16 Ekim 2008 Berlin’de inşa edilen Hatice Cami’nin açılış gününde Vâdedilen Mesih’in V. Halifesi Hz. Mirza Masrur Ahmed’in konuşmasıdır.
Değerli konuklarımız
Bugün hafta sonu değil bir iş günüdür. Öncelikle bunca yoğunluğunuz ve yorgunluğunuza rağmen bu günkü programa katılmak için buraya gelmenizden ötürü hepinize içtenlikle teşekkürlerimi bildirmek isterim. Ayrıca, bu caminin inşasıyla ilgili birtakım önyargılar bulunmasına ve birtakım kesimler tarafından açıkça protesto edilmesine rağmen buraya kadar gelip büyük bir cesaretle bizi desteklediniz. Bu konuda özellikle bu bölgenin belediye başkanına teşekkür ederim. Bir tarafta küçük bir azınlık tarafından İslamiyet’e karşı öfke ve nefret gösterilirken diğer taraftan büyük bir çoğunluğu oluşturan aydınların bütün bu protestolara ve haksızlıklara aldırmadan bizi desteklemeleri de şüphe edilemez bir gerçektir. Onlar gerçeği ararken insanlık ve merhametlerini de sergilemektedirler
Müslüman Ahmediye Cemaati Alman devletine ve halkına da müteşekkirdir. Çünkü onlar kendi vatanlarında haksızlıklara maruz kalıp çok şiddetli ruhsal ve fiziksel terörle karşı karşıya kalan Ahmedi Müslümanlara gönüllerini açtılar. Bu öylesine büyük bir terör ki onlara yuvalarından göç etmekten başka bir çare bırakmamıştır. Bundan dolayı Ahmedi Müslümanlar bu gerçeği hiçbir zaman unutmayıp daima şükran duyguları içindedirler. Bu vesile ile bu ülkenin barış ve huzurunu bozan herhangi bir söyleve katılmamız mümkün olmadığı gibi bizi protesto edenlere de karşı değiliz. Onların önyargılarının izalesi için çabalamakta ve Yüce Allah (c.c.) huzurunda dua etmekteyiz. Bugün bir gazeteci, bana bu konuyla ilgili bir soru yönelttiğinde de aynı şekilde karşılık verdim. Keşke onlar da Almanya’da yaşayan ve gerçek manada bu ülkeyi kendi vatanları gibi benimseyen Ahmedileri tanıyabilseler. Buraya kadar gelip bizi tanımak ve görmek isteyen sizlere gelince, eğer İslamiyet’le ilgili her hangi bir önyargınız varsa bu ilk toplantıda onun giderilmesi temennimiz ve duamızdır.
Anne babaları göç edip bu ülkeye gelen gençlerimiz ve çocuklarımız, çok samimi Ahmedi Müslüman’dırlar. Ama Ahmedi Müslüman olmaları onların Alman toplumuna entegre olmasına engel değildir. Bizi uzun müddetten beri tanıyan Almanlar, Ahmedi Müslümanların bu ülkeye ve halkına ne derece vefalı olduğunu iyi bilirler. Ahmedi Müslüman gençlerin bu topluma entegre oldukları artık bir gerçektir. Onlar ana dillerini unutmuş olup evlerinde Almanca konuşmaktadırlar. Hatta “rüyalarını dahi almanca olarak görmektedirler” diyebilirim. İşte epeyce Alman kadın ve erkeğin Ahmedi Müslüman olmasının nedeni de budur. Almanya Cemaati Amiri’nin (başkan) Alman olması bu halkla kaynaşmamızın bir örneğidir. Onun bu makamda bulunması, “Amirimiz mutlaka Alman olsun veya Alman devletinden bir fayda elde edilsin” şeklindeki siyasi bir ihtiyaçtan kaynaklanmamaktadır. Aslında Amir veya Sadr makamında oturan bir kişi seçilir. İşte Almanya cemaati Amiri, ciddiyeti, fedakârlığı ve iyiliğinden ötürü cemaat üyeleri içinde meziyet ve değer kazanmıştır. Diğer Alman erkek ve kadın Ahmedi Müslümanlar arasında çok temiz, nezih, gerçek manada dindar, iman sahibi ve her şeyi İslam-Ahmediyet için feda etmiş bilgili bir kişi de vardır. O da Hidayatullah Hübsh Bey’dir. Kendisi cemaat içinde ve dışında birçok kitap yazmıştır. Ayrıca birçok gazetede de makale yazmaktadır. Alman Ahmedi Müslümanların hepsi ihlâs ve dindarlıkta çok çabuk ilerlediler. Çünkü kucakladıkları gerçeğin onları, peşinden koştukları maddiyattan uzaklaştırıp, Allah’a (c.c.) yaklaştırdığını gördüler.
