13 Mart 2024
Müslüman Ahmediye Cemaati’nin Dünya Çapındaki Başkanı, Mirza Masrur Ahmed (aba) Hazretleri tarafından, Morden Beytül Futuh Camii Tahir Salonunda yapılan, 2024 yılı İngiltere Ulusal Barış Sempozyumu ana konuşmasının resmi metnidir.
* Lütfen bu metnin açık bir izin olmaksızın başka web sitelerinde yahut da basılı olarak çoğaltılamayacağını dikkate alınız.
Müslüman Ahmediye Cemaati’nin Dünya Çapındaki Başkanı, Mirza Masrur Ahmed (aba) Hazretleri şöyle buyurdular:
‘Bismillahir Rahmanir Rahim – Sonsuz kerem ve rahmet eden Allah’ın adıyla (başlıyorum.) Bütün değerli misafirler, Esselamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu – Allah’ın Rahmeti ve Bereketi üzerinize olsun.
Bugün bir kez daha Müslüman Ahmediye Cemati’nin ev sahipliğinde düzenlenen bu etkinlikte bir araya gelerek, toplumdaki bölünmüşlüğü nasıl giderebileceğimizi ve yeryüzünde gerçek barışı nasıl tesis edebileceğimizi tartışıp, üzerinde etraflıca düşünmekteyiz.
YİRMİ YILI AŞKIN SÜREDİR YAPILAN UYARI
Yirmi yılı aşkın bir süredir, hükümetleri, politikacıları ve bütün insanları, kendi toplumlarımızın sosyal bağlılığını ve dünyanın daha geniş çapta barış ve uyumunu sağlamak üzere üzerlerine düşeni yapmaları için davet etmekteyim. İster din adına yanlış bir şekilde yapılan çatışmalar olsun, isterse alenen jeopolitik olanlar, her türlü savaş haline nasıl son verebileceğimize dair görüşlerimi ifade ettim. Yalnızca milletler arasındaki savaşları sona erdirme ihtiyacından değil, bunun yanı sıra toplumların içerisinde yerel olarak bulunan hayal kırıklıklarının üstesinden gelmenin ve iç savaşların ya da iç anlaşmazlıkların ortaya çıktığı ülkelerde barış için çaba göstermenin acil bir ihtiyaç olduğundan da bahsettim. Şüphesiz tarih bize iç çatışmaların bölgesel savaşlara dönüşebileceğini, bunların da ekseriyetle dış güçlerin müdahalesi ve etkisi sonucu alevlendiğini, keza onların kendi çıkarlarına hizmet etsin diye başka ülkelerde istikrarsızlık ve bölünmeyi kışkırttıklarını öğretmektedir.
Son yıllarda Kuveyt, Irak, Suriye ve Sudan gibi ülkelerde bu tür müdahalelerin yıkıcı sonuçlarına tanık olduk. Esas itibarı ile defalarca uyarıda bulundum ki, büyük güçlerin adaletten uzak politikaları ve dünyanın pek çok yerinde hüküm süren adaletsiz siyasi, hukuki ve ekonomik sistemler, sürekli yükselen bir eşitsizlik dalgasını tetiklemektedir ve bu da küresel istikrarsızlık ve güvensizliği ateşlemektedir.
Senelerdir siyasetçiler, aydınlar ya da halktan kimseler, barış için çaba göstermemiz gerektiği yönünde öne sürdüklerime her durumda katılmışlardır. Bununla birlikte onların birçoğu, mevcut çatışmaların muhtemelen küresel bir savaşa dönüşebileceğine ve hatta nükleer silahların kullanımını tetikleyebileceğine inanmakta hatalı olduğuma dair görüşlerini ya doğrudan ya da dolaylı olarak dile getirmişlerdir. Birçoğu bunu gereksiz kötümserlik şeklinde değerlendirmiştir. Uzun bir süre boyunca, dünya meseleleriyle yakından alakalı siyasetçiler, dış politika yazarları yahut da analistler dahi, ya idealizmleri ve dünyaya pembe gözlüklerle bakma arzuları yahut da muhtemelen tarihten ders alma konusundaki yetersizlikleri nedeniyle, benimle aynı fikirde olmadılar. Görünüşe göre onlar, son yıllarda uluslararası ilişkilerde giderek büyüyen çatlakları görmezden geldiler. Belki de onlar, gözlerinin önünde apaçık duran gerçeği basitçe kabul etmek istemediler. Dedikleri gibi, cehalet saadettir.
