İslam Almanya’ya göre mi? - Müslüman Ahmediye Cemaati

İslam Almanya’ya göre mi?

25 Haziran 2011 günü Vâdedilen Mesih’in 5. Halifesi ve Ahmediye Müslüman Cemaatinin dünya çapındaki Başkanı Hz. Mirza Masrur Ahmedatba, Almanya Yıllık Toplantısı (Jalsa Salana) sırasında misafirlere özel olarak bir hitapta bulundu.

Almanya Müslüman Ahmediye Cemaati Yıllık Toplantısının (Jalsa Salana) ikinci günü olan 25 Haziran 2011 tarihinde, Vâdedilen Mesih’in V. Halifesi ve Müslüman Ahmediye Cemaati’nin dünya çapındaki Başkanı Hazreti Mirza Masrur Ahmedatba, 300 kişiden kalabalık, Ahmedi olmayan bir misafir grubuna hitaben konuşmuştur. Konukların büyük bir bölümü Almanya’dan olmakla birlikte, Makedonya, Slovenya, Kosova, Bosna, Arnavutluk, Bulgaristan, Türkiye, Malta, Macaristan, Litvanya, Estonya ve de çeşitli Arap ülkelerinden temsilciler dinleyicilerin arasında hazır bulunmuşlardır. Konuklar arasında doktorlar, öğretmenler, avukatlar, politikacılar gibi çeşitli meslek gruplarından temsilcilerin yanı sıra, sıradan vatandaşlar da yerlerini almışlardır. Hz. Mirza Masrur Ahmedatba tarafından yapılan konuşmanın İngilizce olarak metne dönüştürülmüş halinin, Türkçeye yapılan çevirisi aşağıda sunulmaktadır.

Teşehhüt, Taavvuz ve Besmelenin ardından Vâdedilen Mesih’inHalifesi şöyle buyurdu:

“Tüm Seçkin Konuklar;

Esselamu Aleykum ve Rahmetullahu ve Berekatuhu.

Öncelikle, dinimize mensup olmadıkları halde, Yıllık Toplantımız (Jalsa Salana) içerisinde yer alan bu etkinliğimize gelerek katılan misafirlerimize teşekkür etmek istiyorum. Bugünkü program, özellikle Ahmedi olmayan dostlarımız için düzenlenmiştir. Şüphesiz çoğunluk, ya da en azından çok sayıda misafirimiz, Müslüman değillerdir.

Muhakkak ki bu etkinliğe katılımınız, sizlerin geniş fikirli olduğunuzu ve Alman vatandaşları olarak, imani farklılıklara aldırmadan birbirini anlamak ve kabullenmenin önemine değer verdiğinizi göstermektedir.

Almanya’daki Müslüman Ahmedilerin büyük bir çoğunluğu Alman asıllı değillerdir. Aslında birkaçı dışında, büyük çoğunluk Pakistan ya da Asya kökenlidir.  Bu, sizlerin buraya gelirken yalnızca imani farklılıklara değil, milli ve kültürel farklılıklara da aldırmadan geldiğinizi göstermektedir.

Almanya’nın bir kısım yerel halkının atalarının Asyalı olduğu söylenmektedir. Dünya milletleri kültür ve dil anlamında bölünmüş gibi görünseler de, aslında onların kültürleri ve dilleri çoğunlukla ortak köklere dayanmaktadır.

Örneğin; Hint-Pak alt kıtasına bakacak olursak, uzun bir dönem boyunca çeşitli kavimlerin o topraklara gelip yerleştiklerini gözlemleyebiliriz. Sadece Pakistan’a bakacak olursak, düzinelerce kavmi ve “kardeşlik“ sisteminin oluştuğunu görebilmemiz mümkündür. Birçok devrin ardından, bu farklı gruplar bir araya gelip bir millet olmuştur.

Bu bağlamda dünyanın farklı yerlerinden Almanya‘ya gelip buraya yerleşen Pakistanlılar ve diğer ülke vatandaşları hakkında da konuşmak istiyorum.  Şüphe yok ki, zaman içerisinde onların çocukları ve torunları da, renklerine ve ırklarına aldırmadan kendilerini gerçek Almanlar olarak adlandırıp değerlendireceklerdir. Doğrusu onların çoğu Alman yaşamını, yerel geleneklerini ve yeme alışkanlıklarını da hızla benimsemişlerdir.

Daha da ötesinde, bu ülkeyi korumak adına bazıları Alman silahlı kuvvetlerine katılmışlar, diğerleri ise hukuku savunmak ve korumak adına kamu hizmetinde ve güvenlik kurumlarında yerlerini almışlardır. Bazıları toplumsal hizmetlerin değişik alanlarında çalışmayı tercih ederlerken, diğerleri ise bu ülkenin ekonomik gelişimini sürdürmek üzere, ticaret ve sanayi sektörlerine girmişlerdir.

Bunun yanı sıra, bilim adamı olmuş mülteciler de bulunmaktadır. Böylece onlar, ülkenin bilimsel ilerlemesine katkı sağlamaktadırlar.

Tüm bu çabalar ve faaliyetler, bu insanların Almanya‘ya olan sadakatlerini ispatlamakta olup, onların bu ülkenin etkin bir parçası haline geldiklerini de göstermektedir.

Buraya gelip katılımınız ise, işte aslen Pakistan asıllı olan ve geçmiş birkaç yıldır iyice tanıdığınız Müslüman Ahmediler ile olan münasebetlerinizin sonucudur. Benim duam, Allah’ıncc sizin aydın düşünüşünüzü muhafaza etmesi ve hepiniz tarafından ortaya konan bu niteliğinizin, O’nun tarafından çoğaltılmaya devamı yönündedir.