Hangi ülkeye mensup olursa olsun, bir Ahmedi Müslüman elinden geldiğince Allah’ın emirlerine uymaya çalışır. Her Ahmedi Müslüman’ın hedefi, iyilikte ilerlemek, her an Allah’ı anmak ve inancımızı tanımlayan “herkesi sev ve kimseden nefret etme” şeklindeki ülküsünü unutmamaktır. Bütün dünyayla paylaşmak istediğimiz ve yaymak için çabalamakta olduğumuz mesaj işte budur.
Beni dinleyen bazı kimseler bu sözleri “kulağa hoş gelen sözler” ancak “İslam dünyasının çoğu gerçek İslam’ı aksettirmemektedir” diye düşünebilir. Maalesef dünya İslamiyet’i sadece fundamentalizm ve terörle eş tutmaktadır. Bu konuda düşündükleri de: “İslamiyet’in zorbalıkla yayılmış bir din olduğu ve Müslümanların ise geçmişte olduğu gibi bugünde aynı şeyi uyguladıkları yönündedir.” Bundan dolayı insanlar: “Müslüman Ahmediye Cemaati’nin İslamiyet’i sevgi dini olarak tanıtmasının, bu devirde kendini dünya muhalefetinden korumak içindir” diye düşünebilirler. Ama ben sizi “Müslüman Ahmediye Cemaati’nin sunduğu İslamiyet’in gerçek İslam olduğunu ve İslamiyet’in güce veya kılıca ihtiyacı olmadığını” temin ederim. İşte bu inançtan dolayı Müslüman Ahmediye Cemaati birçok İslam ülkesinde muhalefet ve türlü şiddete maruz kalmaktadır.
Bu cami’nin temelini atmaya geldiğimde, protesto etmek için yürüyüş düzenleyen muhalif bir grupla karşılaşmıştım. Onlar bu tutumlarını hala sürdürmekte olup en azından kısa bir zaman öncesine kadar bundan vazgeçmemişlerdi. O gün onlar dışarıda bağırıp-çağırmaktayken, değerli misafirlerimize birkaç söz söylemiştim. Müslüman Ahmediye Cemaati tarihinin muhalefetlerle dolu olup, bu tür muhalefetlerden hiç korkmadığımızı hatırlattım. Muhalefet ve protestolara rağmen bu bölgedeki saygıdeğer halkın o günkü programa katılmış olması bizi sevindirmişti. Ayrıca dışarıdaki polisin varlığı da Alman devletinin insaflı ve adaletli tutumunu sergilemekteydi.
Kısacası ben şunu anlatıyordum: Müslümanların çoğunluğunu oluşturan grupların görüşleri birbirleriyle ters düşmekteyken, aklınıza “Müslüman Ahmediye Cemaatinin sunduğu İslamiyet’in gerçek İslam olduğunu neden kabul edelim?” şeklinde bir soru gelebilir. Bu konuyla ilgili yanlışlıkların giderilmesi için sınırlı olan zamanımız içinde birkaç söz söylemeye çalışacağım. Vakit darlığından dolayı bu konuyu aydınlığa kavuşturmam mümkün olmasa dahi, özetini birkaç cümle içinde anlatmaya çalışacağım.
