Yani herkes kendince bazı şeyleri önemli veya önemsiz sanabiliyor. Bu sebeple bu konu başka açıdan değerlendirilirse daha iyi olacaktır; belki aramızda anlaşma sağlanacaktır. Ahmedi öğretisinin tebliğine “çok sıradan” diyelim. Hatta “İnkılâp” gazetesinin sandığından binlerce kat daha da sıradan olsun. Ama bunu yine de büyük kılan başka bir şey vardır. O da şudur ki bizim iddiamız; “düşündük; taşındık; bir doğruyu bulduk ve artık onu dünyada yaymak istiyoruz” değildir ki. Tam tersine bizim iddiamız “Allah (c.c.) bizi bu iş için görevlendirdi” şeklindedir.
Bu durumda “bırakın; tebliğ etmeyin” demenin anlamı aynen “bırakın; Allah’a takmayın; O (hâşâ) zaten böyle şeyleri söyler durur” olacaktır. Ama aklı başında bir insan bu mantığı kabul edebilir mi hiç? “Allah (c.c.) böyle bir şey söylemedi ve Mirza bey iddiasında yanılmıştır” diyebilirler ama “Allah’ın tarafından gelen bir emir olduğuna inanın ama uygulamayın” diyemezler. Bunu kimse kabul edemez.
Biz kendi aklımızla bir şey sunsaydık; büyüktür-küçüktür tartışmaları bir yere kadar makul olurdu ama bizim iddiamız bu değildir ki.
Bizim iddiamız şudur ki Allah (c.c.) Vâdedilen Mesih’e gökten vahiy indirdi ve bu vahyi dünyada yaymasını emretti. “Kalk ve bunu dünyada yay” dedi. Bu durumda buna nasıl “önemsizdir” diyebiliriz. İşte tebliğin İlahi bir emir olduğunu inandığımız müddetçe bundan yüz çeviremeyiz. Ama evet; öyle bir şeyin olmadığını ve yanılmış olduğumuzu bize ispat etmek konusunda serbesttirler. Ama bunu yapmadıkları müddetçe “önemsizdir” deme hakları yoktur. O zamana kadar buna uymak bizim görevimiz olacaktır.
Eğer “İnkılâp” gazetesinin mensupları “Mirza bey iddiasında yanılmıştır; Allah (c.c.) böyle bir şey emretmemiştir” deseydiler en azından kendi içinde caiz bir itiraz olurdu. Ama şunu da bilmeleri gerekir ki böyle bir şey dedikleri anda aslında ne kadar önemli bir şey olduğunu (eğer doğruysa) da kabul etmiş olurlar. Hatta birisinin gözünde küçük olan şeylerin bile tartışılması gerektiğini kabul etmiş olurlar. Biz ise olaya bu açıdan bakmıyoruz. Bizim için bu, Allah’ın emridir. Eğer bu, sokaklarda uçuşan pis bir saman parçasından bile küçük ise bizim için büyüktür çünkü Allah (c.c.) tarafından geldiğine inanırız. Yani soru bu iddianın içeriğinin küçük veya büyük olması değildir; iddianın kimin tarafından ortaya atılmış olmasıdır.
Rus eşraflarından Tolstoy adlı bir adam olmuştur. Çok meşhur bir adamdır. O kadar ki son zamanlarda Gandi’nin ağzından çıkan birçok şey Tolstoy’un kitaplarından etkilendiği için çıkmaktadır. Tolstoy’un dedelerinden birisi Çar’ın hizmetçisiydi. Bir seferinde Çar ona “Önemli bir konu üzerinde yalnız kalıp çalışmak istiyorum. Kapının önünde dikil ve kimseye içeri girme izni verme” dedi. Anlattıklarına göre tam o sırada bir GRAND DUKE[1] Çar’la görüşmek için geldi. Rus kanunlarına göre eğer bir GRAND DUKE Çar’la görüşmek isterse kimse onu durduramaz. Kapıdan içeri girmeye çalışırken Tolstoy’un dedesi olan hizmetçi araya girdi ve “Çar herkesin girmesini yasaklamıştır” dedi. GRAND DUKE adi bir hizmetçi tarafından durdurulduğu için çok sinirlendi; alay edildiğini hissetti. “Sen benim GRAND DUKE olduğumu bilmiyor musun? Kanunlara göre ben istediğim zaman Çar’la görüşebilirim” dedi. Hizmetçi ise “biliyorum; ama ne yapayım; emir böyle” dedi. GRAND DUKE at üzerinde oturuyordu. Oturduğu yerden bir kırbacı çıkarttı ve başladı adamı kırbaçlamaya. Dede Tolstoy ister istemez dayağı yedi. Biraz vurduktan sonra GRAND DUKE “herhalde artık kendine gelmiştir” diye kırbaçlamayı bıraktı ve bir daha kapıdan geçmeye çalıştı. Ama gelin görün ki dede Tolstoy yine engel oldu. “Çar