Bu göçmenler filan ülkeden geliyorlar ya da falan dinin mensuplarıdır, bu nedenle Almanya’nın bir parçası olmaları mümkün değildir düşüncesi asla aklınızdan geçmemelidir. Eğer böylesi bir fikir gelişecek olursa bu toplumda huzursuzluk başlamasına yol açabilir.

Unutmayın ki, ufak ve görünüşte önemsiz konular ile küçük kuşkular, büyük problemleri doğururlar. Bunlar yalnızca birkaç bireye veya gruba zarar vermekle kalmaz, aksine bütün bir ülkenin gelişimine engel olurlar.

Sadık hiç bir Alman vatandaşı, Almanya’yı bugünkü konumuna getirmek ve orada muhafaza etmek üzere ortaya konulan büyük çabaların tehlikeye atılmasına asla tahammül gösteremez. Doğrusu, ülkesini seven bir kimse, böylesi bir eylemi aklından bile geçiremez.

Buraya yerleşmiş Müslüman Ahmediler de memleket edindikleri ülkeyi sevmekteler ve daima onun gelişimini arzu etmekteler. Ülkesine sadık olmak ve bağlılık duymak, buraya göç etmiş ve Almanya tarafından kabul görmüş her Müslüman Ahmedinin yalnızca manevi bir sorumluluğu olmayıp, bu aynı zamanda onun imani bir görevidir de.

Batılı ülkelerin önemli bir özelliği, onların imani meseleleri ve dini, siyasetten ayrı tutmalarıdır. Din, her birey için, Allahcc ile kendisi arasındaki kişisel bir mesele olarak bırakılmıştır. Siyaset ve devlet ise laik alanlar olarak değerlendirilirler.

Belki kilise ile devlet arasında ayrımın henüz olmadığı önceki dönemlerin kötü deneyimlerinin bir sonucu olarak veya modern çağın belli başlı bazı Müslüman gruplarının aşırılıkları sebebiyle, günümüzde birçok Batılı ülkeyi, dini bir örgütün ismini ya da bizzat İslam’ın adını duyduklarında, endişe ve korkuya kapılır halde bulmaktayız. Sonuç olarak genellikle düşünülmeden ortaya çıkan olumsuz bir tepki ile karşılaşılır.

Belli bazı Müslüman grupların eylemleri bu reaksiyonu haklı kılmaktadır, çünkü bazı Müslümanlar İslam’ın içinde aşırılık ve terörün yaygın olduğu son derece dehşet veren bir imajını çizmektedirler.

İslam, haksız yere bir kimsenin öldürülmesi tüm insanlığı öldürmekle aynıdır, diye buyurmuştur:

“…Eğer biri, kimseyi öldürmeyen ve yeryüzünde kargaşalık çıkarmayan birini öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Bir kimseyi kurtararak, ona hayat verirse, sanki bütün insanları diriltmiş gibi olur…[1]

Kuran-ı Kerim’e ait bu güzel öğretiye ilaveten, Yüce Peygamber Hz. Muhammedsav de şöyle buyurmuştur: “Kim intihar ederse, o mümin olamaz ve Cehennem’e gitmeye de müstahaktır.“

Eğer bu noktaları göz önüne alıp, İslam’ın öğretilerini incelerseniz, ister intihar eylemi, ister bombalama, isterse başka türlü bir şekilde masum insanların öldürüldüğü herhangi bir terör eyleminin, İslam’a tamamen ve bütünüyle aykırı olduğunu görürsünüz. Bu nefret dolu eylemler, dünya üzerindeki karışıklığı ortadan kaldırmak bir yana, ancak karışıklıkları körüklemektedir.

Bugün yeryüzünde terörizmin sonucu olarak binlerce yetim kalmış çocuk bulunmaktadır. Diğer tarafta ise, binlerce ana-baba çocuklarının gömülmesine göğüs gererken,  binlerce hanım da dul kalmaktadır. İntihar bombalamaları tümüyle yıkıcı ve yerel ekonomileri harap edici özellikler taşımaktadır. Ekonomi çöktüğünde ise, bu yine huzursuzluk ve nihayetinde karışıklığa yol açar bir hâl alır.

Burada ayrıca değinmek istediğim; bugünün savaşlarıyla mahalli insanların yaşamlarının, insanlığa bir nebze saygı duyulmaksızın yok edilmekte olduğu gerçeğidir. Bu savaş yaklaşımı yalnızca vahşeti ortaya koymayıp, aynı zamanda yerel ekonominin zarar görmesine de sebepler oluşturur. Hâlbuki bir Müslüman Ahmedi’nin bakış açısıyla, bizler her türlü karışıklığa ve gelişigüzel kan dökülmesine karşıyız.

Biz aynı zamanda, hükümetlerin emri ile rastgele ateş açılmasına ve bombalamalara da karşıyız. Çünkü böylesi bombalamalar gerçekleştiğinde, bu insan haklarının tam anlamıyla gasp edilmesine ve sonuç olarak hayatların sebepsiz yere yitirilmesine yol açmaktadır.

Söylediğim gibi, Batı dünyasında kilise ve devlet birbirinden ayrı tutulur. Bu ayrıma yol açan gerekçeler her ne olursa olsun, nihai olarak elde edilen sonuç yararlı olmuştur. Bu tür devlet sistemi çok daha sorunsuz ve adil işlemektedir.

Batılı devletlerin bu olumlu deneyimi, onların Müslüman dünyasında gözlemlediklerinden tamamen farklıdır.

