Bazıları “efendim ayrı bir cemaat teşkil etmenin gereği neydi? Aynı görüşler diğer Müslümanlar arasında yaygınlılaştırılmalıydı”, diye itiraz ederler. Buna aynen şöyle cevap verebiliriz: Kumandan, orduya resmen girmiş olanları ancak savaşa gönderebilir. Askerliğe fiilen girmemiş olanları nasıl yollayabilir? Eğer hiç bir cemaat kurulmamış olsaydı, Ahmediye cemaati kurucusu kimlerle iş görürdü? Kime emir verecekti? Onun halifeleri kimlere iş buyuracaklardı? Kimlere direktif vereceklerdi? Onlar çarşıya çıkıp rasgele önüne gelen her Müslüman’a “bugün filanca yerde İslâmiyet in yardıma ihtiyacı var, sen gitsene” mi demeliydi? O da karşısına dikilip “olmaz” deseydi yine başka kapıya, başka adama, o da kabul etmese yine ötekine gidecekti değil mi? Fakat bu işler böyle yürümez. Şurası bir gerçektir ki, muntazam bir iş yapmak gerekiyorsa, onun için cemaat şarttır. Böyle bir cemaat olmaksızın muntazam bir iş düşü nülemez bile. Şöyle de diyebilirsiniz: “Efendim cemaat kurabilirdiniz ama bu cemaat kendi varlığını belli etmeye cekti, böyle halk içinde karışmış olacaktı.” Fakat buna şöyle bir karşılık vermek istiyorum: Aslında canı tehlikeye sokan işlere herkes cesaret edemez. Böyle işleri yapmak için ancak deli divane olmak gerekir. Onun için delileri akıllılar dan ayrı tutmak şart. Eğer akıllılar, delileri kendileri gibi yaparlarsa, o zaman” bu gibi işleri kim yapacak. Aynı zamanda başkalarından ayrı ve göze çarpan bir şekilde olmak kendi başına merak uyandırıcı ve ilgi çekicidir. Halk kendi kendine o cemaati kurcalar, araştırmaya başlar. Ve günün birinde mahvetmeye kalkıştıkları şeye kendileri inanırlar. Kısacası, bu gibi itirazlar düşüncesizlikten ileri gelir. Eğer biri aklı başında olarak düşünse, Ahmediyet’in tuttuğu yolun doğru olduğunu hemen anlar. Doğrusu, Ahmediyet ancak bu gibi yöntemlerle İslâmiyet için canını bile feda edebilecek kimseler topluluğunu teşkil edebilir. Ve ancak bu gibi yola başvurduğu müddetçe günden güne böyle fedakar kişiler sayısını çoğaltacaktır. Hatta küfür, artık İslâmiyet’in güçlendiğini hissedecek. Bu gerçeği sezeceği zaman küfür, İslâmiyet’e var gücüyle saldıracak. Fakat artık saldırma zamanı çoktan geçmiş olacak. Meydan, İslâmiyet’in eline geçmiş olacak. Ve küfür yenilgiye uğrayacak.
Bizler, siyasetle uğraşanlara engel olmayız. Onlara, “görüşlerimizi anlayamadığınız sürece çalışmalarınıza devam edin” diyoruz. Ancak onların yolumuza engel olma malarını da gönülden arzu ediyoruz. Onların yolunu beğe nen istediği zaman gidip onlara katılabilir. Ama bizim yolumuzu beğenen de bize katılsın. Onların tuttukları yolda fedakarlık az ama şöhret çoktur. Bizim yolumuzda fedakarlık çok ama şöhret azdır. Herkes mutlaka kendi payını alacaktır. Öz ve hakikat açısından İslâmiyet’in kalkınmasını daha üstün tutanlar, daha önemli olduğunu düşünenler bize katılacaklar. Maddî saltanata düşkün olanlar gidip onlara katılacaklar: Fakat ne olursa olsun biz, aramızda neden kavga dövüş yapalım? İkimiz de millet kaygısıyla çırpınmaktayız. Ama sızı ve gam ayrı organ larda var. Onların kafaları mustarip, bizim de kalbimiz buruk!Yukarıdaki satırlarda aklen cevaplandırmaya çalıştım. Şimdi de manen karşılık vermeye çalışacağım. Bence gerçek amaç da budur zaten.Dünyanın her tarafına kötülük yayıldığı zaman, maneviyat tamamen ortadan kalktığı zaman, insanların dünyayı dinden daha üstün tuttukları zaman Cenab-ı Hakkın ezelden beri devam etmekte olan sünnet-i seniyesi icabı kullarının hidayeti ve kılavuzluğu için yüce Allah görevlinin birini gökten yollar. O görevli, Cenab-ı Hakkın doğru yoldan sapmış kullarını, O’ndan kopmuş olanları tekrar O’na getirir. Ve O’nun göndermiş olduğu dini yeniden sağlam temellere oturtturur. Kimi zaman bu görevliler yanlarında şeriat getirirler. Kimi zaman önceden mevcut olan şeriatın temellerini sağlamlaştırmaya gelirler. Kuran-ı Kerim, Cenab-ı Hakkın bu sünneti üzerinde önemle durur. Ve insanoğlunun dikkatini sık sık Yüce Allah’ın bu denli merhamet ve lütfunu kavramasına çeker.Şüphesiz, Cenab-ı Hak olağanüstü yücelik sahibidir. İnsanoğlu O’nun karşısında bir böcekten dahi daha aşağıdır. Fakat Yüce Allah’ın bütün işlerinin hikmet dolu olduğundan da şüphe edilemez. Sebepsiz ve yararsız hiç bir iş yapmaz. Kendisi, Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
Yani biz, yer ve göğü boşuna yaratmadık. Bunların yara dılışında belli bir gaye var. Bu gaye, insanoğlunun, Yüce Allah’ın sıfatlarını benimseyerek açığa vurması, O’na maz har olup yükseklerde uçmaya gücü yetmeyenlere Hakkı tanıtmasıdır. Bu dünya oldu olalı yüce Allah’ın aynı sün neti devam etmektedir. Değişik zamanlarda Cenab-ı Hak nice mazharlarını göndermiştir. Yüce Allah’ın sıfatları kimi zaman Adem (a.s.)ın vasıtasıyla, kimi zaman Nuh (A.S.)ın vasıtasıyla dünyaya tecelli etti. Kimi zaman Hz. İbrahim’in vücuduyla, kimi zaman Musa(a.s.)ın aracılığıyla zahir oldu. Bazen Davut (A.S.) Yüce Allah’ın çehresini dünyaya gös terdi, Bazen İsa Mesih (A.S.) Ulu Allah’ın nurlarını insanlara gösterdi. Ve en son ve en mükemmel bir şekilde Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), Cenab-ı Hakkın cümle sıfatını gerek öz ve hulasa olarak, gerek ayrıntılı olarak, gerek kişisel, gerek içtimai olarak öyle olağanüstü azamet ve ihtişamla dünyaya gösterdi ki, geçmişteki tüm peygam berler bu yüce güneşin karşısında yıldızlar gibi donuk kaldılar. Hz. Peygamber Efendimizden sonra bütün şeriat lar son buldu. Şeriati getiren tüm peygamberler yolu artık kapandı. Neden öyle oldu acaba? Tabii ki, herhangi bir taraftarlık için değil, hatır için de değil. Aslında yüce Peygamber Efendimizin getirdiği şeriat İnsanoğlunun tüm ihtiyaçlarını karşılar da ondan. Her neyse, Cenab-ı Hak tarafından gelecek olan her şey artık tamamlanmıştı. Fakat İnsanoğlunun hak yolundan sapmayacağına, kendisine ihsan edilen doğru talimatı unutmayacağına dair bir garanti yoktu. Hatta Cenab-ı Hak, Kuran-ı Kerim’de açıkça buyurdu:
Yani Yüce Allah kendi son kelamı ve son şeriatini gökten alıp yeryüzüne yerleştirecek. İnsanların muhalefeti bunun yoluna engel olamayacak. Fakat bir müddet geçtikten sonra bu yüce kelam göğe çıkmaya başlayacak. Ve bin yıl zarfında bu dünyadan kalkmış olacak. Hz. Peygamber Efendimiz bu dinin yayılıp yerleşme süresinin üç yüz yıl olduğunu söyler. Geçen sayfalarda da bu hadise temas edildiği gibi Kuran-ı Kerim de (Huruf-i mukattaattan) Elif-lam-Mim-Ra ile bu sürenin 271 yıl olduğunu söyler. Eğer buna dinin göğe çıkma süresi de ilave edilirse bu 1271 yıl eder. Başka bir ifadeyle, dünyadan İslâmiyet ruhunun kaybolma süresi Kuran-ı Kerim’e göre 1271 yıl veya 13. Yüz yılın son çeyreği dir. Kuran-ı Kerim’den anlaşıldığı gibi dünya ebedi olarak şeytan eline geçmesin, yüce Allah’ın (manevi) saltanatı ebediyen yeryüzünden silinmesin diye böyle zamanlarda Cenab-ı Hak tarafından bir kılavuz, bir yol göstericisi mutlaka gelir. Onun için bu devirde öyle birinin yüce Allah tarafından gelmesi gerekliydi. Kim olursa olsun ama mut laka gelmesi şarttı. Hz. Adem’e inananlar yozlaştıkları zaman Cenab-ı Hak imdatlarına yetişti. Hz. İbrahim’e inananlar yozlaştıkları zaman Cenab-ı Hak imdatlarına yetişti. Hz. Musa’ya inananlar yozlaştıkları zaman Cenab-ı Hak imdatlarına yetişti. Hz. İsa ‘ya inananlar yozlaştıkları zaman Cenab-ı Hak imdatlarına yetişti. Nasıl olur da peygamberler peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in ümmeti yozlaştığı zaman Cenab-ı Hak hiç aldırış etmesin. Halbuki Peygamber Efendimizin ümmetine küçük kötü lükler için dahi “Her yüzyılın başına bir yenileyici (müced did) gönderilecek” diye önceden haber verilmiştir. Yüce Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurdu.Şüphesiz yüce Allah bu ümmetin Islahı için her yüzyılın başında dini yenileyecek birini gönderecektir. (Ebu Davut c: 2, s: 24l)Küçük ve ufak kötülükler için Cenab-ı Hak yenileyiciler göndersin de olağanüstü fitneler kıyameti koptuğu zaman hiç kimseyi göndermesin. İmkanı var mı? Yüce Peygamberi miz bu fitne ve karışıklıklar için “Dünyaya gelen her peygamber bu fitne ve karışıklıkların kopacağına dair önceden haber verdi” diye buyurdu. Peki nasıl mümkün olabilir? Cenab-ı Hak tarafından hiç bir görevli hiç bir yol göstericisi, hiç bir kılavuz gelmesin. Müslümanları hak dini etrafına toplayacak hiç bir ses yükselmesin. Onları karanlık kuyudan çekecek hiç bir ip gökten uzatılmasın. Dünya oldu olalı merhamet ve lütuf örneklerini göstere gelen Ulu Allah’ın merhamet denizi yüce Peygamberimizin dünyaya gelmesiyle daha da kabarıp çalkalandı. Daha da coşup dalgalandı, yoksa sıra Peygamber Efendimize gelince O’nun rahmeti tükenip bitti mi? Haşa! Cenab-ı Hak eğer geçmişte Rahim idiyse, Yüce Peygamberin ümmeti için eskiye nazaran daha fazla Rahim olmalıdır. Cenab-ı Hak eğer geçmişte Kerim idiyse, Yüce Peygamberin ümmeti için eskiye nazaran daha fazla Kerim olmalıdır ve kesinlikle öyle dir de. Kuran-ı Kerim ve hadisler buna şahittir ki, Yüce Peygamberimizin ümmetinde bir bozulma, bir yozlaşma baş göstereceği zaman Cenab-ı Hak kendi katından nice yol göstericisi ve kılavuzlar gönderecektir. Hele bu son zamanda, Deccal fitnesi ortaya çıkacağı zaman, Hıristiyanların bütün dünyada üstünlük sağlayacağı ve İslâmiyet’in görünürde yenik düşeceği zaman, Müslümanların kendi dinlerini bırakıp diğer milletlerin örf ve adetlerini benimseyecekleri sırada Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in mükemmel bir mazharı ortaya çıkacak. Ümmeti ıslah edip ona çekidüzen verecek. Yüce Peygamber Efendimiz o zamanki İslâmiyet’ten şöyle söz eder:Yani İslâmiyet in sadece ismi kalacak. Kuran’ın yalnız harfleri kalacak. İslâmiyet’in özü ortadan kaybolacak. Kuran-ı Kerim’in gizli manaları kimseye açılmayacak.Aziz kardeşlerim! İşte Ahmediye cemaatinin kuruluşu bu ezeli sünnet-i seniyeye göre gerçekleşti. Bu cemaat,Yüce Peygamber Efendimiz ve kendisinden önce gelen Peygamberlerin bu zaman hakkında vermiş oldukları haberler doğrultusunda kuruldu. Eğer bu görev için Hz. Mirza Gulam Ahmet Kadiyani’nin seçilmesi uygun ve yerinde değilse, bunda kendisinin ne kabahati var? Eğer bir suçlama varsa, o da Cenap Allah’a yüklenir. Fakat Cenab-ı Hak gaybı biliyorsa, hiç bir sır O’ndan gizli değilse, ve O’nun tüm işleri hikmet doluysa, o zaman biliniz ki, Hz. Mirza Gulam Ahmet Kadiyani’nin bu görev için seçilişi yerindeydi. Müslümanların ve diğer halkın kendisine inan makta hayrı vardır. Kendisi bu dünyaya yeni bir mesaj getirmedi. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in getirdiği mesajla dünyaya geldi. Çünkü dünya o mesajı unutmuştu. Kuran’ın verdiği mesajdan başka bir mesajı yoktur. Ancak dünya o mesajdan yüz çevirdi. O mesaj şudur:Bütün evrenleri yaratan Allah tektir. İnsanoğlunu sevgi için, Kendisine bağlansın diye yarattı. Sıfatlarını insan vasıtasıyla ortaya çıkarmak için onu yarattı. Bu hususta Cenab-ı Hak Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:Adem ve onun nesli Cenab-ı Hakkın halifesidir, O’nun temsilcisidir. İnsanoğlu, O’nun vasıflarını dünyaya açmak için yaratıldı. Onun için insan, yüce Allah’ın sıfatlarına göre kendi hayatını tanzim etmelidir. Nasıl ki, bir temsilci (bir avukat), tüm işlerinde kendi müvekkiline sık sık danışır, ona başvurur. Veya bir köle, her adım atışında efendisine bakar sonra yürür. Onun gibi İnsanoğlu da Hakka öylesine bağlanmalı ki, Cenab-ı Hak her zaman bütün işlerinde ona kılavuzluk etsin. İnsanların en sevdiği varlık Cenab-ı Hak olmalı. Tüm işlerinde ancak O’na tevekkül