Vadedilen Mesih’inas doğruluğunun onuncu delili, aslında yüzlerce hatta binlerce delilden oluşmaktadır. Buna göre, Allah-u Teâlâ kendisine gayb hakkında çokça bilgi verdi. Bundan da onun, Allah’ıncc elçisi olduğu ortadadır. Allah-u Teâlâ Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
فَلَا يُظْهِرُ عَلٰى غَيْبِهٖ اَحَدًا۞ اِلَّا مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ
“O, gaybı bilendir. Gayb (ilminde de başka) kimseyi üstün kılmaz. Ancak seçip beğendiği peygamber, (bundan) müstesnadır…[1]” (Manası bir kimseyi, bir şey veya bir kimse karşısında üstün kılmaktır.)
Kısacası, çokça gaybi meselelerden haberdar edilen, üzerine her türlü bulanıklıktan arınmış tertemiz su gibi vahiy inen, apaydın mucize ve belirtiler bahşedilen ve de vuku bulmadan önce, büyük hadiseler hakkında kendisine haber verilen kimse, İlahi memurdur. Onu reddetmek, bu kaideyi bildiren Kuran-ı Kerim’i reddetmek demektir. Bütün peygamberler kendi doğruluklarını ispatlamak üzere, bunu bir delil olarak sunmuşlardır. Netice olarak, bu delilden yüz çevirmek, bütün peygamberleri inkâr etmek manasına gelir. Kitab-ı Mukaddes’de de yalancı bir peygamberin alameti olarak, onun Allah’acc isnat ederek söylediklerinin gerçekleşmemesi bildirilmiştir.[2]
Bu ölçü ışığında Vadedilen Mesih’inas iddiası incelendiğinde, onun doğruluğu güneşi tepede olan bir gün gibi apaydındır. Allah-u Teâlâ kendisine, bolca ve tevatür halinde gaybi haberlerden bilgi verdi. Peygamber Efendimizsav hariç, başka hiçbir peygamberin bildirdiği gaybi haberlerde, bunun bir benzeri bulunmamaktadır. Doğrusu ona bağışlanan gaybi haberlerin sayısı o kadar çoktur ki, dağıtıldıkları takdirde, birçok peygamberin peygamberliği de onlardan ispatlanır. Burada biz kendisine bildirilen on iki gaybi haberden örnek olarak bahsedeceğiz.
Vadedilen Mesiheas verilen gaybi haberler, onlarca farklı türdendir. Onlardan bazıları siyasetle ilgili olup, diğerleri de toplumsal olaylar hakkındadır. Bir kısmı göksel değişiklikler ile ilgiliyken, başka bir kısmı ise dini konular hakkındadır. Başka bir bölümü ilmi faaliyetler hakkındayken, diğer bir bölümü ise neslin gelişmesi ya da kesilmesi hakkındadır. Onlardan bir bölümü yeryüzü değişiklikleri ile ilgili olup, başka bir kısmı ise uluslararası ilişkiler ile ilgilidir. Bazıları ise memleketlerde yönetenler ve yönetilenler hakkındadır. Kimisi Vadedilen Mesih’inas kendi başarıları hakkındayken, kimisi ise düşmanlarının helakını bildirmektedir. Yine bir başka kısım da, dünyada gelecekte vuku bulacak olaylar hakkındadır. Kısacası ona bildirilen tüm gaybi haberler, farklı kategorilerden oluşmaktadır. Bunların bir listesi yapılacak olsa, her birini açıklamak bile başlı başına uzun sürer.
Onun bildirdiği gaybi haberlerden gerçekleşmiş olan on iki haberden burada bahsedilecektir. Bunların ilki Afganistan hakkındadır.
Birinci gaybi haber: “Sahibzade Abdüllatif Beyra ve Mevlevi Abdurrahman Beyin şahadetleri”
Bugünden kırk sene önce, Vadedilen Mesihas şu vahyi almıştı:
شَاتَانِ تُذْبَحَانِ وَ كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
“İki keçi boğazlanacak ve orada yaşayan herkes yok olacak.[3]”
Tabir ilmine göre, “şat” kelimesinin iki anlamı olabilir. Bu da, ya kadın yahut da ileri derecede itaat eden halktır. Bu vahiyde yer alan sonraki cümlenin, kadınlar ile bir alakası görünmemektedir. Çünkü daha ziyade canlarını veren erkeklerdir. Buna göre boğazlanan da, genellikle erkekler olur. Bundan dolayı, burada iki keçiden kastedilen, hükümdarlarına karşı sadık ve itaatkâr iki erkektir. Onlar hiçbir suç işlemedikleri ve herhangi bir kanuna da karşı gelmedikleri halde, öldürüleceklerdi. Bunun neticesinde, sanki helaket orayı kendisine yuva edinmişçesine, bu ülke genel manasıyla Allah’ıncc azabına maruz kalacaktı.