Ancak şimdi, Avrupa’da, Orta Doğu’da ve başka yerlerde savaşlar şiddetlenirken, aynı insanların birçoğu, artık tehlike çanları çalmaktalar ve nükleer silahların dünyayı hayal bile edilemeyecek bir yıkıma sürüklemek üzere kullanılabileceği küresel bir savaş konusunda uyarıda bulunmaktalar. Bu farkındalığa rağmen, birçoğu hala bu çatışmaları sona erdirmek için ne yapılması gerektiğini düşünmek istememektedir ve dünyada barış için var olan gerçek sesleri duymaya da gönülsüz kalmaktadır.
Bunları dikkate alıp bugünkü etkinlik hakkında düşündüğümde, burada tekrar toplanmamızın bir anlamı olup olmadığını merak ettim. Değişimi etkileyebilecek güç ve kabiliyete sahip olanlar bizi duymamaya kararlıysalar, o halde barış ve adalet hakkında konuşmamızın bize ne faydası var ki? Acı gerçek şu ki, dünyanın barış ve güvenliğini korumak birincil amacıyla kurulmuş olan kurumlar bile, giderek daha önemsiz hale gelmekteler.
Birleşmiş Milletler’deki Veto Yetkisinin Felç Edici Etkileri
Örneğin Birleşmiş Milletler, birkaç baskın ulusun tüm gücü elinde tuttuğu ve çoğunluğun görüşlerini kolayca geçersiz kıldığı zayıf ve neredeyse güçsüz bir organ haline gelmiştir. Ülkeler, her meseleyi kendi gerçekleri ve değerlerine göre karara bağlamak yerine ittifaklar kurup, kendi çıkarlarına göre oy kullanmaktalar. Sonuçta kritik kararlar, veto yetkisi ellerinde bulunan birkaç ayrıcalıklı ülke tarafından alınmaktadır. Onlar, barış ve adalet davasına sadakatle hizmette bulunmak yerine, kendi dar çıkarlarının tehdit altında olduğu her durumda, kararlarının diğer milletlerin barış ve refahını bozup bozmadığına, keza çok sayıda masum insanın ölümüne ve helakına yol açıp açmadığına bakmaksızın, vetolarını bir koz gibi kullanıyorlar. Şunu açıklığa kavuşturalım ki, durum böyleyken veto yetkisinin olduğu yerde, adalet terazisinin dengelenmesi asla mümkün değildir.
Bununla beraber, bu tereddütlere rağmen şunu fark ettim ki, bu fırsatı konuşmak için kullanmam gereklidir, çünkü İslam Müslümanlara barış arayışında asla tereddüt etmemelerini öğretmektedir. O, bize doğruyu söylemeyi öğretir ki, böylece bir mümin, Yüce Allah’ın huzurunda hesap verdiğinde, O’nun mahlûkatını yok olmaktan kurtarmak üzere elinden geleni yaptığını dürüstçe iddia edebilsin.
Bunları dikkate alıp bugünkü etkinlik hakkında düşündüğümde, burada tekrar toplanmamızın bir anlamı olup olmadığını merak ettim. Değişimi etkileyebilecek güç ve kabiliyete sahip olanlar bizi duymamaya kararlıysalar, o halde barış ve adalet hakkında konuşmamızın bize ne faydası var ki? Acı gerçek şu ki, dünyanın barış ve güvenliğini korumak birincil amacıyla kurulmuş olan kurumlar bile, giderek daha önemsiz hale gelmekteler.
