26 Aralık 2021
Çoğalmaktayken, Covid-19 salgınıyla daha da büyüyen küresel gerilimlerin ortasında bulunan dünya, vahim dönemlerden geçmektedir. Ne yazık ki İslam dini, çoğu zaman haksız yere dünyanın huzursuzluğunda rol oynamakla suçlanmakta ve öğretileri de sıklıkla sorgulanmaktadır. 26 Aralık 2021’de gerçekleşen, Kadiyan Calsa Salana [Yıllık Toplantısı] kapanış oturumundaki konuşmasında Mirza Masrur Ahmedaba Hazretleri, böylesi görüşleri yok ederek, İslami öğretilerin aslında her düzeyde gerçek ve kalıcı barışı tesis etmenin anahtarı olduğunu sergiledi. The Review of Religions dergisi bu konuşmanın tam çevirisini sunmaktan kıvanç duymaktadır.
Teşehhüd, Teavvuz ve Fatiha suresini okuduktan sonra V. Halifetu’l Mesih Hazretleriaba şöyle buyurdu:
“Bugün Kadiyan Yıllık Toplantısı’nın son günüdür ve kapanış oturumudur. Aynı şekilde Afrika’nın bir ülkesi olan Gine Bissau da Calsa’sını gerçekleştirmektedir. Onlar da bu son oturuma katılmak üzere izin istediler ve bundan dolayı Calsa’larından görüntüler de zaman zaman ekranlara getirilmektedir. Yüce Allah’ın lütfu ile bugünlerde Calsa’nın olduğu yahut da olacağı başka ülkeler de bulunmaktadır. Hal böyleyken, toplantılarını Kadiyan Calsa’sı ile aynı günde gerçekleştirmeleri sebebiyle, onlardan söz ettim. Şimdi ise asıl konuma döneceğim.
İslami Öğretiler – Daimi Barış için Gerçek bir Garantör
Bizler, İslam’ın öğretileri asıl haliyle korunduğu için, bunun güzel bir toplum oluşturmak üzere tek başına en mükemmel öğreti şekli olarak hizmet ettiğini iddia ediyoruz. Eğer gerçekten sadık kalınırsa, bir kimseyi Yüce Allah’a yaklaştırması mümkün olan da, işte bu öğretidir. Dahası bu yakınlaşmanın bir neticesi olarak, keza Yüce Allah’ın rızasını elde etmeyi istemenin ve bunun için çabalamanın sonucunda, bu gerçek bir Müslüman’a diğerlerinin haklarını yerine getirmek hakkında da eşsiz bir rehberlik sağlar. Toplumda barış ve uyumun tesis edilmesi için bir güvence görevi gören de, bu hakların yerine getirilmesidir. Bugünlerde insanlar, kalıcı barışı nasıl yerleştiririz diye konuşuyorlar. Kargaşa, keza çatışma ve savaş tehdidi hem yerel, hem de küresel düzeyde artmaktadır. Tüm dünyayı sarsan Covid-19 salgını, insanların kalplerinde besledikleri husumetlerini gidermedi. Ulusların diğerlerine karşı üstünlüklerini kanıtlama arzusunu ortadan kaldırmadı. İnsanlar, Yüce Allah’ın bu uyarısını dikkate almadılar. Ve insanlar ile uluslar tutum ve tavırlarını değiştirmeyecek olurlarsa, bu ciddi sonuçlara yol açacaktır.
Durum böyleyken, şimdi İslam’ın barış öğretisi hakkındaki değişik bakış açılarından bahsedeceğim. Öyle ki, eğer insanlar bunları gerçekten uygularlarsa, o zaman dünya bir barış ve uyum yeri haline gelebilir. İslam tarafından sunulan öğretiler, yeryüzünde barışın kurulacağını garanti eder. Bu farklı bakış açılarını, Kuran-ı Kerim’in öğretileri ışığında sunacağım.