Bu gaybi haberde, ülkenin ismi zikredilmemiş olmasına rağmen, onun ibaresi, bu olayın İngiliz devletinde yaşanmayacağını göstermektedir. Aksine bu olayın gerçekleşeceği ülke, yasalara itaat etmelerine rağmen halkın öfkesine maruz kalıp insanın öldürülebileceği bir yer olmalıdır. Öldürülen bu iki kişinin, mülhemin yani vahiy alanın müritlerinden olması gerekirdi, çünkü böyle olmasaydı, ona sadece iki kişinin öldürülmesinden haber verilmesinin bir maksadı olmazdı. Bu cinayetin siyasi bir suçla alakası bulunmayacaktı ve bu haksız ölümden dolayı da o ülke üzerine genel bir azap inecekti.
Yukarıda bildirilen bu dört husus, söz konusu gaybi habere, normal bir gaybi haberden öte, olağanüstü bir önem kazandırmaktadır. Bu haberde ülkenin adı bildirilmediği için, kimse onun müphem olduğunu söyleyemez. Çünkü bu dört hususun bir arada gerçekleşmesi, bu gaybi haberin azametini ispatlamaktadır. Nitekim söz konusu bu dört hususun, şans eseri bir araya gelmesi mümkün değildir.
Vadedilen Mesihas bu gaybi haberi bildirdikten sonra, aşağı yukarı yirmi sene kadar bunun gerçekleşme belirtileri ortaya çıkmamıştı. Ancak bu vahiy üzerinden yirmi sene kadar bir süre geçtikten sonra, bu gaybi haberin gerçekleşmesi için hayret uyandıracak bir şekilde koşullar oluşmaya başladı. Birisi, Vadedilen Mesih’inas bazı kitaplarını Afganistan’a götürdü ve Host bölgesinde bir din âlimi olan Seyyid Abdüllatif Beyera verdi. Bu zat Afgan hükümeti indinde çok saygın bir kimse idi. Yüksek mevkideki devlet yöneticileri, takvası ve dindarlığından dolayı kendisine karşı büyük hürmet gösteriyorlardı. Seyyid Abdüllatif Beyra bu kitapları okuyup, Vadedilen Mesih’inas doğruluğuna kanaat getirdi. O, müritlerinden birisini, konuyu daha detaylı incelemek üzere gönderdi ve ona, kendi adına biat etme yetkisini de verdi. Müridi Mevlevi Abdurrahman Bey Kadiyan’a gelip biat etti ve Seyyid Abdüllatif Beyra adına da biatini bildirdi. Daha sonra o, Vadedilen Mesih’inas kitaplarını alarak Afganistan’a geri döndü. O, ilk önce Kabil’e gidip, bu davetten hükümdarı da haberdar etmek arzusundaydı.
Mevlevi Bey Kabil’e vardığında, Amir Abdurrahman Han’ın hayrını istemeyen, basiretten yoksun bazı kimseler, onu kışkırttılar. Onlar, Mevlevi Abdurrahman Beyin mürted, yani İslam dairesi dışına çıkmış ve bu nedenle de katlinin vacip olduğunu ileri sürdüler. Amiri kandırmak suretiyle, Mevlevi Beyin katline dair fetva alıp, kendisini zalimce öldürdüler. Evine gitmeden hükümdarına gidip, kendisine Mesih ve Mehdi geldi diye müjde verecek kadar Amirini seven bir kimseye, eziyet çektirdiler. Onun sevgi ve saygısının karşılığı olarak, boynuna bir kumaş sarıp, onu boğdurmak suretiyle şehit ettiler. Aslında bu olayın arkasında Allah’ıncc eli vardı. O, takriben yirmi sene önce, iki vefalı vatandaşın hiçbir suçları yokken öldürüleceklerine dair haber vermişti. Bu haberin geçekleşmesi de gerekiyordu. Artık o iki kişiden birisi hakkında bu haber gerçekleşmişti ve o şehit edilmişti.
