Ahmediye Cemâati hiç bir şekilde Mesih’in çıkışı ve Mehdi’nin gelişi ile ilgili önceden verilmiş haberleri reddetmemektedir; yalnız o, bunlar üzerine harfî anlam izafe etmenin, sadelik ve cehaletin zirvesi olduğunu vurgulamaktadır.
Biz inanıyoruz ki, Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) derin ve felsefe dolu haberini anlamakta bu kadar ciddî bir hatanın yapılması, yüce mertebesini anlayamamanın neticesidir.
Ruhanî ve akıllı insanlar çoğu kez, bu kadar önemli konuları açıklamak için istiare ve mecazlardan istifâde ederler; yalnız maddî göz onların anlamlarını kavrayamaz.
Ahmedî Müslümanlar, Deccâl ve Mesih ile eşeğini kapsayan bütün konuların mecazî olduğuna inanırlar. Bu yüz den Mesih, İsrailoğullarına gönderilmiş olan eski peygamber değildir. Ahmedi Müslümanların inançlarına göre, İsâ Mesih, çarmıhın eziyetlerinden kurtularak, tabiî bir şekilde vefat etmiştir. Vadedilen Mesih ise aslında Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) ümmetinden doğacak olan yeni bir şahıs olacaktır. İsa ile ortak bazı sıfat ve nitelikleri bulunduğundan dolayı, büyük bir piyes yazarına Shakespeare adının verildiği gibi aşağı yukarı aynı şekilde ona da “Mesih, Meryemoğlu” lakabı verilecektir. Çarmıha yapıl mış olan atıf ve referans bile bir istiaredir. Mesih, çarmıh ları kırmakla fiilen meşgul olmayacaktır; bilakis o, Hıris tiyan inancını kuvvetli delilleri ve güçlü münakaşalarıyla yenilgiye uğratacaktır. Çarmıhın imhası böylece Hıristiyan lık ideolojisinin temelini temsil etmektedir.
Keza, ‘domuz’ kelimesi lugavî anlamda düşünülmeyecektir. Bu kelime Batı âleminin insanını hayvana çeviren kültürel pisliğini ve ahlaksızlığını ifade etmektedir. Domuz kelimesi Amerika ile Avrupa’yı kasıp kavuran sözde seksüel anarşi denen belâ demektir. Bu kelime masum çocukları bile tuzağa düşüren, iğrenç ve tiksindirici safahat ve işret için kullanılmıştır. Hadisler, kesinlikle, Mesih’in yabanî yahut evcil domuz sürüleri avlayacağı anlamını taşımamaktadır. Bu Allah’ın bir peygamberinin çok yanlış bir tasviridir. Böyle bir tasvir insana belki de Yunan Mitolojisinin bir kahramanı olan ve çılgınca bir düşünceyle ve yanlış bir şekilde Yunan ordusunun kumandanları zannettiği koyun ve keçi sürülerini kesip paramparça etmekte olan Ajax’ı hatırlatır.
Deccâl bile, Mesih, haç ve domuz gibi semboliktir. Deccâl, yalnız yer yüzünü değil, uzayı bile idare eden, kuvvetli bir milleti sembolize etmektedir. Haç ve domuz, bu millete âit olan sembollerdir. Hadisler, Deccâl’ın sağ gözünün kör fakat sol gözünün büyük ve parlak olacağını söylerler. Bu sembolik bir ifâdedir ve şu gerçeği ortaya koymaktadır: Bu millet ruhanî ışıktan mahrum olacak ama yine de maddî zekâsı ve dolayısıyla maddî hünerleri büyük olacaktır.
Son olarak, Ahmedi Müslümanlar, Deccâl’ın eşeğini bile bir sembol olarak kabul ederler. Bu gelecek günlerin nakil ve ulaşım vasıtalarını ifade etmek için kullanılan bir sem boldür. Bu eşeği anlatan bütün vasıflar istisnasız olarak Batı’nın keşfettiği akaryakıt güçlü vasıtalarda bulunmak tadır. Hadislerde belirtilmiş olan eşeğin belli başlı vasıflarını düşünün; o ateş yiyecek, kara, deniz ve havada yolculuk yapacak; onun hızı o kadar süratli olacak ki ayların yol culuğunu bir kaç saate sığdıracak; yolcular yalnız sırtında değil, aydınlatılmış olan karnının içinde bile yolculuk yapacaklardır. O, hareket saatini ilân edecek ve yolculara yerlerini almalarını söyleyecektir. Bu alâmetlerin bu kadar hayret verici bir şekilde vuku bulması, Hazret-i Muhammed’in (S.A.V) doğruluğunu kanıtlayan büyük ve mükem mel bir şahâdettir.