İslam’ın Dinsel Hoşgörü Hakkındaki Öğretisi
Öncelikle, İslam’ın dinsel hoşgörü ile ilgili neler öğrettiğine bir bakacağız. Dünyanın ekseriyeti kendini dinden uzak tutsa da, yine de başkalarını din bazında eleştiren, keza kendi dininin üstün olduğunu kanıtlamak için diğer dinlere ithamda ve iftirada bulunmayı gerekli gören, bir grup insan vardır. Oysa diğer dinleri bir kenara bırakacak olsak bile, hala İslam aleyhinde, onun diğerlerini dikkate almadığına dair suçlamalar bulunmaktadır. Ancak İslam, diğer dinlerle alay etme kavramını kesinlikle reddetmektedir. İslam, diğer dinlerin kurucularına karşı ithamda bulunmamayı, keza bu münasebetle onları tahrif etmemeyi yahut da onlar aleyhinde iddialar ileri sürmemeyi öğretmektedir. Şüphe yok ki, İslam kendisini en son din olarak sunar ve onun öğretileri de her şeyi kapsayandır. Ancak o, diğer dinlerin kurucularının düzmece olduğunu ileri sürmez. İslam öğretmektedir ki, Yüce Allah’ın peygamberleri, onlara rehberlik etmek üzere dünyanın her ulusunun içinden çıkmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
اِنَّاۤ اَرۡسَلۡنٰکَ بِالۡحَقِّ بَشِیۡرًا وَّ نَذِیۡرًا ؕ وَ اِنۡ مِّنۡ اُمَّۃٍ اِلَّا خَلَا فِیۡھَا نَذِیۡرٌ
‘Şüphesiz Biz, seni (ebedi) bir doğruluk ile müjde veren ve Uyaran olarak gönderdik. Ve kendisine bir uyarıcı gelmemiş olan bir ümmet yoktur.’ [Fatîr suresi, 35:25]
Dolayısıyla bu, İslam’ın öğretileri ile başka dinlerinkinin arasındaki bariz bir farktır. Onlar, sadece kendi din ve öğretilerinin doğru olduğunu düşünürler. Ancak Kuran-ı Kerim tarafından bize sunulan öğretilere göre, her ümmetten peygamberler çıktığını kabul etmek, bütün Müslümanların yükümlülüğüdür ve eğer her ümmetten peygamberlerin çıktığını kabul ediyorlarsa, o halde bunlar, diğer peygamberlerin düzmece olduğunu nasıl söyleyebilirler? Bazen diğer dinlerin taraftarları, Peygamber Efendimiz’insav mübarek şahsiyeti aleyhinde iğrenç suçlamalarda bulunurlar ya da buna teşebbüs edebilirler. Ancak Müslümanlar, Musa’yaas, İsa’yaas keza Hinduların evtarlarına saygı ve hürmetle atıfta bulunurlar. Bugün ve bu çağda Vadedilen Mesihas, bu yönleri bizim için en güzel şekilde ele almıştır. Vadedilen Mesihas şöyle buyurmaktadır:
‘İnancım, İslam haricindeki bütün dinlerin batıl üzerine kurulu olduğu şeklinde değildir. Ben – bütün mahlûkatın Rabbi olan ve her şeyi gören – Allah’ın, tıpkı her şeyin maddi ihtiyaçlarını karşıladığı gibi, onların manevi ihtiyaçlarını da karşıladığına inanıyorum. O’nun, bu dünyanın yaratılışından beri sadece tek bir kavmi seçtiği ve geri kalanını hiç umursamadığı doğru değildir. Evet, bir kavim için ve ardından da bir başkası için zamanın geldiği doğrudur. Bunu kimseyi memnun etmek için söylemiyorum, aksine Yüce Allah bana vahiy etti ki, Raca Ramçandar ve Krişna da Allah’ın dindar hizmetkârlarıydı ve O’nunla gerçek bir ilişkileri vardı. Kendimi, onları küçümseyen ve alay edenlerden ayrı tutarım. Bunlar, okyanusun enginliğini idrak etmeyen, kuyudaki bir kurbağa gibidir. Yaşamları hakkındaki doğru bilgilere dayanarak, onların Yüce Allah’a götüren doğru yolu bulmak üzere büyük uğraş ve çaba harcadıklarını görmekteyiz. Bunların doğruluk üzerinde olmadığını söyleyen birisi, Kuran-ı Kerim’in aksine konuşmuş olur, çünkü onda şöyle buyrulmaktadır.
وَ اِنۡ مِّنۡ اُمَّۃٍ اِلَّا خَلَا فِیۡھَا نَذِیۡرٌ
‘Ve kendisine bir uyarıcı gelmemiş olan bir ümmet yoktur.’
Bu nedenle hiç şüphe yok ki, bütün bu dinlerin temelleri başlangıçta doğruluk ve dürüstlük üzerine kurulmuştur, ancak aradan geçen zaman zarfında türlü türlü yanlışlar yavaşça içeri girmeye başlamış, sonunda gerçek, bu yanlışların altında gizli kalmıştır.’
