Dünya Barışı ve Emniyeti – Günümüzün Önemli Meseleleri

HOLLANDA ULUSAL MECLİSİ BINNENHOF, LAHEY, HOLLANDA, 2015

 

Mesihin V. Halifesi Hazret Mirza Masrur Ahmadaba şöyle buyurdular:

Bismillahir-Rahmanir-Rahim—Sonsuz kerem ve rahmet eden Allah’ın adıyla.

Tüm seçkin konuklar; Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun. Öncelikle beni bu toplantıda hitap etmem için davet eden bugünkü faaliyetin organizatörlerine şükranlarımı içtenlikle ifade etmek isterim.

Günümüz dünyasında belli meselelerin, zamanımızın en belirgin problemleri olarak sürekli vurgulanıp, etiketlendiğini müşahede etmekteyiz. Örneğin bazı kimseler, küresel ısınma ve iklim değişimi tehdidini önemle belirtmektedir.

Sonra, tırmanış gösteren muhtelif çatışmalardan ve dünyanın artış gösteren değişken durumundan da azami endişe duyan kimi kimseler bulunmaktadır. Eğer durumu objektif bir şekilde inceleyecek olursak, günümüzün en ciddi meselesinin, şüphesiz dünya barışı ve emniyeti olduğunun farkına varırız. Tartışmasız her geçen gün dünya, artarak daha kararsız ve tehlikeli bir hal almaktadır ve bunun da birtakım olası sebepleri vardır. Mesela dünyanın birçok bölgelerini etkisi altına alan mali kriz ve ekonomik istikrarsızlık, başlıca bir faktör sayılabilir.

Başka bir muhtemel ana sebep de, belli dünya liderlerinin kendi halklarına ve diğerlerine karşı sergiledikleri haksızlıktır. Diğer bir sebep ise, kimi dini liderlerin şahsi çıkarlarını daha büyük ve müşterek iyiliğin üzerinde tutmaları ve sorumluluklarını samimiyetle yerine getirmemeleri gerçeğidir. Uluslararası ilişkiler bakımından ise anlaşılan, çatışmanın başlıca kaynağının dünyanın varlıklı ve fakir ulusları arasındaki fark olduğudur.

Gözlemlenen, güçlü ulusların sıklıkla fakir ulusların doğal kaynaklarından, onlara kendi mal varlıklarına uygun bir hisse vermeden faydalanma arayışlarıdır. Bu şekilde dünya barışının neden bozulduğuna dair uzun bir muhtemel sebepler listesi bulunmaktadır. Onlardan sadece birkaçından bahsettim. Sebebi ne olursa olsun, bu kuşağın en tehlikeli meselesinin, dünyada barışın eksikliği olduğuna kesinlikle inanmaktayım.

Bunu duyduktan sonra birçoğunuz, istikrarsızlığı çoğunlukla sadece Müslüman ülkelerde görmekteyiz ve dünyadaki huzursuzluk, İslam âleminde gördüğümüz karışıklıklardan kaynaklanmaktadır, diyerek karşılık verebilir.

Aslında küresel bir Müslüman toplumun –Müslüman Ahmediye Cemaati– lideri olmam sebebiyle belki de sizler, muhtemelen bunda benim de bir miktar sorumluluğum bulunduğunu düşünebilirsiniz. Sizler aşırı grupların ve terörizmin doğuşunun da, aslında İslami öğretilerden ilham aldığına inanabilirsiniz. Hâlbuki İslam’ı böylesine kargaşa ve nefret ile birleştirmek, bütünüyle haksızlıktır.

Şu sırada dinler tarihi üzerine ayrıntılı konuşmanın gereği olmasa da, objektif bir şekilde tüm dinlerin tarihine göz atacak olduğumuzda, her dinin takipçilerinin zaman içerisinde özgün öğretilerden uzaklaştıklarını ve bunun iç bölünmelere ve çatışmalara yol açtığını söylemek yeterli olacaktır. İnsanlar öldürülmüş ve büyük zulüm uygulanmıştır.

Bunu göz önünde bulundurarak, zaman içerisinde Müslümanların da İslam’ın gerçek öğretilerinden uzaklaştıklarını samimiyetle kabul ediyorum. Bu, gerilim ve çekişmelerin artmasına yol açarken, kâh mezhepçiliğe, kâh zorbalığa, kâh insafsızlığa sebep olmaktadır Bununla birlikte, gerçek bir Müslüman’ın bakış açısıyla İslam’ın günümüz durumunu müşahede etmem, imanımı eksiltmemektedir.