Onların gördükleri, Müslümanların zahirdeki derin dini eğilimleridir. Onlar belli başlı İslami devletleri, kendi halklarına karşı çok sert tedbirler alırlarken ve hatta onlara karşı şiddet uygularlarken görmektedirler. Ayrıca onlar, bir takım terör örgütlerinin aşırı eylemlerini gözlemler ve yetersiz bilgi ve anlayış içerisinde, o aşırı eylemlere değil de, İslam’a itirazda bulunurlar. Netice olarak, İslam dini aleyhinde sert tepkiler kaçınılmaz bir halde ortaya çıkar.

İddiamız, İslam’ın evrensel bir din olduğudur. Onun öğretileri, en ufak meselelerden, en yüksek önemdeki konulara ve uluslararası ilişkiler ile alakalı olan hususlara kadar hayatın tüm unsurlarını kapsadığından dolayı, İslam tüm insanlık içindir.

Kuran-ı Kerim’in metni günümüze orijinal hali ile aynen ulaşmıştır. Ona ne tek bir harf eklenmiştir, ne de ondan tek bir harf eksiltilmiştir. Bu gerçek, birçok doğubilimci ve Müslüman olmayan tarihçi tarafından da doğrulanmıştır.

Peki, Kuran-ı Kerim ne buyurmaktadır?

O bize, dinin her bir bireyin kendi başına karar vereceği şahsi bir meselesi olduğunu öğretmektedir.

O bize, din ve devlet meseleleri tamamen ayrı tutulmalı ve dini farklılıklar da adaletsiz eylemlere yol açmamalı diye öğretmektedir.

Bir ayet-i kerimesinde Kuran-ı Kerim bize şöyle buyurmaktadır:

“Dinde zorlama caiz değildir.[2]

Bazılarınız bu ayetin, İslam’ın Yüce Peygamberisav Medine’de bir hükümet kurduğu dönemde nazil olduğunu bilemeyebilirsiniz. O dönemde, hem Yahudiler hem de diğer kabileler ile bir antlaşma yapılmış ve yürürlükte Yüce Peygamber’insav Devlet Başkanı olarak kabul edildiği işler bir hükümet de oluşmuş durumdaydı.

Din ve devleti birbirinden ayrı tutmak hakkındaki kesin hüküm, doğru ve yanlış arasındaki farkın apaçık olduğu ve Müslümanların kendi dinlerinin doğruluğuna inandıkları ve öğretilerin ise paralel olmadığına kanaat getirdikleri koşullarda ve zamanda inmiştir.

Buradaki kesin hüküm ile bu mükemmel öğretilerin, başkalarına şiddet ve adaletsizce eylemler ile değil, ancak sevgi ve şefkat ile yayılması gerektiği aşikâr olmuştur.

Allahcc buyurmuştur ki; adaletli bir yönetim için gereken şartlardan biri, dini meseleler ile devlet meselelerinin ayrı tutulmasıdır ve her vatandaşa da kendisi için gerekli kılınan hakların tanınmasıdır.

Bu prensip kesin olup istisnasızdır. Öyle ki, size karşı nefret taşıyan ve muhaliflikleri sebebi ile size tekrar tekrar ve her şekilde zulmeden insanlara karşı bile, adaletli davranmanız gerekli kılınmıştır.

Kuran-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Ey inananlar!  Adalet ile şahitlik ederek, daima Allah için hazır bulunun. Bir topluluğa olan düşmanlığınız, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Daima adaletli olun. Bu, takvaya daha yakındır. Allah’ın takvasını benimseyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” [3]

Üzerinde dinin herhangi bir etki sahibi olmaması, bu devlet yönetiminin temel prensibidir. Dini farklılıklar adaletin uygulanması karşısında bir engel oluşturmamalıdır.

Şimdi tüm bunları dinledikten sonra, kim İslam’ın öğretilerinin adaletsiz olduğunu iddia edebilir ki?  Kendilerini adaletli ve eğitimli olarak görenlerin, bir defa anladıktan sonra İslam’ın öğretilerini yanlış sayacaklarına ben inanmıyorum.

Bir kimsenin, İslam’ın gerçek öğretisini takip etmeyen bazı Müslüman grupları yanlış olarak kategorize etmesi, elbette ona ait bir hakdır. Yanlış davranışlar ve eylemlerde bulunanlar, hangi dine ait olurlarsa olsunlar, kınanmalıdırlar. Gerçek adalet budur ve bu, dünya barışı, sevgi ve şefkat değerlerinin gelişip büyümesi için de gereklidir.

Bu kısa süre içerisinde sizlere İslam’ın tüm güzel öğretilerinden söz edebilmem imkânsızdır. Ancak bugün burada bulunan sizlerin iyi eğitimli kimseler olmanızdan dolayı, sadece tek taraflı bir hikâyeye dayanarak hüküm vermemenizi sizlere tavsiye etmeliyim.

Hâl böyle iken, sizler bir de İslam’ın Müslüman Ahmediye Cemaati tarafından resmedilen tasvirine bakınız. Bizim sunduğumuz İslam’ın bu tasviri, İslam’ın yeni bir sureti değildir. Bizim İslam anlayışımız, Kuran-ı Kerim’e ve İslam dininin kurucusu Yüce Peygamber Hz. Muhammedsav Efendimizin öğretilerine tamamen uygundur. Bunlar, sizlerin de yargılarınızı dayandırmanız gereken öğretilerdir.

