünni veya Şii hangi görüşe sahip olursa olsun, hepsi bu inanışlara sahiptirler. Bu inançları taşıdıkları halde kimse onların, “La ilahe İllallah” akidesine sadık kaldıklarını söyleyemez. Şüphesiz devrimizin Müslümanları da ancak ağızları ile “La ilahe İllallah” demektedirler. Ancak yukarıda zikredilen inanışları nedeniyle, bunun mefhumundan diğer müşrik kavimler kadar uzaktırlar. Bu delaletten çıkmaları için ise, Vadedilen Mesih’inas öğretisi Allah’ıncc tevhidi ve celalini yerleştirmektedir. Bu öğretiye inandıktan sonra, insanın gönlü Allah sevgisi ile dolup taşar ve şirk ateşinden tamamen korunmuş olur. İnsan, ashabı kiramınra nail olduğu tevhit makamını böylelikle elde eder. Vadedilen Mesihas yukarıda zikrolunan inanışların yanlışlığını deliller ile ortaya koymuştur. O, Allah’ıncc “Bir” olduğunu, O’nun haricinde herhangi birinden bir şey dilenilmesinin de yanlış olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca o, herhangi bir ölüden medet umulmasının, türbe veya kabirlerde kurbanlar kesilmesinin, diri veya ölüye secde edilmesinin, ister peygamber olsun, isterse olmasın, birilerinin Allah’ın kudretine ve gayb ilmine sahip bulunduğuna inanılmasının Kuran-ı Kerim’e aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Aynen bunun gibi o, Allah’tancc başkasının adına kurban kesilmesinin, o kimsenin rızası için sadaka verilmesinin ve de onların dilediklerini Allah’tan alabileceklerine inanmalarının şirk olduğunu açıklayarak, bir müminin bundan uzak durması gerektiğini telkin etmiştir.
Hz. Mirza Gulam Ahmedas, Hz. İsa’nınas diğer peygamberler gibi vefat ettiğini ve toprağın altında gömülü olduğunu ispat etmiştir. Onun hayat verdikleri sadece manevi ölülerdir. O, Allah’ıncc izni ile olsun ya da olmasın, ölü olanı diriltme gücüne sahip değildi. Allahcc Kendisine mahsus olan sıfatları hiçbir kuluna bağışlamaz. O’nun kelamı olan Kuran- Kerim, böyle sıfatlarının İsaas ya da başka birisinde bulunmasını açık olarak reddetmektedir. Şirki yaymak arzusunda olanlar bu tür sözler uydurarak, Allah-u Teâlâ Kendi kudretlerini filanca kimseye vermiştir, derler. Ancak onlardan hiçbiri takdim ettiği ilahın, Allah’tancc bağımsız olarak yeryüzünde hüküm sürdüğünü söylemez. Vadedilen Mesihas, Kuran ve aklın mutabık kaldığı bu öğretiyi sunmak suretiyle, şirk karanlığını yok etmiştir. O, Müslümanların çoktan terk etmiş oldukları doğru yolu kendilerine göstererek, Mesihin ikinci gelişinde yerine getirmesi gereken vazifeyi de böylece ifa etmiş oldu.
Allah’a imandan sonra İslam’ın ikinci şartı, meleklere imandır. Müslümanlar bu inancı da tahrip etmişlerdir. Kimisine göre melekler, hâşâ günah işleyip Allah’acc itirazda da bulunabilmektedirler. Hz. Adem’inas olayında ise, melekler sanki Allah’ın Huzurunda durup, Hikmetine itiraz ediyorlarmış gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki onlar, Kuran-ı Kerim’de beyan edildiği üzere şöyle demişlerdir:
نَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ
“…Biz , Seni hamd ile tesbih eder ve her türlü yücelik sahibi olduğunu beyan ederiz…[16]”
Böylelikle melekler, Allah’ıncc yaptıklarına itiraz edilemeyeceğini vurgulayarak söylemektedirler. Harut ve Marut hikâyesini dinlediğinde ise, insan hayrete düşmekten kendini alamaz. Anlatılana göre, insan kılığına bürünmüş iki meleği Allahcc yeryüzüne göndermiştir. Onlar, hâşâ bir fahişeye âşık olmuşlar ve bunun sonucunda ceza olarak bir kuyunun içerisinde baş aşağı asılı bırakılmışlardır. Buna benzer bir şekilde İblis’in meleklerin hocası olduğu da anlatılanlardandır.
Bazıları, meleklerin maddi bir bedene sahip olduğuna ve insanlar gibi bir yerden başka bir yere gidip geldiklerine inanırlar. Azrailas ise bazen birinin bazen ise bir diğerinin ruhunu kabzetmek üzere oraya buraya koşuşturmaktadır. Bunun aksine, bazıları da meleklerin var olduklarını inkâr edip, onların hayali varlıklar olduğunu beyan ederler. Onlara göre Kuran-ı Kerim’de zikredilen meleklerden kastedilen, farklı doğal güçlerin isimleridir. Hatta cüretkâr bir şekilde onlar, Kuran ve hadisin açıkça öğrettiklerinin tersine, Kuran’ı Cebrail’inas getirmediğini söylerler. Onlar meleklerin varlığına itiraz ederek, bunun Allah’ıncc kudretini lekelediğini ileri sürerler.
Vadedilen Mesihas İslam’a ters düşen bu inanışları reddedip, doğru inanışları yayarak, melekler hakkındaki tüm bu itirazlara açıklık getirmiştir. O, meleklerin Allah’acc itiraz etmediklerini ve günah işlemediklerini delillerle ispat etmiştir. Nitekim Allahcc, Kuran-ı Kerim’de onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
لَا يَعْصُونَ اللّٰهَ مَا اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“…Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği buyruğa karşı gelmezler. Ne buyrulursa, onu yerine getirirler.[17]”
Kısacası sadece itaat etmek ve emrolunanı yerine getirmek vasıfları ile yaratılmış olan melekler, nasıl günah işleyebilirler ki? Onlar, bir fahişeye âşık olarak, Allah’ıncc azabına nasıl yakalanmış olabilirler? Eğer melekler günah işleyebiliyorlar ise, neden kendilerine iman etmeğe mecburuz? Çünkü iman edilen kimseye inanmak ve sözlerine uymak üzerimizde bir gerekliliktir. Allah’acc isyan edene iman, kendimizi helâk etmemiz demektir.
Diğer taraftan Hz. Mirza Gulam Ahmed, meleklerin manevi varlıklar olduğunu söyleyip, onların öteye beriye koşmadıklarını da ispat etmiştir. Güneşin yerinde durup her tarafı aydınlattığı gibi, melekler de yerlerini terk etmeyip, Allah’ıncc emirlerini yerine getirirler. Onlar, emirlerine verilmiş olan güçlerini kullanarak, tüm vazifelerini ifa ederler.
O, İblis’in meleklerin hocası ya da melekler ile birlikte yaşayan bir varlık olduğu iddiasını da reddetmiştir. İblis kötü bir ruhtu ve Allahcc onun hakkında şöyle buyurmuştur:
وَكَانَ مِنَ الْكَافِرٖينَ
“…O, (önceden beri) kâfirlerdendi.[18]”
Hz. Mirza Gulam Ahmed, meleklerin hayali varlıklar veya bazı yeteneklerin isimleri olduğunu iddia edenlerin bu fikirlerini de reddetmiştir. O kişisel tecrübe ve müşahedelerine dayanarak meleklerin varlığını ispat etmiştir. O, meleklerin varlığını kabul ettiğimiz taktirde, Allah’ın kudretine leke sürmüş oluruz diyenlerin cehaletlerini de ortaya koymuştur. Allahcc gözün görmesi için güneşi, sesin ulaşması için ise havayı yarattığı halde, O’nun kudreti zedelenmemişken, manevi işlerin yerine getirilmesi için vesilelerin yaratılması, neden O’nun kudretini küçük düşürsün ki? O, onların hatalarını kendi inanışları ile ortaya koymuştur. Allah’ıncc vesileler yaratması, emirlerini kullarına iletmekten aciz oluşundan değil, aksine insanın Allah’ıncc kelamını işitmek için bu vesilelere muhtaç olmasındandır. Ayrıca o, bu vesilelerin kulun ilerlemesinde yardımcı olması için yaratıldığını da beyan etmiştir. Kısacası Vadedilen Mesihas imanın ikinci şartı ile ilgili Müslümanlar arasında ortaya çıkan en küçük bozukluğu dahi bu suretle düzeltmiştir. Böylelikle o, Allah ve Peygamberinin anlattığı şekilde meleklerin varlığını da ispatlamıştır.