Bunun sebebi ise, 1400 sene öncesinde İslam’ın Kurucusu Yüce Peygamber Hz. Muhammed’in (Allah’ın salat ve selamı üzerine olsun) İslam’ın öğretilerinin yavaş yavaş bozulacağından ve Müslümanların da bir ahlaki çöküş dönemine gireceğinden, önceden haber vermiş olmasıdır. Ancak o, böyle bir manevi karanlık devrinde bir Islahçının, Vadedilen Mesih ve İmam Mehdias olarak Yüce Allah tarafından gönderilerek, insanlığa İslam’ın gerçek ve barışçıl öğretilerine rehberlik edeceğinden de haber vermiştir.

Yüce Peygambersav tarafından vahiy edildiği gibi, Vadedilen Mesihas bizleri İslam’ın gerçek ve tamamen barışçıl öğretileri hakkında aydınlatmıştır. Bundan dolayı biz Müslüman Ahmediler, günümüzün kargaşa ve huzursuzluklarını yaratan ve buna katılan o insanların içinde değiliz. Aksine bizler, yeryüzünde barışı isteyen kimseleriz.

Bizler, dünyayı iyileştirmek arayışındaki insanlarız. Bizler, insanlığı birleştirmeye çalışanlarız. Bizler, tüm nefret ve düşmanlıkları, sevgi ve şefkate dönüştürmeye çabalayan kimseleriz. Hatta şüphesiz bizler, dünya barışını tesis etmek üzere mümkün olan her çabayı gösteren insanlarız. Dini bir lider olarak söylemek istiyorum ki, birbirini suçlayıp kışkırtmak yerine bizler, gerçek ve kalıcı bir dünya barışını inşa etmeye odaklanmalıyız.

Bu konuda Müslüman Ahmediye Cemaati’nin Kurucusu bizlere çok önemli bir ilke bildirmiştir. O, barışı tesis etmek üzere insanın, elinden geldiğince Yüce Allah’ın sıfatlarını benimsemesinin ve de takip etmesinin şart olduğunu söylemiştir. O, bunun insanlığın sürekli esenliğini garanti eden yöntem olduğunu da ileri sürmüştür. Hatta daha da açıklayarak demiştir ki, hem bedensel hem de ruhsal olarak insanın refah ve mutluluğu doğrudan Yüce Allah’ın sıfatlarını gözlemlemesine bağlıdır, çünkü ancak O’nun sıfatlarından barışın her biçimi ortaya çıkar.

Bu, Allah’ın “Tüm âlemlerin Rabbi” olduğunu bildiren Kuran’ı Kerim’in hemen ilk ayetinde göze çarpmaktadır. Bunun anlamı, O’nun Rezzak, Kayyum ve her bir kimse ile her tür yaradılışın da Efendisi olduğudur. O, sadece Müslümanların İlahı değildir. O, Hristiyanların, Yahudilerin, Hinduların ve aslında dini ve inancı ne olursa olsun, herkesin İlahıdır.

Allah’ın yarattıklarına karşı sevgisi ve ihsanı kıyas götürmez ve benzersizdir. O, hem Rahman, hem Rahim’dir. O, emniyetin kaynağıdır. Bu nedenle, İslam bir Müslüman’ın Yüce Allah’ın sıfatlarını benimsemesini şart kıldıktan sonra gerçek bir Müslüman’ın başkalarına zarar vermesi de mümkün değildir. Aksine gerçek bir Müslüman’ın imanı, onun tüm insanları sevmesini ve herkese saygı, nezaket ve şefkat ile muamele etmesini zorunlu kılar.

Eğer İslam bir barış dini ise, o zaman Kuran’ı Kerim neden savaşa izin vermektedir diye çoğunlukla sorgulanır. Ancak bu müsaade, onun vuku bulduğu şartlarında ve açıkladıklarımın ışığında anlaşılmalıdır. Kalıcı barışın muhafazası ise büyük önem ve değer taşımaktadır. Keza belli durumlarda, kalıcı barışı teminat altına almak üzere, cezalar ve uyarılar dahi gereklidir.