Bizler, Müslüman Ahmediye Cemaati’nin kurucusu olan Hz. Mirza Gulam Ahmed’inas zamanın müceddidi olduğuna ve ellerindeki kitaplar ve öğretilere binaen tüm dinlerin takipçilerinin de bekledikleri, Vâdedilen Mehdi ve Mesih olduğuna inanıyoruz. O, insan ile Allah arasındaki münasebeti kurmak üzere ve ayrıca insana, başkalarının haklarını tanıması hususunu hatırlatmak üzere gelmiştir. O, bu yeryüzünü bir barış cennetine dönüştürmek için gelmiştir.

Bir keresinde kendisi şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın beni tayin ettiği görev, Allah ile O’nun yaratıkları arasındaki münasebeti sarsan rahatsızlığı gidermem ve aralarında sevgi ve dürüstlük ilişkisini yeniden tesis etmemdir. Hak olanın duyurulması yoluyla ve dini anlaşmazlıklara da son vererek ben, beraberimde barışı getirmeliyim ve de dünyanın gözünden saklı olan İlahi gerçekleri açıkça göstermeliyim.[4]

Dinsel nefret bütün dünyayı içine çekmiştir. Daha ziyade şöyle söylemeliyim; Modern devirde diğer dinlerin takipçileri ile agnostik ve ateistler gibi bazıları, haksız yere İslam’ın öğretilerini hedef almaktadırlar.

Şimdi ise bu çağda, Müslüman Ahmediye Cemaatinin kurucusu, İslam’ın öğretilerine itiraz edenleri tamamen suskun hale getirmiştir. O bunu, kendi amelleri ve içinde İslam’ın güzel öğretilerini yeryüzüne sunduğu yazıları ile yapmıştır. Hayatı boyunca o, kendi takipçilerinin İslam’ın gerçek öğretilerine göre hareket etmelerini sağlamıştır. Bizler, onun öğretilerinin ancak küçük bir izini az önce aktardığım söyleminde bulmaktayız.

Onun söylediği yeni bir şey değildir. Gerçekte bunun kaynağı Kuran-ı Kerim’in öğretileridir. Şimdi ise ben, işte bu öğretilerin üzerinde konuşmama devam edeceğim.

Almanya Müslüman Ahmediye Cemaati Başkanı sizlere hitap etmemi istediğinde bana, “İslam Almanya’ya ait midir?” ya da “Almanlar’ın İslam’a ihtiyacı var mı?” veya “İslam Almanlar’a göre mi?” gibi farklı yollarla ortaya konulan, şimdilerin yayılma gösteren hararetli tartışma konusundan bahsetti.

Bu tartışma gerek Almanya’da gerekse başka ülkelerde İslam aleyhinde çok sert ve olumsuz bir tepki oluşmasına yol açmaktadır. İslam karşıtı bu her olumsuz tepki ile ilgili hususu, ben önceden kısaca ele aldım ve kimsenin hikâyenin ancak bir yönü ile derhal mutabık kalıp, acele ile düşünmeden sonuçlar çıkarmaması gerektiğini söyledim. Analiz ve inceleme, her tartışma konusuna bakışın makul ve adaletli bir perspektif ile yapılmasını gerektirir.

Dediğim gibi, şu sıralar Almanya’da İslam’ın rolü hakkında çok yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Bir yanda İslam’ın Almanya’ya ait olduğuna inanan bazı Müslümanlar, yelpazenin diğer ucunda ise bunun öyle olmadığına inanan muhalif gruplar yer almaktadır.  Doğrusu bu sadece münakaşa olsun diye yapılan son derece tuhaf ve yanlış bir tartışmadır. Sonuçta bu, acı ve nefretten başka bir sonuç da doğurmamaktadır.

Ne İslam, ne de onun Kurucusu asla İslam’ın sadece Almanlar için ya da belli herhangi bir kavim veya herhangi özel bir kıta için olduğunu iddia etmemiştir. Eğer İslam belli bir bölge ile sınırlı olsaydı, o halde onu yaymak üzere sadece o bölgede her türlü çaba gösterilmeliydi ve bu ancak böyle olabilirdi. Hâlbuki İslam’ın iddiası, onun öğretilerinin tam ve mükemmel olduğudur ve her çağın insanına da Yaratanı tastamam tanıyıp kabul etmesini sağladığıdır.

Onun öğretileri, bir kimseyi Allah’ıncc yarattıklarına ait hakları en yüksek standartta yerine getirmeye yöneltir.

Bunun en mükemmel örneği ise, İslam’ın kurucusu Hazreti Muhammedsav tarafından kendi hayatı boyunca sergilenmiştir.

Üzüntü duyarak ifade etmek zorundayım ki; İslam’ın bazı muhalifleri, Hazreti Muhammed’insav yaşamını son derece olumsuz ve önyargılı bir şekilde tasvir etme gayretinde olmuşlardır. Bu nedenle de İslam, art niyetli bir şekilde çok barbar bir üslup ile tanımlanmıştır.

Maalesef bazı Müslüman kuruluşlar da, sadece kendi çıkarları sebebi ile İslam’ı tamamen yapa yanlış bir yolla tanıtmaktadırlar. Onlar bunu, İslam bize toplum içerisinde yaşamamızı ve hükümetleri de her vatandaşa yurttaşlık haklarını verecek şekilde yönetmemizi öğretmesine rağmen yapmaktadırlar.

Bu mükemmel model, Yüce Peygamber Hz. Muhammedsav tarafından hazırlanmış Medine anlaşması ile çok fevkalade bir şekilde ortaya konmuştur.  Medine toplumunda her bir fert inanç özgürlüğünden yararlanmıştır ve herkes de yasaların ihlali karşısında kendi dini kuralları ve Kitabı’na uygun olarak ceza görme özgürlüğüne sahipti.