İslamiyet’in yayılışı ve şiddet suçlamasına gelince; bu konuyla ilgili direk olarak, Kuran-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) uygulamasına (sünnetine) başvurmamız gerekir. İnsaf ve adalette bunu gerektiriyor.
Allah (c.c.) Kuran Kerim’de:
“Dinde zorlama yoktur. ” buyurmaktadır. Bazı eleştirmenler bu ayet “Müslümanlar güçsüzken ve Mekkeliler tarafından çeşitli şiddet olaylarına maruz kaldıkları bir zamana aittir” derler. Ama bu yanlıştır. Çünkü bütün deliller bu surenin Medine’de indiğini göstermektedir. Medine devrine gelince, o zamanlar İslam devleti zaten kurulmuştu. İşte bu emrin Medine döneminde inmiş olması da, açıkça Allah’ın dinde hiçbir şekilde zorlama istemediğini göstermektedir.
Allah’ın mesajını iletmek peygamberlerin görevidir. İnancımıza göre, insanoğluna gelen peygamberler vazifelerini yerine getirdiler. Allah (c.c.), Kendisi’ne ibadet eden, O’nu ve yaratıklarını seven bir kişiyi gönderdiği zaman, gönderilen elçi ilahi mesajı insanoğluna iletir. Bir peygamber zaten Allah’ın (c.c.) dünyaya öğüt olarak yolladığını iletmek üzere gönderilir ve bütün kalbiyle bu ilahi öğretinin insanlar tarafından kabul edilmesini temenni eder. Musa (a.s.) Firavun’un karşısına çıktığında büyük bir cesaretle ve İsa (a.s.) ise devrin güçleri tarafından üzerine musallat edilen bütün zorluklara rağmen görevlerini yerine getirmiştir. Bunlara katlanırken bir tek amaçları vardı: İlahi öğretinin yerine ulaştırılması.
İnancımıza göre Hz. Muhammed (s.a.v.) şeriat sahibi son peygamberdir. Kendisi Allah tarafından gönderildiğinde, samimi arzusu Arabistan dâhil bütün dünyaya getirdiği öğretinin yayılmasıydı. Bunun için üzüntülü, kaygılı ve sabırsız olup büyük bir gayretle dua etmekteydi. Onun bu büyük üzüntüsünü anlatmak için Allah(c.c.), Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Bu muazzam kelama inanmazlarsa, onlar için kaygılanıp üzüntüden kendini helak mi edeceksin. ”
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) üzüntüsü işte böyleydi. Hâlbuki inancını kılıç ve zorbalıkla kabul ettirmek isteyen kimse, hedefine ulaşamayınca üzülmeyip tersine öfkelenir. Sadece, İnsanoğlu için sempati ve merhamet duygularını taşıyan ve sahip olduğu hazineyi onlarla paylaşmak isteyen kimse üzülür. Her neyse Allah (c.c.):
“Bu muazzam kelama inanmazlarsa, onlar için kaygılanıp üzüntüden kendini helak mi edeceksin ” buyurmaktadır. Çünkü hidayete kavuşturmak Allah’ın işidir. Allah tarafından gelen öğretinin bir hakikat olup kabul edilmesi insanoğlunun lehine olduğu halde, onu kabul edip etmemekte serbesttirler. Kabul veya reddetmek kendilerine kalmıştır. Ahmedi Müslümanların inanışına göre, böyle bir kimsenin durumu Allah (c.c.) ile kendisi arasındadır.
Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de:
“Eğer Allah yalnız kendi isteğini uygulasaydı, yeryüzünde bulunan insanların hepsi inanırdı. (Allah kimseyi imana zorlamazken) sen mi insanları, iman etsinler diye zorlayacaksın? ” buyurmaktadır.