Buna uygun olarak Yüce Allah tarafından savaşa izin verildiğinde, buna barışı geri getirmenin yolu ve yalnızca bir savunma önlemi olarak müsaade edilmiştir. Nitekim kimi gruplar ve bireylerin, Kuran’ı Kerim ve Yüce Peygamber’isav şiddet ya da zulüm ile ilişkilendirmeye çalışmaları, en üst seviyede adaletsizliktir. Eğer Kuran’ı Kerim’i ve Yüce Peygamber’insav yaşamını tarafsızca inceleyecek olursak, İslam’ın her tür aşırılığın ve kan dökmenin tamamen karşısında olduğunu görürüz.

Zamanın kısıtlı olması sebebiyle detaylı konuşamamaktayım. Ancak İslam’ın hiç şüphe kalmayacak şekilde bir barış dini olduğunu ispatlayan belli başlı İslami öğretilerden yine de bahsedeceğim. Söylediğim üzere, İslam’ın kapısına getirilen en basit ve yaygın itiraz, onun aşırılıkçı ve savaşı destekleyen bir din olduğudur. Bir şey, doğruluktan ancak bu denli uzak olabilir.

Nitekim (Kuran’ı Kerim’in) 2. suresi, 191. ayetinde Allah, savaş sadece savunma aracı olarak kabul edilebilir diye buyurmuştur. Bu nokta 22. sure, 40. ayetinde tekrarlanmaktadır. Orada savaş izninin ancak saldırıya uğramış ve savaşa zorlanmış olanlara verildiği kesin olarak bildirilmektedir. Buna ilave olarak, Yüce Allah Müslüman hükümetlere her ne zaman savaş izni tanıdıysa, bunu ancak dini özgürlüğün ve inanç özgürlüğünün güvence altına alınmasının yolu olarak tanımıştır. Bu nedenle 2.

sure, 194. ayette Allah Müslümanlara buyurmuştur ki, din özgürlüğünün zaten mevcut olduğu bir yerde, onlara bir çatışma veya savaşa karışma izni verilmemektedir.

Bundan dolayı, hiçbir Müslüman ülkenin, grubun ya da bireyin, devlete yahut da onun halkına karşı şiddete, savaşa veya kargaşaya herhangi bir şeklide kalkışma hakkı yoktur. Oldukça basit olarak, Avrupa ve Batı’da devletler laiktir ve bundan dolayı bir Müslüman’ın, ülkenin yasalarını ihlal etmeye, şiddetle devlete muhalefet etmeye ya da her ne şekilde olursa olsun isyan yahut da ayaklanmayı kışkırtmaya asla hakkı olamaz.

Aslında İslam’ın gerçek öğretileri doğrultusunda insanlar, kadın ya da erkek, hakikaten dini özgürlüğe sahip olmadıklarını düşünseler bile, Müslüman olmayan bir ülkede yaşadıkları sürece, muhalefet ve kanunsuzluk girişiminde bulunamazlar. Aksine onlar, bu ülkeyi terk edip, daha uygun şartlara sahip bir yere taşınmalıdırlar.

Kuran’ı Kerim’in 16. suresi, 127. ayetinde Müslüman hükümetlere, saldırıya uğradıkları takdirde, orantılı ve sadece öz savunma için karşılık vermeleri emredilmiştir. Bundan dolayı Kuran’ı Kerim, cezanın da işlenen suça uygun ve sınırlı olması konusunda son derece açıktır. Kuran’ı Kerim’in 8. suresi, 62. ayetinde Allah buyurmuştur ki, eğer muhalifleriniz kötü niyet sahibi ise ve size zarar vermeyi planlıyorlarsa, ancak ardından vazgeçip, uzlaşmak üzere harekete geçmeye karar verirlerse, onları harekete geçiren ne olursa olsun, sizler derhal bu olumlu işareti kabul etmelisiniz ve barışçıl bir çözüm için çalışmalısınız.

Kuran’ı Kerim’in bu öğretisi, uluslararası barışı ve emniyeti muhafaza etmenin temel ilkesidir. Günümüz dünyasında, diğerlerinin fark edilen düşmanlıklarına karşılık olarak, ülkelerin geliştirmeyi tercih ettikleri saldırgan politikalarının birçok örneği bulunmaktadır. Görünen o ki, onlar ‘diğerleri bizi yok etmeden, biz onları yok edelim’ ilkesine göre hareket etmektedirler.