İman şartlarının üçüncüsü, Allahcc tarafından gönderilen Kitaplara inanmaktır. Müslümanların bu konudaki inançları tamamen sarsılmıştır. Genel olarak bütün İlahi Kitaplar ve özellikle de Kuran-ı Kerim ile ilgili olarak Müslümanlar arasında tuhaf düşünceler ortaya çıkmıştır. Gerçeğe bakılacak olursa, İslam’da asıl olan Kuran’a imandır, çünkü diğer Kitaplar indirildikleri şekilleri ile mevcut değillerdir. Mevcut olan şekilleri ile de onlara uymamız bize emredilmemiştir. Bundan dolayı, Kuran-ı Kerim haricindeki diğer Kitaplara imanımız sadece usulendir.
Kuran-ı Kerim ile ilgili Müslümanların inanışlarını gördükçe hayrete düşmekteyim. Ancak bu hayretim Vadedilen Mesiheas iman edip, gerçeği öğrendiğim içindir. Yoksa ben de diğer Müslümanlar gibi Kuran-ı Kerim hakkında şu veya bu hataya düşmüş olurdum. Müslümanlardan bazıları Peygamber Efendimizinsav vefatından hemen sonra, Kuran-ı Kerim’in fiilen dünyadan kaybolduğuna ve büyük bir kısmının hâşâ yeryüzünden yok olduğuna inanırlar. Onlardan bazıları ise Kuran-ı Kerim’de insani müdahalelerin izlerinin bulunduğunu söyler. Bir kısım Müslümanlar bu tarz düşünceleri reddedip bunu küfür saymakla birlikte kendileri de buna benzer tehlikeli inanışları taşımaya devam ederler. Mesela onlar Kuran-ı Kerim’in bir kısmının mensuh (hükmü kaldırılmış) olduğunu ileri sürerler. Bir ayetin anlamının diğer bir ayetin anlamına ters düştüğü kanaatine vardıklarında, onun mensuh olduğunu kabul etmeye başlarlar. Bunun bir sonucu olarak bir kimse belli ayetlerde ihtilaf görüp onları mensuh kabul ederken, başka bir kimse ise başka ayetlerde ihtilaf gördüğü için onları mensuh kabul etmeye başlamıştır. Böylelikle Kuran-ı Kerim’in önemli bir kısmının mensuh olduğunu iddia ederek, ona uymanın gerekli olmadığına hükmettiler.
Bu inanış bir taraftan Kuran-ı Kerim’in bir kısmının mensuh olduğunu söylerken, diğer taraftan ise Müslümanların kalplerinde tehlikeli izler bırakmıştır. Onlar, Kuran-ı Kerim’in bir kısmı mensuh, bir kısmı ise mensuh değildir diye düşünüp, Allahcc ve Peygamberisav hangi ayetlerin hükümsüz ve hangilerinin geçerli olduklarını söylemedikleri için Kuran-ı Kerim’e nasıl güvenmeliyiz diye, düşünmeye başlamışlardır. Anlaşılan insanlar, hoşlarına giden Kuran ayetlerini geçerli kabul ederlerken, diğerlerini ise mensuh olarak ilan etmişlerdir.
Genel olarak tüm İlahi kitaplar ve özellikle Kuran-ı Kerim ile ilgili, bir başka tehlikeli inanış da ortaya çıkmıştır. Buna göre, Allahcc tarafından gelen vahye şeytan bazen müdahale edebilirmiş. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلَا نَبِىٍّ اِلَّا اِذَا تَمَنّٰى اَلْقَى الشَّيْطَانُ فٖى اُمْنِيَّتِهٖ
“Senden önce Biz, bir şey arzu ettiğinde, şeytanın onun arzusuna güçlükler çıkartmadığı bir peygamberi veya nebiyi göndermedik…[19]”
Onlar bu ayetten netice çıkararak, her peygambere ya da nebiye inen vahyi duyduğunda, şeytanın ona müdahale ederek kendinden bir şeyler karıştırdığını söylerler. Genel bir kural olarak bunu beyan etmekle de yetinmemişlerdir. Onların dediklerine göre, bir keresinde Peygamber Efendimizsav Necm suresini okurken, “Sizler Lât’ı, Uzzâ’yı ve üçüncüsü (olan) Menât’ı gördünüz mü?[20]” ifadesine geldiğinde, şeytan vahiy kelimelerine (hâşâ,) “Bu güzel uzun boyunlu tanrıçalar şefaatçilik yapabilirler,”[21] ifadesini karıştırmıştır. Peygamber Efendimizinsav dilinden bu kelimeleri duyan kâfirler de, bunun karşısında secdeye kapanmışlardır. Onların demesine göre, daha sonrasında Peygamber Efendimizsav, bu kelimelerin şeytan tarafından vahiye karıştırıldığını öğrenince, çok büyük bir üzüntü duymuştur.
Bu hikâyeyi haddinden fazla gerçek dışı bulup buna dayanamayanlar, bir açıklama getirmişlerdir. Buna göre, bu kelimeler şeytanın tesiri ile Peygamber Efendimizinsav dilinden çıkmamıştır, aksine şeytanın kendisi onun sesine benzer bir ses ile bu kelimeleri söylemiştir. Dinleyenler ise bu sebepten dolayı, bu kelimeleri Peygamber Efendimizinsav söylediğini zannetmişlerdir. Bu hikâyeler kabul edildiğinde, Kuran-ı Kerim ile ilgili doğan güvensizliği ortadan kaldırmak üzere, yukarıdaki ayet-i kerimenin şu parçası gösterilmektedir:
فَيَنْسَخُ اللّٰهُ مَا يُلْقِى الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللّٰهُ اٰيَاتِهٖ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيمٌ
“…Sonra Allah, şeytanın karıştırdıklarını uzaklaştırır (ve) Kendi ayetlerini sağlam kılar…[22]”
Ancak, bu cevabın kimseye teselli vermesi mümkün değildir. Çünkü eğer şeytan İlahi vahye müdahale edebiliyorsa, o zaman bu ayetin şeytanın müdahalesinden korunmuş olduğunun delili nedir? Şeytan, Peygamber Efendimizsav onun müdahale etmediğinden emin olsun diye kendisine, “Allah, şeytanın karıştırdıklarını uzaklaştırır ve Kendi ayetlerini sağlam kılar,” demiş olamaz mı?
Bazı Müslümanlar, Kuran-ı Kerim’in açık emirlerini, zayıf hatta mevzû (uydurulmuş, asılsız) hadislere tabi tutmakla, onu değersiz kılmaktadırlar. Böylelikle onlar, Peygamber Efendimizinsav sünneti adı altında, egoist ve bayağı fikirli insanların görüşlerini Kuran-ı Kerim’den üstün tutarlar. Kuran avaz avaz bağırıp reddettiği halde, aynı konu en zayıf hadiste aksi bir şekilde zikredilse bile, onu Kuran-ı Kerimden üstün kabul ederler. Bunun tersine, Kuran-ı Kerim bir şeyi kabul edip, hadis onu reddetse, onlar Kuran’ı göz ardı edip, hadisin söylediğini kabul ederler.
Bazı Müslümanların Kuran-ı Kerim’e yaptıkları muamele, onun hâşâ Allah’ıncc sözü değil de, Peygamber Efendimizinsav düşüncelerinin ürünü olduğu şeklindedir. Oysa onlar, dilleri ile bunun Allah’ıncc kelâmı olduğunu ileri sürerler. Ancak buna, Peygamber Efendimizinsav pak kalbinde ortaya çıkan düşünceler Allah’ıncc desteği sonucu oluştuğu için, Kuran’a Allah’ıncc kelamıdır demeliyiz, diye açıklama getirirler. Oysa onlara göre Kuran’ın kelimeleri Peygamber Efendimizinsav kelimeleridir. İddialarına göre, bir kelimenin telaffuz edilmesi için dudaklar ve dilin olmasına gerek olduğunda, Allah’ıncc kelamının da kelimeler şeklinde nazil olması mümkün değilmiş!
Bazıları Kuran-ı Kerim’in tercüme edilmesine muhalefet ederek bunun halka ulaşmasına engel olmuşlardır. Böylelikle bunlar, Müslümanları Allah’ıncc kelamını anlamaktan aciz bıraktıkları için, dinsizliğin yayılmasının sorumluları olmuşlardır.
Bazı kimseler ise, Kuran-ı Kerim’in mücmel bir kitap olduğunu, yani onun içinde yer alan gerekli bazı konulara işaret mahiyetinde atıfta bulunulduğunu ileri sürerler. İddialarına göre, hiçbir meselenin Kuran-ı Kerim’den ispatlanması mümkün değildir.