Bundan dolayı aşikâr olması gereken, bu tartışmalar ve soruların ancak ucuz dünyevi ve siyasi şöhretin elde edilmesi için kullanıldığıdır. Bunun ötesinde bu tartışmalar anlamsızdır ve benim için de hiçbir değeri yoktur.

Kendilerinin gerçek Almanlar oldukları fikrine sahip bazı Alman vatandaşları, belki de İslam’ın onlara dayatılacağından endişe duymaktadırlar. Önceden de belirttiğim gibi, İslam belli bir bölge veya ülkeye ait olduğu iddiasını taşımamaktadır.

Evet, İslam Kuran-ı Kerim’de de açıkça bahsedilen bir iddiada bulunmaktadır. Bu ayet ile bizzat Yüce Peygamber Hz. Muhammed’esav hitap edilmiştir:

“Sen de ki, “Ey insanlar! Ben, gökler ve yerin saltanatına sahip olan Allah’ın, hepinize gönderdiği peygamberiyim…[5]

Dolayısıyla burada ortaya konan iddia, Hz. Muhammed’insav bütün dünyaya gönderilmiş bir peygamber olduğudur. Elbette Almanya da dünyanın büyük bir parçasıdır ve bu yüzden de bizim sorumluluğumuz bu ülkenin insanlarına İslam’ın mesajını sevgi ve şefkat ile iletmektir Hiçbir bir şekilde zorlamaya yer yoktur ve İslam asla zor kullanılarak yayılmamıştır.

Yüce Peygamber Hz. Muhammed’insav döneminden bugüne kadar, İslam sadece tebliğ yoluyla yayılmıştır. Bu, vaktimizin hakkında konuşmama müsaade edemeyeceği kadar uzun, tarihi bir tartışmadır. Söyleyeceğim tek bir şey ise, bir dönem Avrupa’da, İspanya’da bir İslam Devletinin bulunduğudur. O devirde bu devlette hizmette bulunan Hıristiyanlar gibi, Müslüman olmayan bakanlar ve kamu görevlileri bulunmaktaydılar.

İslam’ın gerçek anlamı, sevgi ve şefkattir. Bu bizim inancımızın güzelliğidir. Bu, günümüzde Müslüman Ahmediye Cemaatinin yeryüzünde yaymaya devam ettiği öğretidir.

Daha önce değinmiş bulunduğum bunun benzeri diğer bir öğreti de, en katı düşmanın karşısında bile adalet göstermektir. Bu öylesi bir prensiptir ki, hiçbir bilgi sahibi kimse onu asla yanlış sayamaz. Doğal olarak bir kişinin vicdanı, imani konularda zorlamayı ve adaletsizliği asla kabul etmez. Bu her iki husus öylesine açıktır ki, Alman mizacı ve kanunlarının İslam’ın öğretileri ile bağdaşıp bağdaşmadığı sorusunu bile tamamen beyhude kılar.

Hâlihazırda değindiklerimin dışında, Kuran-ı Kerim’de, bizlere toplum içerisinde barışı nasıl koruyacağımız hakkında yol gösteren sayısız ayet bulunmaktadır. Bu nedenle, İslam’ın feyiz dolu öğretilerini daha iyi anlayabilmeniz için ve böylelikle her barış seven yurttaş da barış seven Müslümanlara karşı nefret duvarları örenlerin karşısında ayakta durabilsin diye, sizlere Kuran’dan birkaç örnek daha sunacağım.

Başından sonuna kadar Kuran-ı Kerim barış ve sevgi mesajları ile dopdoludur. Zamanın kısıtlı olması nedeniyle, ben sadece Kuran-ı Kerim’in belli bir bölümünden, İsrâ suresinden Allah’ıncc birkaç emrini aktaracağım.

Kuran bizlere, ana-babamıza sevgi ve saygı göstermemizin önemini öğretmektedir. Yeni doğmuş bir bebeğin ilk münasebeti anne ve babası iledir. Şüphesiz bu ilişki, çocuğun doğumundan çok önce annesinin rahminde geçirdiği dokuz aylık dönem içerisinde başlar. Bu aylar boyunca, anne çoğu kez büyük sancılar yaşar, ancak bu ağrı ve zorluklara büyük bir mutlulukla göğüs gerer. Bu yüzdendir ki, her anne çocuğunun doğumunun öncesinde ona karşı yüreğinde büyük bir sevgi besler.

Buna göre apaçık olan şu ki, anne ve baba ile olan ilişki mutlak bir sevgi ilişkisidir ve bu sevgi saftır ve bencillikten de tamamen uzaktır. Bundan dolayıdır ki, Rabbimiz olan, bizi Yaratan ve Kaim olan Allahcc, ibadetin ancak Kendisine yapılması emrinin yanında, ana-babanın bir evladın itina ve ilgisini en fazla hak eden olduğu hususunu da bizlere buyurmuştur. Bunun için her durumda, ana-babanıza sevgiyle ve şefkatle davranmalısınız. Bununla ilgili olarak Kuran-ı Kerim´de şöyle buyrulmaktadır:

“…Yanındayken onlardan birisi veya her ikisi yaşlılığa ererlerse, bunun sonucunda onlara, öf bile deme ve kendilerini azarlama. Onlarla (daima) yumuşaklık ve hürmetle konuş.[6]

Hatta Kuran-ı Kerim sonrasında da şöyle buyurmaktadır:

“Merhamet duygularıyla kendilerine karşı alçak gönüllülük göster. Onlar için (dua ederken) de ki: Ey Rabbim, beni çocukluğumda yetiştirdikleri gibi, Sen (de) onlara rahmet eyle![7]

Böylesi değerli bir ilkeye karşı çıkabilecek bir toplum var mı? Herhangi bir yasa size ana-babanıza karşı mükemmel bir şekilde davranmanızı söyleyebilecek mi? Şüphesiz hayır!

