Bizim ne kadar büyük bir işe soyunduğumuzun farkında olmak yolculuğumuzun ilk şartıdır. Çünkü farkında bile olmayan veya bu konuda gaflet içinde olan insan yüzyıllarca da yaşasa hep yerinde sayacaktır ama farkında olan bir insan bir gün bile yaşasa, en azından hayatının o bir ve tek ve son gününde ağlaya sızlaya Allah’tan af ve mağfiret dileyerek belki de O’nun cennetinin alt seviyelerinden de olsa birisine girmeye hak kazanacaktır. Buna nazaran gaflet içinde yüzyıl yaşayan birisinin her geçen günü, onu Allah’tan uzaklaştırır ki “cehennem” kelimesi zaten bu uzaklığın başka bir adıdır.
Allah’ın peygamberleri ve onların halifeleri bizi zaman zaman azarlarlar; zaman zaman ise müjdeler verirler. Ama hem azarlamaları hem de müjdelerinin arkasında aslında hep merhamet vardır. Bazen azarlarlar; kendimiz için seçtiğimiz son derece basit ve ilkel hedefler yüzünden de olur bunlar. Çünkü onlar bizim sıradan şeylere razı olmamızı istemezler. Bir seferinde birisi bana “ben hayatımda kimseye zarar vermedim.” dedi. Bundan kastettiği şuydu ki ben iyi birisiyim.
Peygamberlerin cevapları ne kadar da güzel olur. Aklıma vaat edilen Mesih’in verdiği bir cevap geldi ve o da şuydu. “kimseye zarar vermiyorsanız bilin ki kedi köpek veya kuşlar gibi olmuşsunuz; onlar da kimseye zarar vermezler”. Ama insan şerri terk etmek değil, hayır işlemek için yaratılmıştır. Şerri terk etmek yürüyeceğimiz uzun yolun sadece başlangıcıdır. Ama gelin görün ki günümüzde insanlar o kadar Allah’tan uzak düşmüşler ki, o kadar kötülük yapar hale gelmişler ki sadece şerri terk etmek bile birçoğumuza yeterli gelmektedir. İşte bu kadar basit bir hedef bir Ahmedi Müslüman’a hiç yakışmaz. Kaldı ki günahı terk etmek dahi bitmek tükenmek bilmeyen bir silsiledir. Eğer birisi kalkıp “ben günahı terk ettim” diyorsa İslamiyet’in mesajını pek de anlamamıştır. Vaat edilen Mesih ruhani dünyanın tüm güzelliğinin takvanın inceliklerini fark ederek gösterilen son derece latif davranışlarda gizli olduğunu söylemiştir. Hatta bu incelikler gösterilmezse kalan ibadetlerin sadece bir et yığınının olabildiği kadar güzel olabileceğini söylemiştir.
Bir bebeğin tüm güzelliği onun vücudunun hatları yüzündendir. Yoksa 3 kiloluk bir et ve kemik yığını kesinlikle güzel değildir. İşte aynı şekilde ruhani dünyadaki vücudumuz de ancak tüm iyilikleri bütün inceliklerini dikkate alarak gösterdiğimizde güzelleşir. Ama bu kolay değildir. İnsan iyi niyetine rağmen bunu o kadar kolay unutabilir ki şaşırırsınız. Sabah ağlaya sızlaya tövbe edip akşama kadar yine eski huyuna dönebilir. İşte bu kadar zayıfız. İyilik yapmak kendi içinde sonsuz bir dünya olduğu gibi bunun da bir hali vardır ki bambaşka bir şeydir. Normalde birisine hak etmemesine rağmen iyilikte bulunmak Allah’ın RAHMAN sıfatının altındadır. Ama acaba birisi yüzümüze tükürse ona iyilik yapabilir miyiz? Birisi bizim arkamızdan konuşursa ona iyilik yapabilir miyiz? Birisi çocuklarımıza zarar verse ona iyilik yapabilir miyiz? İşte burası RAB sıfatına has çok özel bir yerdir. Ama gelin görün bugün bu seviyeye çıkmazsak Allah’ın kaybolmuş ailesi yolunu bulamayacaktır.
