Genellikle verilen cevap. “İyilik yap işte, kötülüklerden de sakın” şeklindedir. Ama herkesin çok iyi bildiği gibi birçok insan “biz Kûr’ân-ı Kerîm’i okuduk, hadis kitaplarını yaladık, Vâdedilen Mesih’in yazdığı kitapları da okuduk ama tam olarak günahtan arınmış, iyilikleri cezp etmiş sayılamayız. Şimdi söyleyin; bizim ilacımız nedir?” diyorlar. Bu gösteriyor ki yaklaşımımız klasik olmamalıdır. Biz bu soruya “tüm irade ve isteğe rağmen neden insan günahtan kurtulamıyor” açısından yaklaşmak durumundayız. Bu açıdan bakınca bu konuşmamın “İrfan-ı İlahi” adlı konuşmamla da kısmen örtüşeceğini hissettim ve bu yüzden o konuşmamı da bir daha okudum. Okuyunca fark ettim ki zaten ben orada bu konuları detaylı anlatacağım diye söz vermişim. Sözümü yerine getirme fırsatı verdiği için Rabbime şükrediyorum.
Sonra düşünmeye devam edince çok eski bir rüyamı hatırladım. Vâdedilen Mesih’in vefatından bir iki ay sonra bu rüyayı görmüştüm ve o zaman bir anlam verememiştim. Rüyamda kendimi namazdan sonra otururken gördüm ve elimde Abdülkadir Geylani hazretlerinin yazdığını sandığım “Minhacul-Talibiin” adlı bir kitap var. Yani “arayanların yolu”. Rüyamda bu kitabı okudum ve bir yere koydum. Sonra bunu Vâdedilen Mesih’in birinci halifesine vermem gerektiğini hatırladım ve kitabı aramaya başladım. Birde baktım ki bulamıyorum ama ararken başka bir kitap buldum. Tam o esnada dilim bu sözleri tekrar etmeye başladı;
[1]
yani “Rabbinin ordularını Ondan başka kimse bilmez.”
Sonra belki de AbdülKadir Geylani hazretlerinin böyle bir kitabı vardır diye birinci halifeye sordum. O da “bu isimde bir kitabı yoktur ama ‘Ganiyyatul Talibiin’ adlı bir eseri vardır” dedi. Daha da araştırınca bu isimde hiçbir yazarın bir kitabı olmadığını öğrendim. Sonra belki de benim bu isimde bir kitap yazacağım anlamı çıktığını düşündüm. Bu durumda “AbdülKadir” in anlamı kitapta yazacaklarımın benim zihnimin sundukları değil, Kadir olan Allah’ın bana öğrettikleri şeyler olacağı olacaktı. Bu sebepten bugünkü konuşmamın adını “Minhacul-Talibiin” koydum.
“İrfan-ı İlahi” ve “Necat” konularındaki konuşmalarla örtüşen kısmından bahsetmeyeceğim. Sadece sürekliliği için gerekirse özetle anlatacağım. Gerçek şudur ki önceki konuşmalarımda konunun ilmî tarafını anlatmıştım. Bugün ise daha çok pratik ve amellerle ilgili kısmını anlatacağım.
İnsanın yaratılışının gayesi nedir? Bu sorunun cevabını Kûr’ân-ı Kerîm kendisi vermiştir.
[2]
Yani Biz insanı sadece bir amaç için yarattık. Oda şudur ki Abd olsun. “Abd” Arapçada tezellül ve aşağılanmayı kabul eden birisi için kullanılır ve dolaylı anlamı başkasından etkilenip onun şeklini alan onun izini taşıyan birisidir. “Abd” başkasının hükümdarlığını kabul eder, izi ve nakşını üzerine almaya razı olur. Allah ise insanı sadece ve sadece Onun (Allah’ın) izini alsın diye, nakşını kabul etsin diye yarattığını söylüyor. Eğer hayatımızın gayesi ve amacı buysa bunu yerine getirmek için tek çare Allah’ın sıfatlarını cezbetmektir[3].