Bu ayet-i kerimede, hidayete kavuşturup kavuşturmamanın Allah’a ait olduğu anlatılmaktadır. İnsanoğlunun iman sahibi olması, salih amel işlemesi, bir tek Allah’a ibadet etmesi ve maneviyatta ilerlemesi, bunların hepsi Rabb’ın isteğidir. Ama buna rağmen doğru ile yanlış arasında tercih yapmanın insanoğluna bırakıldığı bu ayetten anlaşılmaktadır. Allah (c.c.) Peygamberine: “Ben onlara bu hakkı vermişken sen onları nasıl zorla imana kavuşturabilirsin?” buyurmaktadır. İşte buradan bir peygamberin rolünün: “Allah’ın mesajını iletmek ve yaymak” olduğu anlaşılmaktadır. Gönüllerinin değiştirilip değiştirilmemesi Allah’ın elindedir. Zorbalıkla dininin değiştirilmesi söz konusu olamaz.
Kılıç ülkeleri fethedebilir ama gönüllere söz geçiremez. Güç ise düşünceleri değil, sadece başı eğdirebilir.
Zorbalık gönülde bir değişiklik yaratamaz. İsteksiz bir gönül toplumun lehine değil aleyhinedir. O toplum için bir kayıp olup zarar kaynağıdır. Özetle, din ve inanç değişikliğinde hiçbir şekilde zorbalık olmayınca, en ufak aşırılığın mevcudiyeti dahi düşünülemez.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetinde bu konu gün gibi aşikârdır. Savaş esirleri hiçbir zaman güç kullanmak suretiyle köleleştirilmedi ve dinleri zorla değiştirilmedi. Aslında yaygın olan geleneğe göre, savaş esirleri fidye alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Bedir Savaşı’ndaki esirlere yapılan muameleyi tarih bize aktarmıştır. Tarafsız davranan oryantalistler de bunu kabul etmektedirler. Bu savaş Müslüman ve Mekkeli kâfirler arasında yaşanan ilk savaştır. Bu savaş esnasında birkaç kâfir Müslümanlar tarafından esir alınmıştı. Bu esirler fidye ödeme gücüne sahip değildi ama okumayı yazmayı biliyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), birkaç çocuğa okuma-yazma öğrettikleri takdirde serbest bırakılacaklarını bildirdi. Bu örneğe dikkatinizi çekmek isterim: Ellerinde doğru düzgün silahları dahi bulunmayan Müslümanları istila edip onları yok etmek isteyen ve savaşı başlatmaktan sorumlu bu düşman kuvvetleri yenilgiye uğradıklarında, onların esir düşen taraftarlarının büyük bir kısmı serbest bırakılmıştır. Zorla İslamiyeti kabul ettirmek bir yana, o devirde yaygın olan geleneklerin tersine savaş esirleri köle olarak tutulmadı. Aksine birkaç çocuğa birkaç kelime öğrettikten sonra serbest bırakıldı. Kuran öğretisinin uygulaması konusunda bundan daha şık ve zarif örnek olabilir mi? Bu olay zorbalık ve aşırılıktan söz edenlere kısa bir cevaptır.
Barışın yerleştirilmesi ve korunması için İslamiyet’in öğretisine gelince, Kuran-ı Kerim şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmaktan alıkoymasın. Adaletli olun; bu, takvaya daha yakındır. Allah’a takva edinin. Allah yaptıklarınızı kesinlikle bilmektedir. ”
İşte bu öğretiye göre, gerçek Müslüman insaflı ve adaletli davranmak zorundadır.
Çünkü sadece adaletin sağlanmasıyla barış yerleşir. Ve bu daha sonra karşılıklı ilişkilerin ilerlemesine yol açar. Adaletin yerleşmesi hiçbir kuşkuya mahal bırakmaz. Kuşku ve şüphe dünya barışını yok eden temel unsurdur. Fesat ve isyan çıkarmak isteyenler insanların içine kuşkuyu yerleştirmeye çalışırlar. Özetle; gerçek Müslüman kendisine büyük zarar vermiş olan düşmana karşı dahi adaletli davranmak zorundadır. Çünkü bu emri ancak takvadan uzak ve yoksun kimse çiğneyebilir.