Bir etrafınıza bakın. Bugün bu otelde toplanmışız ve bu binada olmayan milyonlarca insan vardır. Bu insanların bir kısmı dinden bile uzaklaşmıştır; Allah’a olan inancını kaybetmiştir. Onların gözünde bu dünyada tüm zamanını eğlenerek geçirmeyen insan aptaldır çünkü zamanını boşa harcamaktadır. Onlara gidip “bakınız bir Allah vardır” dediğiniz anda sadece gülerler. Bunlara adaletli bir şekilde davranırsanız sizin de iyi birer insan olduğunuzu kabul edeceklerdir ama o kadar. Bunu iyi bilin ki çok sevdikleri ve haz aldıkları o dünyevi hayata, biz adaletli olduğumuz için elveda demezler. Neden desinler ki? Bu ancak ve ancak Ahlak-i-Muhamaddiye ile mümkün olacaktır ve o da Allah’ın Rab sıfatına kadar aynen bir anne gibi yüzümüze tüküren, hiç umursamayan, belki de bizi lanetleyen bu insanların peşine düşüp teker teker, birer birer bunların unuttukları ve umursamadıkları Allah’a doğru geri getirmekle mümkün olacaktır. Aslında yine mümkün değildir çünkü bizim sayımız çok azdır ve iş çok büyük ama Allah kendimizi helak ettiğimizi görünce kendi Rab sıfatını gösterecektir ve Allah’ın Rab sıfatına kimse karşı koyamaz. İşte bizden istediği kendimizi helak etmektir. Bu işin sadece çandalarla olacağını düşünmek aptallıktır. İkinci halife hazretleri sadece para toplayıp dünyada bir değişiklik yapabileceğini sanan milletler için bakınız ne demiştir; 1935 senesinde cemaate hitap ederken şöyle buyurdu;
“Para toplayarak dünyanın dört bir yanında Allah’ın mesajını yayabileceğini sanan kavim kadar kendi kendini kandırmış, ahmak ve divane bir kavim yoktur. Parayla ancak bazı yüzeysel ve hiçbir hakikati olmayan işleri becerebilirsiniz. Para ancak iki şeyin birbirine yapışmasına yardım eden şeydir; kendisi bir şey değildir; son derece gelip geçicidir; hiç kalıcı değildir. Siz çivilerle bir ev yapamazsınız; onların görevi sadece asıl malzeme olan kapı ve pencereleri bir araya getirmektir. Aynı şekilde dini cemaatlerin gelişimi büyük fedakârlıklarına bağlıdır; paraya değil. Hiçbir dini cemaat paranın gücüyle gelişmemiştir çünkü dinler kalpleri fethederler ve paranın ise böyle bir gücü yoktur. Para ile fethettiğiniz her insan olsa olsa bir köleniz olacaktır. Oysaki din kölelik zincirlerini paramparça etmek için gönderilir. Parayla dünyayı fethediyorsanız eğer; iyi bilin ki sadece kölelerinizin adedini artırıyorsunuz. Bunu yaparsanız sadece insanları satın almış olursunuz. Ama köleler ne işimize yarar ki? Siz böyle yaptığınızda dünyayı sınıf atlatıp bambaşka seviyelere değil, daha da rezil çukurlara itenlerden olursunuz. Kölelerin öz çocuklarınıza nazaran daha çok mu hizmet verdiğini sanıyorsunuz? Bir köle ve öz çocuğunuzun değeri gözünüzde aynı mıdır? Eğer değilse neden değildir? Neden kendi çocuğunuz gözünüzde daha kıymetlidir? İyi bilin ki bunun tek bir sebebi vardır ve o da şudur ki köleyi siz parayı basarak alırsınız ama çocuğu anne canını vererek elde eder. Bir çocuğun değeri nedir? İşte dokuz ay boyunca bir annenin tüm hayatını onun için vakfetmesidir. Sonra doğum anında gerekirse canını bile vermeye razı olup çocuğunu dünyaya getirmesidir. Gerçek şudur ki bir çocuk doğduğunda o gün iki kişi doğar. Birincisi çocuk, ikincisi ise annesidir. Yani anne önce dokuz ay için hayatını vakfeder ve ardından uğruna ölmeye dahi razı olur. Bazen gerçekten de ölür; bazen ise çocukla birlikte o da dünyaya geri gelir. Doğum sırasında bir annenin vücudunun maruz kaldığı zorluklara insaflı bir gözle bakacak olursak ancak Allah’ın lütfuyla yaşadığını itiraf etmek zorunda kalırız çünkü o durum hayattan ziyade ölüme yakın bir durumdur… İşte aynı şekilde ancak ruhani evlatlarınız ve canınızı vererek elde ettiğiniz insanlar gerçek anlamda dünyada faydalı şeyler yapabilirler. Öyle insanlar ki gamları sizi uyutmasın ve hidayetleri için Allah katındaki dualarınız sizi yorgun düşürüp resmen yıkmış olsun. İşte ancak o zaman elde edeceğiniz ruhani evlatlar gerçek anlamda evlat olacaklar. Yoksa parayla satın aldığınız kimse ancak köleniz olacaktır ve bu kölelerle dünyaya fethetme hayalleri kurmak abestir… Bu yüzden başarmak istiyorsanız paranızı vererek değil, canınızı vererek tek tek kaybolmuş insanları toplayıp buraya getirin. Parayla getirdiğiniz hem kendisi rezil olacaktır, hem sizi de rezil edecektir. Ama canınızla satın aldığınız kimse kendi canını sizin için feda edecektir; siz ise onun için.”