etmeli, ancak O’na bel bağlamalıdır. Vâdedilen Mesih Hz. Mirza Gulam Ahmet Kadiyani yalnız bu vazifeyi yerine getirmek için dünyaya geldi. Onun görevi, maddi insanları dindar kılmak, İslâm saltanatını yeniden gönüllere kurmak ve Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)i manevi tahtından indirmeye çalışan iç ve dış şeytanî güçlerin saldırılarına karşı koymak, onu yeniden kendi manevi tahtına oturtmaktır.Bu amaca ulaşabilmek için Vâdedilen Mesih Hazret lerinin yaptığı ilk iş Müslümanların dikkatini kabuktan öze doğru çevirmek oldu. Onun sık sık üzerinde durduğu husus şundan ibaretti: Ahkamın dışı pek önemlidir. Fakat içi ve özü dikkate alınmaksızın İnsanoğlu hiç ilerleyemez. Nitekim kendisi bir cemaat kurdu. Ve bu cemaate katılmak için gerekli olan biat ahdinde “Ben daima dini dünyadan daha üstün tutacağım” diye bir maddeyi şart koştu. Aslında Müslümanları için için kurt gibi kemiren hastalık da buydu zaten. Dünya malının ellerinden çoktan çıkmasına rağmen yine de bunlar dünyaya pek hevesli ve hırslıydılar. Onlara göre İslâmiyet’in kalkınması yalnız padişahlıkları elde etmek demekti. İslâmiyet’in başarmış olması demek, Müslüman denilen zümrenin ancak eğitim ve ticaretlerinin ilerlemesi demekti. Halbuki Yüce Peygamber Efendimiz bu dünyaya insanlar yalnız sözde Müslüman denilsinler diye gelmedi. Yüce Peygamberimiz insanları gerçek Müslüman yapmaya geldi. Kuran-ı Kerim gerçek bir Müslüman tablosunu şöyle çizer: Yani gerçek Müslüman kendi vücudunu, tüm varlığını Cenab-ı Allah’a adar. Bütün maddi ihtiyaçları onun manevi ihtiyaçlarına tabi olur. Söylemesi pek kolaydır. Fakat İslâmiyet ve diğer dinler arasında fark da budur zaten.İslâmiyet size “hiç bir şeyi öğrenmeyin, tahsil gör meyin, hiç bir sanatı öğrenmeyin” demiyor. Veya “devleti nizi her bakımdan sağlam ve güçlü kılmaya çalışmayın” da demiyor. İslâmiyet yalnız insana gerçek amacına doğru yön verir. Dünyada her işin iki gayesi vardır. Biri, kabuktan özü elde etme gayesi, öteki özden kabuğu elde etme gayesi dir. Kabuktan özü bekleyen bir kimsenin amaçlarında başarılı olacağı garantili değildir. Hatta genellikle böyle bir kimse başarısızlığa uğrar. Fakat özü elde etmek isteyen bir kimse özle birlikte kabuğu da kendiliğinden elde etmiş olur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve kendisine inananların tüm çabaları yalnız din içindi. Fakat onlar dünya nimetlerinden de mahrum kalmadılar. Bu gerçek doğaldır zaten. Din nimeti ihsan edilen bir kimsenin arkasından dünya köle gibi gelir. Yani dinle birlikte dünya kendi kendine gelir. Fakat dünya ile birlikte dinin de gelmesi şart değildir. Böyle durumlarda bazen din verilmeyebilir de. Hatta bazen var olan din bile elden gider. Onun için Vâdedilen Mesih Hazretleri, peygamberlerin yolu üzerinde yürüyerek Cenab-ı Hakkın emriyle en çok din üzerinde durdu. Kendisi zuhur ettiği zaman iki akım devam etmekteydi.Bazılarına göre Müslümanlar pek geri kalmış bir millet tir. Maddi bakımdan güçlü olmaya çalışmak. Öteki akımı Vâdedilen Mesih Hazretleri başlattı. Yani “hepimiz dine yönelmeliyiz” diye bir hareket başlattı. Bunun sonucu Cenab-ı Hak kendiliğinden bize dünya nimetlerini de ihsan edecektir. Bazıları bu akımı yanlışlıkla bugünkü tarikatçı sofular hareketi gibi anladılar. Hani onlar da görünürde namazı talkın ederler. Aklı başında olan bir çoğunu şöyle bir köşeye oturtturup çarşaflı kadınlara çevirirler. Fakat Vâdedilen Mesih Hazretleri böyle bir şey yapsaydı O zaman öz adına kabuğu elde etmeye halkı davet etmiş olurdu. Fakat kendisi böyle yapmadı. O, bir yandan dini ahkam üzerinde sık sık dururken öte yandan şu gerçeği de vurguladı ki, din Cenab-ı Hak tarafından İnsanoğlunun zihnini parlatmak için, onun kafasını aydınlatmak için, onun aklını keskinleştirmek için gelir. Yine kendisi, “din ahkamına can ü gönülden uyup yapmacık tavırlarda bulunmayana din, nice yüksek ahlak kazandırır. Ona çalışma gücü ve fedakarlık vasfı sağlar. Dine Sımsıkı sarılın, namaz kılın, oruç tutun, hacca gidin, zekat verin. Fakat Kuran’ın anlattığı namazları kılın. Kuran’ın anlattığı orucu tutun. Kuran’ın anlattığı gibi hac farizesini yerine getirin. Kuran’ın anlattığı zekatı verin. Yüce Kuran sizden yalnız eğilip kalkmayı istemez. Aç kalmanızı da istemez. Boşu boşuna memleketinizi bırakıp başka diyarlara gitme nizi de istemez. Mallarınızı yerli yersiz savurmanızı da hiç istemez”, diye halka öğütlerde bulundu. Vâdedilen Mesih Hazretleri devam ediyor: “Yüce Kuran namaz hakkında şöyle buyuruyor: Yani namaz sizi her türlü hayasızlık ve fenalıktan alıkoyar. Namazınızın sonuçları Eğer Kuran’ın dediği gibi çıkmıyorsa, sizin namazınız namaz değildir. Oruç hakkında da Kuran-ı Kerim şöyle buyuruyor: Yani takva ve yüce ahlak sahibi olasınız, diye biz orucu size farz kıldık, diyor. Onun için oruç tutup da bu sonuçları elde edemiyorsanız, o zaman niyetiniz iyi değil demektir. Siz oruç tutmuyorsunuz, yalnız aç kalıyorsunuz demektir. Cenab-ı Hak boşu boşuna aç kal manızı hiç istemez. Hac için de Yüce Kuran, ‘Bunun saye sinde her türlü azgınlık fikirleri ve kavgalar ortadan kalkar. Onun için hac, her türlü hayasızlık, kötülük ve kavgaları önler,” diye haccın yararlarını anlatır. Yine zekat için de zekat, toplumu her türlü fenalıktan arındırmak için, gönül ve fikirleri pak eylemek işin farz kılınmıştır. Onun işin bu sonuçlar elde edilmedikçe hac ve zekatınız riyadan öte bir şey değildir. Kısacası, namaz kılın, oruç tutun, hacca gidin, zekat verin, fakat namazınızın, oruç ve haccınızın ancak istenilen sonuçları çıkmayınca bu farizeleri içten yerine getirdiğinizi kabul etmem. Her türlü hayasızlık ve fenalık tan sakınacağınız zaman, gerçekten takva sahibi olacağınız zaman, her çeşit kötülük, sefahat ve