Bu olay üzerinden iki sene geçtikten sonra, Sahibzade Abdüllatif Şehid, hac niyetiyle vatanından ayrıldı. O, Vadedilen Mesiheas biat etmişti ve hacca giderken kendisine uğramak istiyordu. Kadiyan’a geldiğinde, burada gördüklerini kitaplardan okuduklarından daha etkileyici buldu. İç temizliğinden dolayı, İlahi nura öylesine cezp edildi ki, haccı erteleyip Kadiyan’da kalmaya niyetlendi. Birkaç ay sonra vatanına geri dönüp, hükümdarını da bu nimetten haberdar etmeye karar verdi. O Host’a vardığında, dört saray mensubuna mektuplar kaleme aldı. Bu mektuplar Kabil’e ulaştığında, halk Kabil valisi Emir Habibullah Hanı[4] kışkırttı. Bir sürü ithamlarda bulunarak, Sahibzade Abdüllatif Beyinra yakalanıp Kabil’e getirilmesi konusunda kendisini ikna ettiler. Bunun üzerine Host valisine mektupla emir gönderildi ve Seyyid Abdüllatif Beyra Kabil’e getirtildi. Amir Bey kendisini mollalara teslim etti, ancak mollalar onda bir suç bulamadıkları halde, bazıları kişisel menfaatlerinden dolayı, Amir Habibullah Han’ı kışkırtarak, Sahibzade serbest bırakıldığı takdirde, insanlar bunun etkisinde kalacaklar ve içlerinde cihat şevki kalmayacak ve bu durum da hükümete zarar verecektir diye, onun recmedilmesi hakkında fetva verdiler. Amir Habibullah Han kendince Seyyid Abdüllatif Beyinra iyiliğini istediği için, birçok kere tövbe etmesi konusunda kendisine teklifte bulundu. Bunun üzerine o, ben İslam dini üzerindeyim, tövbe ederek kâfir mi olayım, diye cevap verdi. Abdüllatif Beyra, Vadedilen Mesihias bilinçli olarak kabul ettiğini ve haktan asla vazgeçmeyeceğini bildirdi. İmanından vazgeçmeyeceğini anlayıp, umutsuzlaşan muhalifler, onu şehir dışına çıkarıp, büyük bir kalabalığın huzurunda recmettiler.
Bu vefalı ve kralı uğruna canını feda eden insan, birkaç egoist ve menfaatperest kimsenin entrikalarına kurban olmuştur. Onlar kralı kandırarak, Seyyid Abdüllatif Beyinra hayatta kalmasının bu memleket için tehlikeli olduğu konusunda kendisini ikna etmeyi başardılar. Hâlbuki böyle insanlar, aslında ülkeleri için bir sığınak hükmündedirler. Allahcc, memleketin maruz kaldığı belaları da, onların yüzü suyu hürmetine defeder. Bu entrikacılar krala, Seyyid Abdüllatif Beyra hayatta kalırsa, insanların cihat şevkleri kırılacaktır, dediler. Ancak onlar, onun tabi olduğu cemaatin öğretisinde, bulunduğu memlekete tam manasıyla itaatin gerekli olduğundan asla bahsetmediler. Onlar, bu öğreti yayılacak olursa, Afganistan’daki iç savaşların ve aralarındaki ihtilafların sona ereceğinden ve bütün yerleşimlerin içtenlikle krala itaat edeceklerinden de bahsetmediler. Kralın terinin aktığı yerde, ona vefası sebebiyle Seyyid Abdüllatif Beyra gibi bir insanın kanını akıtmaya hazır olduğunu da açıklamadılar. Onun mensubu olduğu cemaatin öğretisine göre, entrika çevirmek, rüşvet almak, yalan söylemek ve ikiyüzlü davranmanın yasak olduğunu, hiç beyan etmediler. Oysa bu cemaat bunları öğretmekle kalmayıp, bu öğretileri mensuplarına da uygulatır. Nitekim bu düşünceler yayılırsa, ülkenin durumu birdenbire düzelip, her türlü gelişme ve ilerleme sağlanacaktır diye, krala açıklamada bulunmadılar. Seyyid Abdüllatif Beyra tarafından reddedilen cihat, gayrimüslimler tarafından dine müdahale edilmediği halde Müslümanların onlara saldırıp öldürmeleri durumudur. Böylelikle İslam’ın adı da kötüye çıkmaktadır. Ancak mollalar, bu gerçekleri krala asla anlatmadılar. Seyyid Beyra, Peygamber Efendimizinsav sünnetinden ispatlanan, savunma gereği yapılan hakiki cihada iman ediyordu. Bir ulusun kendi varlığını korumak adına, diğer uluslara karşı açtığı siyasi savaşlara ise, cihat anlamında inancı bulunmuyordu. Onun inanışına göre, gayrimüslim uluslar, İslam dinine müdahale etmedikleri müddetçe, kendilerine cihat adı altında savaş açmak caiz değildi. Bu tür savaşlar aslında İslam dinini de lekelemektedir. Siyasi menfaatler ve çıkarları korumak amacıyla savaşa ihtiyaç duyulursa, savaş açılabilir, ama böyle bir savaşa cihat ismi verilmesi doğru değildir. Çünkü İslam’ın güzel adını feda ederek kazanılacak bir fetih, onun saygınlığını koruyan bir yenilgiden çok daha kötüdür.