İşte bakın; imamlarımız ne kadar duygu dolu sözleriyle bize bu canımızı verme yoluna çağırıyorlar. Bu aşırı bir istek değildir; aslında bunu aşırı bulan, İslamiyet’in mesajından uzaktır; öyle birisi hala kestirme yolların peşindedir. Ama eğer Allah (c.c), peygamberler kadar yüce insanlara dahi büyük sıkıntılardan geçmeden ve ölüme katlanmadan belli makamlar vermiyorsa bizim gibi zayıf insanlara neden versin. Verirse onlara haksızlık olur; Allah için çabalamak ve O’na âşık olup kendi hayatını yok saymak abes ve anlamsız bir iş haline gelir. Tüm plan boşa gider ve her şey anlamsızlaşır. İşte bu sebeple Allah belli şeyleri ancak kendilerini helak edenlere verir; diğerlerine değil.
Bu ara ben sürekli “kendimizi helak etmekten” bahsediyorum. Maalesef öyle bir çağda yaşıyoruz ki bizi dinleyen birisi bombalardan bahsediyor olduğumuzu sanabilir ama El-hamdülillah bizim kendimize helak etmekten kastettiğimiz bambaşka şeylerdir. Bizim kendimizi helak etmekten kastettiğimiz Allah’ın sıfatlarına âşık olup kendimizde o sıfatları oluşturmak için nefsimizi öldürmektir. Örneğin namaz kılmak şarttır; oruç tutmak da öyle ama bunları yapıp ardından sivri bir dille birisinin kalbini kırmak ve “nasılsa ben ibadetlerimi yapıyorum” demek bize göre Allah’ın kurduğu sistemle alay etmektir. Ve olay sadece kimsenin kalbini kırmamak da değildir. Bir âşığın dikkat ettiği o kadar fazla şey vardır ki ancak helak olmaya niyetli birisi bunları hatırlayabilir; aklında tutabilir. Her an, otururken, kalkarken, yürürken, dururken, konuşurken, susarken, sürekli kibir, birisi hakkında kötü düşünmek, kin beslemek, caiz olmayan sevgiler beslemek, korkaklık, haset, hırs, cehalet, riyakârlık, ince yalanlar, israf yapmak, çok üzülmek, başkalarına güvenmemek, edepsizlik, çok konuşmak, küfür etmek, beddua etmek, dedikodu yapmak, cimri olmak, güler yüzlü olmamak, gafil veya dikkatsiz olmak, başkasını aşağılamak, başkaların ayıplarını ifşa etmek, gıybet yapmak, bencil davranmak, çocukların terbiyesini önemsememek, sisteme karşı başkaldırmak, isyan etmek, ticarette sahtekârlık yapmak, altımızda çalışanları insafsızca azarlamak, umudumuzu kesmek vs. gibi günahlardan sakınmak ve yine aynı şekilde her an her hareketimizde sürekli cesur ve yürekli olmak, ilim sahibi olmak, tevazu göstermek, şükretmek, hayâ sahibi olmak, merhametli olmak, azimli olmak, sabırlı olmak, herkesin iyiliğini istemek, zikri ilahi yapmak, insanlara yardım etmek, adaletli olmak, ihsan yapmak, cömert olmak, vefalı olmak, arkadaşlara arkadaşlık göstermek, affetmek, ihtiyacı olana borç vermek, sadaka vermek, yüzde yüz dürüst olmak, barışçı olmak, verilen sözleri tutmak, kavga edenleri barıştırmak, sır tutmak, güler yüzlü olmak, milli menfaat için çalışmak, devlete itaat etmek, Allah sevgisini beslemek ve tüm ahlakları göstermek gibi konulara sarılmak ancak ilahi aşkla mümkündür; bu işin sonunda ne kadar kârlı veya ne kadar zararlı çıkacağını hesaplayan iş adamlarının veya sadece düşünmekle yetinen filozofların işi değildir.