izin vermedi efendim” dedi. Bu sefer GRAND DUKE daha büyük bir hınçla yine birkaç kez kırbaçladı ama dayağı sabırla yiyen Tolstoy kapıdan geçmeye çalışınca yine mani oldu. “Efendim izin veremem; Çar öyle emretti” dedi. GRAND DUKE “sen gerçekten benim kim olduğumu bilmiyorsun galiba” deyince o da “hayır efendim; çok iyi biliyorum. Siz GRAND DUKE’sünüz ve kanunen içeri girme hakkınızın olduğunu da biliyorum. Ama ne yapayım. O kanun da Çar’ındır; bu emirde. Bunun üzerinde dayak silsilesi kesildiği yerden tekrar başladı. Sesleri duyan Çar yukarıdaki pencereden bakıp kızgın bir sesle “Ne oldu Tolstoy?” diye bağırdı. Tolstoy ise “bir şey yok efendim; GRAND DUKE bey geldi ve içeri girmek istiyor” diye cevap verdi. Çar “ikiniz de yukarı gelin” dedi. Yukarı çıkınca Çar Tolstoy’a “sen GRAND DUKE’u neden durdurdun?” deyince o da “Efendim; sizin emriniz o şekildeydi” dedi. Çar da GRAND DUKE’e döndü ve “bu, sana emrin benim tarafımdan verildiğini söyledi mi” diye sordu. O da “evet söyledi” dedi. Bunu üzerinde Çar “öyleyse sen onu değil; ona emir veren Çar’ı kırbaçlamışsın” dedi. Sonra Tolstoy’a döndü ve “şimdi sana emrediyorum; GRAND DUKE’u aynı şekilde kırbaçla” dedi. Başka bir Rus kanununa göre ancak aynı veya benzer rütbede olan birisi diğerini vurabilir. Bunu hatırlayan GRAND DUKE hemen “ben ordunun subayıyım; bu hizmetçi bana el kaldıramaz” dedi. Çar hemen o anda Tolstoy’a uygun bir “subaylık” rütbesi verdi ve emrini yerine getirmesini söyledi. Kızgınlıkla çırpınan GRAND DUKE “ama ben Kont’um da ve bir Kont’a ancak bir Kont vurabilir” dedi. Bunun üzerinde Çar ise “Öyleyse iyi dinle. Kont Tolstoy; sana emrediyorum ki GRAND DUKE’e vur” şeklinde cevap verdi. İşte o günden itibaren Tolstoy ailesi Kont oluverdi.
Uzun lafın kısası asıl şey hükümdarın emridir. Allah (c.c.) “yap” dedikten sonra biz kim oluyoruz da karşı çıkıyoruz. Küçüktür-büyüktür tartışmalara giriyoruz. Ülkemizde Kral Mahmut Gaznevi ve kölesi olan Eyaz’ın hikâyesi meşhurdur. Kral, Eyaz’ı çok severdi. Bir seferinde Eyaz’ı kıskananlar Mahmut’a “bu adam iyi değildir; hep sizin kötülüğünüzü düşünmektedir” diye şikâyet ettiler. Mahmut bu iddiayı sınamaya karar verdi ve herkesi sarayda topladı. Sonra birkaç yüzbin Rupilik çok değerli bir mücevheri şikâyet edenlerden birisine verdi ve “bunu çekiçle vurarak kır” dedi. Adam hemen “aman efendim; biz yıllardır ailenizden ekmek yedik; böyle bir küstahlığı nasıl yapabiliriz” diye cevap verdi. Kral “peki; sen gerçekten iyiliğimi düşünüyorsun” dedi ve aynı mücevheri şikâyet edenlerden ikincisine verdi. Kral’ın ilkine “sen gerçekten iyiliğimi düşünüyorsun” dediğini duyan diğerleri de aynı şekilde tek tek çekingenliklerini göstererek geri çekildiler. Sıra Eyaz’a geldi. Mahmut ona “Ey Eyaz; bunu çekiçle vurarak kır” dediğinde Eyaz aldı çekici ve bir vuruşla paramparça etti. Sevinen şikâyetçi grup hemen “Efendim; biz dememiş miydik; Eyaz böyledir işte” diyerek kışkırttılar. Kral Eyaz’a döndü ve “Ey Eyaz; bunların hiçbirisi malıma zarar gelsin istemedi; sen neden hemen mücevheri paramparça ettin?” diye sordu. Eyaz’ın cevabı ise şöyleydi. “Kral’ım; bunlar mücevherleri seviyor; değerli buluyor olabilirler ama benim için ağzınızdan çıkan en sıradan emrin her kelimesi dahi dünyanın en değerli mücevherinden daha kıymetlidir”. Bu cevap herkesi öyle bir etkiledi ki susmak zorunda kaldılar. İhlâs konusunda Eyaz’la yarışamayacaklarını anladılar. Biz de aynı şekilde diyoruz. Bırakın tüm tartışmaları; boşverin küçük müdür; büyük müdür bahislerini. Önemli olan şudur ki bizim için bu Allah’ın emridir ve bunu sorgusuz sualsiz dünyada yaymak ihlâsın gereğidir.
