Küfür önce vardır, sonra Peygamber gelir

Allahü Teala (c.c.) şöyle buyuruyor;

[1]

Yani küfredenler ister Ehli Kitaptan olmuş olsunlar ister müşriklerden; kendilerine “beyyine” gelene kadar küfürlerinden ayrılamazlardı.

Bu ayette beyan edilen ve yaşadığımız çağda son derece faydalı ve tartışmalarda işimize yarabilecek şey küfrün önce oluştuğu ve peygamberin sonradan geldiğidir. Bu o kadar ortadadır ki ayet hakkında azıcık düşününce bile insan bu neticeyi net olarak görebilir. Yani peygamberin sonradan geldiği ve küfrün önceden oluştuğu hakikatini…

Ayetteki “Min” kelimesi istisnasız tüm Ehli kitap ve Müsrikleri kapsadığı için tercümede “ister” daha uygun oluyor. “gelene kadar” bir cümlede kullanıldığı zaman bu terimden önce beyan edilen şeyin zaman olarak ondan önce vuku bulduğu kastedilir. Örneğin “O benim mesajımı alana kadar evinden çıkmadı” denilirse bundan çıkan netice mesaj almadan önce bahsedilen kişinin kesinlikle evde olduğu şeklinde olacaktır. Aynı şekilde “lem yekün”  ile “hatta” kelimeleri bir cümlede kullanıldıkları vakit kastedilen şudur ki “lem yekün” kısmında bahsedilen şey “hatta” dan önce vuku bulmuştur. Bu gösteriyor ki “Beyyine” kendilerine gelmeden önce o insanlar zaten kâfir olmuşlardı. “Beyyine” yani Peygamber onları kâfir hale getirmedi; tam tersine onlar beyyine gelmeden öncede kâfir idiler. Sözün özü küfür önce oluşur; peygamber ise sonradan gelir.

 

Peygamber kafir yapan bir özelliğe sahip birisi değildir; aksine küfür denilen hakikati ortaya çıkartan bir zattır. İnsanlar dünyaya bir peygamber geldiğinde onu inkâr ettikleri için kâfir olmazlar; onlar daha önceden kafir olurlar ve peygamberin gelişi sadece bunu ortaya koyar. Dolayısıyla Peygamberi red etmek insanı kâfir yapar demek tamamen yanlıştır. Bu biraz ihtiyatsızca söylenen bir söz olur ve dillerde öyle şekillendiği için biz de bazen öyle kullanırız. Vâdedilen Mesih (a.s.) de genel kullanım şekline riayet göstererek böyle kullanmıştır. Ama gerçek anlamda ne bizim ne de Vâdedilen Mesih’in (a.s.) kastettiği bir Peygamberin gelmesiyle insanları kâfir hale düşürdüğüdür. Aksine hem bizim hem Vâdedilen Mesih’in (a.s.) böyle cümlelerden kastettiği sadece şudur ki: Peygamber küfre bulaşmış olan insanların küfrünü ortaya koyar.  Her ne kadar normal kullanıma riayet gösterdiğimizde “Peygamberi red eden kafir olur” desek de hakikat şudur ki; hiçbir peygamber insanları kafir hale getirmez ve ne de onu ret ettikleri için insanlar kafir olurlar. Gerçek şudur ki bir Peygamberi tanımayınca onların içindeki küfür ortaya çıkmış olur ve o kadar. Bunun misali hayatında hiç karpuz görmemiş birisinin “ben karpuz yedim” demesi gibidir. Şimdi yalan söylediği her ne kadar ortada olsa bile bu ancak önünde bir karpuz koyup “söyle bakalım bu nedir” deyince ispatlanmış olacaktır. Önüne bir karpuz koyup ne olduğunu sorunca eğer “bilmiyorum” diyorsa daha önce “Ben karpuz yedim” demesinin de bir yalan olduğu ortaya çıkacaktır. Ama yalanı ortaya çıkınca görenler hiçbir zaman “bu adam karpuz yüzünden yalancı oldu” demeyeceklerdir ve gerçekten de karpuzun onun içindeki yalan söyleme alışkanlığı ile hiçbir alakası yoktur; sadece o alışkanlığı ortaya çıkartmıştır. O zaten önceden yalancıydı.