Bir taraftan “Allah için çalışmaktayız“ şeklindeki iddia ve öte yandan yaratıklarına karşı insafsız ve adaletsiz davranılması tezatlarla dolu bir davranıştır. Gerçek adalet, birisiyle olan düşmanlığımızın ve savaşımızın harp meydanına kadar sınırlı tutulmasını gerektirir. Düşmanlarına insaflı davranmayan ve onları haksız yere rahatsız eden kimse adaletten yoksundur. Bundan sakınılması gerekir. Gerçek bir Müslüman Allah’a güvenir. Yaptıklarının Allah tarafından gözetildiğini ve O’nun bundan haberdar olduğunu bilir. Hiç kimse Allah’ı (c.c.) kandıramaz. İşte bundan dolayı, O’nun istediği şekilde adaletin uygulanması gerekir.
İkinci Halife Hz. Ömer (r.a.) zamanındaki vuku bulan bir olay İslam Tarihi’yle beraber bizlere kadar ulaşmıştır. Nakledilen olay şöyle cereyan etmiştir: Bir gün Hz. Ömer gayrı Müslim birisini dilenirken görünce ona bunun sebebine sordu. Oda “ne yapayım? Ömer cizye uygulamaktadır. Hâlbuki ben yaşlı birisiyim, çalışamıyorum ama bu vergiden muafiyetim yok” diye cevap verdi. Bunu duyan Hz. Ömer (r.a.) hemen ilgili makama bu adamdan vergi alınmayacağını, ayrıca bu durumdaki bütün insanların geçim ve bakım masraflarının hazine tarafından ödeneceğini emretti. Tarihin aktarmış olduğu tek hadise bu değildir, tersine buna benzer birçok olay vardır.
O devirde kaynaklar az ve sınırlı olmasına rağmen adalet standardı işte bu şekildeydi. Bir gayrı Müslim olmasına rağmen ona bütün hakları ödeniyor ve böylelikle Hz. Ömer adaletin gereklerini yerine getiriyordu. İşte bu ve buna benzer olaylardan dolayı bölgede barışın yerleşmesi sağlandı. İşte sayılamayacak kadar çok olan bu tür örnekler hem “İslamiyet zorbalıkla yayıldı” şeklindeki itirazlara verilebilecek en güzel cevap hem de bu iddiaları bertaraf etmekte en kuvvetli delillerdir.
Şimdi de sınırlı olan zamanımızı dikkate alarak caminin açılışla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Daha önce de bahsettiğim gibi, Müslüman Ahmediye Cemaati bu şehirde bir cami inşası üzerinde plan yaparken bir grup tarafından şiddetli muhalefet sergilenmişti. Onlar burada cami inşa edilmesini istemiyorlardı. Diğer taraftan ise başka bir grup da bu projeye destek vermişti. Şimdi bu gün cami inşası tamamlanmış olup hep birlikte açılışını yapmış bulunmaktayız. Bu sebeple burada camimizin inşasına rıza göstererek bizlere destek olanlara bir kere daha teşekkür ederim.
Camiye muhalefet edenlerin en büyük itirazı ise “İslam dininin her sahada aşırılıktan yana olduğu ve gayrı müslimlere karşı hoş görülü olmadıkları yönünde olup Müslümanların bir türlü topluma entegre olamadıkları” şeklindeydi. Ben biraz önce aşırılık ve barış konusundaki itirazlara açıklık getirdim.
Şimdi de Müslüman olmayanların kafasında uyanan başka bir konuya değineceğim. O da terörizmdir. Çünkü bu konu ve cami inşası arasında bir ilişki kurmuşlardır.
Bu konuda itiraz edilmesinden sadece itiraz edenler sorumlu değildir. İslamiyet ile ilgili böyle bir intibaın (imajın) uyanmasından bazı Müslüman grupların sorumlu olduğunu kabul etmekten çekinmeyeceğimi bildirmek istiyorum. Ama işledikleri utanmaz suçların İslamiyet’le uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Yaptıklarından dolayı İslamiyet’in adı kötüye çıkmaktadır. Onlar dünyayı bir çatışma sahası haline getirip dünyanın İslamiyet’ten uzak durmasına sebep oldular.