Kimilerinin iddiasına göre de, Kuran-ı Kerim’in tamamı takdim tehir ile doludur. Bu durumu göz önünde bulundurmadığımız müddetçe, Kuran-ı Kerim’in anlaşılması da mümkün değildir.
Bazılarının Kuran-ı Kerim’e yaptığı muamele ise, yeryüzünde anlatılan, aklıselimin reddettiği ve insan yaradılışının nefret ettiği tüm hikâyelerin toplanıp, Kuran’a isnat edilmesidir. Konu ne olursa olsun, Kuran-ı Kerim’in kelimeleri reddetse bile, onlar İsrailî hikâyelere göre konuyu açıklarlar ve böylelikle bu hikâyelerin Kuran’ın tefsiri olduğunu ileri sürerler. Hatta onlar, hiç çekinmeden bu hikâyeleri eski peygamberlere ve evliyalara da isnat ederler.
Bazı kimseler de Kuran’ı Kerim’in ayetleri arasında bir bağ ve tertip bulunduğunu inkâr ederler. Diğer bir deyişle onlara göre, kendini bilmez bir kimsenin oradan buradan laf savurduğu gibi, hâşâ Kuran-ı Kerim’de de hiçbir tertip bulunmaksızın olaylar ve konular anlatılmıştır.
Bazıları, hatta zamanımızın bütün Müslümanları İlahi Kelama haksızlık yapıp, bir zamanlar Allah’ıncc kelamı nazil olurdu, oysa artık bu yok olmuştur demektedirler. Başka bir ifadeyle onlar, Allah’ıncc hala gördüğünü ve işittiğini söyleyip, hâşâ konuşma sıfatının geçerliliğini yitirdiğini iddia etmektedirler.
Kısacası herkes gücü yettiğince Allah’ıncc kelamını paramparça etmeye çalışıp, Kuran’ın güzelliğini insanların gözünden gizlemeye çabaladı. Bu çabaların tamamı ise Kuran hizmeti adı altında yapıldı. Ancak bunun neticesinde, dünya Kuran’dan nefret etmeye başladı ve onun kalpler üzerinde tesiri de kalmadı.
Vadedilen Mesihas bütün bu eksikliklerden Kuran-ı Kerim’in arınmış olduğunu ortaya koyup, deliller ile onun Allahcc tarafından gönderilen son hidayet olduğunu ve mensuh olmaktan da korunmuş olduğunu ispat etmiştir. O, Kuran’da bulunan her öğretinin Müslümanlar için uyulmaya değer olduğunu açıklamıştır. Kuran’ın hiçbir parçasının bir diğerine ters düşmediğini, içinde ihtilaf gören kimsenin de cahil olduğunu ileri sürmüştür. Böyle bir kimse ancak kendi bilgi eksikliğini Kuran-ı Kerim’e isnat eder. Kuran-ı Kerim hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Onun her kelimesi ve harfi Peygamber Efendimiz’esav nazil olduğu gibi korunmaktadır. İster konuları değiştirmek suretiyle, isterse yeni bir ibare eklemek veya mevcut metinden bir şeyler çıkarmak suretiyle olsun, onda hiçbir değişiklik yapılamaz. Allahcc bizzat kendisi Kuran-ı Kerim’in koruyucusudur. İnsan müdahalesinden Kuran’ı korumak için, manevi ve maddi anlamda Allahcc gereken her şeyi yapmıştır. Kısacası Kuran-ı Kerim’de mensuh bir ayetin bulunduğunu veya onda küçük ya da büyük herhangi bir değişikliğin meydana geldiğine inanmak bir ithamdır. O korunmuştur ve hep öyle kalacaktır.
Kuran-ı Kerim’in herhangi bir parçasının kaybolup yeryüzünden yok olduğuna inanmak, Allah’acc yöneltilen bir suçlamadır. Böylesi bir inanış, Allah’ıncc dünyanın hidayeti için gönderdiği bu kâmil Kitabın, görevini tek bir gün bile yerine getiremediği manasına gelir. Onda bir değişiklik olduğunun kabul edilmesi, onu ebediyen itibarsız kılar. Eğer böyle olsaydı, dünya şeriatsız kalmasın diye, bir peygamberin ve yeni bir şeraitin gelmesi gerekirdi.
Aynen bunun gibi Vadedilen Mesihas, Kuran-ı Kerim’in ve hatta her İlahi kelamın, şeytani müdahalelerden korunmuş olduğunu da ispat etmiştir. Şeytanın peygamberin diline tasallut ederek, veya onun sesine benzer bir ses çıkararak, Allah’ıncc kelamına müdahale etmesi mümkün değildir. Vadedilen Mesihas kendi tecrübesine dayanarak, “Peygamber Efendimizinsav bir kölesi olmama rağmen, üzerime inen vahiy her türlü şüpheden arınmışken, Efendimesav inen vahiy şeytanın müdahalesini nasıl kabul edebilir ki?” diye açıklamıştır. Özellikle ebediyen dünyanın hidayeti için gelen Kuran şeklindeki vahyin, bir an için bile olsa şeytanın etkisinde kaldığını kabul etmemiz nasıl mümkün olabilir?
O, Müslümanlara Kuran-ı Kerim’in şüpheden uzak bir kelam olduğunu açıkladı. Allah-u Teâlâ Kuran-ı Kerim’i koruma vaadinde bulunmuştur. O vaadini öylesine yerine getirmiştir ki, İslam’ın düşmanları bile Kuran’ın koruma altında olduğunu kabul etmişlerdir. Bundan dolayı Kuran karşısında hadisi tercih etmek, küstahlıktır ve bile bile Kuran-ı Kerim’i reddetmektir. Çünkü Kuran’a ters düşen bir hadis, Hz. Resulullah’ınsav sözü olamaz. O, Allah’ıncc sözüne aykırı bir söz söyleyemez. Ayrıca Vadedilen Mesihas hadislerin, Kuran gibi titizlikle korunmadığını açıklamıştır. Nitekim Kuran’ı zorla hadise tabi tutmak doğru değildir. Aksine hadis, Kuran’a tabi tutulmalıdır. Kuran ve hadis arasında bir çelişki olursa, hadiste bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde bir insan müdahalesi olabilir düşüncesiyle, hadis bırakılıp, Kuran-ı Kerim tercih edilmelidir.
Vadedilen Mesihas, dinin tamamını hadisten öğrendik diyenlere, Kuran ve hadis haricinde İslam’ın diğer kaynağının “Sünnet” olduğunu hatırlatmıştır. Sünnet, Peygamber Efendimizinsav bizzat uygulamaları olup, ashabı kiram arada hiçbir vasıta olmaksızın Peygamber Efendimizisav bu işleri yaparken görmüşlerdir ve ondan öğrenip kendileri de ona göre amel etmişlerdir. Bu sünnetlerin öğrenilmesinde ise hiçbir rivayet ya da hadise muhtaç değiliz. Yüz binlerce Müslüman, kendilerinden önceki yüz binlerce Müslüman’ı bunları yaparken görmüştür. Nesiller de, kendilerinden önceki nesillerden bunları öğrene gelmiştir. Sünnet, asla Kuran-ı Kerim’e ters düşmez. Ancak raviler yoluyla bize ulaşan hadisler, bazen Kuran’a ters düşebilmektedir. Böyle rivayetler hakkında da şüphe ihtimali söz konusudur. Onlar Kuran ile çeliştiklerinde, reddedilmelerini gerektiren bir durum söz konusudur. Ancak Kuran’a uygun olduklarında ise, onlar kabule şayandırlar. Çünkü onlar tarihe tanık olmuşlardır ve tarihe tanıklıklar ise sebepsiz reddedilemez. Aksi halde dünyadan sayısız gerçeğin yok olup kaybolması kaçınılmazdır.
Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimizinsav sözleridir diyenlerin, görüşlerinin batıl olduğunu ortaya koyan Vadedilen Mesihas, Kuran’ın her kelimesinin Allah’ın kelamı olduğunu ispatlamıştır. Hz. Resulullahsav vahiy icat etmekle değil, bize ulaştırmakla mükellefti. Ardından o, kelimenin telaffuz edilmesi için, dilin ve dudakların şart olduğunu söyleyenlerin, bu düşüncelerinin yersiz olduğunu açıklayarak, hiçbir şey O’na benzemez[23], bundan dolayı da Allah’ın kudretleri ve sıfatları insandakilerle kıyas edilemez, diye açıklamıştır. Eğer dudaklar olmadan söz söylenemiyorsa, eller olmadan da hiçbir şeyin yapılamaması gerekir. Durum böyleyken onlar, Allah’ıncc Yaratan olmadığını mı söyleyecekler? Allah-u Teâlâ maddi eller olmadan kâinatı nasıl yarattıysa, maddi dudak ve diller olmaksızın, kuluna kelimeler ile dilediğini de açıklayabilir. Bunu ispatlamak üzere Vadedilen Mesihas kendi tecrübesini delil olarak sunarak, böyle bir evhamın sebebinin, diğerlerinin bu âlemin yabancısı olmalarından kaynaklandığını açıklamıştır. O, bu tip görüşleri benimseyenlere şöyle demiştir: “O, bana kelimeler ile hitap edebiliyorsa, peygamberlerin efendisi ve Allah’acc en yakın olan Hz. Muhammed-i Mustafasav ile neden kelimeler ile konuşmamış olsun?” Cahilliğin en kötüsü, insanın yabancı olduğu ve bilgisini aşan konular hakkında konuşması ve eksik akılla Allah’ıncc sırlarını keşfetmeye kalkışmasıdır.