Vadedilen Mesihas ilaveten şöyle buyurmaktadır:
‘Tıpkı Yüce Allah’ın bütün uluslardan insanlara, kendi durumlarına uygun olan bir bedensel gıda bahşetmesi gibi, O her ulusu ve ümmeti de bir manevi gıda ile lütuflandırmıştır. Kuran-ı Kerim’in bir yerinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır,
وَ اِنۡ مِّنۡ اُمَّۃٍ اِلَّا خَلَا فِیۡھَا نَذِیۡرٌ
“Ve kendilerine bir peygamber yahut elçi gönderilmemiş hiçbir ümmet yoktur.”
Yüce Allah’ın rahmeti herkes içindir ve o, bütün ulusları, bütün ülkeleri ve bütün dilleri çepeçevre sarar. Bunun böyle olması ile hiçbir ulus için şikâyete mahal yoktur, ne de onlar iddia edebilirler ki, filan ümmete nimet verildi ama bize nasip olmadı; Şu şu kavime hidayete ersinler diye kitap verildi, ama biz bir tane almadık; Yahut Yüce Allah belli bir çağda Kendisini vahiy ve alametler vasıtasıyla gösterdi, ama bizim dönemimizde gizli kaldı. Bundan dolayı O, herkes için olan lütfunu göstererek, tüm bu ithamları ortadan kaldırmış ve hiçbir ulusu Kendi maddi ve manevi lütfundan mahrum etmeyerek ve hiçbir dönemi nasipsiz bırakmayarak yüce ahlakını sergilemiştir.’
İşte bunlar, toplumda barış ve huzurun tesis edilebileceği güzel öğretilerdir. Bugünlerde, arada sırada Müslümanlar ya da İslam’ın kurucusu Hazreti Muhammedsav aleyhinde sözler söylenmektedir. Bunlar barışı bozmak adına çok büyük destek sundukları halde, barışın tesisinde hiçbir rol oynamazlar. Bundan dolayı inancımız öyle ki, tüm inançların takipçilerine saygı göstermeli ve her dinin kurucusuna da hürmet etmeliyiz.
İslam’ın Aşırılık ile İlişkisini Yalanlamak
Öğretileri ve tarihi ile ilgili bilgi eksikliği nedeniyle, İslam ile ilgili bir diğer yanlış fikir ise, İslam’ın bir aşırılık dini olduğudur, keza baskıcı öğretileri sebebiyle, başlangıçta zorla yayıldığı ve bugün hala bunun için çaba sarf edildiğidir. Bu, hiçbir dayanağı bulunmayan bir suçlamadır. Kuran-ı Kerim’i okuduklarında, birçok durumda onun bunu reddettiğini ve zorlama fikrinden sakınmayı öğrettiğini görecekler. O, şöyle buyurmaktadır:
وَ لَوۡ شَآءَ رَبُّکَ لَاٰمَنَ مَنۡ فِی الۡاَرۡضِ کُلُّھُمۡ جَمِیۡعًا ؕ اَفَاَنۡتَ تُکۡرِہُ النَّاسَ حَتّٰی یَکُوۡنُوۡا مُؤۡمِنِیۡنَ
‘ Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırlardı. Mümin olsunlar diye insanları, sen mi zorlayacaksın?’ [Yunus suresi, 10:100]
Dolayısıyla, eğer dünyayı zorla ikna edeceksek, o halde Yüce Allah demezdi ki, insanları İslam’ı kabul etmeye zorlamayın. Yüce Allah, herkesi Müslüman yapmaya kadir olduğunu buyurmaktadır, lakin O böyle yapmamıştır. Bu sebeple, eğer Yüce Allah bunu yapmadıysa, ne Yüce Peygamber’insav, ne de onun takipçilerinin, birini Müslüman olmaya zorlamaya hakkı yoktur. Emredilen, tebliğde bulunmaktır, İslam’ın mesajını iletmek ve başkalarına yol göstermektir. Bu yolu gösterirken, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
وَ قُلِ الۡحَقُّ مِنۡ رَّبِّکُمۡ ۟ فَمَنۡ شَآءَ فَلۡیُؤۡمِنۡ وَّ مَنۡ شَآءَ فَلۡیَکۡفُرۡ