Ne kadar araştırırsanız araştırın, Yüce Allah’ıncc Kuran-ı Kerim’de ihsan ettiğinin benzeri olan, insan elinden çıkıp ana-babayı koruyan ve şerefli kılan kanun ve ilkeleri asla bulamazsınız. Bizlere ilk sevgi, şefkat ve barış dersinin beşikte vuku bulduğu gerçeğini idrak etmeyi öğreten de, ancak O’dur. Eğer gelişmiş ülkelerin insanları bu evrensel gerçeği kavrayabilseler, yaşlıların endişeleri de ebediyen ortadan kaldırılmış olur.

Allahcc Kuran-ı Kerim’de söyle buyurmaktadır:

“Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. (Ancak) hiçbir şekilde israf etme.[8]

Bu ise toplumda barışı ve sevgiyi oluşturmak adına ikinci ilkedir. Bir çocuk ana-babasının evinden ayrılır ayrılmaz, yakın arkadaş ve akrabaları ile ilişki kurar.  İşte bu yüzdendir ki, onların haklarının da yerine getirilmesi gerektiği burada buyrulmuştur.

Açıklık getirmek istediğim bir husus, İslam dininin buyrukları diğerlerinin haklarının yerine getirilmesini esas alırken, laik ya da dünyevi kanunların ise genellikle ortak çıkarlar yerine kişisel çıkarları karşılamak üzere tasarlanmış olduklarıdır. Eğer bir kimse sadece kendi çıkarlarını elde etmenin peşinde ise, sonunda onun adaletsizlikte bulunması da çok muhtemeldir. Hâlbuki bir kimse daima diğerlerinin haklarını göz önünde bulunduracak olursa, onun içinde doğal olarak fedakârlık şevki gelişecektir.

Gerçek şudur ki, fedakârlıkta bulunmaya istekli olmak, sevgi ve barışın yayılmasını güvence altına almanın tek yoludur. Eğer bir kimse fedakâr bir benliği ortaya koyarsa, diğer tarafın kalbi de onun karşısında tabiatıyla yumuşar. Böylelikle sözün özü, Kuran-ı Kerim’in bu ayet-i kerimesi bizlere, yakın akrabalarımıza ziyadesiyle nazik davranmamızı ve onların haklarını da yerine getirmemizi öğretmektedir.

Ayrıca, az önce yukarıda aktardığım bu ayet, fakir ve yardıma muhtaçların haklarının da yerine getirilmesi gerektiğinden bahsetmektedir. Bu, güçsüz, yoksul ve kendi hakları için mücadele edemeyecek durumda olan insan zümresine işaret etmektedir. Onların da hakları gereğince yerine getirilmelidir. Bu gibi insanların haklarının yerine getirilmesi, toplumun her kademesinde sevgi duygularını teşvik edecektir ve böyle bir toplum da barış ve sevginin bir kefili haline gelecektir. Bunun alternatifi ise, masum insanların haklarından mahrum bırakıldıkları, bu ihmal nedeniyle de çok sert koşullar ve hastalıklarla yüz yüze kaldıkları bir durumdur. Onlar, günlük temel giderlerini bile karşılayamadıkları için tüm bu etkenlerden dolayı, ölümü karşılarında bulmaktadırlar. Bütün bu zorluklara ve mahrumiyete tanık olan çocuklarının, gelecekte günün birinde hayatları boyunca şahit oldukları bu zulme tepki gösterip isyankâr olmaları ise kesinlikle ihtimal dışı değildir. Böylece onlar, toplumda barışın yıkılmasının bir nedeni olacaklardır.

İslam bu yüzden bizlere, hangi dinden veya milletten olursa olsun, yoksul ve düşkünlere şefkat ile bakmaya devam etmemizi tembihler. İşte bu yüzden sadaka vermeye ve iyi amellerde bulunmaya böylesine büyük bir önem verilmektedir. Şüphesiz vurgulanan, aranızdan muhtaç olana yardım ettiğinizde karşılığında hiçbir şey beklememeniz veya onlara bir lütufta bulunduğunuzu göstermemenizdir. Maddi fedakârlıklarda bulunduğunuzda, sağ elinizin verdiğinden, sol elinizin bile haberi olmamalıdır.

Az önce aktardığım ayet-i kerime, yolcuları ya da yolculukta olanları da gözetmeniz gerektiği hususunu içermektedir. Bu da mükemmel bir ahlaki değerdir ve insanlık için de büyük bir hizmettir. Çünkü böylesi bir teveccüh de kişisel fedakârlık gerektirmektedir. Örneğin: Başkalarına, ancak kendi malınızdan ve zamanınızdan fedakârlık ederek yardım edebilirsiniz. Bu nedenle buyrulmuştur ki, sizler müsrifçe harcamayınız, kendi rahatınız için çok fazla harcamada bulunmayınız, çünkü böyle yaparsanız diğerlerinin rahatından gafil kalırsınız. Eğer müsrifseniz, toplumun huzuruna zarar verirsiniz ve Allahcc nezdinde de büyük bir günahkâr sayılırsınız.

Günümüzde Müslüman dünyasında huzursuzluklar yayılmaktadır, çünkü Müslümanların çoğunluğu bu buyruğu yerine getirmekte başarısızdırlar. Zengin ve fakir arasındaki uçurum büyümeye devam etmektedir ve böylece toplum daha da kutuplaşmaktadır. Eğer İslam’ın gerçek ve güzel öğretileri izlenseydi, böylesi huzursuzluklar kolayca önlenebilirdi.