Ahmedi Müslümanlara göre, Mehdi İmam’ın gelişi ile ilgili haberler bile semboliktir. Müslümanlar arasında dağıtacağı mal, dünya malı değil, akıl ve ruhanî bilginin zenginliğidir. Bazı kimselerin daha fâzla, bunu kabul etmemeleri, onun ne gibi mal olduğunu göstermektedir; insanoğlu hiç bir zaman maddî mala doymaz; nefret edip reddettiği hazineler ise yalnız ruhanî hazinelerdir.
Ahmediyet yukarıda belirtildiği gibi, İslâmî ihya ile ilgili diğer İslâm hiziplerinin açıklayıp ileri sürdüğü felsefeyi red detmektedir. Onun düşüncesine göre, bu felsefe, Kurân talimatının gerçek içeriğine, peygamberlerin tarihine ve her şeyden ziyâde Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) sünnetine aykırıdır. Ahmediyet, milleti hareketsizliğe iten ve onu fan teziye ve hayal dünyasına götüren bu ideolojik uyuşturucu dan nefret eder.
Bu felsefe, bütün dinlerin ortak mirası olmasından başka bir şey değildir. Tarihin desteklediği tek felsefe işte budur. Gerçi hikâye kitapları ve destanlar bir çok insanın göğe çık tığını belirtirler, fakat Âdem’den (A.S.) başlayarak bugüne dek bir tek insanın cismen gökten indiği sabit değildir.Böylece bazı kimselerin göğe yükseldikleri değişik şekillerde iddia edilmiştir. Bu iddialar arasındaki ayrılığı bir tarafa bıraksak bile, gördüğümüz gerçek şudur ki uzun bir kayboluştan sonra kimsenin gökten tekrar yere geri dön düğü belirtilmemiştir. Muslihler dâima normal insanlar arasından çıkmış ve yine insanoğlu tarafından dâima reddedilmiş ve hor görülmüşlerdir. Onları karşılamak için şeref kıtası kurulmaz; onlara çiçekler takdim edilmez, sevinç ve mutlulukla mumlar yakılıp neşeyle aydınlatılmaz. Hatta aksine bu suçu işlemelerinden dolayı Allah adına gelenlere, eziyet edilir. Yolları dikenlerle kaplanır. Başlarına tozlar yağdırılır ve taşlanırlar. Dikenlerden yapılmış taçlar başlarına konur. Onlara akla gelen her türlü eziyet verilir. Bazen onları tepeden tırnağa kan revan içinde Taif’ten dönerken görürsünüz. Başka bir zaman, Uhud meydânında yaralarından dolayı baygın bir durumda, ken dileri için canlarını verenlerin naaşları arasında gömülü bulursunuz.
Onların ümmetlerini de aynı kaderle başbaşa görürsünüz. Akla gelen her çeşit eziyet ve zulüm onlara uygulanır. Ayaklarından tutularak yollarda sürüklenirler. Kızgın güneşte, kavrulan kumlarda yatırılırlar. Yanan korlar üzerine atılarak korlar sönünceye kadar orada tutulurlar.Onlar evlerinden dışarı atılırlar. Sürgün edilirler. Açlıkla tehdit edilirler. Kılıçtan geçirilirler. Kocalar karılarından ve karılar da kocalarından uzaklaştırılırlar. Anne ve babalar çocuklarından mahrum bırakılırlar. Her türlü yaşama hakkı ellerinden alınır ve onlara hiç bir hayat hakkı tanınmaz; ne ibadet etmelerine, ne de cami veyahut başka bir ibadet yeri yaptırmalarına müsaade edilmez. Onlar dinlerini ilân etme hakkından da yoksun bırakılırlar. Hatta inançlarını açıklamalarına bile izin verilmez.