Kuran-ı Kerim meal olarak tercüme edilemez diyenlerin fikirlerini de Vadedilen Mesihas reddederek, Kuran’ın mefhumu insanlara ulaşmazsa, onun güzelliklerinden nasıl haberdar olacaklar diye kendilerine sormuştur. Kuran-ı Kerim’in yalnızca mealinin yayınlanması, şüphesiz suçtur. Çünkü bu insanları gitgide Kuran’ın metninden uzaklaştıracaktır. Diğer taraftan bir tercümeden yapılan başka bir tercüme ile insanlar, asıl hakikatten uzaklaşabilirler. Ancak Arapça bilmeyenler için, Kuran-ı Kerim metninin yanında mealinin de sunulması çok önemlidir. Tabi ki, Kuran-ı Kerim’i onun asıl dilinde okuyup, mealle elde edilemeyen bereketlerin elde edilmesi için, Arapçanın Müslümanlar arasında revaçta olması gereklidir. Hiç değilse her Müslüman, namazda okuması gereken sureleri anlamaya çalışmalıdır.
Vadedilen Mesihas, Kuran-ı Kerim’in mücmel bir kitap olduğu ve içinde ima yoluyla konuların anlatıldığı görüşlerini kesin delillerle reddedip, onun gibi her şeyi kapsamış başka bir kitabın yeryüzünde bulunmadığını açıklamıştır. Müslümanlar Kuran-ı Kerim’i incelemeyi bıraktıkları için, onun gerçek manalarını anlamak üzere gerekli olan iç temizliği elde edememektedirler. Böylelikle onların kalpleri Kuran irfanından mahrum kalmıştır. Allah-u Teâlâ Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:
لَا يَمَسُّهُ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَ
“(Allah tarafından) temiz kılınan dışında, kimse ona dokunamaz.[24]”
Özetle o insanlara, kendi yanlışlarını Kuran-ı Kerim’e isnat etmemeleri telkininde bulunmuştur. Ayrıca o, tüm dini meselelerin Kuran-ı Kerim’de yer aldığını dünyaya göstermiştir. O, İslam düşmanlarının her itirazını, Kuran yoluyla reddetmiştir. Böylelikle o, manevi, dini ve ahlaki ilimleri, Kuran-ı Kerim’den daha açık ve geniş kapsamla sunan hiçbir kitabın bulunmadığını da ortaya koymuştur. Onun kelimeleri öz, ama manaları hazinelerle dopdolu deniz gibidir. Öyle ki, onun tek bir ayeti yüzlerce manayı ihtiva etmektedir. Onun konuları her devrin sorunlarına çözüm sunmakta, şüpheleri kaldırmakta ve Kıyamete kadarki tüm ihtiyaçlarımızı karşılayacak bilgileri içermektedir.
O, Kuran-ı Kerim’de takdim tehir bulunduğu görüşünü de reddedip, onun kelimelerinin en uygun yerlerde bulunduğunu ve mevcut yerlerinin değiştirilemeyeceğini açıklamıştır. İnsanlar, bilgi eksikliklerinin sonucu olarak takdim tehir ile ilgili bu görüşe kapılmışlardır. Allah-u Teâlâ, Kuran-ı Kerim içinde bir kelimeyi nerede kullandıysa, orası onun için en uygun olan yerdir. Ancak onu koyduğu yerde Allah-u Teâlâ’nın ortaya çıkarmak istediği güzellik kendini göstermektedir. Vadedilen Mesihas Kuran-ı Kerim’in farklı yerlerini açıklamak suretiyle kendi tezinin doğruluğunu ispatlayıp, ilim eksikliklerinden dolayı takdim tehir vesvesesine kapılanların, bu evhamlarını ortadan kaldırmıştır.
Vadedilen Mesihas, Allah’ın kelamında İsrailî kıssaların bulunduğunu ileri sürenlerin, bu görüşlerinin yanlışlığını da ortaya koymuştur. O, iki olayın birbirine benzemesinin, onların gerçekten aynı olay olduğu anlamına gelemeyeceğini ileri sürmüştür. Kuran-ı Kerim, bazı olayları farklı kelimeler ile anlatmaktadır. Onun olayları bu şekilde anlatması, Kuran-ı Kerim’in aynı olayı efsane anlatanların anlatışı ile kabul etmediğini göstermektedir. Ayrıca Vadedilen Mesihas, Kuran-ı Kerim’in bir hikâye kitabı olmadığını da açıklamıştır. Aslında Kuran-ı Kerim geçmişte vuku bulan olayları anlatırken, gelecekle ilgili gaybi haberler vermektedir. Kuran’ın bu hikâyeleri anlatmaktaki amacı, söz konusu olaylara benzer bir olay ile Peygamber Efendimizinsav veya ümmetinin bazı fertlerinin ileride bir şekilde karşılaşacak olmalarıdır. Nitekim bunları tefsir ederken Yahudi kıssaların ve hikâyelerin anlatılması, bunun gerçek manasından mahrum kalmak anlamına gelmektedir. Kuran-ı Kerim, önceki Kitaplar üzerine şahitlik etsin diye indirilmiştir. Daha evvelki Kitaplar, Kuran-ı Kerim üzerine şahit değildirler. Nitekim Kuran’ın içerdiği konulara ters düşüp, önceki Kitaplardan şahitlik talep etmemiz doğru değildir. Bundan dolayı bizler, Kuran’ı ancak Kuran ile tefsir etmeliyiz ve manasını başka yerlerde değil, onun içinde aramalıyız.
Vadedilen Mesihas, Kuran-ı Kerim’in içinde tertip ve tutarlılık bulunduğunu da ispatlamıştır. Kuran’ın içerdiği konuların gelişigüzel olduğu ve birbirleri ile bir bağı bulunmadığı doğru değildir. Tersine “Bismillah”tan başlayıp “Nas”a kadar onun tüm ayetleri, belli bir düzen ve tutarlılık içinde yer almaktadır. Bu düzen öylesine güzel ve doğaldır ki, bundan haberdar edilen kimseye onun tesiri sonucu vecd gelir. Bu insan, bir beşerin yazdığı kitaptaki tertipten böyle bir hazzı asla elde edemez. Kuran-ı Kerim’in konularına düzensiz diyenler veya onu farklı olaylar ve konuları içeren bir kitap zannedenler, aslında bu benzersiz Kitabın irfanından hiç pay almayanlardır. Onlar, bilgi eksikliklerine güvenip, cahillikleri ile övünmektedirler. Onların görüşleri tamamen yanlış ve batıldır. Vadedilen Mesihas Kuran’ın içinde tertibin bulunduğunu örneklerle ispatlayarak, dünyayı hayrete düşürmüştür.
O, tecrübesi ve müşahedesine dayanarak deliller ile artık Allah konuşmamaktadır diyenlerin, görüşlerini de çürütmüştür. O, Allah’ıncc hiçbir sıfatının geçerliliğini kaybetmediğini beyan etmiştir. O, önceden olduğu gibi bugün de gördüğü ve duyduğuna dayanarak, “Allah neden konuşmaktan imtina etsin,” diye insanların dikkatlerini çekip, şeriat ihtiva eden vahiy ile diğer vahiy arasındaki farkı açıklamıştır. Vahiy sadece Allah’ıncc rızasını bildiren bir vesiledir. Onun yolunun kapanmış olması, Allah’ıncc rızasının yollarının kapandığı anlamına gelir. Allah’ın kelamı asla kesilmez. Dünya üzerinde insanlar var oldukça ve onlardan bazıları Allah’ıncc rızasını elde etmek için kalben İslam öğretilerine uyup çaba sarf ettikleri müddetçe, Allah’ın kelamı da inmeye devam edecektir.