Kısacası onlar, Amir Habibullah’a gerçek olmayan şeyler söyleyip, Seyyid Abdüllatif Beyinra şehit edilmesine neden oldular. Böylelikle bu gaybi haberin birinci bölümü olan, iki keçinin boğazlanması olayı da gerçekleşmiş oldu. Bu cemaatin çok vefalı ve itaatkâr iki ferdi, her açıdan krallarına tabi oldukları halde, boğazlanıp şehit edildiler. Bu gaybi haberin ikinci bölümü, yani bu olayın akabinde bu yerleşim üzerine genel anlamda azabın inmesi ise, henüz gerçekleşmiş değildi. Ancak çok geçmeden, haberin bu kısmı da vuku buldu ve onun şahadeti üzerinden bir ay geçmeden, Kabil’de kolera salgını baş gösterdi. Bunun sonucu pek çok insan helak oldu. Ansızın başlarına gelen bu beladan ötürü, büyük ve küçük herkes dehşete kapılarak kalplerine korkular musallat oldu. Yıllar boyunca Afganistan hükümetinde Baş Mühendislik gibi imtiyazlı bir makamda hizmet etmiş ve tarafsız bir kimse olan Frank Martin[5], “Mutlak Amirin İdaresi Altında[6]” isimli kitabında bunları anlatmaktadır. Bu kolera salgını beklenen bir durum değildi. Çünkü Afganistan’da geçmişte yaşanan benzer kolera salgınlarına dikkat edildiğinde, bu ve benzeri bir salgının en az dört sene daha ortaya çıkması pek mümkün görünmüyordu. Kısacası bu kolera salgını özel bir İlahi alamet olarak ortaya çıkmıştı. Allahcc ise, memurunu bu olaydan yirmi sekiz sene önce haberdar etmişti. Daha da ilginç olanı, O’nun bu gaybi haberi desteklemek üzere Seyyid Abdüllatif Beyira de bundan haberdar etmiş olmasıdır. Nitekim Abdüllatif Beyra, “Ben şahadetimin ardından bir kıyametin koptuğunu görüyorum,” demişti. Kabil’deki her ev bu salgından etkilenmiştir. Bu saldırıdan, sıradan insanlar bir yana, zenginler bile korunamadılar. Her tür sağlıklı koşullara sahip evler bile helakete uğramaktan kurtulamadılar. Seyyid Abdüllatif Bey şehit edilirken, kendisini recmetmek için özellikle orada bulunanlar, bu salgının pençesine bilhassa düştüler. Onlardan bir kısmının bizzat kendileri ya da yakın akrabaları salgında helak olup gittiler.
Kısacası uzun bir sürenin ardından Allahcc tarafından verilen haber harfiyen gerçekleşti ve O, kahreden tecellilerle memur kıldığı kimsenin şanını ortaya koyarak, basiretli insanlar için iman etmenin yolunu açtı. Bu tür gaybi haberlerde bulunmanın bir insanın işi olduğunu, kim söyleyebilir ki? Hangi insan kendisine iman etmiş tek bir kişi bile bulunmazken, bana kitleler iman edecekler ve cemaatim bulunduğum ülke dışındaki ülkelere de yayılacak, keza orada sadece kendisine iman ettikleri için müritlerinin ikisi şehit edilecek ve de onlar şehit edildikten sonra, o bölgeye kıyameti hatırlatan bir azap inecek, bunun sonucunda ise çok kimse helak olacak, diye önceden gaybi haberde bulunabilir. Eğer bir kul, bu tür haberler verme kudretine sahipse, o zaman Allah’ıncc kelamı ile kulun kelamı arasında ne fark kalır ki?