Aynı şekilde insanlar “Biz Musa’ya (a.s.) inanırız” “Biz İsa’ya (a.s.) inanırız” derler ve bunu söylerken kastettikleri “Geçmişte Musa ve İsa adlı iki adamın yaşamış olduğunu inanırız” değildir. Bunu zaten herkes  bilir ve onların geçmişte yaşamış birer adam olduğu ortadadır. Gerçek şudur ki insanların “Biz Musa’ya (a.s.) inanırız” veya “Biz İsa’ya (a.s.) inanırız” demeleri “onların geçmişte yaşamış birer insan olduğunu inanırız” şeklinde değildir Aksine “Biz Musa (a.s.) ve İsa’nın (a.s.) birer peygamber olduklarını fark ettik; İsa’nın (a.s.) peygamberliğini tanıdık; Musa’nın (a.s.) peygamberliğini tanıdık” ve bunu demekle “Bir peygamberi tanımanın ve sahtesinden ayırt etmenin kabiliyeti bizde vardır” demiş olurlar.

Hal böyleyken gerçekten bir peygamberi tanıma ve sahtesinden ayırt etme özelliği birinde varsa yeni bir gerçek peygamber dünyaya geldiğinde o muhakkak onu hemen tanıyacaktır çünkü bir cinsin bir örneğini tanıyabilen kimse aynı cinsin diğer örneğini de hemen tanır. Mango’nun nasıl bir meyve olduğunu ve neye benzediğini bilen birisinin önüne bir mango koyduğunuz anda “bu bir mangodur” diyecektir ve aynı şekilde karpuzu görmüş ve tanımış birisi de önüne bir karpuz konulduğunda zorluk çekmeyecektir; hemen “bu bir karpuzdur” diyecektir. Aynı şekilde peygamberliğin özünü tanımış birisi hiçbir peygamberi tanımakta zorluk çekmeyecektir.

Nuh (a.s.) geldiğinde o hemen “Ben bunu tanıdım; bu Allah’ın hak peygamberidir” diyecektir; İbrahim (a.s.) geldiğinde de “Ben bunu tanıdım; bu Allah’ın (c.c.) hak peygamberidir” diyecektir; Musa (a.s.) geldiğinde o yine “Ben bunu tanıdım; bu Allah’ın (c.c.) hak peygamberidir” diyecektir ve  İsa (a.s.) geldiğinde de o “Ben bunu tanıdım; bu Allah’ın (c.c.) hak peygamberidir” diyecektir ve Muhammed (s.a.v.) geldiğinde de o “Ben bunu tanıdım; bu Allah’ın (c.c.) hak peygamberidir” diyecektir. Ama eğer gerçek manada Nuh (a.s.) ve İbrahim (a.s.) ve Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) ve Muhammed’i (s.a.v.) tanıyamamışsa ve onların peygamberliklerini teşhis etmemişse ve peygamberleri tanımış olma iddiası sadece bir yalan ise dili her ne kadar “Ben Nuh’a (a.s.) inanırım; İbrahim’e (a.s.) inanırım; Musa’ya (a.s.) inanırım, İsa’ya (a.s.) inanırım” dese bile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) peygamberliğin cübbesini giyip önüne çıktığı zaman o “sen bir yalancısın” diyecektir ve “Ben Nuh’a (a.s.), İbrahim’e (a.s.), Musa’ya (a.s.) ve İsa’ya (a.s.) inanırım” demesinin boş bir iddia olduğu net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Eğer olmasaydı Nuh’un (a.s.) giydiği cübbeyi, İbrahim’in (a.s.) giydiği cübbeyi, Musa’nın (a.s.) giydiği cübbeyi ve İsa’nın (a.s.) giydiği cübbeyi Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) üstünde görünce nasıl teşhis etmek ve fark etmekten mahrum kalabilirdi? Teşhis etmekten mahrum kalması  aslında önceden peygamberlik denilen hakikatten tamamen habersiz olduğunun bir ispatıdır ve ısrarla “Ben Nuh’a (a.s.) inanırım, İbrahim’e (a.s.) inanırım, Musa’ya (a.s.) inanırım, İsa’ya (a.s.) inanırım” demesi sadece bir kandırmacadır. Sebebi de şudur ki aynen onlar gibi bir peygamberlik önüne geldiği zaman tanıyamadı ve bu gösteriyor ki o aslında Musa’yı (a.s.) da tanıyamamıştı; İsa’yı (a.s.) da ve nitekim herhangi başka bir peygamberi de.