Kısacası Vadedilen Mesihas, imanın bu şartını tamamen yıkan, İlahi Kitaplar ile İlahi Vahiy hakkında insanlar arasındaki yaygın olan bu yanlış görüşleri düzelterek, bu binayı asıl temelinin üzerine inşa etmiştir. Böylelikle o, Allah’ın kelamının gerçek azametini ve hakikatini ispatlamış ve gönülleri bu kelama çekmiştir. Müslümanlar hataları sonucunda Kuran nurunu dürüp saklamışlardı. Vadedilen Mesihas örtüler altında saklı bu nuru ortaya çıkarmıştır. Öyle ki, gayrimüslimler bile Kuran nurunu görüp hayret içinde kalmışlardır. Hatta insanlar bu nurun parıltısı karşısında gözlerini açamayacak duruma düşmüşlerdir.
İmanın dördüncü şartı tüm peygamberlere inanmaktır. Hakikat ve maneviyattan yoksun olan Müslümanlar, bu inanışa da tuhaf şeyler katmışlardır. Onlar bunu şeklen değiştirmekle kalmayıp, öylesine çirkinleştirmişlerdir ki, Müslümanların kalplerinde peygamberler için sevgi kalmamıştır ve gayrimüslimler ise onlardan nefret etmeye başlamışlardır. Aslında günümüzde Peygamber Efendimiz’esav atfen sarfedilen küfürlerin sorumluları Müslümanlar’dan başkası değildir. Hıristiyanlar ve diğer İslam muhalifleri, Hz. Resulullah’asav itiraz ederlerken kendilerinden bir şeyler uydursalar da, bundan daha ziyade itirazları Müslümanlar tarafından asılsızca rivayet edilenlere dayanmaktadır. Onlar bu rivayetlerin doğruluğunu kabul edip, meclislerinde ve minberlerinde bunlardan çok hoş şeylermiş gibi bahsederler. Müslüman’ın elleriyle hazırladığı kılıçla, Peygamber Efendimizinsav takva elbisesini kendince paramparça etmeye çalışan İslam düşmanını gördüğünde ise, onurlu bir müminin kalbi paramparça olur. Peygamber Efendimizinsav yüce ahlakını kötülemeye çalışan kimse, ancak bu tür rivayetler uyduran münafığın, münafıklığını ortaya koymaktadır.
Peygamberlerin dünyaya geliş gayesi, iyiliği ve takvayı daim kılıp, hidayeti yaymaktır. Ancak Müslümanların, İslam’ın karanlık dönemi olan feyc-i a’vec devrinde peygamberlere isnat ettikleri ayıpları okuduğunda, insanın içinin tiksinti ile dolmaması mümkün değildir. Onlar, Hz. Adem’denas başlayıp Peygamber Efendimiz’esav kadar gelmiş geçmiş her peygambere günahlar atfedip, tek tek saymışlardır. İddialarına göre, Hz. Ademas kesin ve açık olan İlahi emirleri hiçe saymış, Hz. Nuhas men edildiği halde oğlu için dua ederek günah işlemiş ve Hz. İbrahimas ise üç kez yalan söylemiş. Hz. Yakupas, ölüm döşeğindeki babasını kandırarak, ağabeyinin kılığına girmek suretiyle onun hayır duasını almış, Hz. Yusufas ise Aziz’in hanımı ile zina etmeye niyetlenmiş ve bunun için her anlamda hazırken ve birkaç kez nasihat verilmesine rağmen bu iradesinden yine de vazgeçmemiş ve sonunda ancak Hz. Yakup’unas çehresini görünce utanıp bu kötü işten vazgeçmiş. Benzer şekilde o, çocukken hırsızlık yapmış ve bir keresinde de kardeşini yanında tutmak üzere entrika çevirmiş. Onların suçlamalarına göre, Hz. Musaas hiçbir sebep yokken bir adamı öldürmüş ve hatta insanları kandırıp mallarını ellerinden alıp kaçmış. Hz. Davudas ise evlenmek istediği hanımı almak üzere onun kocasını öldürmüş ve Allah’tancc azar işitmiş. Hz.Süleymanas müşrik bir kadına âşık olmuş ve şeytan onu etkisi altına alıp, onun yerine hüküm sürmeye başlamış. Onun kalbine mal mülk sevgisi hâkim olmuş ve böylelikle o, ibadetten mahrum kalmış. Öyle ki, atları severken güneş battığı halde namaz kılmak onun aklına bile gelmemiş.
Müslümanlar, Peygamber Efendimizinsav iyilikleri karşısında boyunları eğik ve minnet altında oldukları halde, en çok kendisine saldırıda bulunmuşlardır. Onun hayatının her cephesi insanların itirazlarına maruz kalmıştır. Bir kesim Müslüman’ın iddiasına göre o, Hz. Ali’yira halife yapmak istiyormuş, ama halktan çekindiği için bunu yapamamış. Bazı kimselere göre o, hala kızını gördüğü zaman kendisine (hâşâ) âşık olmuş, hatta Allahcc Hz.Zeyd’inra onu boşamasını isteyip Hz. Zeyneb’ira Peygamber Efendimizinsav nikâhına vermiş. Yine bazı iftiracılara göre, o hanımlarından birisinin cariyesi ile gizlice görüşüyormuş. Bir gün hanımı onları bu durumda görünce, Peygamber Efendimizsav çok utanmış ve hanımına bir daha bunu yapmayacağına dair söz verip, ondan da bu konuyu kimseye açmaması için söz almış. Bazılarının dediğine göre ise, ara sıra onun kalbinde Arap müşriklerin kabul edebileceği şekilde İslam öğretisi daha esnek olsa ve onların hassasiyetlerini de göz önünde bulundursa diye bir arzu varmış.
Günümüzün Müslümanları arasında peygamberlerle ilgili revaçta olan düşünceler bunlardır. Bazıları, bunun da ötesine gitmek suretiyle onların kişiliklerinin yanı sıra, dini görüşlerine bile saldırmışlardır. Onlara göre, peygamberler milliyetçi insanlar olup kavimlerini sevdiklerinden dolayı, ceza ve mükâfat günü ile Cennet ve Cehennem gibi inanışlara sahip olmasalar, medenileşmeleri mümkün değildir düşüncesi ile insanlara zamanın şartlarına uygun öğretileri sunmuşlardır. Diğer taraftan onların Allah’tancc vahiy alma iddiaları da doğru değilmiş. Ancak iyi niyetli olmaları ve insanlara çok güzel ahlaki öğretiler sunmaları sebebi ile yine de saygıdeğer insanlarmış. Peygamberler hakkında bunlar gibi tuhaf inanışlara sahip olmalarına rağmen, böyle insanlar kendilerine yine de Müslüman demişlerdir.
Hz. Mirza Gulam Ahmedas, diğer inanışlardaki yanlışlıkları düzelttiği gibi, bu inanışlar hakkındaki gerçek İslam öğretisini de, hem Müslümanlara hem de gayri müslimlere açıklamıştır. O, peygamberlerin geliş gayesinin yeryüzünde iyiliğin yerleştirilmesi olduğunu beyan etmiştir. Onlar, iyilikte insanlar için örnek teşkil etmeselerdi, onların gelişlerine ihtiyaç duyulmazdı ve sadece gökten Kitabın nazil olması yeterli olurdu. Peygamberlerin gelişinin gayesi, insanların Allah’ıncc kelamının uygulama şeklini görebilmeleri içindir. İnsanlar, onların amellerini gördüklerinde, kelimenin hakikatini öğrenirler ve onların bu örneklerinden cesaret bularak iyilik yolunda ilerleme kaydederler. İnsanoğlu, ancak peygamberlerin kuvvet-i kutsiyesinden güç bularak zaaflarının üstesinden gelebilir.