Sufiler “Edepten üstün bir şey yoktur” demişlerdir. Var sayın ki Ahmediyet’in tebliğ edilmesi önemsiz bir şeydir. Ama Allah (c.c.) tarafından emredildiği iddiamız çürütülmedikçe bunu yapmak zorundayız. Buyrun gelin ve bizi ikna edin. Ama bunu yapmaya başladığınız anda şu anda durdurmak istediğiniz şeyi kendiniz yapıyor olacaksınız ve böylece kendi amelinizle bunun önemli bir şey olduğunu da kanıtlamış olacaksınız.
Kaldı tebliğin ihtilaf yarattığı konusu; bilin ki bu iddia da yanlıştır. Düşüncelerin ihtilafı hep dünyanın gelişmesine sebep olmuştur. Dünyanın yassı sanıldığı dönemde eğer tersini savunanlar “ihtilaf çıkar” diye sussaydı dünya yüce bir gerçeği öğrenmekten mahrum kalırdı. Aynı şekilde dünyanın mı güneşin etrafında döndüğü yoksa güneşin mi dünyanın etrafına döndüğü tartışması “ihtilaf çıkar” korkusundan dolayı sonuçlandırılmasaydı dünya birçok faydadan mahrum kalırdı. Suyun bölünmez sanıldığı dönemdi eğer aslında öyle olmadığı ve aslında suyun belli gazlardan oluştuğu öne sürülmeseydi ilmi evrim nasıl gerçekleşirdi?
Sözün özü dünyanın gelişimi ihtilafa dayanmaktadır. Tek çare her yeni fikri ortaya atıp tartışmaktır. Bunları görünce kavga edenin aslında kendisi fesadın sebebidir. Bundan o sorumludur; iddiayı ortaya atan değil. “Böylece herkes heyecanlanıp tartışmaya başlayacaktır” derseniz “ne zararı var” deriz. Ben hep “kim isterse bana gelsin; fikrini anlatsın; tartışsın” derim. Eğer biz kendi bildiğimizi başkalarına anlatmayı bir hak olarak görüyorsak diğerlerinin dediklerini dinlemekten de çekinemeyiz.
Fırsatım olduğu müddetçe ve işlerime engel olmadıkça ve kavga çıkartmak niyetinde olmadıkça ve konuşurken küfür ve alay edici sözler sarf etmedikçe herkes bana gelip aklındaki şeyleri anlatabilir. Diğer Ahmediler de aynı şekilde herkesin dediğini dinlemeye hazır olmalı. Bir Ahmedi tartışırken başkalarla kavga ediyorsa ona deli derim. Başkaların sözlerini hiç dinlemeyen nasıl deliyse tartışırken küfredip söven de aynı şekildedir.
Tebliğ son derece önemli bir şeydir. Küçüktür veya büyüktür tartışmaları abestir. Biz bunun Allah (c.c.) tarafından olduğuna inananlardanız ve bizim için küçüklüğü veya büyüklüğü önemli değildir. Amacımız herkese bildirmektir.
Bakın, bir putun önünde eğilmek ne kadar küçük bir şeydir. İnsan cisminin sıradan bir hareketidir. Ama Allah’ın gözünde bu sıradan hareket çok önemlidir. Bu sebeple yine tekrar ediyorum; küçük büyük tartışmalara girmeyin. Tüm dünya bize “bu da ne kadar önemsiz bir şeydir” dese dahi biz bunu yapmak zorundayız çünkü Allah (c.c.) bize “git bu öğretiyi dünyada yay” demiştir. Tek çare bize gelip tersine ikna etmenizdir. “Allah tarafından geldiğini sanıyorsunuz ama şu şu sebepten dolayı yanılıyorsunuz” demeniz gerekir. Bunu başardığınız anda tüm mesele çözülmüş olacaktır ama böyle yapana kadar biz yaymaya devam ederiz. Küçük büyük bakmayız. İnsanlar kavga ediyorlarsa bu onların suçudur. Bir Ahmedi kavga ediyorsa bize getirin; biz kendimiz onu cezalandırırız. “Sen Allah’ın (c.c.) mesajını yaymak için evden çıktın ama başladın şeytanın mesajını yaymaya” deriz.
İşte kalbimize giden yol bizi ikna etmekten geçiyor. Sadece “yapmayın” derseniz; hiçbir etki yapmaz.
Hz. Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed
2 Ekim 1933 tarihli hutbesinden
[1] Rusya’nın büyük rütbelerinden birisi.*