kavgalardan tamamen uzaklaşacağınız zaman, fert ve cemiyetin bütün fenalıklar dan temizleneceği zaman, kalp ve zihinlerden her türlü fesatlıkların tamamen silineceği zaman ancak namaz, oruç, zekat ve hac gibi farizeleri içten eda ettiğinizi kabul ederim. Fakat bu neticeleri elde edemeyen kimseyi cemaa timden saymam. Çünkü o kabuğa heves etti. Cenab-ı Hakkın esas gayesi olan özden gafil oldu. Onu elde ede medi”, diye öğütlerde bulundu.Bunun gibi tüm ibadetlerde öz ve ruh üzerine uzun uzun durdu. Vâdedilen Mesih Hazretleri, “İslâmiyet’in hiç bir buyruğu hikmetsiz değildir. Yüce Allah’ı göz göremez. Fakat gönül O’nu görür. Elle O’na dokunulamaz. Ama sevgi ile dokunulabilir. Onun için dinin esas gayesi el ve göz üzerine hüküm sürmek değildir. El ve gözler üzerine hüküm sürmesinin esas amacı da kalp ve duyguları temizlemektir. Bundan esas gayesi de İnsanoğlunun Hakkı görebilmesi için, O’na dokunabilmesi için ve O’nun sesini duyabilmesi işin kendisine bazı kuvvetleri sağlamaktır”, diye uzun uzadıya izahatlarda bulundu. Velhasıl Vâdedilen Mesih Hazretleri bu gerçekler üzerine durarak İslâmiyet in kalkın ması için yeni bir çığır açtı. Bunun sonucu, küçük bir cemaat meydana geldi. Fakat dini daima dünyadan daha üstün tutan bir cemaat. Bu cemaat, İslâmiyet in manevi kalkınması ve Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in manevi egemenliğinin yeryüzünde kurulması için her türlü feda karlığı yapmak için kollarını sıvadı.Biraz düşünün! Ahmedilerin şu küçük cemaati ner ede, diğer Müslümanların O muazzam kalabalığı nerede! Fakat İslâmiyet’in yayılıp kalkınması için bu cemaatin yaptığı çalışmaların yarısı veya dörtte birine kadar bile diğer Müslümanlar çalışıyorlar mı? Halbuki diğer Müslümanlar sayıca bu cemaatten onbinlerce kat fazladırlar . Artık bu değişiklik nasıl meydana geldi? Tabii ki, Vâdedilen Mesih Hazretleri, Ahmedilere daima dini dünyadan daha üstün tutmalarını üsteleyerek tavsiye etmişti de ondan. Şüphesiz Ahmedilere bu gerçek aşikar olduktan sonra onların amelleri bambaşka oldu. Gerçek bir Ahme dinin namazıyla sıradan bir Müslüman’ın namazı bir değil dir. Gerçi namazın şekil ve sözleri aynıdır. Fakat ruh ve öz bakımından her ikisinin namazı arasında dağlar kadar fark var. Bir Ahmedi namazı ancak namaz için kılar. Hakka olan bağlılığını daha da perçinleştirmek için kılar. Biri kalkıp da “efendim başkaları Cenab-ı Hakla ilişkilerini çoğaltıp daha da ilerletmek için namaz kılmıyorlar mı?” diyebilir. Ben de buna kesinlikle hayır! diyeceğim. Biraz düşünseniz bu zamanlarda maalesef Müslümanlarda Cenab-ı Hakla doğrudan doğruya hiç bir ilişki kurulamaz diye bir görüşün ortaya çıktığını anlarsınız. Müslümanlar, “Cenab-ı Hak bu gün artık ne kullarıyla konuşur, ne de kullar O’na bir söz geçirebiliyorlar” !!!! diye bir yanılgıya düşmüşler. Yüzyılı aşkın bir zamandan beri Müslümanlar, Cenab-ı Hak tarafından herhangi bir ilhamın indirilmesini inkar ederler. Şüphesiz, bundan önceki Müslümanlardan bazıları ilahi kelamın nazil olmaya devam ettiğine inanıyor lardı. Sadece inanmakla kalmayıp Cenab-ı Hakkın kendileriyle konuştuğunu da iddia ederlerdi. Fakat bir asırdan beri Müslümanlara öyle bir bela nazil oldu ki, ilahi kelamın nazil olmaya devam ettiğini tamamen inkar etmişler. Hatta bazı alimler bu gerçeğin açığa vurulmasını bile küfür telakki ederler. Vâdedilen Mesih Hazretleri dünyaya gelip “Cenab-ı Hak benimle konuşur. Sadece benimle değil, bana inananlarla, bana gönülden bağlı olanlarla, talima tımı kabul edip gösterdiğim yolu izleyenlerle bile konuşur” diye iddialarda bulundu. Kendisine nazil olan ilahi kelamı sürekli olarak dünya önüne sergiledi. Ona inanan lara, “sizler de Cenab-ı Hakkın bu tür nimetlerini elde etmeye çalışın” diye tavsiyelerde bulundu. Yine kendisi, “Bir Müslüman günde beş vakit Yüce Allah’a şöyle dua eder; Ey Ulu Allah’ım! Bizi doğru yola, nimetlere erdirdiğin kimselerin yoluna eriştir. Yani geçmiş peygamberler gibi. Öyleyse bir Müslüman’ın bu duası ebediyen nasıl boşa çıkabilir? Yüce Allah geçmiş peygamberlere açtığı yolu, Müslümanlardan hiç birine açmayacak mı? Geçmiş peygamberlerle konuştuğu gibi artık hiç kimseyle konuşmaya cak mıydı?” diye bu konuyu uzun uzadıya anlatmaya çalıştı. Böylece Müslümanların kafalarındaki durgunluğunu tamamen ortadan kaldırdı.Ben de size, her Ahmedi böyledir demiyorum. Fakat Vâdedilen Mesih Hazretlerinin amaçlarını gayet iyi kav ramış her Ahmedi, namazını bir farz eda olsun bitsin diye kılmaz. O, namazını Cenab-ı Hak’tan adeta bir şeyler almaya gelmiş gibi kılar. O’nunla yeni bir ilişki kurmaya gelmiş gibi kılar. Bu azimle kılınan namaz ile başkalarının namazları arasındaki fark ortadadır. Her ikisinin namazı bir olamaz.Vâdedilen Mesih Hazretleri, Cenab-ı Hak’la ilişki kurulması üzerine çok üsteledi ve herkese “Benim iddiam hakkında bana Cenab-ı Hak nice kanıtlar verdi. Fakat ben size ille de bu kanıtları inceleyip uzun uzun düşünün demiyorum. Eğer siz bu delilleri araştırmaya, bunlar üze rine uzun uzadıya düşünüp taşınmaya fırsat bulamıyor sanız, veyahut da bu deliller hakkında karar vermekte akıllanmaz hata eder diye düşünüyorsanız, bunun başka bir çözümünü ben size söyleyeyim. Siz, benim hakkımda yüce Allah’a dua edin ve bu hususta doğru yolu O’ndan dileyin ve şöyle deyin: Ey Allah’ım! Eğer bu adam doğruysa bize kılavuzluk eyle, Eğer yalancıysa, bizi bundan uzaklaştır ya Rabbi!” diye bir teklifte bulundu. “Eğer biri hiç taassup suz, gayet içtenlikle bir kaç gün bu şekilde dua ederse, Cenab-ı Hak mutlaka ona bir yol gösterecektir. Ve benim doğruluğumu kendisine aşikar edecektir.” diye sözlerine ekledi. Binlerce insan bu yolu denedi ve yüce Allah tarafın dan bu hususta aydınlığı elde ettiler. Ama bu ne muazzam delildir