Bazı Müslüman ülkelerde cami ve medreselerde terörist gruplar yetiştirildi. Onlar dünya barışını yok ettiler. Ama ben az önce “Ahmedi Müslümanların İslamiyet’in gerçek öğretisine uyduğunu ve İslam’ın ise adalet ve barışın yerleştirilmesini emrettiğini” sizlere açıklamıştım. Camilerimizi tek olan Allah’a ibadet etmek için inşa etmekteyiz. Bunun dışında hiçbir gayemiz yoktur. Ama ne yazık ki, batı dünyasında camiler “cihat” adı altında terör yapan gruplarla ilişkilendirilmektedir. Bu çok üzücü bir durumdur.
Cihat konusuna gelince, Kuran-ı Kerim’de savaş emri sadece Allah’a ibadet etmekten alıkoyanlara karşı verilmiştir. Bunun sebebi de şudur: Eğer böyle bir emirle Allah’ın ibadetine engel olan kâfirler durdurulmasaydı dünya barışı tehlikeye girerdi. Onlar, dini ne olursa olsun herkesi ibadetten alıkoyacaklardı. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bu konuyla ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine karşı savaş açılanlara da, zulüm gördükleri için, savaşmalarına artık izin verilmiştir. Onlara yardım etmeye Allah’ın gücü yeter. Bunlar, “Allah Rabbimizdir!” dedikleri için, hiçbir meşru sebep olmadan evlerinden çıkarılan kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan camiler yıkılırdı. Allah, kendisine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah, son derece güçlü ve galiptir. ”
İslam tarihini bilen kimse, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve ashabının birçok zulüm ve şiddete maruz kaldığını bilir. Kâfirler Müslümanları kızgın demirlerle dağlarlardı. İman edenler şiddetli güneş altında kızgın kumların üzerine yatırılıp, göğüslerine ağır taşlar konulurdu. Ayakları iki deveye bağlanıp develerin ters istikamete koşturulmaları neticesinde bağlanan kişi ikiye bölünürdü. İşte o zalimler Müslümanlara bu şekilde şiddet uygulayıp onları şehit ederlerdi. Mekkeliler tarafından uygulanan bir boykot sonucunda Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve ashabı iki buçuk sene bir vadi içinde mahsur kaldılar. Yiyecek ve içecek kısıtlı olduğundan, açlık ve susuzluk çekmek zorunda bırakıldılar.
Allah Müslümanlara Mekke’den Medine’ye göç emrini verdi. Ama Mekkeliler Medine’ye de saldırdı. Bunun üzerine Allah (c.c.) karşılık vermelerini istedi. Karşılık vermedikleri takdirde, manastırlar, kiliseler, havralar ve camiler bunların hepsi yıkılırdı. Söz konusu emirde bize anlatılan şudur; “eğer zorbalıklara engel olunmazsa, o zaman kesinlikle zulüm ve haksızlık egemen olacaktır.” İşte böyle olağan üstü durumlarda zorbalıklara engel olmak, barışın korunması ve adaletin yerleşmesi için savaşa izin verilmiştir.
Bu devirde sürdürülen savaşlar iddia ettiklerine göre barışı sağlamak için yapılmaktaymış. Bu iddianın ne derece doğru olup olmadığını yalnız Allah bilir. Ama Kuran-ı Kerim’de cihat Allah’ın ibadetine engel olanları durdurmak ve böylelikle barış ve adaletin sağlanması içindir.
Barış sağlandıktan sonra savaşa devam etmek için bahanelere başvurmak Kuran-ı Kerim tarafından yasaklanmıştır. Ahmedi Müslümanlar bu öğretiye uymakta ve cihadın sadece barış ve adaletin yerleşmesi için müsaade edildiğine inanmaktadırlar. Bu cihat ferdin yahut bir grubun işi değil tersine devletin vazifesidir. Yasaları kendi eline alan bu tür cihat taraftarı gruplar dünya barışını tehdit etmektedirler.