O, peygamberler ile ilgili insanların içine düştükleri hatanın nedenini, onların sahip oldukları akıllarını kullanamamalarına bağlamıştır. Bu gibi insanlar Allah’ıncc kelamını anlamaya çalışmazlar ve konuyu incelemeden görüşlerini yaymaya kalkarlar. Bütün peygamberler masumdur ve doğruluğun diri örneği olarak birer vefa abidesidir. Onların hepsi Allah’ıncc sıfatlarının mazharıdır. Temizlik ve güzellikle onlar, Allah-u Teâlâ’nın her türlü eksiklikten münezzeh, kuddüs ve ayıpsız olduğunu gösterirler. Aslında peygamberler öyle birer aynadırlar ki, bazen kötü bir kimse onda görünen kendi çirkinliğini peygambere isnat eder. Hz. Ademas asla Allah’ıncc emrine karşı gelmedi. Hz. Nuhas günah işlemedi. Hz. İbrahimas hiçbir zaman yalan söylemedi. Hz. Yakupas kimseyi kandırmadı. Hz. Yusufas kötü bir işe niyetlenmedi, hırsızlık yapmadı ve hiçbir entrika da çevirmedi. Hz. Musaas kimseyi haksız yere öldürmedi. Hz. Davutas başkasının hanımını zalimce onun elinden almadı. Hz. Süleymanas ne bir müşrik kadının sevgisine kapılıp vazifelerini unuttu, ne de atları sevmek uğruna namazdan gafil oldu. Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed-i Mustafasav ister küçük, ister büyük hiçbir günah işlemedi. O her türlü ayıptan münezzehti. O masum olup, her şekil günahtan korunmuştu. Onda kusur bulmaya çalışan, ancak kendi pisliğini ortaya koyar. Onun hakkında anlatılan kimi hikâyeler, münafıkların tarih tarafından ispatlanmayan uydurmalarıdır. Onun tüm hayatı, bu uydurulmuş rivayetlerin tersi şekilde cereyan etmiş olup, bunları tamamen reddetmektedir. Peygamber Efendimizsav ya da diğer peygamberler ile ilgili yaygın olan bu tip hikâyeler, münafıkların yalana dayanan töhmetlerinin kalıntılarıdır. Yahut da bunlar, Allah’ıncc kelamını yanlış anlamanın ve Kuran-ı Kerim’in kastetmediği anlamı ona yüklemenin bir neticesidir.
Hz. Mirza Gulam Ahmedas, bütün bu düşüncelerin Kuran-ı Kerim’in öğretisine ters düştüğünü kesin delillerle ispatlayarak, aslında bunların Hıristiyanlardan Müslümanlara geçmiş olduğunu ileri sürdü. Çünkü Hıristiyanlar, Hz. İsa’nınas ilahlığını ispatlamak için tüm diğer peygamberleri ayıplamayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Böylelikle onlar, sadece Hz. İsa’nınas günahlardan arınmış olduğunu anlatmak suretiyle onun insanüstü güçlere sahip bulunduğunu kanıtlamak istiyorlardı. İşte bundan dolayıdır ki, Müslümanlar arasında da Peygamber Efendimizsav dahil bütün peygamberler günahkâr imiş gibi gösterilmeye çalışılırken, sadece Hz. İsaas masum olarak tanıtılır. Bununla yetinmeyip, onun annesi de her türlü kusurdan arınmış gibi gösterilir. Acaba bu anlattıklarımız, söz konusu yalan hikâyelerin ve çirkin kıssaların Hıristiyanlardan Müslümanlara geçmiş olduğunun açık bir delili değil midir? Hıristiyanlar ile Müslümanlar birlikte yaşadıkları için, bu hikâyelerin menfi tesiri altında kaldılar. Yahut da bazı şerli kimseler, görünüşte İslam’ı kabul edip, bu tür batıl inanışları Müslümanlar arasında yaydılar. Dürüstlükleriyle anılan ilk dönem İslam tarihçileri ve hadisçileri, sahih rivayetler ve bu hikâyeleri bir araya getirip yazmışlardır. Gayeleri, her iki tarafın da görüşlerini insanlara ulaştırmaktı. Ancak sonradan gelen ve Peygamber Efendimizinsav nurundan nasiplenmemiş olanlar, Kuran öğretisine ters düşen bu şeytani vesveseleri kabul edip, peygamberlerin namusuna, temizliğine ve masum oluşlarına delil teşkil eden sahih hadisleri hiçe saydılar. Aslında bu hadisler, anlatılan hikâyeler karşısında bir kılıç hükmünde olup, darbesine dayanmaları mümkün değildi.
Allah’acc şükürler olsun ki, Vadedilen Mesihas bu insanların pisliklerini ortaya çıkarıp, peygamberlerin gerçek mertebesini açıklayarak, onların şeref ve saygınlıklarını korudu. O, özellikle Peygamber Efendimizinsav şanını ve masumiyetini sadece kaleme almakla kalmayıp, bunları kesin delillerle ispatladı ve böylelikle düşmanı aciz bıraktı.
Her peygamber doğruluk güneşi idi,
Her resul apaydın bir şemsti,
Her peygamber, dini koruyan gölgeydi
Ve her resul, meyve veren birer bahçe idi,
Eğer bu pak süvariler dünyaya gelmemiş olsalardı,
Din işi tamamen zürriyetsiz kalırdı
Onların gelişinden dolayı şükür etmeyen,
Hak Teâlâ’nın nimetlerini reddetmiştir.
Onlardan her biri, aynı istiridyeden çıkan yüz incidir.
Onların kişilikleri, özleri ve nurları birdir.
Onların ilki Adem, sonuncusu Ahmed’dir.
Ne mutludur sonuncusunu görene.
Her peygamberin fıtratı nurlu olsa da,
En nurlu olan ancak Ahmed’dir.
Onlardan her biri irfan kaynağı olup,
Mevla’nın yolundan haber verendi.
Tevhit hakkında az çok bilgisi olanların,
İlimlerinin özü bir peygambere dayanmaktadır.
Şimdi kibirleri sonucu reddetseler de,
Bu ilim onlara peygamberlerin öğretisi ile ulaştı.
O, öyle sapkın ve pis bir kavimdir ki, pak olanlardan yüz çevirdi.
Şüphesiz gözleri Hakk’ın çehresini göremez olduğundan,
(Bilgisizce) tartışmaları defterlerini siyaha boyadı.
Şu şanssızlıklarına bir bak;
Gözleri ile gurur duydukları halde, onlar güneşten kaçarlar.
Göz güneşe muhtaç olmasaydı,
Yarasadan keskin görüşlü kimse olmazdı.
Ezelde O, mahlukat arasında hayır ve şer dağıttığında,
Hayır, bunların payına düşerken, yalan diğerlerine kaldı.
Derler ki, kendileri hariç yüzlerce yalancı ve sahtekâr gelmiştir.
Parlayan lala sahte dersen, değeri kaybolmaz.
Pak kimseleri ayıpladığında, onların kusurlu olduğunu değil,
Senin fasık olduğunu ispatlarsın.
İmanın beşinci şartı, ahiret ile Cennet ve Cehennem’e imandır. Bunu yıkmak üzere bu devrin Müslümanları ellerinden geleni arkalarına bırakmazlardı. Onların içleri kesinlikle uhrevi hayatı reddetmekteydi. Böyle olmasaydı, İslam öğretisini bu şekilde ihmal etmezlerdi. İnsanlar arasında bu konuda zahirde tuhaf görüşler yayılmaktaydı. Müslümanların zihinlerinde yerleşen Cennet tablosu, içlerinde Cennet’in gerçek mevhumunun kalmadığını gösteriyordu. Böylelikle onlara göre Cennet bir eğlence yerinden başka bir şey değildi. Sanki insanın dünyaya gelme gayesi, her çeşit yiyeceklerin ve hanımların bulunduğu yere kavuşmaktan ibaretti. Keza bunu elde ettiklerinde de, her nimete kavuşmuş sayılacaklardı. Halbuki Allah-u Teâlâ Kuran’da insanın dünyaya geliş gayesini, “O, Bana kulluk etsin diye yaratılmıştır,[26]” diye açıklamaktadır. Yani insan Allah’ın sıfatlarının izlerini içinde bulundurmalıdır. Çünkü kulluk, tevazu sahibi olmak ve başka bir kimsenin izlerini taşımak demektir. Nitekim insanın elli, altmış senelik yaşamını, yaratılışının gayesine uygun olarak geçirdiğini, ancak ölümden sonra ise sonu olmayan bir dönem için yemeğe, içmeye ve eğlenceye dalacağını düşünmek akılsızlıktır. Cehennem’e girince Allah-u Teâlâ’nın kâfirlere ebediyen azap vermek için onları ateşe atacağı ve zalim bir hükümdar gibi onlara asla acımayacağı düşüncesi hakimdi.
Vadedilen Mesihas bu görüşleri reddederek, deliller ve mucizeler ile ölümden sonraki hayata olan imanı insanların kalplerine tekrar yerleştirdi. O, dünyanın sebatsızlığını ve uhrevi hayatın güzelliğini ve üstünlüğünü apaydın bir gün gibi insanlara gösterip, buna uygun bir yaşam sürmelerini sağladı. Cennet konusunda insanların hoş olmayan görüşlerini de ortadan kaldırdı. O, Cennet’in bir istiare olmadığını ve onun gerçek varlığını da ispatladı. Ayrıca o, Cennet’in dünyaya benzer, ama bundan daha geniş bir ölçüde rahat ve huzur bulma yeri olduğu konusundaki görüşlerin yanlışlığını da ortaya koydu. O, Cennet’in nimetlerinin, dünyevi nimetlerden tamamen farklı olduğunu ileri sürdü. Ayrıca o, Cennet’in nimetlerinin, bu dünyadaki ibadetlerimizin temessülü olduğunu açıkladı. Yani bu hayattaki ruh, diğer hayattaki bedendir. Keza oradaki ruh ise, ruhun ilerlemiş ve gelişmiş öyle bir şeklidir ki, yetenekleri bakımından buradaki ruhtan çok üstündür. Bu tıpkı nutfeden doğan insanın içinde bulunan ruhun kuvvet ve yeteneklerinin, nutfeninkinden çok daha mükemmel ve üstün oluşu gibidir.