‘De ki: (Bu) gerçek, ancak Rabbiniz tarafından (indirilmiştir. Artık) isteyen (buna) inansın, isteyen inkâr etsin.’ [Kehf suresi, 18:30]
Yüce Allah bildirmiştir ki, bu öğreti gerçektir ve sizin faydanızadır. Kabul etmeniz sizin için daha hayırlıdır, ancak istemezseniz, bu da sizin tercihinizdir. Yüce Allah sonrasında bizimle ilgili Karar Günü’nde hüküm verecek ve bu dünyanın işleri sona ermiş olacak. Eğer bir dini kabul etmek istemiyorlarsa, bu dünyada kimsenin kimseyi zorlamaya hakkı yoktur. Bunun için İslam, dünyada kimseyi dine dayanarak cezalandırmaz. İslam’ın itibarını lekeleyen ise, kimi âlimlerin doğru olmayan açıklamaları ve tefsirleridir. İslam tarihine ve Kuran-ı Kerim’e bir göz atacak olurlarsa, fark edecekler ki, kim İslam’ın öğretilerini reddettiyse, bu onların evlerinden ya da topraklarından kovulma ihtimallerinden kaynaklanmaktaydı, tıpkı Kuran-ı Kerim’de bahsedildiği gibi:
وَ قَالُوۡۤا اِنۡ نَّتَّبِعِ الۡھُدٰی مَعَکَ نُتَخَطَّفۡ مِنۡ اَرۡضِنَا ؕ اَوَ لَمۡ نُمَکِّنۡ لَّھُمۡ حَرَمًا اٰمِنًا یُّجۡبٰۤی اِلَیۡہِ ثَمَرٰتُ کُلِّ شَیۡءٍ رِّزۡقًا مِّنۡ لَّدُنَّا وَ لٰکِنَّ اَکۡثَرَھُمۡ لَا یَعۡلَمُوۡنَ
‘Onlar, “Seninle beraber hidayete tabi olursak, memleketimizden ansızın yakalanıp kovuluruz,” derler. Biz onları, Katımızdan rızık olarak kendilerine her çeşit meyvenin getirildiği, güvenli ve korunaklı bir yere yerleştirmedik mi? Ancak onların çoğu bilmezler.’ [Kasas suresi, 28:58]
Nitekim bu göstermektedir ki, İslam, gayrimüslimler korktu diye kabul edilmedi. Bu insanlar İslam’ı kabul etmediler, çünkü onlar İslam’ın muhaliflerinden korktular. Kendilerine denildi ki, eğer Hazreti Peygamber’isav kabul ederseniz, insanlar sizi yok edecek, mahvedecek ve köle yapacak. Ancak Yüce Allah buyurmaktadır ki, eğer o insanlar konuyu iyice düşünselerdi, Yüce Allah’ın Mekke’yi her zaman koruduğunu ve O’nun her türlü bereketi biraraya getirdiği bir yer yaptığını anlarlardı. Oysa onlar bunu anlamadılar ve dünya korkusunun kendilerine galip gelmesine izin vererek, İslam’ı kabul etme fırsatından da mahrum kaldılar. Böyle bir durumda, bu onların huzurunu bozdu; İslam tarafından tehlike yoktu, ancak yegâne tehlike dünyevi hükümdarlardandı. Örneğin İslam aşırılık dinidir ve Allah korusun, kötülüğü yaymaktadır, gibi İslam’la ilgili yanlış fikirler yaygınlaşmaya devam ederken, günümüzün Müslüman hükümetlerinin bunu anlayamaması üzücüdür. Eğer bugün Müslümanlar [İslam’ın] bu öğretilerine göre davranmaya başlasalar, bütün dünya dikkatini İslam’a çevirecektir. Ondan sonra Müslümanlar bizzat fark edecekler ki, gerçekten Yüce Allah’a yönelmelerinin ardından ve ilah olarak kabul ettikleri dünyevi güçleri terk ettiklerinde, dünyada barış yerleşecek, keza Müslümanların şeref ve itibarları da kat kat artacak. Bu da, ancak Peygamber Efendimiz’insav gerçek hizmetkârı ve zamanın imamını kabul ettiklerinde olacaktır ki, o yeryüzünde barış ve emniyeti sağlasın diye Yüce Allah tarafından gönderilmiştir.