ya Rabbi! İnsanoğlunun aklı yanılgıya düşebilir. Fakat yüce Allah kendi kılavuzluğunda hata edemez. Birinin hakta olup olmadığı ortaya çıksın diye böyle bir çözüm yolu insanlara önermesi kolay değildir doğrusu. Bu ne yüce inançtır böyle! Hiç bir yalancı kalkıp da gidin ve nasıl bir insan olduğumu Yüce Allah’a sorun “, diyebilir mi? Yalancı bir kimse, Allah’ın onun lehine karar vereceğini düşüne bilir mi? Cenab-ı Hak tarafından olmayıp böyle bir çözüm yolunu kabul eden bir kimse kendi aleyhine kendisi karar vermiş olur. Başka bir ifadeyle, kendi ayağına kendi eliyle balta vurmuş olur. Fakat Vâdedilen Mesih Hazretleri dünyayı daima bu çözüm yoluna davet etti. “Doğruluğumu ispatlamak için bende binlerce delil var. Fakat bu delillerle tatmin olmuyorsanız, o zaman ne beni dinleyin ne de muhaliflerimi. Yüce Allah’a yönelin ve doğru olup olmadığımı O’na sorun. Eğer Cenab-ı Hak yalancı olduğumu söylerse O zaman şüphesiz ben yalancıyım. Eğer doğru olduğumu söylerse, yine de doğruluğumu kabul etmeyecek misiniz?” dedi.Aziz kardeşlerim bu ne kadar doğru ve gerçek bir çözüm yoludur. Binlerce insan bundan yararlandı. Şimdi de bu çözüm yolunu kabul edenler bundan faydalanabilirler. Aslında bu çözüm yolunun temelinde yine aynı hikmet yatmaktadır. Yani din daima dünyadan üstündür. Kendisi her zaman, “Cenab-ı Hak maddi eşyayı görebil mek için göz ihsan etti. Bu eşyayı anlamak için akıl verdi. Onları göstermek için güneş ve Yıldızları yarattı. Nasıl olur da manevi yolları göstermek için Yüce Allah hiç bir yön temi düşünmesin. Elbette düşündü. Manevi nesneleri gör mek isteyenlere Ulu Allah, nice yollar açar. Kendisi bu hususta yüce kitabında şöyle buyuruyor: Yani “Bize ulaşabilmek için çaba harcayan lara mutlaka yolumuzu gösteririz”.Kısaca, Vâdedilen Mesih Hazretleri, dini dünyadan daima üstün tutma metodunu hem kendisine inananlara hem inanmayanlara açtı. Bizim Rabbimiz diri bir Rab’dir. O her an din ve dünya alemini işletmektedir. Mümin bir insan olanca gücüyle Yüce Allah’a bağlılık kurmaya çalışmalıdır. Hep O’na yaklaşmalıdır. Kendisine henüz hidayet yolu gözükmeyen bir kimse de yüce Allah’dan aydınlık dilemelidir. Ve O’nun yardımıyla hakikate ulaşmaya çalışmalıdır. Velhasıl, Vâdedilen Mesih Hazretlerinin esas gö revi ve mesajı, insanları ıslah etmek, onları yeni baştan Hakka yaklaştırmak, Yüce Allah ile görüşme ümidini kesmiş olanların kalplerini yeniden bu ümitle doldurmak, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlerin devirlerindeki mü’minlere nasip olan hayatı yeniden halka tanıtmaktı.
Sevgili kardeşlerim!
Eski kitapları okuyun. Ata larınızın tarihine şöyle bir bakın. Onların hayatları da böyle maddi miydi? Onların bütün işleri yalnız maddi tedbirlerle mi yürürdü? Şüphesiz, onlar Yüce Allah’ın sevgisine mazhar olabilmek için gece gündüz çırpınıp dururlardı. Bunu başarmış olanlar Yüce Allah’ın mucize ve kerametlerine nail olurlardı. İşte böyle bir hayat, onları diğer milletlerden üstün kılmıştı. Fakat bugün Müslümanları, Hindu, Hıristiyan ve diğer milletlerden daha üstün kılacak hangi imtiyaz var? Eğer böyle bir imtiyaz yoksa o zaman İslâmiyet’e artık ihtiyaç yok demektir. Fakat aslında böyle bir imtiyaz vardır: Ama maalesef Müslümanlar onu unutmuşlar. O imtiyaz şudur: İslâm dininde Yüce Allah’ın kullarıyla konuşması ebediyen devam etmektedir. Ve her zaman O’nunla doğrudan doğruya ilişki kurulabilir. Yüce Peygamber Efendimizin feyzi de budur zaten. Yoksa lisans veya yüksek lisans diploma sahibi olmamıza Peygamber Efendimizin feyzi denmez. Bir Hıristiyan da lisans veya yüksek lisans diploma sahibi olabilir. Veya büyük bir fabrikayı işletmişiz, bu da Yüce Peygamberimizin feyzi demek değildir. Hıristiyanlar, Hindu veya Sih’ler böyle fabrikaları işletmiyorlar mı? Geniş bir ticaret odasını açıp uzak ülkelere ihracat yapmışız. Buna da Peygamber feyzi denmez. Bunu Hindu’lar, Hıristiyan ve Yahudiler de pek ala yapıyorlar. Peygamber Efendimizin feyzi demek bir insanın doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’la ilişki kurabil mesi demektir. Onun gönlünün yüce Allah’ı görebilmesi demektir. Onun ruhunun Cenab-ı Hak’la birleşebilmesi demektir. O insanın O’nun tatlı ve şipşirin sözlerini, O’nun konuşmasını dinleyebilmesi demektir. O insanın, Cenab-ı Hakkın yepyeni semavi nişan, mucize ve kerametlerine mazhar olabilmesi demektir. Ve bu nimetleri, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in köleliğini yapmaksızın dünyada hiç bir kimse elde edemez. İşte imtiyaz dediğimiz budur. Ancak bu imtiyaz sayesinde Hz. Muhammed Mus tafab(s.a.v.)e inananlar diğer milletlerden üstündürler. Vâdedilen Mesih Hazretleri de Müslümanların dikkatini bu imtiyaza çekti. Kendisine inanmayanlara “Cenab-ı Hak, kaybolan ve paha biçilmez bu inciyi bana ihsan etti. Yitirilmiş olan bu malı bana lütfetti. Bu nimetlerin tümü bana ancak Yüce Peygamberimiz (s.a.v.)in yüzü suyu hürmetine ve kendisine ittiba etmekle ihsan edildi. Beni bu makama ancak O’nun feyzi yükseltti”, diye adı geçen imtiyazı vurguladı. Bundan başka da Vâdedilen Mesih Hazretleri çok işler yaptı. Bu işler nitelik ve nicelik bakımından her ne kadar olağanüstü ve önemli idiyse de hepsi cüz’i idi. Kendisinin esas görevi daima dini dünyadan üstün kılmak, maneviyatı maddeciliğe galip kılma kampan yasını açmaktı. İslâmiyet ancak ve ancak bu yolla diğer dinlere galip gelecektir. Biz, top ve tüfeklerle ülkemizi de savunacağız. Bu maddi araç gereçlerle bazı düşmanlarımıza galip de geleceğiz. Fakat bütün dünyayı kapsayacak İslâm galebeliği ancak Vâdedilen Mesih hazretlerinin buyur duğu manevi yollarla gerçekleşecek. Bir Müslüman gerçek bir Müslüman olacağı zaman, dini dünyadan üstün tut maya başlayacağı zaman ve maneviyatı maddiyâttan