Ama âşık olmak için önce tanımak gerekir; bilgisizliği ve cehaletimizi gidermek gerekir. Peki, sonra hemen olacak mı? Hemen âşık mı olacağız? Maalesef bunun cevabı evet olmayabilir. Belki cehalet perdeleri gözümüzün önünden çekilince anlayacağız ki bazı konularda yılların gafleti içimizi hasta etmiştir. Çocukluğumuzdan beri süregelen alışkanlıklar belki de bazı ruhani eksiklikler doğurmuştur. Neyin yapılması gerektiğini bilmek yapabilme gücünü de vermez. Onun için irade gerekir, ihlâs gerekir, Allah’ın yardımı gerekir. İşte bu sebeple zaman kaybedecek durumda değiliz. Öncelikle her birimiz neyin yapılması gerektiğini öğrenmelidir. Yolculuğa ondan sonra başlayacaktır. Bu işin büyüklüğünü gösterip bizi motive etmek için bakınız hazret Muslih-i-Mev’ud ne demiştir;
“Önünüzdeki iş gerçekten de çok büyüktür. Onun için gerekli çevikliği ve uyanıklığı kendinizde yaratın. Sonra başkalarını da davet edin. Siz bir buçuk milyar insanı İslam’a getireceksiniz. Ne olur; bir düşününüz; çabalarınız bu hedefe uygun mudur? Şunu da unutmayın ki çabalarımız da kendi başına bir şey yapamazlar. Allah’ın (c.c.) huzurunda resmen eriyip yok olmamız gerekiyor ki Allah’ın merhameti coşarak etkisini göstersin. Dua ediyorum ki Allah (c.c.) hep sizleri dürtüp uyanık tutsun. O bazen muhaliflerimizi coşturarak bizi uyandırıyor; bazen ise kendi içimizde bir kavga çıkartarak gözlerimizi açıyor. Bunlar imanınızın göstergesidir. Hiç imanınız kalmamış olsaydı Allah (c.c.) da sizi terk ederdi; böyle dürtmezdi.
İşte Allah’ın fiili hala aramızda kâmil iman sahiplerinin olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bundan faydalanmalıyız. Bir arkadaşınız dahi size seslendiğinde uyanıyorsunuz. Öyleyse neden Allah (c.c.) seslenince uyanmıyorsunuz? Küçücük bir çocuğun sesi bile annesini uyandırır. Oysaki Allah (c.c.) ve kul ilişkisi, anne çocuk ilişkisinden daha güçlüdür. Hal böyleyken Allah (c.c.) “kalk” deyince neden kalkmıyorsunuz? Neden başkalarını da kaldırmak için evinizden çıkmıyorsunuz? Bu kâinatın yaratıcısı resmen göklerden indi. Vaat edilen Mesih’in kalbine indi. Kaleminde zuhur etti, dilinde zuhur etti. O vaat edilen Mesih’in kalemini kullandı ve yirmi üç sene boyunca bağıra bağıra sizleri çağırdı. Gizli saklı şekilde değil, apaçık sözlerle sizi uyardı. “Bu dünya yok olmak üzeridir; uyanın” dedi. O vaat edilen Mesih’in diliyle konuştu ve resmen haykırışlarla sizi uyandırmaya çalıştı. Kâinatın hükümdarı olmasına rağmen acıklı bir sesle sizi duygulandırmaya çalıştı. Doğum yapan bir kadının haykırışlarından daha acıklı haykırışlarla sizi yokladı. Ama gelin görün ki dünya uyumaya devam etti; uyku pozisyonunu dahi değiştirmedi. Bazıları kalktılar ve bu ses için kendilerini helak etmeye karar verdiler. Bunlardan bazıları hala uyanıktırlar ve Allah’ın fazlı ve lütfu devam ederse ölümlerine kadar uyanık kalırlar. Ama birçok insan kalkmasına rağmen belli bir müddetten sonra bir daha uyudu. Bazılarıysa uyanıp abdest almak için ibriğin yanına gitti ama üstüne başlarını koyup orada uyuverdi. Bazıları gözlerini açtı ama yataktan kalkamadı, uyanıp uyanmadıklarını dahi fark edemedi. İşte bütün bu söylediklerimin ışığında kendinizi değiştirin. Âlimleriniz, zenginleriniz, cahilleriniz ve fakirleriniz kendilerini değiştirsin. Önce onlar değişsinler, ardından da başkalarını değiştirsinler.