İnsana yeni ruhanî bir hayât böyle bahşedilir. Dinin ihyâsına giden yol işte budur. Hazret-i Muhammed (S.A.V.) ve ondan önce geçmiş olan her peygamberin hayatında işlediğini gördüğümüz hayret verici hâdise işte budur. Peygamberler daima milletlerini işte böyle tehlikeli bir yoldan yürüyerek ihya ederler. Hazret-i Adem’den baş layarak Hazret-i Muhammed’e (S.A.V.) kadar dinlerin ihyasının felsefesi de budur. Durum böyle olunca, biz Yüce Allah’ın değişmez ve öteden beri mevcut olan kaidesini değiştirmeye karar verdiğini nasıl kabul edebiliriz? Biz, Müslümanların bir damlacık kanını akıtmadan ve parmağını bile kıpırdatmadan, bütün dünyâya hâkim olacaklarını nasıl kabul edebiliriz? Fedakârlık yolunu yürümeden başarılı olacaklarına nasıl inanabiliriz? Bu daha önce hiç bir zaman vâki olmamıştır, ileride de olmayacaktır.
Ahmediye Müslüman Cemaati’nin kurucusu Hazret-i Ahmed (A.S.) bu ebedî ve kalıcı gerçeği, milletini şöyle uyararak doğrulamaktadır:
“Hiçbir peygamber yoktur ki kendisiyle alay edil miş olmasın. Bu sebepten dolayı Vadedilen Mesih de alay edilen kişi olmalıydı. Allah-ü Ta’âla’nın buyurduğu gibi :Kullarıma yazıklar olsun, onlara ne zaman bir peygamber geldiyse onunla alay etmişlerdir.” (36:31)
Bunun neticesi olarak, her peygamber ile alay edil mesi Allah tarafından bir alâmettir. Lâkin bütün bekleyen halkın gözleri önünde maddî vücuduyla bedenen gökten inen ve yanında melekler bulunan birisi ile kim alay edebilir?
Bu sebepten dolayı, bu delilden de anlaşılacağı üzere Vadedilmiş Mesih’in maddî vücuduyla bedenen gökten inmesi yanlış bir inançtır. Hatırınızda olsun ki, gökten hiç kimse inmeyecektir. Bugün yaşamakta olan bütün muhaliflerimiz öleceklerdir fakat hiç biri Meryemoğlu İsa’yı gökten inerken görmeyecektir. Sonra arkalarında kalan evlâtları bile öleceklerdir, yalnız onlardan hiç birisi de Meryemoğlu İsa’yı gök ten inerken görmeyecektir. Sonra evlâtlarının evlât ları öleceklerdir, lâkin onlar bile Meryemoğlunu gökten inerken göremeyeceklerdir. Bunun üzerine Allah onların kalplerini korku ile dolduracak ki Haç’ın üstünlük devresi bile geçip gitti ve dünyâ başka bir renge girdi, fakat Meryemoğlu İsa hâla gökten inmedi. Bunun üzerine akl-ı selim olanlar hemen bu inançtan bıkıp usanacaklar ve bugünden sonra üç asır geçmeden evvel, İsa’yı bekleyen, ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, ümitsizliğe ve kötü bir düşünceye kapılarak bu yanlış inancı bırakacaklardır ve dünyada yalnız bir tek din ve bir tek lider olacaktır.
“Ben bir tohum saçmağa geldim. O tohum benim elimle ekildi. Artık o büyüyüp gelişecek ve meyve verecektir. Yeryüzünde ona mâni, olabilecek hiç bir kuvvet mevcut değildir.” (Tezkeretuşşehâdeteyn, S.65-66)
Her aklı başında olan bu mukayeseden, Ahmediye düşüncesinin tarih ile dine dayandığını, buna mukabil muhaliflerinin felsefesinin mitolojiye ait olduğunu ve dinî ihyanın tarihçesine aykırı olduğunu anlayabilir. Tarihten öğrendiğimize göre Allah tarafından gönderilmiş olanların her biri muhalefetin fırtınası ile yüzyüze gelmiştir. Bütün peygamberler doğruluk ve ebedî hayatın talimatı ile gel diler, lâkin yalanı doğruluğa ve ruhanî ölümü ruhanî hayâta yeğ tutanlar tarafından karşı konuldular. Dinin yeniden dirilip ortaya çıkmasının gerçek şekli de işte budur. Dinlere kötülük ve fesat karıştığı takdirde, bunların yeniden doğuşu da aynı yönde gelişmiştir. Allah tarafından gönderilen muslihler bile, peygamberlerin çektiğinin aynısını çektiler. Allah-ü Teâla bir milleti ruhanî bakımdan ihya etmek için seçtiği zaman o millet, doğruluğu görenler ve ona karşı koyanlar olmak üzere iki gruba ayrıldılar. Bu iki gruptan hiç biri takındığı tavırı asla değiştirmedi. Kuran-ı Kerim sık sık tekrarlanan bu deviri çok etkileyici ve hissî bir şekilde açıklamaktadır. Kuran-ı Kerim’in incelenmesinden anlaşılacağı gibi:
a) Dinler Allah’ın seçtiği ve görevlendirdiği muslihler vasıtasıyla doğarlar ve yenilenirler. Bilginler hiç bir zaman konferans ve istişareleriyle bir dini tecdid etmemişlerdir.