Demin bahsettiğim Kuran-ı Kerim öğretisi ışığında, korunmaya muhtaç olan bir kilise veya sinagog, bir Ahmedi Müslüman’ı yardıma çağırdığı zaman o, yardımcı olmak zorundadır. Dini ne olursa olsun, her hangi bir inanç, adaletin yerleşmesi için bir Ahmedi Müslüman’ı davet ettiğinde, Ahmedi onun yanında olmalıdır. Bundan dolayı, muhaliflerimizin bizi yanlış anladıkları ortadadır. Onlar yersiz kaygıya kapılmasınlar. İnşa ettiğimiz caminin herhangi bir cihat gurubuyla veya terörizmle ilişkisi yoktur. Bu cami sadece Allah’a ibadet etmek için inşa edilmiştir.
Ezan okunduğunda Allah’ın büyüklüğü ve vahdaniyeti ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a.v.) O’nun peygamberi ve elçisi olduğu vurgulanmaktadır. Bu ezan dünyayı cennete çevirip, hayrımızı ve iyiliğimizi isteyen Allah’a ibadet edilmesini hatırlatır. O, yarattıklarını çok sever ve onları sevgi yoluna iletir.
Bu camimizden sevgi ve uzlaşma, adalet ve barış sesi haricinde başka bir ses yükselmeyecektir. Sizler, benim bu sözlerimin sadece bir iddiadan ibaret olmayıp Allah’ın izniyle tam manasıyla gerçekleşeceğini göreceksiniz.
Cami temeli atıldığında, bir gazete “Hilafet Berlin’de” diye manşet atmıştır. Bunun sonucu bazı İslam düşmanları “bu ne oluyor” diye düşünmüş olabilir. Özet olarak bana “Müslümanlar arasında bir tek Müslüman Ahmediye Cemaati gerçek İslam’ı uygulamaktadır” dememe müsaade etmenizi rica ederim. Çünkü bizler Hz. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) müjdelediği Vâdedilen Mesih’in bu devirde gelmiş olduğuna ve bu müjdenin Hz. Mirza Gulam Ahmed Kadiyani’nin şahsında gerçekleştiğine iman ederiz. O bize cihadın gerçek anlamını anlattı ve “Müslümanların şiddet, zorbalık ve baskı ile karşı karşıya kalmadıkları müddetçe silahla yapılan cihadın uygulanamayacağını, ama Allah ve kul haklarının ödenebilmesi için, bir Müslüman’ın kendi ego ve nefsine karşı olan cihadının hep devam edeceğini ” buyurmaktadır. İşte gerçek cihat budur.
Vâdedilen Mesih (a.s.) insanın iki şeyden mükellef ve sorumlu olduğunu buyurmuştur. Birincisi; Allah hakkı olup ikincisiyse kul hakkıdır. Ayrıca O, kul hakkının, diğer hakların ödenmesinden daha da zor olup inceliklerle dolu olan bir meydan okuma olduğunu anlatmaktadır. Kendisi birçok yerde “ben, Allah ve kul hakkının önemine dikkatinizi çekmek için gönderildim” diye buyurmuştur.
Ahmediye Hilafeti Vâdedilen Mesih ve Mehdi’nin (a.s.) misyonunu devam ettirmek için bugün buradadır. Bundan ötürü kesinlikle kaygılanmanıza gerek yoktur. Bu hilafet, Ahmedi Müslümanların dikkatini, söz etmiş olduğum iki hakkın ödenmesine çeker. Hilafet, Ahmedi Müslümanlara kılavuzluk ettiğinden dolay onlar, bu hakların ödenmesi konusunda etkendirler. “Her kesi sev ve kimseden nefret etme” ülkümüz ve sloganımızdır. Bunun sebebi de bütün Ahmedi Müslümanların bir el üzerinde birleşmiş olmalarıdır. Dünya bir barış yuvasına dönsün diye, Hilafet her zaman onlara “Allah ve yarattıklarını sevin” diye hatırlatmada bulunmuştur.
Saygıdeğer konuklarım! Bir kere daha hepinizi saygıyla selamlar teşekkürlerimi sunarım.
İngilizce’den Türkçe’ye çeviren: Raşit Paktürk
Maneviyat Dergisi 1. Sayı