İslam’ın Öğretileri En Üstün Derecede Adaletin Önemini Belirtir
İnsan elinden çıkan yasaların aksine, İslam’ın öğretileri adaleti o denli vurgulamaktadır ki, Kur’an-ı Kerim Mâide Suresi 9. ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır: Herhangi bir ulusa ya da halka olan düşmanlığı, kişiyi adalet ve hakkaniyet yolundan sapmaya asla teşvik etmemelidir. Böylesi bir ahlakı sergilemek, takvaya daha yakındır. Dindar olmayan insanlar bile, bu benzersiz adalet standardını benimsemekteki ferasetin ve onun faydasının kesinlikle farkına varacaklardır.
Aynı zamanda şunu da merak edebilirsiniz: Eğer İslam’ın öğretileri anlattığım gibiyse, neden sıklıkla İslam’ın aşırılık yanlısı bir din olduğu iddia edilmektedir? Nitekim bu tartışma, son günlerde bazı siyasetçilerin kışkırtıcı ve yanlış yorumları nedeniyle yeniden ortaya çıkmıştır. Bu konuda şu kesin olarak anlaşılmalıdır ki, Peygamber Efendimiz (sav) ve ashabı tarafından yapılan savaşlar ve muharebeler tamamen savunma amaçlıydı. Kur’an-ı Kerim Müslümanlara, İslam karşıtları tarafından acımasızca saldırıya uğradıktan ve yıllarca süren zulmün kurbanı olduktan sonra, sadece son çare olarak savaşla karşılık vermek için müsaade etmiştir. Bu izin Kur’an-ı Kerim’in Hac Suresi 40. ayet-i kerimesinde yer alır ve buyurur ki, haksız yere savaşa zorlananlar, haksızlığa uğradıkları ve baskı ve kovuşturma mağduru oldukları için kendilerini savunma hakkına sahiptirler.
Bundan başka Kur’an-ı Kerim şunu da açıklar ki, karşı savaşma izni yalnızca İslam’ı savunmak üzere değil, bütün diğer dinleri de savunmak, keza vicdan özgürlüğü ile inanç özgürlüğü ilkelerini yüceltmek için verilmiştir. Nitekim bir sonraki ayet-i kerimede Allah buyurmaktadır ki, eğer O, başkaları aracılığıyla haddi aşanları durdurmasaydı, kiliseler, sinagoglar, tapınaklar, camiler ve Allah’ın adının sıkça anıldığı diğer bütün ibadet yerleri ortadan kaldırılırdı. Bu nedenle, Müslümanlara tüm dinleri ve ibadet yerlerini savunmaları ve korumaları emredilmiştir, onlara zarar vermeleri değil.
İslam’ın Savaş Kuralları Modern Dünya İçin Bir Derstir
Bunun da ötesinde, savunma savaşları için gerekli koşulların sağlandığı her durumda, Müslüman orduları İslam’ın Peygamberi (sav) tarafından verilen katı angajman kurallarına tabi olmuşlardır. Öncelikle o buyurmuştur ki, savaşlar asla kişisel amaçlı ya da çıkar sağlamak için, toprakları ele geçirmek yahut da başkaları üzerinde üstünlük kurmak için yapılmamalıdır. Aksine, Müslümanlara yalnızca kendilerine savaş açılması halinde savaşma izin verilmektedir. Savaş durumunda, diğer uluslar saldırganı durdurmak için birleşmelidirler. Saldırgan güç kullanmayı bıraktığında, diğer uluslar savaşı derhal sona erdirmeli ve kalıcı barışı tesis etmeye çalışmalıdırlar. Buna ek olarak, Peygamber Efendimiz (sav) modern dünyada savaşlarda çok sık rastlanan sivillerin hedef alınmasını kesinlikle yasaklamıştır. Ayrıca, Müslümanlara savaşın kapsamının mümkün olduğunca sınırlı kalmasını sağlamaları talimatını vermiştir. Savaşın gerek bölgesel, gerekse yöntemler bakımından her türlü tırmanış veya genişlemesinden kaçınılması gereklidir.