Bundan başka Yüce Allah, barışın tesisi için bir ilkeden bahsetmiştir ve bu ilke, sadece kişisel münasebetlerde değil, daha geniş şekilde dış ilişkiler için de uygulanabilir; öyle ki toplumdaki küçük anlaşmazlıklardan tutun da, düşmanların büyük entrikaları ve oyunlarına kadar. Bu ilke, özel durumlara ve koşullara bağlı olarak, suçluyu yahut düşmanı ya affetmek ya da kınamaktır. Yüce Allah, Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
وَ جَزٰٓؤُا سَیِّئَۃٍ سَیِّئَۃٌ مِّثۡلُھَا ۚ فَمَنۡ عَفَا وَ اَصۡلَحَ فَاَجۡرُہٗ عَلَی اللّٰہِ ؕ اِنَّہٗ لَا یُحِبُّ الظّٰلِمِیۡنَ
‘Kötülüğün karşılığı, o kötülüğe denk olandır. Ancak kim affederse ve (böylece) ıslah ederse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zalimleri (hiç) sevmez.’ [Şurâ suresi, 42:41]
O yüzden, öncelikle şu açıkça söylenmiştir ki, sonsuz bir çatışma döngüsü haline gelecek şekilde içinizde bir düşmanlık beslemeyin. Birisi bir suç işlerse, cezası, suçlu tarafından verilen sıkıntıya denk olmalıdır. Gelgelelim şunu da unutmayın ki, bir ceza kötü niyetle ya da daha çok düşmanlığı teşvik etmek için verilmeyeceği gibi, intikam için de verilmez. Aksine gaye daima ıslah olmalıdır ve ıslahı hangi yöntemin sağlayacağına da her zaman dikkat etmelisiniz; Bu, müeyyideler ya da cezalar yoluyla mı, yoksa bağışlama yoluyla mı başarılacak? Yüce Allah buyurur ki, eğer affederek ıslah elde ediliyorsa, suçluyu affetmek gerekir ve bu bağışlamanın mükâfatı Yüce Allah tarafındandır. Yukardaki ayet-i kerimede Yüce Allah, düşmanlar ile muamele etmenin iki farklı yolunu bildirmektedir; onları kınamak ya da affetmek. Ancak Yüce Allah şunu açıkça belirtmiştir ki, [yapacaklarımızın] gayesi ıslah olmalıdır. Eğer [Arap] toplumuna dikkatle bakarsak, orada düşmanlık yıllarca değil, nesiller boyu devam ederken, İslam’ı kabul ettiklerinde ve bu emre uyduklarında, onlar tamamen değişmiştir. Düşmanlığı körükleyen eski ve cahilce gelenekler bugün bile kimi kavimlerde görülmektedir ve süregelen sonsuz bir düşmanlık döngüsü bulunmaktadır. Müslümanlara karşı kin ve garez önemli ölçüde artmış olup, bu düşmanlık, Müslümanlar arasında onların içlerinde de vardır. Bu kin ve garez sadece gelişmiş ülkelerde yaşayan insanlarla kalmayıp, bu ülkelerin siyasetçilerinde de kök salmaktadır. Her şeye rağmen Yüce Allah buyurmuştur ki, eğer barışı sağlamak istiyorsak, bu öğretiye uymak mecburiyetindeyiz. Eğer bu öğretiye itaat edersek, o da bizim için gerçek barışa ulaşmamızın bir vasıtası olacaktır. Dünya bu ilkeyi benimseyecek olursa, yeryüzünde gerçek barış tesis edilecek ve aşırı düşmanlık ile nefret ortadan kalkacaktır. Kimse, bu öğretinin düşmanlığı bütünüyle ortadan kaldıramayacağı iddiasında bulunamaz.
Bundan başka, Peygamber Efendimizsav de barışı tesis etmek üzere bize altın bir prensip bildirmiştir, bu da hem zalime hem de mazluma merhamet göstermektir. Mazluma nasıl şefkat gösterileceği açıktır, ancak zalime karşı nasıl anlayışlı olunulabilir ki? Bu bakımdan Hazreti Peygambersav buyurmaktadır ki, zalimi kötülüklerinden alıkoymak, onlara merhamet etmenin yoludur. Dolayısıyla ister gelişmiş isterse gelişmekte olan ülkeler arasındaki münasebetler olsun, isterse de toplumun küçük bir meselesi ya da farklı etnik ve ırksal gruplar arasındaki ilişkiler olsun, hatta birisi ilişkileri uluslararası bir ölçekte incelediğinde, bu [öğretinin o toplumda] ciddi bir eksikliği bulunur. İki taraf arasında karar vermek ve barışı tesis etmekle görevlendirilenler, ya bir tarafa ya da diğerine meyillidirler. Birleşmiş Milletler vardır ki, buradan bile bir tarafa meylettiklerini görebilmekteyiz. Onlar, ya mağdurun zalim olacağı bir zamana kadar mazlumun tarafında olurlar, ya da öte yandan hayatın mazlumlar için çekilmez hale geldiği ölçüde zalime doğru eğilirler. Bu yüzden kalıcı barış, ancak yönetim makamları her düzeyde eşit muameleyi benimserlerse sağlanabilir. [Yönetim makamları] iki tarafın da şikâyetlerine ve bakış açılarına kulak vermeli, sorunu çözmeli ve her türlü dargınlığı ortadan kaldırmalıdır.
The Review of Religions dergisinden tercüme edilmiştir.
Tercüme Eden: Mehmet Önder – 30.12.2021