Hâlbuki İslam, barış için hiçbir fırsat kaçırılmamalı ve hatta küçücük bir umut olsa bile, denemek ve ona sıkıca tutunmak gerekir diye öğretir. 5. surenin, 9. ayetinde Yüce Allah şöyle ilan etmiştir. Bir ulusun ya da bir kimsenin düşmanlığı sizi asla adalet ve insaf dışında davranmaya teşvik etmemelidir. İslam size, ne kadar zor olursa olsun her koşulda adalet ve doğruluk ilkelerine bağlı kalmanız gerektiğini öğretmektedir. Bu nedenle, savaş durumunda bile adalet ve insaf en yüksek önemi taşır ve savaş sona erdiğinde ise, galip gelen adaletli olmaya devam etmeli ve de asla yakışığı olmayacak bir şekilde şiddete başvurmamalıdır.

Ancak bugünkü dünyada böylesi yüksek ahlaki standartları ve dürüstlük seviyesini bulmak mümkün değildir. Aksine, bir savaş sona erdiğinde ülkeler, yenilen tarafların gelişmesini engelleyen ve ulusları gerçek özgürlük ve bağımsızlığı elde etmekten alıkoyan müeyyideler ve kısıtlamalar uygularlar. Böylesi politikalar uluslararası ilişkilere zarar vermektedir. Keza bunlar, sadece hayal kırıklıklarını arttırmaktan başka bir işe yaramaz ve olumsuz etkileri de vardır.

Gerçek şu ki; toplumun her seviyesinde adalet olmadıkça, sürdürülebilir barış asla tesis edilemez. Kuran’ı Kerim’in 8. suresi, 68. ayetinde bulunan İslam’ın diğer bir önemli öğretisi, savaş durumu dışında Müslümanların esir almalarına izin verilmediğini bildirir. Bu yüzden, sebepsiz yere esirler alan aşırı ve terörist gruplar, İslami öğretilere tamamen aykırı davranmaktadır Doğrusu raporlarda yer aldığına göre onlar, yalnızca esirler almakla kalmayıp, kurbanlarına en barbarca işkenceleri de uygulamaktadırlar.

Bu terörist grupların yaptıklarını, ancak mümkün olan en şiddetli ifadelerle kınamak mümkündür. Diğer taraftan Kuran’ı Kerim, esirlerin haklı olarak alındığı hallerde dahi, kendilerine iyilik gösterilerek, mümkün olan bir yerde serbest bırakılmalarının daha iyi olacağını öğretir. Barışın tesisi için altın bir ilke ise 49. surede verilmektedir. Orada der ki; eğer uluslar veya gruplar arasında bir ihtilaf varsa, üçüncü taraflar aracılık etmeyi ve çatışmaya barışçıl bir çözüm getirmeyi aramalıdırlar.

Bir anlaşma durumunda, taraflardan herhangi biri haksız yere diğerini boyunduruk altına almaya çalışıyorsa ve üzerinde anlaşılan uzlaşmayı ihlal ediyorsa, o zaman diğer ülkeler bir araya gelmelidir ve saldırganı durdurmak üzere gerekirse zor kullanmalıdır. Ancak saldırgan taraf geri çekildiğinde, artık onlar aşağılanmamalı veya haksızca kısıtlanmamalıdır. Aksine kendilerine, bağımsız bir ulus ve özgür

bir toplum olarak ilerlemeleri için izin verilmelidir. Bu ilke, günümüz dünyasında büyük önem taşımaktadır. Bilhassa büyük güçler ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar buna uygun davranmalıdır.

Dünya barışının tesis edilmesi adına, evrensel anlamda dini özgürlüğü de teminat altına alan çok önemli bir ilke, Kuran’ı Kerim’in 22. suresi, 41. ayetinde saklıdır. Kuran’ı Kerim şöyle bildirir: Eğer savaş için izin verilmemiş olsaydı, mescitlerin yanı sıra kiliseler, sinagoglar, mabetler ve tüm inançların ibadet yerleri ciddi bir tehlike altında olurlardı. Bu nedenle, Yüce Allah her nerede güç kullanımına izin verdiyse, bu yalnızca İslam’ı değil dinin kendisini de korumak içindir.