İslam şunu da öğretir ki, düşmanınız bir ibadet yerini askeri üs olarak kullanmadıkça, bir ibadethanenin içinde veya yakınında savaşarak o ibadethanenin kutsallığını ihlal etmek caiz değildir. Düşmanlarınızın ibadethanelerini yıkmak veya saygısızlıkta bulunmak da kesinlikle yasaktır. Bundan başka Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (sav), önceleri yaygın olan düşman askerlerinin bedenlerinin parçalanması uygulamasını da yasaklamış ve onların bedenlerine özen ve saygıyla muamele edilmesini emretmiştir. O, şunu da öğretmiştir ki, savaşta hiçbir şekilde hileye izin yoktur. Önceden belirtildiği üzere, kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve diğer masum siviller asla hedef alınmayacaktır. Aynı şekilde, rahiplere, hahamlara ya da diğer dini liderlere zarar verilmemeli ya da dini görevlerini yerine getirmeleri engellenmemelidir.
İslam’ın Yüce Peygamberi (sav), Müslüman askerlerin savaş sırasında halk arasında herhangi bir şekilde terör veya korku yaratmasını da yasaklamıştır. Doğrusu, savaşa dâhil olmayanlar ve sivillere iyi davranılmalı ve kendilerine karşı hiçbir haksızlık yapılmamalıdır. Bundan başka o, Müslüman orduların, sıradan sivillere endişe ve rahatsızlık verebilecek şekilde, şehirler ve civarlarda üs veya kamp kurmamalarını da emretmiştir. O buyurmuştur ki, savaş esnasında askerler düşmanlarının yüzlerine vurmamalıdır ve kendilerine mümkün olan en az zarar ve sıkıntı verilmelidir. Savaş esirleri yakalandıklarında, kendileri gibi hapsedilmişlerse, akrabalarından ayrı tutulmamalıdırlar. Ayrıca, savaş esirlerini rahat ettirmek için her türlü çaba gösterilecektir, öyle ki, onların rahatı ve ihtiyaçları kendilerini esir alanlarınkinden daha öncelikli olmalıdır. Eğer bir Müslüman bir savaş esirine karşı herhangi bir zulüm veya sertlik suçu işlerse, telafi etmek için onu derhal serbest bırakmalıdır.
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (sav) diğer bir talimatı da şudur ki, başka ulusların temsilcilerine ya da elçilerine büyük saygı gösterilmeli ve bu kişilerin hataları ya da saygısızlıkları barış ve uyum adına görmezden gelinmelidir.
İşte bunlar barış için İslam’ın temel kurallarıdır ve Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur ki, eğer bir Müslüman bu ilkeleri çiğnerse, bu onun adalet için savaşmadığını, aksine zulüm vermek üzere, keza kendi çıkarları için savaştığını gösterir. Hiçbir şüphe olmadan, her Müslüman ulus ve hükümet bu İslami öğretilere bağlı kalmalıdır. Dini bir kenara bırakırsak, şuna da inanıyorum ki, eğer gayrimüslim uluslar bu ilkeleri benimsemiş olsalardı, savaşlar meydana gelse bile bunlar, nesiller boyu devam eden böylesi köklü düşmanlıkların oluşmasına yol açmazlardı. Dolayısıyla, ister İslam dünyasına düşmanlık besleyen Batılı uluslardan, isterse Müslüman ülkelerden olsunlar, savaşa katılmış tüm uluslar şunu anlamalıdırlar ki, barış ancak bu savaş ve çatışma çözümü ilkelerine göre hareket edilirse tesis edilebilir. Böyle olmazsa, hayal gücümüzün çok ötesinde muazzam bir yıkım ve katliama yol açacağı kuşkusuz olan feci bir küresel dünya savaşının eşiğinde bulunuyoruz.