b) Allah’ın görevlendirdiği muslihler halk tarafından istisnasız olarak reddedilmiş ve küstahça ve küçümseme ile davranılmışlardır.
c) Bu muslihlere dâima şiddet ile karşı konulmuştur ve atalarının dinini bozmakla suçlanmışlardır. Onlara itizâl (cemâ’atten ayrılma) damgası vurulur ve irtidât etmiş (din den dönmüş) olmakla ve dinî inançlarından caymakla suç lanırlar.
d) Muhaliflerin inançlarına göre dinden dönmenin cezası daima ölüm yahut sürgün olarak tayin edilir. Muslihlere ya cemaate geri dönmeleri ya da sürgüne gönderilmeleri hususunda seçim yapmaları önerilir. Bu iki yoldan birisini seçmedikleri takdirde ölümle tehdit edilirler.
e) Bu Muslihler şiddeti asla tasvip etmezler. Onlara inananlar büyük bir bağlılık ve sabır gösterirler ki sürgün edilmeyi yahut ölmeyi inandıktan sonra geri dönmeye tercih ederler.
f) Muslihler halkı iktidar ve mevki vaatleriyle kandırıp kendilerine doğru çekmezler; onlar dünyevî ihtirasları çıkarıp atarlar. Dinî muslihler insanları mal mülk cazibesi ile kandırmazlar; onlar inananlara fedakârlık ruhunu aşılarlar. Zengin Müminler, bütün mallarını Allah yolunda vermeyi büyük bir şans sayarlar; kuvvetlileri ise omuzlarını silkip iktidar ve kuvvet hırsını atarlar ve güç cazibesine aldırış bile etmezler. Bundan sonradır ki kader onların dünya iktidârı ve hâkimiyetini elde etmeye lâyık olduklarına karar verir.
Kuranda ve Kutsal kitaplarda belirtilen, milletlerin dinî ihyalarının yolu işte budur. Adem’den (A.S.) Hazret-i Muhammed’e (S.A.V.) kadar bütün peygamberler bu safhalardan geçmişlerdir. Onlar milletlerine cefa ve fedakârlık yolunu göstererek ve bu yolda yürüyerek yeni bir hayat verdiler. Onlar insanlara sevgi öğrettiler; onlara çok çalışmak, durmadan çaba sarfetmek ve aralıksız hareket etme sevgisini aşıladılar. Ölü milletleri canlandıran inkılâpçı ruh işte budur. Bu sık sık tekrarlanan ve değişmez olan ilâhî kanun, insan tabiatı, vicdanı ve idrakiyle uyum içindedir. Müslüman Ahmediye Cemaati’nin dinlerin ihyası ile ilgili düşüncesi, insan idrakinden çıkmış uydurma bir felsefe değildir. O en doğru ve açık bir şekilde Kuran-ı Kerim’de muhafaza edilmiş olan, devamlı ve değişmez tarih metodundan çıkmıştır ve her doğru dinin temeli olan ebedî ve gerçek prensiplere dayanmaktadır. Meselâ, Kuran’da Allah şöyle buyurmuştur:
“Dinde zorlama olmamalıdır. Elbette ki doğruluk ve hidayet sapıklıktan daha bariz ve ayrı bir duruma gelmiştir. Bu sebepten dolayı, tecâvüz edip günah işleyen biri tarafın dan yol gösterilmeyi reddeden, ve Allah’a inanan her kimse hiç bozulmaz, kuvvetli bir dala tutunmuştur. Allah çok duyan, çok bilendir. ” (2:257)
“Kullarıma yazıklar olsun! Onlara ne zaman bir peygamber geldi ise, onlar dâima onunla alay etmişlerdir. ” (36:31)
“Allah bir kavimin durumunu, onlar kalplerindekini değiştirmedikçe değiştirmez.” (13:12)
Hazret-i Şuayb (A.S.) milleti tarafından böyle tehdit edilmiştir:
“Ey Şuayb, biz seni ve seninle birlikte olan müminleri şehrimizden çıkarıp dışarı atarız yahut da dinimize geri dönmelisiniz.” (7:89)
Bunun üzerine Hazret-i Şuayb sâdece:
“Biz istemezsek de yine mi?” diye sordu.