Sözün özü bu ayet bize gösteriyor ki dünyaya bir peygamber geldiğinde insanları kâfir hale getirmez; sadece onların küfrünü ortaya çıkartır ve onlar zaten çoktan kâfir olmuş olurlar. Bu hakikati anladıktan sonra “falanca peygamberin inkârı insanı kâfir yapar ve falanca peygamberin inkârı yapmaz“ tartışması ne kadar manasızlaşıyor. Dediğim gibi küfür peygamber geldikten sonra ortaya çıkan bir şey değildir; zaten önceden insanların içinde oluşmuş olan bir şeydir.  Küfür Nuh’un (a.s.) inkârı demek değildir, İbrahim’in (a.s.) inkârı demek değildir, Musa’nın (a.s.) inkârı demek değildir, İsa’nın (a.s.) inkârı demek değildir; küfür peygamberliği teşhis edememektir. Bizim “Musa’nın (a.s.) veya İsa’nın (a.s.) veya başka bir peygamberin inkârı küfürdür” dememiz sadece lafın gelişidir. Çünkü sonuçta Musa (a.s.) bir peygamber idi ve onun inkârı küfürle eşdeğerdir. İşte bu yüzden Musa’nın (a.s.) inkârı küfürdür; yoksa Musa adlı bir adamın inkârı küfür değildir. Nitekim İsa veya Muhammad adlı insanların inkârı da değildir. Aksine Musa’nın peygamberliğini teşhis edememek, İsa’nın (a.s.) peygamberliğini teşhis edememek ve Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini teşhis edememek küfürdür ve buda şu anlamda değildir ki bunlardan birisini inkâr eden sadece o inkâr ettiği birini tanıyamamıştır; aksine şu manadadır ki “bunu inkâr ederek aslında tüm peygamberleri inkâr etmiştir”.

Bir peygamberi dahi tanıyabilme kabiliyetine sahip birisi nasıl olur ki aynı cübbeyi giyen başka peygamberi tanımasın ve ona kâfir desin? Peygamberliği tanıyabilen, önüne aynı özelliklere sahip kim gelirse hemen tanıyacaktır ama peygamberliğin ne olduğunu bilmeyenin önüne gerçek bir peygamber geldiğinde ona iman edeceğine kafir ve dinsiz diyecektir ve böylece aslında kendi iç durumunu ifşa etmiş olacaktır; eski peygamberleri iman etmiş olduğuna dair iddiasını kendisi çürütmüş olacaktır.

Musa (a.s.) ve İsa’yı (a.s.) tanıdığını söyleyen onların giymiş olduğu cübbeyi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) üstünde görünce onu kâfir demeye başlıyorsa bu aslında Musa (a.s.) ve İsa’yı (a.s.) da tanımadığının ispatı olacaktır. Sadece anne babası Musa’nın (a.s.) bir peygamber olduğunu dedikleri için veya İsa’nın (a.s.) bir peygamber olduğunu kendisine söyledikleri için bu iki kişiyi inanmıştır. Gerçek manada ne Musa’ya (a.s.)olan  imanı hakikidir ne de İsa’ya (a.s.) ve ne de başka bir peygambere.

Velhasıl ne herhangi bir peygamberin inkârı küfürdür, ne de Ahmet veya Mehmet’in…

Bu ayetin anlamını kavradıktan sonra Küfür ve İslam konularda tartışılacak birşey kalmıyor çünkü bu ayete göre küfür önce oluşur ve peygamber ise ardından gelir…

Aynı şekilde “Mirza sahip milyonlarca insanı kâfir yaptı” diye kışkırtanlar Kuran-ı-Kerim’in öğretisinden uzak olduklarını gösterirler ve kendi cehaletlerini ortaya koymuş olurlar. Kuran-ı-Kerim “Peygamber gelene kadar hem Ehli kitap hem Müşrikler kendi küfründen ayrılamazlardı” diyor. …