Doğrusunu isterseniz İslam, hürriyeti, özgürlüğü ve her dinden insanların korunmasını garanti eder. İslam, her bireyin seçtiği yolunu ve inancını takip etme hakkını korur. Sizlere Kuran’ı Kerim’den, toplumun her düzeyinde ve tüm dünyada birliği teşvik eden birkaç hususu aktardım. Bunlar Kuran’ı Kerim’in barış adına dünya insanlarına sunduğu altın anahtarlardır.

Bunlar, İslam’ın Yüce Peygamberisav ve ashabı tarafından mükemmel bir şekilde uyulmuş olan öğretilerdir. Ve sonuç olarak, dünyanın umutsuzca barış ve emniyete muhtaç olduğunu, bir kez daha yinelemek istiyorum. Bu zamanımızın acil meselesidir.

Tüm uluslar ve insanlar daha iyisi için bir araya gelmeli ve ister din adına, isterse başka bir yolla yapılan her türlü zulmü, eziyeti ve adaletsizliği durdurmak üzere çabalarını birleştirmelidir. Bu, hayal kırıklıklarını ve kızgınlıkları teşvik etmesi muhtemel, herhangi bir inançla alay edilmesi hususunu da içermektedir. Keza bu, kötü eylemlerini asılsızca din adına gerekçelendiren aşırılık yanlısı grupların, nefret dolu faaliyetlerini de kapsamaktadır.

Buna ek olarak, her ülke refaha erebilsin ve kendi potansiyelini fark edebilsin diye bizler, tüm uluslara karşı dürüst olmalıyız ve onlara yardım etmeye çalışmalıyız. Gördüğümüz kıskançlıklar ve çekişmeler, servet için delice bir açlığın sonucudur. Bu konuda Kuran’ı Kerim, kimse başkalarının zenginliğine hırsla göz dikmemelidir diyerek, altın bir ilke sunmuştur. Bu öğretiye uyarak dünya barışını destekleyebiliriz.

Toplumun her kesiminde adaletin gerekleri yerine getirilmeli ki, mezhebi, sınıfı ve rengi ne olursa olsun, her insan asalet ve şerefle kendi ayakları üzerinde durabilsin. Bugün, birçok birinci dünya ülkesini, daha fakir ve gelişmekte olan ülkelere yatırımlarını arttırırken görmekteyiz.

Onların adaletle davranmaları, yardım etmeye çalışmaları ve diğerlerinin doğal kaynaklarını ve ucuz iş gücünü sadece kendi ulusal kazançları ve kâr etmek amacıyla kullanmamaları şarttır. Onlar, bu ülkelerde kazandıklarının azamisini tekrar yatırım yapmalı ve zenginliği, yerel insanların gelişimi ve ilerlemesine yardım etmek için kullanmalıdır.

Eğer gelişmiş ülkeler böyle davranacak olurlarsa, bu sadece daha fakir ülkelerin yararına olmayacak, karşılıklı faydasını da kanıtlayacaktır. Bu güven ve itimadı arttıracak ve büyüyen hayal kırıklıklarını da ortadan kaldıracaktır.

Bu, zengin ülkelerin sadece kendilerini düşündükleri ve ancak zayıf ve fakirlerin kaynaklarından haksız bir fayda sağlamayı istedikleri izlenimini de yok edecektir. Daha da ötesi bu, yerel ekonomilerin gelişmesinin bir yolu olacak ve böylelikle de sırasıyla dünya ekonomisini ve mali sağlamlığını büyütecektir.

Şüphesiz bu, küresel bir toplumu, şefkati ve insanlığı tesis etmenin yolu olacaktır. Keza her şeyin üstünde bu, dünyada gerçek barışın temelleri olacaktır. Eğer buna kulak vermezsek, dünya barışının bugünkü durumu, etkileri nesiller boyunca hissedilecek ve bundan dolayı çocuklarımızın bizi affetmeyecekleri feci bir dünya savaşının patlak vermesine sebep olacaktır.

Bu sözlerimle artık müsaadenizi istiyorum. Allah, gerçek barışın yeryüzünde ortaya çıkmasını mümkün kılsın. İnşallah.

Çok teşekkür ederim.

Önceki

Dünya Barışı – Zamanın Ciddi Gereksinimi

Sonraki

Küresel Bir Kargaşa Döneminde Barışın Anahtarları