Biz burada bir şüpheyi ortadan kaldırmak istiyoruz. İlahi kelamda şöyle denmiştir:
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍ
Yani, “Orada bulunan herkes helak edilecek,” denmiştir. Ancak insanların hepsi helak edilmeyip, sadece bir kısmı helaka uğramış, bir kısmı ise hayatta kalmıştır. Aslında Arapçada “kul” kelimesi bazen “umum” manasında, diğer durumlarda ise “kimi insanlar” ya da “bazı kimseler” anlamında kullanılır. Bu kelimenin çoğul anlamında kullanılması ise şart değildir. Kuran-ı Kerim’de, Allah-u Teâlâ bal arasına vahiy ettiğini beyan edip, ona şöyle bildirmiştir:
كُلٖى مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ
“Her meyveden ye.[7]”
Hâlbuki her arı bütün meyvelerden yemez. Nitekim bu ayetten aslında anlaşılması gereken, meyvelerin bazılarından yenmesi gerektiğidir. Aynı kelime Sebe kraliçesi hakkında da kullanılmıştır. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:
وَاُوتِيَتْ مِنْ كُلِّ شَیْءٍ
“Ona her şey verilmiştir.[8]”
Oysa o, dünya üzerinde küçük bir bölgenin kraliçesi idi. Onun için bu ayetin gerçek manası, ona dünya nimetlerinden bir pay verildiğidir. Bu kelime kullanıldığında, onun bir bakıma geneli kapsaması ve bütün fertlerden belli bir bölümünü dahil etmesi gerekir. Rahmetli şehit edildikten sonra Kabil’de baş gösteren kolera salgınında da bu iki şart bulunmaktaydı. Orada bulunan her can korku ile titrerken, aralarından büyük bir kitle de bu kolera sonucu helak oldular. Hatta bu gaybi haberin hakikatinden tamamıyla habersiz olan bir İngiliz yazar eserinde özellikle bu salgından bahsetmek mecburiyetinde kalmıştır.[9]
Bu gaybi haber hakkında ileri sürülen diğer bir itiraz, İlahi vahiyde geçen “tuzbahan” kelimesi yani “iki kişi boğazlanacak” ifadesidir. Oysa onlardan birisi boğularak, diğeri ise recmedilerek şehit edilmişlerdir. Netice olarak, iki kişinin boğazlanacağı haberi doğru çıkmadı diye değerlendirilebilir. Aslında bu itiraz mahiyetindeki değerlendirme, bilgisizlik sonucu ileri sürülmektedir. Çünkü Arapçada söz konusu kelime, şekli ne olursa olsun öldürmek veya helak etmek için de kullanılır. Kuran-ı Kerim bu kelimeyi aynen bildirdiğimiz manada pek çok yerde kullanmıştır. Örneğin, Musa’nınas devri anlatılırken şöyle buyrulmuştur:
يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ
“…Onlar erkek çocuklarınızı boğazlayıp (yani öldürüp) kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı…[10]” Tarihten, Firavun ve yandaşlarının erkek çocukları boğazlamadıkları açıktır. Aksine onlar ebelere, çocukların öldürülmesi için emir vermişlerdi. Ancak onlar merhametli davranınca, Firavun çocukların nehre atılmasını emretti.[11] Meşhur lügat Tacu’l Urus’da da bu kelimenin manası helak etmek olarak bildirilmiştir.[12]Kısacası bu kelime, şekli ne olursa olsun, öldürmek için kullanıldığından Seyyid Abdüllatif Bey recmedildi ve boğazlanmadı diye itiraz etmek yanlıştır.