Nuh’un (A.S.) milleti de, vazgeçmediği takdirde onu taşlamak ile tehdit ettiler. Şöyle dediler:
“Ey Nuh, eğer vazgeçmezsen taşlananlardan birisi de sen olursun.” (26:117)
Böyle bir durum ile karşılaşmak yalnız bir kaç peygambere mahsus değildir. Kurân, insanların peygamberlere karşı olan tavırlarını şu kelimelerle belirtmiştir:
“Kâfir olanlar, peygamberlerine bizim dinimize dönmediğiniz takdirde biz sizleri toprağımızdan süreceğiz dediler.” (14:14)
İbrahim (A.S.) atalarının dininden döndüğü ileri sürülerek cezalandırıldı, ileri gelenler öfke ve kızgınlıklarını ifade etmek için şöyle dediler:
“Gerçekten bir şey yapmak istiyorsanız onu yakınız ve tanrılarınıza yardım ediniz.” (21:69)
Hazret-i İsâ Kitab-ı Mukaddes’in tefsirinde Yahudi âlimler ile ihtilâfa düştüğü için çarmıha gerildi. Hâlbuki o, açıkça şöyle diyordu:
“Sanmayın ki, ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmaya geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vaki oluncaya kadar, şeriattan en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır.” (Matta, 5:17-18)
Size şunu da hatırlatayım, İsâ Mesih ile Yahudi âlimler arasında temel ihtilâf şunun tefsirinde idi:
“İlya kasırgada göklere çıktı.” (II. Kıratlar, 2:11)
Âlimler bu kelimelerin harfi ve açık anlamı üzerinde ısrar ediyorlardı. Onlar, İsâ (A.S.) gelmeden önce İlyâs’ın (A.S.) cismen gökten ineceğine inanıyorlardı. Buna mukabil Hazret-i İsâ (A.S.) bunun bir teşbih olduğuna, bu kelimenin de sembolik olup literal olmadığına ısrar ediyordu. O, Zekeriya’nın (A.S.) oğlu Yahya’nın (A.S.) gökten inecek olan İlyâs (A.S.) olduğunu açıkladı. İsâ (A.S.) Yahya’nın (A.S.) yer yüzünde doğduğunu ve kesinlikle gökten inmediğini biliyordu. “Peki, o zaman Kitaplar daha önce İlyas’ın (A.S.) mutlaka gelece ğini neden bildiriyorlar?” Yahudilerin bu sorusuna o, şöyle bir cevap verdi:
“Gerçi İlyâ gelir ver her şeyi yerine kor. Fakat ben size derim: İlyâ zaten gelmiştir ve onu tanımadılar, fakat ona her istediklerini yaptılar. Aynı suretle insanoğlu da onlar dan elem çekecektir. İsa’nın kendilerine Vaftizci Yahya için söylediğini şakirtler o zaman anladılar.” (Matta, 17:11-13)
Son olarak, fakat bütün başka örneklerden daha üstün olan Hazret-i Muhammed’in (S.A.V.) çektiği eziyettir. Kendi ifadesine göre: “Hiç bir peygamber benim çektiğim kadar çekmemiştir.”
O yüzden, dinlerin târihi bize şunu öğretiyor:
Peygamberler daima normal insanlardan olmuşlardır. Onlar, bazı mitoloji kahramanları gibi gökten inmezler. Daima eziyet ve cefa çekerler. Onların yandaşları başka birisinin cefasıyla değil, kendileri cefa çekerek ve mücadele ederek alın terleri, canları ve kanlarıyla başarıya ulaşırlar.