Burada başka bir soru gündeme geliyor ve onun da cevaplanması şarttır. Ayet “Ehli kitap ile Müşrikler kendilerine beyyine (resul) gelene kadar küfürlerinden ayrılamazlardı” diyor. Denilebilir ki peki beyyine geldikten sonra Ehli kitap ve müşrikler küfürlerini bıraktılar mı? Kuran-ı-Kerimin gelişiyle Ehli kitap ve Müşrikler kurtuldular mı? Bunun cevabı ayetin yapısında gizlidir. Ayetin yapısı öyledir ki tüm Ehli kitap ve tüm müşriklerin küfürlerinden kurtulacaklarını iddia etmiyor. Ayet başka bir şey diyor. Ayet diyor ki “Beyyine (yani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gelene kadar Ehli kitap ve müşriklerden bir kişi bile Müslüman/Mümin hale gelemezdi”. Yani ayet “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gelene kadar Ehli kitap ve Müşriklerin yüzde yüzü Müslüman olamazlardı” demiyor. Aksine ayet “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gelmeseydi onların yüzde biri dahi küfründen ayrılamazdı; doğruyu bulamazdı” diyor. Dolayısıyla ısrarla “ama Peygamber Efendimize (s.a.v.) inanmayan Yahudiler hala vardır, Hıristiyanlar hala vardır, Müşrikler hala vardır” demek aynen Mevlevi Senaullah beyin “Mirza sahib geldi de ne oldu; Hıristiyanlar hala var, Yahudiler hala var, Hindular hala var, Sih’ler hala var ve gayrı Ahmediler de hala var” demesi gibidir. Bir peygamberin gelişi tüm insanların ona inanması ve geride bir kişinin dahi kalmaması anlamına gelmez. Aksine bir peygamberin gelişi sadece şu anlamdadır ki onun gelmesiyle ilahi yakınlığı elde etmenin bir kapısı açılmış olur ve insanlar için şeytanın pençesinden kurtulmak için ve Allah’ın (c.c.) rızasını elde etmek için bir fırsat çıkar. Bundan sonra ister ona bir kişi inansın, ister on; hala binlerce inanmayanlar var diye gelmesi hiçbir işe yaramadı denemez. Dediğim gibi bir peygamberin gelmesiyle Allah’a (c.c.) yeniden yaklaşmak için bir kapı açılmış olur ve eğer o gelip bu kapıyı açmaz ise diğer insanlardan bir tanesi bile Allah’ın (c.c.) hakiki yakınlığı ve rızasını elde edemez…

İkinci cevabı şudur ki ilahi cemaatlere her ne kadar insanların yüzde yüzü kabul etmese de, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) açmış olduğu bu yeni kapı öyle işe yaradı ki hem Ehli kitap hem müşriklerden milyonlarca insan bu kapıdan geçerek küfürlerinden arındılar. Örneğin Ehli kitabı ele alacak olursak Mısır’ın hemen hemen hepsi Müslüman oldu, Filistin’in hemen hemen hepsi Müslüman oldu, Suriye’nin hemen hemen hepsi Müslüman oldu, Arabistan’da ki Hıristiyanların neredeyse hepsi Müslüman oldu, Mecusiler de Ehli kitaptır ve onlarında hemen hemen hepsi Müslüman oldular (yaklaşık %90 dan fazla). Hindistan ve Çin’in Ehli kitaplarından milyonlarca insan Müslüman oldu. Şu anda Hindistan’da yaklaşık 100 milyon Müslüman var; bunların yüzde onu dışarıdan gelmiş olsa da yaklaşık doksan milyon Ehli kitap bu ülkede Müslüman oldu demektir. Aynı şekilde Çin’de yaklaşık 80 milyon Müslüman vardır ve bunların arasından taş çatlasa bir milyonu Arabistan veya başka ülkelerden oraya gitmiştir. Kalanların hepsi daha önce Konfüçyus’a inananlar idi ve bütün bunlar sonradan İslamiyet’i kabul ettiler. Sözün özü Ehli kitaptan yüz milyonlara varan hatırı sayılır bir miktar Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) kabul ettiler ve küfürlerinden arındılar. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) gelişi ne işe yaradı demek tarihi açıdan incelendiğinde son derece boş bir itirazdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir değil, iki değil, milyonlarca insan için ilahi yakınlık sağlayan bu kapıyı açmıştır ve milyonlarca Ehli kitap bu saadeti elde etmiştir. Aynı şekilde Müşrikleri ele alacak olursak Arabistan’daki müşriklerin neredeyse hepsi Müslüman oldu ve diğer ülkelere gelince onlar da İslamiyet’in Tevhid mesajından o kadar etkilendiler kendileri şirki terk ettiler ve bugün gerçek anlamda putperestlik sadece Hindistan veya Afrika’nın bazı kabilelerinde kalmıştır. Diğer tüm Müşrikler Ehli kitap sınıfına girmişlerdir. Bu surenin ana muhatabı Arabistan’daki kavimlerdi ve dediğim gibi onların hepsi Müslüman oldular. Daha önce hiçbir kitap dünyada bu kadar büyük bir değişim yaratamamıştı.

 

Hz. Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed (r.a.)

Tefsir –e –Kebir, Beyyine suresi

 

[1] 98.Beyyine-2

Önceki

Şeytani ve Rabbani vahyin farkı

Sonraki

İslam’ın bizden istedikleri