Vadedilen Mesihas Cehennem azabının da insanların zannettikleri gibi sonsuz olmadığını ispatladı. Cehennemdeki azap bir gün sona erecektir. Onun ebedi oluşu, uzun bir süre varlığını sürdüreceği anlamını taşımaktadır. Ancak o, sonsuz olmayıp, ateşi bir gün sönecektir. Çünkü Allahcc Kuran-ı Kerim’de Kendi hakkında, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır,[27]” diye buyurmaktadır. Aciz kullarına sonsuza dek azap vermesi, Allah’ıncc şanına yakışmaz. Diğer taraftan Kuran, Cennet nimetleri hakkında “Ardı arkası kesilmeyen mükafatlar,[28]” ve “Hiç eksilmeyen mükafatlar,[29]” diye söz etmektedir. Cehennem azabına gelince, onun için aynı ifadeler kullanılmamıştır. Bundan dolayı, her ikisi arasında mutlaka bir fark vardır. Durum böyle iken, Allah’ıncc koyduğu bu şartları, kul neden umursamasın ki? Özellikle Peygamber Efendimizinsav kendisi bunun gerçeğini şu kelimeler ile açıklamıştır.
يَاْتِى عَلٰى جَهَنَّمَ يَوْمٌ مَافِيهَا مِنْ بَنِى اٰدَمَ اَحَدٌ تُخْفَقُ اَبْوَابُهَا
“Bir gün gelecek, Cehennem’in içinde tek bir insan kalmayacak, kapıları ve pencereleri de tıkırdayacaktır.[30]”
Kuran-ı Kerim ve hadis-i şerif durumu böyle açıklarken, Allah’ıncc rahmetini ve bağışlayıcılığını sınırlandırmak kimin haddinedir.
İmanın temel şartları dışında, ameli kısımlar da büyük değişikliklere uğramıştır. Müslümanlar dini açıdan bazı şeylerin caiz olduğu inancına kapılmışlardır. Örneğin, bazılarının inancına göre Kelime-i Şahadet getirdikten sonra, insan dilediğini yapmakta serbest imiş. Onlar, “Biz günah işlemesek, Peygamber Efendimizsav, kimin için şefaat edecek,” diye bir inanç taşımaktalar.
Bazılarının görüşüne göre ise, şeriat Allah’acc varmak için bir gemi hükmündedir. Kıyıya ulaştığında, insanın gemiden inmesi gerekir. Yani Allah’acc vardıktan sonra, şeriat emirlerine uyulmasına gerek kalmaz diye inanırlar.
Bazı diğer kimselere göre de, şeriat emirleri aslında insanın iç durumunun göstergesidir. Peygamber Efendimizsav geldiğinde, insanlar vahşi ve medeniyetten uzaktılar. Bundan dolayı zahire çok önem verilmişti. Ancak çağımız aydınlanma devridir, insanlar da bilgi sahibi ve akıllıdırlar. Bundan dolayı şeraitin zahirine uyulmasına lüzum yokmuş. Eğer bir insan temiz ise, kalbinde Allah’ıcc hatırlıyorsa, kavminin derdini taşıyan bir kalbe sahipse, fakir fukaraya yardım ediyorsa, yeme ve içme konusunda itidalli davranıyorsa, milli faaliyetlere iştirak da ediyorsa, onun namazı, orucu, zekatı ve haccı işte bunlardır.
Bazı Müslümanlara göre de, Peygamber Efendimizsav özel bir tarzda giyinmişse, bizim de öyle giyinmemiz ve o uzun saçlar bırakmışsa, bizim de aynı şekilde uzun saçlar bırakmamız gereklidir. Bunun aksine diğer bir kısmın görüşüne göre, Peygamber Efendimizsav bizim gibi bir beşer olup, ümmetine herhangi bir emir verme hakkına (hâşâ) sahip değilmiş. Kuran-ı Kerim’de ne varsa, onlar için hüccet olup, bundan maada her şey batıldır.
Taklitçilerin görüşlerine göre de, onların âlimleri her ne dediyse, onlar için doğru olan ancak odur. Onların görüşlerine ters düşen bir şeyi asla kabul etmezler ve onları böylece körü körüne taklit ede dururlar.
Usulü meseleler ile ilgili inanışlar bunlardır. Teferruata gelince, onlar daha da büyük bir karanlık içerisindedirler. Bazıları yabancı dil eğitimini küfürden sayarlar. Bazılarına göre ise modern ilimlerin öğrenilmesi imana aykırı imiş. Bunun tersine, Müslümanların bir kesimi ise, Allah-u Teala’nın Kuran-ı Kerim’de, “Allah’a karşı savaş,[31]” diye nitelendirdiği faizi caiz kabul eder.
Namaz, oruç, zekat ve veraset meselelerinde öylesine ihtilaf bulunmaktadır ki, hakikat tamamıyla gizlenmiştir. En küçük bir meseleyi İslam’ın esası olarak görüp, tersine davranan ile kavgaya girişirler. Namazda Kelime-i Şahadet getirirken, şahadet parmağını kaldırdığı için, Müslüman Müslüman’ın parmağını kırmıştır. Namaz sırasında yüksek sesle “Amin” diyenin ağzına necaset doldurulması caiz görülmüştür. Kısacası itikada dair meseleler gibi, ameli meseleler de değişikliklere ve fesada uğramışlardır.
Vadedilen Mesihas, bu konudaki yanlışları ıslah edip düzeltmiştir. O ifrat ve tefrite kaçmanın batıl olduğunu ispatlamıştır. O şefaat gerçeğini açıklayıp, bunun günahtan sakınmak üzere çaba sarf edenler için geçerli olduğunu beyan etmiştir. Bir mümin günahtan sakınmaya gayret ederken, zaafından dolayı bir hataya düşebilir. Şefaat işte böyle kimseler için geçerlidir. Çünkü şefaat, günahın yayılması için değil, aksine onun silinip yok olması içindir.
Vadedilen Mesihas, şeriatın zahirinin amaçlanan olmadığını ve bundan hedeflenenin aslında kulluk olduğunu beyan etmiştir. Bu sebeple Allah’ıncc verdiği her emir yerine getirilmelidir. Allah’acc yaklaşmanın sınırları olmadığı için, ben Allah’a vardım diyerek ibadeti terk edenlerin, yanlışlık üzerinde olduğunu söylemiştir. Peygamber Efendimizsav gibi bir insan ölünceye dek, “Yalnız sana kulluk ederiz…[32]” ve “Bizi doğru yola ilet,[33]” sözleri ile hep dua edip durmuştu. O’na, “Rabbim, ilmimi artır,[34]” diye dua etmesi emir edildiğine göre, ben hedeflenen menzile vardım, artık ibadete ihtiyacım yoktur diyenlerin, hatalı olduğunu da Vadedilen Mesihas ortaya koymuştur. Aslında bu gibi düşüncelere sahip olanlar, nehrin bir kıyısı bulunduğu gibi, Allah’ın da (hâşâ) sınırları olduğunu zannederler. Doğrusu onlar, din kisvesi altında dinsizliklerini gizlemeye çalışırlar.
Aynen bunun gibi o, hangi devirde yaşarsa yaşasın ve ilim seviyesi ne olursa olsun, insanın kemale ulaşması için, İslam’ın emirlerinin gerekli olduğunu bildirmiştir. Bunlara uyulmadan hiçbir manevi ilerleme ve gelişme kaydedilmeyeceğine göre, bu emirlere uyulmaya ihtiyaç bulunmadığını söyleyenlerin veya bunların yerine başka bir amelin yerine getirilebileceğini ileri sürenlerin, yanlış olduklarını da, o ortaya koymuştur.
Vadedilen Mesihas ibadet ve sünnet haricinde, Peygamber Efendimizinsav toplumun örf ve adetlerine göre davrandığı gibi davransınlar diye diğer insanları mecbur kılmanın zulüm olduğunu beyan etmiştir. Ashab-ı kiram arasında bu meselede farklı tutum ve görüşler bulunmasına rağmen, hiç kimse bir diğerini kötülemezdi.