Batılı Akademisyenlerin Anladıkları
Daha önce de söylediğim gibi, artık pek çok kişi aynı sonuca varmaktadır. Örneğin, Columbia Üniversitesi’nde son derece saygın bir ekonomist olan Profesör Jeffrey Sachs şöyle yazmıştır: “Dünya nükleer bir felaketin eşiğindedir, bunun en önemli nedeni de Batılı siyasi liderlerin tırmanan küresel çatışmaların nedenleri konusunda dürüst davranmamalarıdır.” O sözlerine şöyle devam etmektedir: “Batı’nın asil, Rusya ve Çin’in ise kötü olduğu yönündeki dur durak bilmeyen Batı anlatısı, cahilce ve olağanüstü tehlikelidir. Bu gerçeğin kendisi ile uğraşmak ve acil diplomasi yerine, kamuoyunu idare etmeye yönelik bir girişimdir.” Profesör Sachs sözlerini şöyle sürdürmektedir: “En önemlisi, tehlikenin had safhada olduğu bu dönemde, Avrupalı liderler, Avrupa güvenliğinin gerçek kaynağının peşinden gitmelidirler. ABD hegemonyasının değil, aksine Ukrayna’nın yanı sıra NATO’nun Karadeniz’e doğru genişlemesine direnmeye devam eden Rusya da dâhil olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinin meşru güvenlik çıkarlarına saygı duyan, Avrupa güvenlik düzenlemelerinin. Bu aşamada, Avrupa ve küresel güvenliğe giden gerçek yol askeri gerginlik değil, diplomasidir.” [1]
Bundan başka, İsrail ile Hamas arasında devam eden savaş ve Gazze’de her geçen gün daha da kötüleşen vahim insani durum hakkında çok şey yazılıp, konuşulmaktadır. Örneğin, kendisi de bir Yahudi olan ABD Senatörü Bernie Sanders, yakın zamanda verdiği bir röportajda İsrail hükümetinin eylemlerini şiddetle kınamıştır. O şöyle demiştir: “Netanyahu ve onun muhafazakâr hükümetinin şu anda Gazze’deki Filistin halkına yaptıkları tarif edilemez ve anlatılamaz. Demek istiyorum ki, hâlihazırda öldürülmüş 25-26 bin insanla karşı karşıyayız (kendisiyle görüşüldüğünde sayı buydu, şimdi bu rakamın üzerine çıkıldı), bunların üçte ikisi kadın ve çocuklardan oluşmaktadır. 65.000 kişi ise yaralanmıştır. Gazze’deki konutların %70’inin hasar gördüğünü ya da yıkıldığını görüyoruz. Evlerinden çıkarılmış 1,8 milyon insanla karşı karşıyayız ve onların nereye gittiklerini Tanrı bilir.” Senatör Sanders sözlerini şöyle sürdürmekte: “Şu anda, umarım herkes bunu duyuyordur, yüz binlerce çocuğun açlıktan ölme ihtimaline bakıyorsunuz. Ve biz Amerika Birleşik Devletleri’ndekiler, İsrail’e verdiğimiz mali destekle bu olup bitenin suç ortağıyız, keza ben, eğer Filistin halkına karşı bu savaşı sürdürsün diye Neteyahu hükümetine bir kuruş daha verirsem, lanetlenmiş olacağım.” [2]
Orta Doğu’da bir çözüme ulaşılıp ulaşılamayacağı ve bunun nasıl gerçekleşebileceği sorusuna Senatör Sanders şu yanıtı vermektedir: “Bölgenin geçmişi korkunç. Holokost ile 6 milyon Yahudiyle uğraştı, binlerce Filistinlinin evlerinden edilmesinin üstesinden geldi, ancak günün sonunda Filistin halkının kendine ait bir vatana sahip olma hakkı bulunmaktadır. Dolayısıyla iki devletli bir çözümden bahsediyoruz.”