Size doğruyu söylüyorum; kıyamet azabına çok yakınız. Sanmayın ki siz emniyettesiniz. Vaat edilen Mesih’in uyardığı kıyamet resmen kapıdadır ve bizler kendimiz için bir ölüm seçmediğimiz müddetçe bu azaptan kurtulamayız. Yine söylüyorum; o azap, bıçağın kemiğe dayandığı gibi çok yakındır. Herhangi bir yanılgıya düşüp tembellik göstermeyiniz.”
Bu uyarılar bazen insanı korkutabilir ama unutmamalıyız ki iman, korku ve umudun arasında olur. Sadece müjdelerle mutlu olan ve Allah’tan hiç korkmayan kimse başaramaz. Bütün peygamberler cemaatlerini bu şekilde uyarmışlardır. Sadece “bir şey olmaz; her şey güllük gülistanlıktır” diyen milleti yanıltmış olur. Ama sadece korkutmak da doğru olmadığı için hep bir denge içinde öğütlerini verirler.
Müjdelemeye gelince de bu büyük zatlar öyle güzel müjdeler verirler ki insan yerinde duramayıp ayağa kalkar. Vaat edilen Mesih (a.s.) âşık olunacak bir Allah’ın gerçekten de var olduğunu bakınız nasıl bir coşkuyla anlatıyor:
“Bizim Rabbimiz sayısız ve acayip kudretlere sahiptir ama ancak içtenlik ve vefayla kendilerini O’na teslim edenler görürler. O vefa ve dürüstlükle O’na ve kudretlerine inanmayan yabancılara açılmaz. Ah! Ne kadar da bedbahttır; o ki, hala kudreti her şeye yeten bir Rabbinin var olduğunu dahi farkında değildir. Bizim (ise) cennetimiz O’dur; haz aldığımız her şey yine O’ndadır. Çünkü biz O’nu gerçekten de gördük; tüm güzellikleri ise yine O’nda bulduk. Bu servet can pahasına da olsa alınmaya değerdir ve bu inci tüm varlığımızı yitirerek de olsa elde edilmeye layıktır. Ey Mahrumlar; (ne olur) bu pınara koşunuz; koşunuz ki sizi doyursun, susuzluğunuzu gidersin. Sizi kurtaracak olan (gerçek) hayatın pınarı budur. Ne yapsam; ah nasıl bu müjdeyi kalbinizde yerleştirsem; hangi davulla sokak sokak gezsem ki gözleriniz açılsın ve hangi ilaçla tedavi etsem ki kulaklarınız duyar hale gelsin.” (Keşti-Nuh)
Ve o Allah’ın gerçekten var olduğuna inandıktan sonra, ola ki günahkâr halimize bakınca umudumuzu yitirmeyelim diye bakın ne kadar güzel sözlerle umut mesajını vermektedir.
“Biz günahkârız; biz nerede, dualarımızın kabulü nerede” diye düşünmeyin. İnsan hata yapar ama duanın gücüyle eninde sonunda nefsini yener, devirir, galip gelir. Sebebi de şudur ki nefse galip gelebilme özelliği insanın hamurunda vardır. Bakınız suyun yaratılışında ateşi söndürme kabiliyeti vardır. Ne kadar ısıtırsanız ısıtın, ateşin kendisi kadar sıcak bile olsa, üzerine düşer düşmez onu söndürür, yok eder. Suyun yaratılışındaki söndürme kabiliyeti gibi insanın yaratılışında da tertemizlik ve paklık elde etme kabiliyeti vardır. Bu kabiliyet herkesin içine Allah tarafından yerleştirilmiştir. “Biz günahın içinde batmışız” diye tedirgin olmayınız, vazgeçmeyiniz. Günah aynen tertemiz bir kumaşın üstüne yapışmış kirli lekeler gibidir, temizlenmesi mümkündür. Ne kadar nefsanî duygulara kapılmış olursanız olun, Ona dua edin, haykırın ve Ondan isteyin. O sizi zayi etmeyecektir. O Halimdir[1], Gaffardır Rahimdir[2].“
S.A. Ahmad
II. Jalsa Salana Türkiye
[1] Yumuşak kalpli
[2] Bedir gazetesi 17 Ocak 1907