Bunun ardından, çocukların hakları hakkında da konuşmak istiyorum. Bu haklar da Kuran-ı Kerim tarafından mükemmel bir şekilde belirlenmiştir. Çocukların tahsil ve ahlaki eğitim sorumluluğu geniş anlamda hem topluma, hem de her bireye aittir. Kuran-ı Kerim ise şöyle buyurmaktadır:

“Yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara ve size, Biz rızık veririz. Şüphesiz onları öldürmek, büyük bir hatadır.[9]

Çocuklarının tahsili ve ahlaken yetiştirilmesi ile ilgili, öncelikle anne ve babaya sorumluluk verilmiştir. Bu onlara yüklenmiş çok büyük bir mesuliyettir. Onların bu sorumluluklarını yerine getirememeleri, bir ebeveynin adeta çocuğunu “öldürmesi” gibidir. Çocuklar ana-babalarının sadece soyları değil, kavimlerinin de birer değeridir. Şüphesiz onlar, ana-babalarının ellerinde ülkenin birer emanetidir. Bir çocuğun uygun bir şekilde eğitim ve öğrenimi, o ülkenin müreffeh geleceğinin teminatıdır. Ana-babaya da bu nedenle sorumluluk yüklenmiştir. Onlar, kendi bencil gerekçelerinden dolayı, ne çocuklarının esenliği yolundaki harcamalarında isteksizce davranmalıdırlar, ne de onları eğitip yetiştirmek konusunda çok meşgul oldukları yolunda mazeretlerini ileri sürmelidirler.

Bunlar sadece ana-babanın sorumlulukları değildir. Aslında geniş şekli ile topluma da vecibe yüklenmiştir. Eğer toplum çocuğun haklarını yerine getiremiyorsa, o toplum da çocuğun “öldürülmesinden” sorumludur. Bundan dolayı, eğitim ve öğrenimin odağı olan ana-baba beraberinde geniş şekli ile toplum, çocuğa karşı bu görev ile bağlı kılınmışlardır.

İlerleyen ve gelişen bir ülkenin yegâne değeri, çocuklarıdır. Bu nedenle onlara büyük özen gösterilmelidir. Eğer bunu yapmakta başarısız kalırsanız, çocuklar ülke için başarı vesilesi olmak yerine, onun yıkımına vesile olurlar. Hayatları ise mahvolur. “Öldürülmek” ile kastedilen de, işte budur. Onların ölümünün sorumluluğu öncelikle ana-balarının üzerinde kalsa da, devlet ve genel itibariyle toplum da bundan sorumludur. Onların hepsi Allahcc nezdinde cezayı hak edeceklerdir.

Açıkça gördüğünüz üzere İslam yalnızca zamanın ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, gelecek nesillerin gereksinimlerini de tamamen muhafaza altına alır.

Kendisini son derece gelişmiş ve ilerlemiş olarak gören günümüz dünyası, ancak şimdilerde bu kilit noktayı anlamış görünmektedir. Ancak İslam, bu ilkeyi büyük bir coşku ile bundan 1400 sene öncesinde tanıtıp açıklamıştır.

Sonuçta bugün, bu İslam öğretisinin ışığı ile Müslüman Ahmediye Cemaati, eğitimlerinde başarılı olma potansiyeli taşıyan, Ahmedi ve Ahmedi olmayan çocuklara kendi sınırlı kaynaklarıyla öğrenim imkânları sunmaktadır. Öğrenim gören bu çocuklar kendi ülkeleri için muazzam faydalı bireyler olarak yetişmektedirler.

Genel olarak Almanya’da yaşayan Ahmedi çocuklarımızın tahsil durumları çok iyidir. Onlar, Almanya’nın gelecek başarısında önemli bir rol oynayabilsinler diye, ahlaki eğitim ihtiyaçlarını da bizler karşılamaktayız. Bu şekilde her bir ülkede Müslüman Ahmediler, o ülkenin başarısı için seçkin bir rol üstlenmektedirler.

Kuran-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Olgunluk çağına varıncaya kadar, yetim (veya öksüzün) lehindeki en iyi yol dışında, malına yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü tutun. Şüphesiz verdiğiniz söz hakkında sorgulanacaksınız.[10]

Bu ayet-i kerime yetim ve öksüz çocuklar ile ilgilidir. Yetim bir kimse, toplumun mahrumiyet yaşayan kesiminin bir parçasıdır. Onun korunması ve bakımı ise geniş anlamıyla toplumun bir sorumluluğudur. Eğer bir yetimin ana-babası geride kendisine mülk bırakmışlarsa, o erişkinlik çağına gelinceye kadar mülkü korumak ve yönetmek, toplumun bir sorumluluğudur. Eğer çocuğun vasileri varlıklı kimselerse, onunla alakalı masrafları bizzat üstlenmelidirler, eğer değillerse, bu görevi yerine getirmek de şüphesiz devletin ya da toplumun sorumluluğudur. Ancak başka bir alternatif bulunmuyorsa ve yetim çocuk da yeterli mülk ya da varlığa sahipse, miras kalan zenginliğin korunması amacıyla, bilfiil mirastan makul bir miktar harcanabilir. Ne olursa olsun vasi, çocuk erişkinlik çağına erişene kadar tüm mirasının çarçur olacağı bir tarzda görevlerinde özensiz davranamaz.