Alıntı yaptığım iki kişiye ilaveten birçok başka yorumcu da, uzun süredir hakkında uyarıda bulunduğum dünyanın kritik durumu ile alakalı aynı sonuca varmaktadır. Bundan bir hoşnutluk duymuyorum, aksine bütün kalbimle umuyor ve dua ediyorum ki, çok geç olmadan dünya bilinçlensin ve yeryüzünde yaşanan acımasızlıklar ve savaşlara bir son versin. Kesin olarak görüşüm, İsrail ile Hamas ya da Filistin arasında tam bir ateşkes olması, keza Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta da tam bir ateşkes sağlanması gerektiği yönündedir. Bundan sonra, uluslararası toplumun bütün üyeleri, müttefiklerini daha fazla savaşa teşvik etmek yerine, umutsuzca ihtiyaç duyanlara yönelik yardım çalışmalarının arttırılmasını sağlamaya, keza kalıcı ve barışçıl bir çözüme odaklanmaya öncelik vermelidir. Buna mukabil, bu savaşların daha da tırmanmasına seyirci kalacak olursak, pek çok masum hayat daha kaybedilecek ve şüphesiz tarih bizi, kendi yıkımımız ve sefaletimizi hazırlayan kimseler olarak nefretle yargılayacaktır.
İslam’ın Yüce Peygamberi (sav), Müslüman askerlerin savaş sırasında halk arasında herhangi bir şekilde terör veya korku yaratmasını da yasaklamıştır. Doğrusu, savaşa dâhil olmayanlar ve sivillere iyi davranılmalı ve kendilerine karşı hiçbir haksızlık yapılmamalıdır. Bundan başka o, Müslüman orduların, sıradan sivillere endişe ve rahatsızlık verebilecek şekilde, şehirler ve civarlarda üs veya kamp kurmamalarını da emretmiştir. O buyurmuştur ki, savaş esnasında askerler düşmanlarının yüzlerine vurmamalıdır ve kendilerine mümkün olan en az zarar ve sıkıntı verilmelidir. Savaş esirleri yakalandıklarında, kendileri gibi hapsedilmişlerse, akrabalarından ayrı tutulmamalıdırlar. Ayrıca, savaş esirlerini rahat ettirmek için her türlü çaba gösterilecektir, öyle ki, onların rahatı ve ihtiyaçları kendilerini esir alanlarınkinden daha öncelikli olmalıdır. Eğer bir Müslüman bir savaş esirine karşı herhangi bir zulüm veya sertlik suçu işlerse, telafi etmek için onu derhal serbest bırakmalıdır.
Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (sav) diğer bir talimatı da şudur ki, başka ulusların temsilcilerine ya da elçilerine büyük saygı gösterilmeli ve bu kişilerin hataları ya da saygısızlıkları barış ve uyum adına görmezden gelinmelidir.
İşte bunlar barış için İslam’ın temel kurallarıdır ve Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuştur ki, eğer bir Müslüman bu ilkeleri çiğnerse, bu onun adalet için savaşmadığını, aksine zulüm vermek üzere, keza kendi çıkarları için savaştığını gösterir. Hiçbir şüphe olmadan, her Müslüman ulus ve hükümet bu İslami öğretilere bağlı kalmalıdır. Dini bir kenara bırakırsak, şuna da inanıyorum ki, eğer gayrimüslim uluslar bu ilkeleri benimsemiş olsalardı, savaşlar meydana gelse bile bunlar, nesiller boyu devam eden böylesi köklü düşmanlıkların oluşmasına yol açmazlardı. Dolayısıyla, ister İslam dünyasına düşmanlık besleyen Batılı uluslardan, isterse Müslüman ülkelerden olsunlar, savaşa katılmış tüm uluslar şunu anlamalıdırlar ki, barış ancak bu savaş ve çatışma çözümü ilkelerine göre hareket edilirse tesis edilebilir. Böyle olmazsa, hayal gücümüzün çok ötesinde muazzam bir yıkım ve katliama yol açacağı kuşkusuz olan feci bir küresel dünya savaşının eşiğinde bulunuyoruz.