Peygamberlerin yollanmasının arkasında ki gaye de budur. Kûr’ân-ı Kerîm şu şekilde buyuruyor;
[4]
Bu Hz. İbrahim’in duasıdır. Diyor ki “Ya Rabbim; Onlara öyle bir resul gönder ki onlara ayetlerini okusun, şeriatı açıklasın, hikmetini anlatsın ve kalplerini temizlesin. Şüphesiz ki sen Galipsin, Hikmet sahibisin.”
Bu dua gösteriyor ki peygamberlerin amacı imanı kuvvetlendirip, ilim vermektir. Arkasından şeriatını anlatıp hikmetini açıklamaktır. Yani önce ilim sonra amelle ilgili eğitim vermektir. Böylece bu eğitime gönüllü olarak katılmak isteyenleri pak edip, kalplerini temizleyip Allah’ın meclisinde oturabilmek için hazırlamaktır, buna layık kılmaktır.
Cemaatimiz için bu soru herhangi bir soru değildir. Bir ölüm kalım meselesidir. Biz Allah’ın günümüzde yollamış olduğu bir peygamberi kabul eden cemaatiz[5]. O da bize Allah’ın ayetlerini okumuştur, anlatmıştır, hikmetlerini beyan etmiştir. Eğer ona inandıktan sonra da kalbimiz temizlenmezse, günahlarımızdan kurtulamazsak, inanmış olmanın ne anlamı kalır? Mevlevi Burhanuddin Cehlemi son derece ihlâs dolu bir arkadaşımızdı. Bir seferinde Vâdedilen Mesih, müminin derecelerini anlatıyordu. Konuşması bitince Mevlevi Bey hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sonra Vâdedilen Mesih’e döndü ve “önce ben vahhabi[6] oldum ve neticesinde toplumdan baskı gördüm, ezildim. Sonra sizi kabul ettim ve yine toplumdan aynı muameleyi gördüm, zulmedildim. Ama bu kadar zorluk çekmeme rağmen hala bir şeye benzeyemedim”. Yani bir peygambere inandıktan sonra da eğer değişmiyorsak bunun ne anlamı vardır! Oysa gerçekten hayat veren birisinin eline elimizi vermiş birisi gibi değişmemiz gerekir. Hatta sanki Allah’ın eline elimizi vermişiz gibi bir sonuç almamız gerekir. Bunu başaramazsak kalan her şey birer hiçtir. Hele bir bakınız; Vâdedilen Mesih bizden neler istiyor, nasıl da yanlış yapmayalım diye korkutuyor. Nefsin tezkiyesi konusunda nasihat verirken diyor ki;
Nefsin tezkiyesi Yaratan ve yaratılan, her ikisinin haklarını verince, riayet edince olur. Allah’ın hakkı şudur ki nasıl dilimizle O’nun tek ve eşi benzeri olmadığını söylüyorsak, gerçekten amellerimiz de bunu göstersin. Herhangi bir mahlûkla bir tutulmasın. Yaratılanın hakkı da şudur ki kimseye karşı kişisel kin beslenmesin, önyargı olmasın, kasıtlı fesat yapma girişimleri olmasın, birbirini çekiştirmek olmasın. Ama bütün bu hedefler daha uzaktır. Daha aranız tertemiz değildir ki. Sitem etmek de vardır, yakınmak ve sızlanmak da. Gıybet de olduğu gibi kardeşlerinizin haklarını gasp etmek de yok değildir. Oysa Allah aynı vücudun birer uzvu olan parçalar gibi olmadıkça felah[7] yoktur, kurtuluş yoktur diyor. Kardeşiyle olan muamelesi tertemiz olmayan birisinin Allah ile de muamelesi eğridir. Muhakkak ki Allah’ın hakkı daha fazladır ama bu hak veriliyor mu ancak kardeşlerinin haklarının verilmesiyle anlaşılabilir. Kardeşiyle olan ilişkisi dosdoğru olmayanın Allah ile olan ilişki de tertemiz değildir. Bu kolay bir şey değildir, son derece zordur. Gerçek sevgi başkadır, münafıkların sevgisiyse başka. Bir müminin diğer mümin üzerinde hakları vardır. Kardeşi hastalanırsa bu ona bakar, vefat ederse cenazesine gider. Küçük şeyleri konu bile etmez, affeder. Allah sizin şu anki gibi yaşamanıza razı olmaz. Gerçek kardeşlik yoksa cemaat da yoktur.”[8]
Bunlar takva ile ilgili Vâdedilen Mesih’in nasihatleridir. Eğer hayatımızın gayesini yerine getirmek istiyorsak, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile Vâdedilen Mesih’in misyonlarına katkıda bulunmak istiyorsak, hayatlarımızı takvayla doldurmak zorundayız.