daha yeğ tutmaya başlayacağı zaman, batı milletlerinden kaynak lanan ve ülkemizde yaygın olan zevk ve sefalı yaşam ancak o zaman kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İnsanoğlu, kimsenin söylemesiyle değil, kendi arzusuyla, içinden gel diği için her türlü saçma sapan şeylerden uzaklaşacak. Gayet ciddi bir hayat sürmeye başlayacak. Dili pek etkileyici olacak. Hatta komşusu dahi kendisine özenecektir ve onun gibi olmaya çalışacak. Hıristiyan, Hindu ve diğer dinlere mensup olanlar tıpkı, Mekkeliler gibi “Keşke biz de Müslüman olsaydık” diye hasretlerini dile getirmeye başlayacaklar. Ve gitgide bu sözleri artık Mekkelilerinki gibi gerçekleşmeye başlayacak. Yani eninde sonunda bunlar İslâmiyet’i kabul edecekler. Çünkü hiç bir kimse iyilikten uzun süre uzak kalamaz. Evvela, insan o iyiliğe rağbet eder, onun hoşuna gider. Sonra ona heves eder. Daha sonra onun için çaba gösterir. Ve nihayet koşa koşa onun kucağına gelir. Şimdi de böyle olacak. İslâmiyet, evvela Müslümanların kalplerine girecek. Sonra onun güzelliği yüzlerinden akacak. Daha sonra gayrı müslimler kendiliğinden nice ermiş Müslümanlara benzemeye, onlara özenmeye başlayacak lar. Böylece yeryüzü İslâmiyet ve Müslümanlarla dolup taşacaktır. Aziz kardeşlerim! Elinizdeki şu kısa yazıda tüm delilleri tafsilen anlat mama imkan yok. Ahmediyet mesajını bütün ayrıntılarıyla burada anlatmam imkansız. Bu satırlarda Ahmediyet’in amaç ve gayelerini kısa olarak size anlatmaya çalıştım. Lütfen bu yazıyı okuyup biraz düşünün. Biliniz ki, dini hareketler yalnız dünyevi araç gereçlerle galebeliği hiç bir zaman sağlayamamıştır. Dini hareketler daima nefsi ıslah etmekle, dini yaymak ve olağanüstü fedakarlıklar yaparak galibiyeti sağlayabilmiştir. Hz. Adem’den bugüne kadar hiç bir örneği olmayan bir olay artık bundan sonra da meydana gelmez. Cenab-ı Hakkın mesajları bugüne dek nasıl yayıla gelmişse, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in mesajı da bun dan sonra dünyanın dört bucağına kadar yayılacaktır. Kendi canımıza acıyarak, evladınıza, ailelerinize, kendi milletlerinize ve ülkenize acıyarak Yüce Allah’ın mesajını dinleyin ve onu anlamaya çalışın ki, O’nun lütuf kapıları size ardına kadar çarçabuk açılıversin. İslâmiyet’in kalkın ması artık ertelenmesin. Daha yapacak çok işlerimiz var. Fakat bunu yapmak için sizin gelmenizi bekliyoruz. Çünkü manevi kalkınmalar, mucizelerden başka dinin propaganda edilmesine de dayanır. Buyurun gelin! Bu yükü hep birlikte taşıyalım. Çünkü bu yükü sırtlanmak İslâmiyet’in yükselmesi için şarttır. Şüphesiz bu yolda fedakarlıklar, ayıplanma ve nice eziyetlerle karşılaşmak da doğaldır. Fakat Allah yolunda ölmek, insana gerçek hayat verir. Bu ölüme gitmeksizin hiç kimse Hakka ulaşamaz. Bu ölüme sarıl maksızın İslâmiyet de hiç bir galebelik sağlayamaz. Gayret gösterin ve bu ölüm çanağından yudumlayın ki, bizim ve sizin ölümünüzle İslâmiyet hayat kazansın. Muhammed Mustafa (s.a.v.)in dini yeniden yeşersin. Ve bu ölümü kucaklamakla biz de Sevgilimizin kucağında ebedi hayatın tadını çıkaralım. Amin! Mirza Mahmud AhmetAhmediye Cemaati Başkanı27 Ekim l948
Neden Ayrı Bir Cemaat?
Buna iki türlü cevap verilebilir: Biri akli delillerle, diğeriyse manevi delillerle. Bu soruya aklen şöyle karşılık verilebilir.
Cemaat ancak sayıca kalabalığa denmez. Bin, yüz bin veya bir milyon insana cemaat denmez. Doğrusu birlikte çalışmaya karar vermiş fertlerin toplamına cemaat denir. Bu fertlerin işbirliğiyle hazırlanmış belli bir programa göre çalışmalarını sürdürmeleri de şarttır. Bu şekilde faaliyetlerini sürdüren beş altı kişi de olsa onlara cemaat denir. Ama bu gibi nitelikleri taşımayan milyonlarca insan kitlesi de olsa ona cemaat denmez.
Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Mekke’de peygamberliğini iddia ettiği zaman ilk gün kendisine inanan sadece dört kişi oldu. Beşincisi de kendisiydi. İşte bunlar beş kişi olduğu halde yine de bir cemaat idiler. Fakat nüfusu sekiz dokuz bini bulan Mekkeliler bir cemaat değildiler. Bütün Arabistan’daki halk ta bir cemaat değildi. Çünkü onlar ne işbirliğiyle çalışmaya karar verdiler ne de onların belli bir programı vardı. Onun için böyle bir soruyu sormadan önce biraz düşünmek gerekir. Acaba şu anda Müslümanlar bir cemaat midirler? Bütün dünya Müslümanları tüm işlevlerinde hep birlikte, el ele vererek çalışmaya karar verdiler mi? Veya belli bir programı var mıdır? Kaldı sempatizanlık meselesi… evet, onu kabul ediyorum. Müslümanlar birbirlerine karşı sempatik duygular beslerler. Fakat bu gibi duygular bütün Müslümanlarda yoktur. Aralarındaki ihtilafları giderecek bir yöntem veya nizam da yoktur. Görüş ayrılığı cemaatte de çıkabilir.
Peygamber efendimiz zamanında Ensar ve Muhacirin arasında bazen ihtilaf çıkmıştır. Bazen diğer kabileler arasında ihtilaflar meydana gelmiştir. Fakat Peygamber efendimiz o ihtilaf hakkında bir şeyler buyurduğu zaman hiç kimse çıt çıkarmazdı. Ve ihtilaf ta yok oluverirdi. İlk dört halife zamanında da böyleydi. Herhangi görüş ayrılığı çıktığı zaman halife karar verir, ihtilaf kendiliğinden ortadan kalkardı. Bu dört halifeden sonra yaklaşık yetmiş yıla kadar Müslümanlar tek hükümet altında yaşamışlar. Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, tek bir nizama tabi idiler. O nizam doğru muydu yanlış mıydı, orası ayrı bir mesele. Fakat ne olursa olsun, o nizam Müslümanları tek bir bayrak altında tutmayı başarmıştır. Ondan sonra ihtilaflar baş göstermeye başladı. Ve Müslümanlar ikiye bölündüler. Bir taraf İspanya Müslümanları, öbür taraf diğer dünya Müslümanları. İki ayrı merkez oluştu. Bu bir ihtilaftı ama sınırlı bir ihtilaf. Ama yine de dünya Müslümanlarının çoğunluğu belli bir nizam altında yürüyordu.