Batılı Akademisyenlerin Anladıkları
Daha önce de söylediğim gibi, artık pek çok kişi aynı sonuca varmaktadır. Örneğin, Columbia Üniversitesi’nde son derece saygın bir ekonomist olan Profesör Jeffrey Sachs şöyle yazmıştır: “Dünya nükleer bir felaketin eşiğindedir, bunun en önemli nedeni de Batılı siyasi liderlerin tırmanan küresel çatışmaların nedenleri konusunda dürüst davranmamalarıdır.” O sözlerine şöyle devam etmektedir: “Batı’nın asil, Rusya ve Çin’in ise kötü olduğu yönündeki dur durak bilmeyen Batı anlatısı, cahilce ve olağanüstü tehlikelidir. Bu gerçeğin kendisi ile uğraşmak ve acil diplomasi yerine, kamuoyunu idare etmeye yönelik bir girişimdir.” Profesör Sachs sözlerini şöyle sürdürmektedir: “En önemlisi, tehlikenin had safhada olduğu bu dönemde, Avrupalı liderler, Avrupa güvenliğinin gerçek kaynağının peşinden gitmelidirler. ABD hegemonyasının değil, aksine Ukrayna’nın yanı sıra NATO’nun Karadeniz’e doğru genişlemesine direnmeye devam eden Rusya da dâhil olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinin meşru güvenlik çıkarlarına saygı duyan, Avrupa güvenlik düzenlemelerinin. Bu aşamada, Avrupa ve küresel güvenliğe giden gerçek yol askeri gerginlik değil, diplomasidir.” [1]
Bundan başka, İsrail ile Hamas arasında devam eden savaş ve Gazze’de her geçen gün daha da kötüleşen vahim insani durum hakkında çok şey yazılıp, konuşulmaktadır. Örneğin, kendisi de bir Yahudi olan ABD Senatörü Bernie Sanders, yakın zamanda verdiği bir röportajda İsrail hükümetinin eylemlerini şiddetle kınamıştır. O şöyle demiştir: “Netanyahu ve onun muhafazakâr hükümetinin şu anda Gazze’deki Filistin halkına yaptıkları tarif edilemez ve anlatılamaz. Demek istiyorum ki, hâlihazırda öldürülmüş 25-26 bin insanla karşı karşıyayız (kendisiyle görüşüldüğünde sayı buydu, şimdi bu rakamın üzerine çıkıldı), bunların üçte ikisi kadın ve çocuklardan oluşmaktadır. 65.000 kişi ise yaralanmıştır. Gazze’deki konutların %70’inin hasar gördüğünü ya da yıkıldığını görüyoruz. Evlerinden çıkarılmış 1,8 milyon insanla karşı karşıyayız ve onların nereye gittiklerini Tanrı bilir.” Senatör Sanders sözlerini şöyle sürdürmekte: “Şu anda, umarım herkes bunu duyuyordur, yüz binlerce çocuğun açlıktan ölme ihtimaline bakıyorsunuz. Ve biz Amerika Birleşik Devletleri’ndekiler, İsrail’e verdiğimiz mali destekle bu olup bitenin suç ortağıyız, keza ben, eğer Filistin halkına karşı bu savaşı sürdürsün diye Neteyahu hükümetine bir kuruş daha verirsem, lanetlenmiş olacağım.” [2]
Orta Doğu’da bir çözüme ulaşılıp ulaşılamayacağı ve bunun nasıl gerçekleşebileceği sorusuna Senatör Sanders şu yanıtı vermektedir: “Bölgenin geçmişi korkunç. Holokost ile 6 milyon Yahudiyle uğraştı, binlerce Filistinlinin evlerinden edilmesinin üstesinden geldi, ancak günün sonunda Filistin halkının kendine ait bir vatana sahip olma hakkı bulunmaktadır. Dolayısıyla iki devletli bir çözümden bahsediyoruz.”