Şimdi kâmil insanın tarifini yapalım. Nasıl ki tıbba göre sağlıklı bedenin tarifi vardır, aynı şekilde ruhani dünyada sağlıklı ruhun yani kâmil insanın da tarifi mümkündür.
Hatırlamaya değerdir ki kâmil olması için insanın;
a) Yaratanla ve
b) Yaratılanla
muamelesi doğru, tam ve tertemiz olması gerekir. Vâdedilen Mesih’in bize anlattığı gibi bunların ikisi şarttır. Aynı anda olmaları şarttır.
Yaratılanlarla olan muamele de ikiye bölünür;
Kendisiyle olan muamele; Peygamber Efendimiz bu konuda
demiştir. Yani senin kendi nefsinin hakları vardır.
Diğeri yaratılanlarla olan muamele
Kendisiyle olan muamele yine ikiye bölünür;
İnsan kalbinin ve ruhunun durumunu kirleten her şeyden sakınsın
Kalbinin ve ruhunun temizlenmesini sağlayan her şeyi yapsın.
Diğer yaratılanlarla olan muamele de üçe bölünür;
İnsanlığın tüm bireyleriyle ve fertleriyle muamelesi dürüst ve tertemiz olsun
İnsanlığın grup olarak ortaya çıkardığı kitlelerle muamelesi dürüst ve tertemiz olsun. Örneğin ülkelerle ve büyük cemaatlerle vs.
İnsan dışında diğer mahlûklarla muamelesi dürüst olsun.
Bunlar da ilk grup gibi iki türlü hareket etmemizi gerektirir.
İnsanlarla veya diğer mahlûklarla ilişkisini bozan her tür şeyden sakınsın
İnsanlarla veya diğer mahlûklarla ilişkisini iyileştiren, ihsan seviyesine götüren, tertemiz kılan her tür şeyi yapsın.
Sonra Allah ile olan ilişkinin de iki şıkkı vardır.
Allah ile olan ilişkiyi zedeleyen her işten sakınsın
Allah ile olan ilişkiyi iyileştiren her işi yapsın
Şimdi de din’in ne olduğunu anlatacağım çünkü bütün bunların yapılması veya sakınılması zaten dindir, mezheptir. Hatırlamaya değerdir ki din’in iki şıkkı vardır.
Ahlak
Ruhaniyet
Birçok insan bu hatayı yapar ve “din demek ahlak demek” der. Ahlakı iyi olan “dindardır” derler. Oysa böyle birisi ancak olayın yarısını anlamıştır. Dindar ve Muttaki[9] kelimesi onun için kullanılmaz.
[1] Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîmin de ayetidir.
[2] Zâriyat (51) sûresi, ayet 57
[3] Sıfatları cezp edince insan Allah’ın izini ve nakşını almış olur. Nasıl ki bir mührün izini alan yumuşak madde mührün izini taşıyorsa, mühre benzemeye başlıyorsa, aynen o şekilde insanda Allah’ın sıfatlarının mührünün etkisinde kalınca, onların nakşını kabul edince Ona benzemeye başlar.*
[4] Bakara (2) sûresi, ayet 130
[5] Ahmedi Müslümanların tarihçesi ve kim olduklarını anlamak için “Davet-ül-Emir” eserine bakınız.
[6] Çeşitli İslam mezheplerinden birisi.
[7] Tüm dinler daha çok Necat yani kurtuluştan bahsederken, İslamiyet Felahtan bahseder. Bu farklı bir kavramdır. Detaylar için bu kitabın “Necat” adlı bölümüne bakınız.
[8] Bedir gazetesi 1908.
[9] Takva sahibi: Allah’ın neden hoşlanacağı ve neden hoşlanmayacağını sürekli aklında tutan, ona göre hareket eden birisi.