Peygamber Efendimizsav bizler gibi bir beşerdir ve itaat onun hakkı değildir diyenlerin, bu düşüncelerini de Vadedilen Mesihas reddetmiştir. O, peygamberlerin, sadece kendilerine mahsus olarak ve başkalarına nasip olmayan bir şekilde özel vahiy kavrama yeteneklerine sahip olduğunu açıklamıştır. Bundan dolayı, onların açıklamalarını kabul etmek mümine farzdır. Bunu yapmayan bir kimsenin imanı da yok olup gider.
Hazreti Mirza Gulam Ahmedas, bir âlimin mutlaka taklit edilmesi görüşünün de yanlış olduğunu beyan etmiştir. İçtihat yeteneğine sahip olmayan birisi için, kolaylık olsun diye, doğruluğuna, takvasına ve ilmine güvendiği kimseyi rehber edinmesi caizdir. Ancak bu durum, ilim ve irfan sahibi insanlar için geçerli değildir. İlim sahibi kimse, Kuran ve hadisten öğrendiği açık ve kesin emirlere göre hareket edeceği için, o körü körüne taklit etmez ve bunun için de günahkâr değildir.
Vadedilen Mesihas, dünyevi meseleleri diniymiş gibi gösterenlerin boş işlerlerle meşgul olduklarını ileri sürmüştür. Mesela bütün diller Allahcc tarafından yaratıldığı için, insan kendisi için faydalı olan dili öğrenmelidir. O, insanın cismani, ahlaki, ilmi, siyasi, manevi ve medeni durumları için faydalı ilimlerin öğrenilmesinin günah olmadığını, tersine gerekli olduğunu açıklamıştır. Aslında bu ilimlerin dine hizmet için öğrenilmesi, Allah’ıncc rızasını elde etmek için bir vesiledir.
O, faiz lanetinden uzak durmaları için, Müslümanlara nasihat ederek, bu emrin hikmetlerini açıklamış ve onların alelade dünyevi çıkarlar için bunlardan vazgeçmemelerini istemiştir.
Vadedilen Mesihas, dini meselelerin iki çeşidi olduğunu açıklamıştır. Bunların ilki usul ile ilgili iken, diğeri ise ayrıntılardan ibarettir. Usul ile ilgili kısım, Kuran-ı Kerim’den ispatlanmış olup, içinde hiç ihtilaf bulunmamaktadır. Bunları öğrenmeyi arzu eden, güzel bir şekilde bunları anlayıp öğrenebilir. Ayrıntılara gelince, onlar da iki şekilden ibarettir. Mesela Peygamber Efendimizsav, bir işin yapılmasının tek bir yolunu belirlemiştir ve onun dışında başka bir yolla yapılmasını da yasaklamıştır. Böyle bir durumda, sadece Peygamber Efendimizsav tarafından müsaade edilmiş olan yol izlenmelidir. Ancak bazı durumlar için, ona ait iki veya daha fazla rivayet bulunmaktadır. Öteden beri Müslümanların bir kısmı bir grup rivayete tabi olurlarken, diğer bir kısmı ise öteki rivayetlere uymaktadırlar. İzlenen bu yolların hepsi doğrudur ve sünnete de uygundur. Bunlar doğru olmasaydı, ashabın bir kısmı bir yolu, diğer bir kısmı ise başka bir yolu izlemiş olmazdı. Aslında Peygamber Efendimizsav farklı mizaç ve yaradılışları göz önünde bulundurarak, birkaç farklı tarzda amel edilmesine müsaade etmiştir. İnsanların içinde şüpheye yer kalmasın diye, o bizzat bazı amelleri farklı şekillerde yerine getirmiştir. Mesela, günlük namazlar esnasında her tekbir alındığında iki elin kulak hizasına kaldırılması bir örnektir. O, bazen bunu yapıp, bazen ise bunu yapmamayı tercih etmiştir. Namaz esnasında yüksek sesle “Âmin” denilmesi de başka bir örnektir. Peygamber Efendimizinsav arkasında namaz kılanların bazıları yüksek sesle âmin derlerken, diğerleri bunu yapmamışlardır, ama o her iki şekilde davranışa da müsaade etmiştir. Aynen bunun gibi, namaz esnasında ellerin farklı şekillerde bağlanmasına da müsaade edilmiştir. Durum böyle iken, her insan mizacına uygun olan rivayete göre amel etme hakkına sahiptir. Bir sünneti yerine getirdiği için, kimsenin onu eleştirmeye de hakkı yoktur. Kısacası Vadedilen Mesihas, bu prensipleri açıklamak suretiyle, fıkıh meseleleri yüzünden Müslümanlar arasında doğan ihtilaf ve fitnelere bir çözüm bulmuştur. Onun bu yöntemi, yeniden ashab-ı kiramın devrinin canlanmasına sebep olmuştur.
Vadedilen Mesih’inas gerçekleştirdiği Müslümanların iç ıslahının özeti bu şekildedir. Eğer bu ayrıntılı şekilde kaleme alınacak olursa, başlı başına bir kitap olması söz konusudur. Bu sebeple, şimdilik bu kadarı ile yetineceğiz.
Vadedilen Mesihas, İslam’a atfedilen eksiklikleri, ister imani isterse ameli olsunlar, tamamen ortadan kaldırarak, İslam’ın gerçek çehresini dünyaya göstermiştir. Bunun sonucu İslam’ın kuvvet-i kudsiyesi yeniden etkisini göstermeye başladığı için, ister dost ister düşman olsun, o herkesin gözüne hoş görünmeye başlamıştır.
Yukarıda bildirilenler, zamanımız Müslümanları arasında ortaya çıkan eksikliklerin birkaç örneğidir. Kuran-ı Kerim gibi korunmuş bir Kitap varken, bundan daha çok fesat ortaya çıkmasının tasavvuru da mümkün değildir. Bundan daha ziyadesi, ancak Kuran-ı Kerim (hâşâ) değişecek olursa meydana gelebilir. Kuran-ı Kerim’in değişmesi imkânsız olduğuna göre, bundan daha fazla fesadın ortaya çıkması mümkün değildir.
İslam içinde fitne ve fesat nihai noktasına ulaştığına göre, Vadedilen Mesih ve Mehdi ne zaman gelecektir? Hz. Mirza Gulam Ahmedas, bu fesatları ıslah edip, İslam’ı her şerden koruduktan sonra, başkasının gelmesine neden ihtiyaç duyulsun ki? Öteden beri sadece ve yalnızca Vadedilen Mesih için mukadder kılınan vazifeyi Hazreti Mirza Gulam Ahmed en mükemmel şekilde yerine getirdikten sonra, onun Vadedilen Mesih olup olmaması konusunda şüphe kalması mümkün mü? Güneş en tepede bulunduğu zaman, onun mevcudiyeti inkâr edilemez. Aynen bunun gibi, bu denli açık delil varken, Hazreti Mirza Gulam Ahmed’in Vadedilen Mesih olduğu da reddedilemez.
[1] Hicr Suresi, ayet 3
[2] Mişkat, Kitabü’l İlm, fasl.3, s.38, H.1368, Kenzü’l Ummal, c.6, s.43, rivayet :767, H.1313, Haydarabat
[3] Tirmizi, Ebvabü’l İman
[4] Kenzü’l Ummal, c.10, s.168, rivayet.28869, M1971, Halep
[5] Buhari; Kitabü’l Cenaiz
[6] Nahl suresi, ayet 22
[7] Enbiya suresi, ayet 96
[8] Müminun suresi, ayet 101
[9] Tirmizi, Ebvabü’t Tefsir, Al-i İmran Suresi
[10] Al-i İmran suresi, ayet.50
[11] Enfal suresi, ayet 25
[12] Nahl suresi, ayet 21
[13] Rad suresi, ayet 17
[14] Hac suresi, ayet 74
[15] Al-i İmran suresi, ayet.50
[16] Bakara suresi, ayet 31
[17] Tahrim suresi, ayet 7
[18] Bakara suresi, ayet 35
[19] Hac suresi, ayet 53
[20] Necm suresi, ayet 20-21
[21] Buhari, Kitabü’t Tefsir, Tefsir Suretü’n Necm
[22] Hac suresi, ayet 53
[23] Şura suresi, ayet 12
[24] Vakıa suresi, ayet 80
[25] Ruhani Hazain, c.1, s.20-23, Berahin-i Ahmediye
[26] Zariyat suresi, ayet.57
[27] Araf suresi, ayet.157
[28] Hud suresi, ayet.109
[29] Tin Suresi, ayet.7
[30] Kenzu’l-Ummal, c.14, s.527, rivayet.39506, M. 1975, Halep
[31] Bakara suresi, ayet.280
[32] Fatiha suresi, ayet 6
[33] Fatiha suresi, ayet 7
[34] Taha suresi, ayet 115