Böylelikle miras hakkı Kuran-ı Kerim tarafından korunmaktadır. Bunun ötesinde ise o, bize, yetim kimse sağlıklı akıl ve anlayışa eriştiğinde, tüm mirasının kendisine iade edilmesi gerektiğini de öğretmektedir. Bunlar, böylesi yetim kalmış çocukların haklarını koruyan İslam’ın güzel öğretileridir. Allahcc bu hakların verilmesini emretmektedir ve eğer verilmezlerse, bu durumda O, sizleri çok ağır bir şekilde sorumlu tutulacaktır.

Kuran-ı Kerim’in bir başka öğretisi ise, bir kimsenin ticaretin her alanında tamamen doğruluk ve dürüstlük ile hareket etmesi hakkındadır. Bizlere, sahtekârlık ile herhangi bir para kazanıldıysa, bunun her türlü bereketten mahrum bırakılacağı ve toplumda da huzursuzluğa vesile olacağı öğretilmiştir. Bu bakımdan Kuran-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Ölçtüğünüzde, tam ölçün. Tartarken de, doğru terazi ile tartın. Bu en iyisidir ve sonucu da en güzel olanıdır.[11]

Bir kez daha söylüyorum ki, dünyevi ticaret ve sanayide ve de ticari konularda, dürüstlük toplumun başarısının anahtarıdır. O, barışın bir teminatıdır ve aynı zamanda insanlar arasındaki mükemmel ilişkilerin de garantörüdür. Yüce Allahcc dikkatimizi yüksek ahlaki değerlerin sergilenmesine çekmektedir. Kuran-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

“Yeryüzünde kendini beğenmişçesine yürüme. Çünkü böyle yapmakla, ne bu memleketin öbür ucuna ulaşabilirsin, ne de bu gibi hareketlerle milletin ileri gelenleri gibi, yüksek mevki sahibi olabilirsin.[12]

Bu ayet-i kerime bizlere, tevazu ve alçakgönüllülüğün önemli birer ahlaki değer olduğunu öğretmektedir. İster bilgi ile alakalı kibir olsun, isterse mal varlığından dolayı kibir, isterse de ulusa ya da devlete dayalı bir kibir olsun, bizler kibrin her şeklinden uzak durmalıyız.  Kibrin her şekli, sizleri bir üst seviyeye ilerlemekten alıkoyar.

Herkesin zorluk ve sıkıntılarla yüz yüze geleceği bir an, sürekli karşısına çıkabilir. Bir zamanlar bazı devletler, kendi iktisadi güçleri ile rekabet edebilecek başka hiç bir kimse olmadığını iddia etmekteydiler ve kendilerini de adeta yenilmez hissetmekteydiler. Hâlbuki sonrasında ekonomik kriz geldi ve birkaç yıl sonrasında ise, dünya kendisini ciddi bir ekonomik kargaşa içerisinde buluverdi.

Birçok doğal afetleri ise, belli ülkeleri yıkıcı yollarının içine çekmiş bir durumda, neredeyse her gün meydana gelir halde bulmaktayız. O ülkelerin tüm altyapısı mahvolmaktadır. Bazıları, bu felaketlerin iklim değişikliğine bağlı ya da doğal nedenlerden meydana geldiğini söylemektedirler. Ancak bizler, bu felâketleri her şeye kadir olan Allah’ıncc kudretine atfetmekteyiz. Yüce Allahcc, kendilerinin üstün olduğunu sananların kibirlerini kırmak istediğinde, Kudretini değişik vesilelerle hep gösterir.

Şu açıklık kazanmalı ki, hangi ülkeler kendilerini emniyette sanıyorlarsa, onlar asla emniyette değillerdir. Kimin doğru, kimin yanlış olduğunu bulmaya uğraşmak yerine, dünya Allah’ıncc Yardımının, Hidayetinin ve Himayesinin peşinde koşmalıdır. Ancak bu himaye insanoğlunu, insanlığın doğru yoluna iletebilir.

Bu kısa süre içerisinde ben, ancak bu birkaç hususa değinebildim ve süreyi de aştım. Hâlbuki Kuran-ı Kerim başından sonuna kadar hikmet ve hidayet ile dopdoludur. Zamanın kısıtlı olması nedeniyle sadece belirli noktalara işaret ettiğim halde, bu birkaç nokta bile oldukça uzun bir süre aldı. Bunun için özür dilerim.

Sonuçta tekrar belirteceğim husus, dünyanın artık küresel bir köy haline gelmiş olduğudur. Uluslar sürekli birbirlerine karışmaktadır. Bunun içindir ki, insani değerlerin yükseltilmesi için dikkatleri çekmeliyiz ve Yaratanımızın farkında olmalıyız.

Benim duam, her zaman bu düşüncelere sahip olanlar ile birlikte olmamız içindir.

Nihayetinde, bugün buraya gelip bu etkinliğe katılmanızdan ve bunu yaparak varlığınızla bu toplantıyı aydınlatmanızdan dolayı, sizlere tekrar şükranlarımı iletmek istiyorum.

Çok teşekkür ederim.”

Çeviri: Gülay Wagishauser, Mehmet Önder


[1] Maide suresi, ayet 33

[2] Bakara suresi, ayet 257

[3] Maide suresi, ayet 9

[4] Lecture Lahore – Esence of Islam, Vol.4 s.111)

[5] Araf suresi, ayet 159

[6] İsrâ suresi, ayet 24

[7] İsrâ suresi, ayet 25

[8] İsrâ suresi, ayet 27

[9] İsrâ suresi, ayet 32

[10] İsrâ suresi, ayet 35

[11] İsrâ suresi, ayet 36

[12] İsrâ suresi, ayet 38

Bir Öncekini Oku

İslam sevgi dinidir

Bir Sonrakini Oku

Din de zorlama yoktur!