Alıntı yaptığım iki kişiye ilaveten birçok başka yorumcu da, uzun süredir hakkında uyarıda bulunduğum dünyanın kritik durumu ile alakalı aynı sonuca varmaktadır. Bundan bir hoşnutluk duymuyorum, aksine bütün kalbimle umuyor ve dua ediyorum ki, çok geç olmadan dünya bilinçlensin ve yeryüzünde yaşanan acımasızlıklar ve savaşlara bir son versin. Kesin olarak görüşüm, İsrail ile Hamas ya da Filistin arasında tam bir ateşkes olması, keza Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta da tam bir ateşkes sağlanması gerektiği yönündedir. Bundan sonra, uluslararası toplumun bütün üyeleri, müttefiklerini daha fazla savaşa teşvik etmek yerine, umutsuzca ihtiyaç duyanlara yönelik yardım çalışmalarının arttırılmasını sağlamaya, keza kalıcı ve barışçıl bir çözüme odaklanmaya öncelik vermelidir. Buna mukabil, bu savaşların daha da tırmanmasına seyirci kalacak olursak, pek çok masum hayat daha kaybedilecek ve şüphesiz tarih bizi, kendi yıkımımız ve sefaletimizi hazırlayan kimseler olarak nefretle yargılayacaktır.
Gelecek Nesillerimizi Kurtarmak
Sonuç olarak, eğer gelecek nesillerimizi nükleer savaşın sebep olacağı radyasyonun kötü etkileriyle doğmaktan kurtarmak istiyorsak, onları mahrumiyet ve çaresizlikten kurtarmayı arzuluyorsak, keza kendimizi onların lanetlemesinden ve hayıflanmalarından kurtarmak istiyorsak, acil olarak ve bilgelikle hareket etmemiz gerekmektedir. Politikacılar ve siyaset yapıcılara erişimi olanlar, başkalarına karşı üstünlüklerini kanıtlamak üzere bencil bir arzu ile körleşmek yerine, insanlığın yararına olan şeylere uzun vadeli bir bakış açısıyla yaklaşmalıdırlar. Hepimiz ulusal, siyasi ve başkaca çıkarlarımızı bir kenara bırakıp, insanlığın hayrı için, keza gelecek nesillere müreffeh bir dünya bırakmamızı sağlamak üzere bir araya gelmeliyiz. Zamanın gerektirdiği, tüm enerjimiz ve çabalarımızı gerçek barışı tesis etmeye odaklamamızdır. Böylece eşitsizlik, nefret ve kan akıtılması ile tanımlanan bir dünya yerine, umut ve refah dolu bir dünyada yaşamamız mümkün olabilsin.
Bu sözlerle, tüm konuklarımıza bu akşam bize katıldıkları ve görüşlerimi dinledikleri için içtenlikle teşekkür ediyorum. Uzun konuştuğum için özür dilerim, ancak dünyanın istikrarsız durumu göz önüne alındığında bunu yapmam gerektiğini hissettim. Şükranlarımı sunarım ve bir kez daha hepinize en içten takdirlerimi ifade ediyorum. Çok teşekkür ederim.’
SON NOTLAR
-
- https://www.jeffsachs.org/newspaper-articles/h29g9k7l7fymxp39yhzwxc5f72ancr
- https://twitter.com/BernieSanders/status/1754921738880593967?lang=en
Kaynak: The Review of Religions
Tercüme eden: Mehmet Önder