Fakat üç yüz sene geçtikten sonra bu düzen öylesine darmadağınık oldu ki, bütün Müslümanlarda ihtilaflar aldı yürüdü. İslâm dünyasında bir dağınıklık, bir perişanlık, bir yaprak dökümü baş göstermeye başladı. Yüce Peygamber Efendimiz ne kadar da doğru söylemiş: Yani “en güzel asır, benim içinde bulunduğum asırdır. Ondan sonra ikinci asır ve daha sonra üçüncü asır Müslümanlarının durumu iyi olacak. Fakat bundan sonra doğruluk ortadan kalkacak. Zulüm zorbalık, baskı ve ihtilaf devresi başlayacak.”
Tabii ki dediği gibi aynen oldu. Bu ihtilaflar alabildiğine çoğaldı. Hatta Müslümanlar son üç asırda kuvvetlerini tamamen yitirdiler. Bir zamanlar Avrupa her Müslüman hükümdardan tir tir titrerdi. Bu günse bütün Müslüman âlemi Avrupa ve Amerika’nın sadece tek bir gücüne dahi karşı koyamaz. Filistin’de Yahudilerin küçük bir devleti kuruldu. Suriye, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan, Mısır ve Filistin orduları ona karşı koymaya çalışıyor. Fakat şurası bir gerçektir ki, Yahudiler Birleşmiş Milletler tarafından kendilerine tahsis edilen bölgeden daha fazla yeri işgal etmişlerdir. Amerika ve İngiltere gibi devletlerin bu Yahudi devletine destek olduğu bir gerçektir. Zaten esas soru da buradadır. Yani bir zamanlar Müslümanlardan sadece bir devlet bile Batıya taş çıkartırdı. Bugünse tam tersine, bir iki batı devleti bütün İslâm âleminden daha güçlüdür.
Kısacası, cemaat kavramına göre şu anda Müslüman devletler mevcuttur ama onların hiçbir cemaati yoktur. Bunlardan en büyük Müslüman devlet Allah’ın lütfuyla yeni kurulan Pakistan devletidir. Fakat İslâmiyet demek Pakistan demek değildir. İran demek değildir, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan demek de değildir. İslâmiyet bir zamanlar bütün Müslümanları bir araya getiren, onları tek bir yere bağlayan birlik ve beraberlik bağı demekti. Ve maalesef şu anda böyle bir nizam dünyada yoktur. Pakistan, Afganistan’a karşı, Afganistan Pakistan’a karşı sempati duyabilir. Fakat ne Pakistan Afganistan’ın her sözünü kabul eder, ne de Afganistan Pakistan’ın. Her iki ülkenin politikası ayrı ayrıdır. Her ikisi de kendi iç meselelerinde özgürdür. Her iki memleket halkının durumu da ayrı ayrıdır. Afganlar kendi yerinde özgürdürler, Pakistanlılar kendi yerinde. Mısır halkı kendi yerinde özgürdür. Onları tek bir bayrak altında toplayan hiçbir güç yoktur. Onları tek bir boncuk dizisine geçirecek hiç bir kuvvet yoktur.
Velhasıl şu anda Müslümanlar da var, Müslüman devletler de. Bazı Müslüman devletler hamdolsun toparlanıp güçlenmektedir. Fakat ne olursa olsun Müslümanlar tek bir cemaat değildirler. Farz edelim Pakistan donanması öylesine güçlenir ki, günün birinde Hint Okyanusunu ele geçirmeyi başarırsa, ordusu öylesine güçlenir ki, Hindistan ordusu ondan korkmaya başlasa, onun ekonomik durumu öylesine yükselir ki, dünya borsalarını ele geçirirse, hatta olağanüstü bir şekilde kuvvetlenerek Amerika’dan daha fazla güçlü olsa, İran, Suriye, Filistin veya Mısır gibi devletler kendisiyle ilhak ister mi? Tabii ki hayır! Bu devletler Pakistan’ın üstünlüğünü kabul eder. Ona sempatik davranır, fakat kendi varlığını ortadan kaldırmaya asla yanaşmaz. Hamdolsun Müslümanların politik durumları iyiye gidiyor. Bazı Müslüman devletler yeni yeni kurulmaya başladı. Buna rağmen bütün dünya Müslümanlarına bir İslâmi cemaat denemez. Çünkü onlar değişik siyasi cephelere bölünmüşlerdir. Ayrı ayrı devletlere ayrılmışlar. Fakat bunların seslerini bir yere toplayan hiçbir güç yoktur. Hâlbuki İslâm cihan şûmül bir din olduğunu iddia eder.
İslâmiyet yalnız Arap Müslümanları demek değildir. Suriye veya İran Müslümanları da demek değildir. Mademki dünyanın her ülkesindeki Müslümanlar İslâmiyet adı altında bir araya gelebiliyorlar, o zaman bu ülkelerin bütün Müslüman gruplarını bir araya getirebilecek bir cemaate ancak İslâmî cemaat denebilir. Gerçi şu anda Müslümanların hükümet ve siyasetleri vardır. Fakat böyle bir cemaat olmadıkça biz, şu anda Müslümanların hiçbir cemaati yoktur demek zorundayız. Bir de el birliğiyle hazırlanmış belli bir program meselesi var. Eğer dünyanın bütün Müslümanlarını bir araya toplayacak nizam yoksa o zaman Müslümanların elbirliğiyle hazırlanmış belli bir programı da yok demektir. Ne siyasi, ne medeni, ne de dini. Bazı yerlerde bir Müslüman’ın tek başına İslâm düşmanlarına karşı mücadele vermesi başka şeydir. Birde belli bir nizam altında, dört bir yandan gelen düşman saldırılarını kontrol edip hep birlikte ona karşı göğüs gererek çaba harcamak başka şeydir. Kısacası Müslümanlar böyle bir program açısından da tek bir cemaat değildirler. Bu durumda böyle bir cemaat kurulursa ve yukarda sözü edilen her iki amaca haiz olarak meydana gelirse ona, “yeni bir cemaat ortaya çıktı” denmez. Ona “eskiden hiçbir cemaat yoktu, şimdi bir cemaat kuruldu” denmelidir.
Hâlâ cemaatimiz için “efendim namaz aynı, kıble aynı, Kur’an ve Peygamber aynı, yine de Ahmediye Cemaati ayrı bir topluluk teşkil etme gereği duydu… Neden acaba?” diyenlere ben de “lütfen şu hakikati iyice düşünün ki, İslâmiyet’i yeniden bir cemaat yapma zamanı çoktan geldi. Daha ne zamana kadar beklenilecek” diyeceğim. Mısır hükümeti kendi yerinde çalışmakta, İran ve Afganistan hükümetleri de kendi yerlerinde çalışmaktadırlar. Diğer İslâm devletlerinden her biri kendi yerinde çalışmaya devam ediyorlar. Fakat bunlar mevcut olduğu halde yine de ortada bir boşluk ve eksiklik vardır. İşte Ahmediye cemaati bu boşluğu ve eksikliği tamamlamak için kurulmuştur.
Türkler, Osmanlı halifeliğini ortadan kaldırdıkları zaman bazı Mısır din adamları tarafından Hilafet hareketi başlatıldı. (Bazı güvenilir kaynaklara göre bu hareket bizzat Mısır kralının imasıyla başlatıldı) Bu hareketin amacı Mısır kralını Halifet-ül Müslimin yapıp bu ülkeye diğer İslâm ülkelerine karşı bir üstünlük sağlamaktı. Fakat Suudi Arabistan hükümeti buna karşı çıktı. Ve bu hareketin İngilizler tarafından başlatıldığını ileri sürerek aleyhinde propaganda yapmaya başladı. Onlara göre hilafet için en uygun ve layık kişi ancak Suudi Arabistan kralıdır. Kaldı halifelik meselesi. Gerçekten Müslümanları tek bir bayrak altına toplayabilen yegâne bağdır hilafet. Fakat bu halifelik sözcüğü belli bir padişah veya krala mahsus olarak kullanılmaya başlanınca diğer krallar, kendi devletlerinde bir kargaşalık yaratılmak istendiğinin hemen farkına fardılar. Ve böylece bu yararlı hareket boşa çıktı. Eğer böyle bir hareket halk içinde teşkil edilirse ve bunun arkasında manevî ruh ta mevcutsa, o zaman siyasi rekabet bunun yoluna engel olmayacak, sadece cemaati çekişmeler buna engel olabilecek. Böyle bir hareket (uluslar arası) siyasî çekişme yüzünden ancak kendisini destekleyen devlet sınırları içerisinde mahdut olup kalacaktır. Fakat dinî bir cemaat olarak muhalefet edildiği zaman bu hareket hiçbir devlet sınırını tanımayacak, her ülkeye, her diyara girecek, yayılıp kök salacaktır. Hatta Müslüman olmayan devletlerde bile başarılar sağlayacaktır. Çünkü siyasî çekişme olmadığı için başlangıçta devletler muhalefet etmeyecektir.
Nitekim Ahmediye cemaatinin geçmişi buna tanıktır. Ahmediyet’in amacı yalnız ve yalnız Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik sağlamaktı. Padişahlığa talip değildi. Hükümete de talip değildi. İngilizlerin kendi ülkelerinde bazen Ahmediyet’e zararları da olmuştur. Ama bu cemaat tamamen dinî olduğu için açıkça buna karşı koymaya da gerek duymamışlardır. Afganistan da padişahlar bazı hocalardan korkup Ahmedîlere eziyet ve baskılar uyguladılar fakat özel görüşmelerde sürekli olarak mazeretlerini gösterip yaptıklarına pişmanlık duyduklarını da belirttiler. Bunun gibi diğer İslâm ülkelerinde halk da bu cemaate karşı çıktı, din adamları da. Hükümet bunlardan korkarak bazen Ahmedîlere engeller çıkardı.
Fakat hiçbir devlet, Ahmediye hareketinin kendisini devirmeyi amaçladığını asla düşünmedi. Ve böyle düşünmesi doğaldı. Çünkü Ahmediyet’in siyasetle hiçbir alakası yoktur. Ahmediyet’in amacı yalnız Müslümanların dini durumlarını düzeltmek, İslâm düşmanlarına karşı ahlakî ve manevî silahlarla hep birlikte mücadele edebilmeleri için onları bir araya toplamaktır. Bu amaçla Ahmedî misyonerler Amerika’ya gönderildiler. Oranın halkı Asyalılara karşı oldukları kadar Ahmedî misyonerlere karşı da aynı tepkiyi gösterdiler. Fakat bir dinî hareket söz konusu olunca onlar muhalefet etmediler. Endonezya’da Felemenkliler hükümeti de aynı şekilde davrandı. Siyaset alanında Ahmedîlerle herhangi bir sürtüşme meydana gelmeyeceğini anlayınca, her ne kadar görünürde ilgisiz davranıp Ahmedîleri gizlice takip ettiyseler de, Ahmediyet’e karşı koymaya gerek görmediler. Böyle davranmaları da doğaldı. Her neyse biz, onların dinlerinin aleyhine dinî propagandalar yapardık. Onlardan sempati beklemiyorduk tabii. Biz de siyasetle doğrudan doğruya ilgilenmezdik. Onun için bizimle bu hususta doğrudan doğruya çarpışmaya da hakları yoktu.
Bunun sonucudur ki, Ahmediyet bugün hemen hemen her ülkede mevcuttur. Hindistan’da, Afganistan’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Mısır’da, İtalya’da, İsviçre’de, Almanya’da, İngiltere’de, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Endonezya’da, Malezya’da, Doğu ve Batı Afrika’da, Habeşistan ve Arjantin’de de Ahmediyet kendi ağaçlarını dikmiştir. “Bu ülkelerde Ahmediyet mevcuttur” dediğim zaman orada yaşayan birkaç Hintlinin Ahmediyet’e girmesi anlamına gelmez. Oranın yerli halkından bazı ihlas sahibi kimseler Ahmediyet’i kabul edip İslâmiyet’e hizmet etmek için hayatlarını bile feda ediyorlar. Örneğin Yüzbaşı bir İngiliz, hayatını İslâmiyet’e adayıp şu anda Ahmediye misyoneri olarak İngiltere’de çalışmaktadır. Kendisi beş vakit namaz kılar, hiç içki içmez ve ayrıca tanıtma broşürlerini yayınlamak için parayı sağda solda çalışarak temin eder. Toplantılar düzenler. Geçimi için kendisine İngiltere’de çalışan bir çöpçünün aldığı maaştan daha az para veriyoruz. Bundan başka Alman’ın biri –kendisi orduda yetkili bir mevki sahibidir- Ahmediyet için hayatını adadı. Almanya’dan büyük bir çaba sarf ederek ancak çıkabildi. Kendisinin İsviçre’ye varıp orada vizesini beklediğini demin haber aldık. Bu genç İslâm hizmeti için kalbinde büyük bir coşkunluk taşımaktadır. İslâmiyet’i tam manasıyla öğrenmek için yakında Pakistan’a gelecek. Daha sonra İslâmiyet’i yaymak için başka bir ülkeye gidecek. Yine Almanya’nın genç bir yazarı, yüksek tahsilli karısıyla birlikte İslâmiyet için hayatlarını adamak arzusunda olduklarını belirttiler. Belki de yakında kesin karar verip İslâmiyet’i öğrenmek için Pakistan’a gelecekler. Bunun gibi Hollandalı bir genç İslâmiyet için kendi hayatını adamaya karar vermiş bulunuyor. Herhalde pek yakında herhangi bir ülkede İslâmiyet’i yaymakla görevlendirilecek.
Şüphesiz Ahmediye Cemaati sayıca azdır. Fakat dikkat edilecek husus, bunun sayesinde bir İslâmî cemaatin teşkil edilmesidir. Her ülkede az çok kimseler bu cemaate katılıp cihan-şumül bir birlik ve beraberlik temelini atmaktadır. Ve her çeşit siyasete bağlı kimselerden az da olsa bu topluluğa girmektedirler. Bu denli hareketlerin başlangıcı daima küçük çaplı olur. Fakat günün birinde birdenbire toparlanıverir. Ve birkaç gün içinde birlik ve beraberlik tohumlarını ekmeyi başarır. Bilindiği gibi siyasî kuvvet için partiler şarttır. Dinî ve Ahlakî kuvvet için de dinî ve ahlakî cemaatler şarttır. Ahmediye cemaati siyasetten uzak durur. Eğer böyle işlere karışırsa o zaman kendi işlerinde bir gevşeklik meydana gelir.