İkinci gaybi haber: “İran saltanatı ve ihtilal”
Vadedilen Mesih ve Mehdininas bildirdiği birçok gaybi haberler arasından, şimdi de ikincisinden söz edeceğiz. Bu gaybi haber Afganistan’ın komşusu İran’ın hükümdarı ile ilgilidir. 15 Ocak 1906’da Vadedilen Mesiheas şu vahiy inmiştir:
تزلزل در ايوان كسرٰى فتاد
“Kisra’nın sarayı sarsıldı.[13]”
Bu vahiy, adet olduğu üzere, Müslüman Ahmediye Cemaatinin Urduca ve İngilizce dergi ve gazetelerinde yayınlandı. Bu vahiy yayınlandığında, İran Şahı her türlü tehdit ve tehlikeden uzaktı. O, 1905’te halkın isteklerini kabul ederek, halkın temsilcisi olacak meclisin kuruluşunu ilan etmişti. Bundan dolayı bütün İran’da kutlamalar yapılmaktaydı. Şah Muzaffereddin, halk tarafından daha da beğenilmeye başlanmıştı. Hükümdar hiç kan dökmeden halkın haklarını verdiği için, herkes kendisinden memnundu. Bütün dünya, bu yeni tecrübe sebebiyle ona ümitle bakıyordu. Japonya hariç, bütün Asya ülkeleri için de bu yepyeni bir deneyimdi. Ancak dünya, az eğitimli ve tecrübesiz insanların eline böyle bir fırsat geçtiğinde meydana gelebilecek tehlikelerden habersizdi. Böyle bir dönemde Vadedilen Mesih’inas bu vahyi yayınlamış olması, dünya gözünde son derece tuhaftı. Ancak insanlar nezdinde tuhaf olarak karşılanan, Allahcc indinde son derece basit bir iştir. İran halkı özgürlüğünden dolayı, Muzaffereddin Şah da halk tarafından beğenildiği için memnundular. O, 1907’de elli beş yaşında vefat etti ve yerine de oğlu Mirza Muhammed Ali geçti. Yeni Şah tahta geçtikten sonra, halk meclisinin ve mevcut idarenin devam edeceğini ilan etti. Ancak kısa bir sürenin ardından, dünya Vadedilen Mesih’inas vahyinde bulunan haberin emarelerine tanık olmaya başladı. Onun vahyinin üzerinden bir sene geçtikten sonra, İran’da fitne ve fesat alametleri ortaya çıktı. Yani hükümdar ile halk meclisi arasında muhalefet oluştu ve meclisin talepleri ve baskıları üzerine şah, meclisin fitnelerin kaynağı olarak gördüğü bazı kimseleri saraydan uzaklaştırmak vaadinde bulundu. Bununla beraber kendisi, Tahran’dan ayrılmaya da karar verdi. Bu yer değişikliği vaktinde, milliyetçiler ve hükümdarın korunmasından sorumlu Kazak muhafızlar arasında ciddi ihtilaflar baş gösterdi. Vadedilen Mesih’inas vahyinin bir kısmı gerçekleşti ve İran Parlamentosu topa tutulup, yok edildi. Şah halk meclisini feshetti. Bunun üzerine her tarafta isyanlar patlak verdi. Laristan, Labucan, Ekberabad, Buşehr, Şiraz ve aşağı yukarı bütün güney İran’da isyan hareketleri başladı. İsyancılar İran saltanatının yöneticilerini bertaraf ettiler ve cumhuriyeti sevenler iktidarı ele geçirdiler. Böylece bir iç savaş başladı. Durumun tehlikeli olduğunu fark eden Şah, hazine ve diğer eşyaları Rusya’ya yollamaya başladı. O, bütün gücü ile isyanı bastırmaya çalıştığı halde, fesat artmaya devam etti. 1909 yılının Ocak ayında İsfahan’a da isyan sirayet etti ve Bahtiyari kabilesi reisi de milliyetçiler ile bir olup, Şah’ın ordusunu mağlubiyete uğrattı. Durumdan korkan Şah, parlamenter hükümet şeklinin devamı için söz verdi. O, sıklıkla artık dikta rejiminin kurulmayacağını açıkladı. Ancak Allah’ıncc sözlerinin geçekleşmesine kim engel olabilirdi ki? İran Sarayında endişe ve korku gitgide artmaya devam etti. En sonunda Şah’ın gururu olan Kazak muhafızları da kendisini terk edip, isyancılara katıldılar. Hatta 15 Temmuz 1909’da, Şah ve ailesi sarayı terk edip, Rus Büyükelçiliğine sığındılar. Vadedilen Mesih ve Mehdininas, “Kisranın sarayı sarsıldı” şeklindeki vahyi, nazil oluşundan iki buçuk sene sonra ibretlere vesile bir biçimde gerçekleşti. İran’da dikta yönetimi sona erdi ve cumhuriyet denenmeye başlandı. Bunun neticelerinin ne olacağını ise ancak Allahcc bilir. İran sarayı böylece, Haziran ve Temmuz aylarını korku, endişe ve umutsuzluk bulutları gölgesinde geçirdi. Orada yaşayanların durumunu, ancak böylesi şartlarla karşı karşıya kalmış ya da Allahcc tarafından olağanüstü bir hayal gücü nasip edilmiş bir kimse anlayabilir. Kısacası bu gaybi haberin gerçekleşmesi, basiret sahibi için Vadedilen Mesih’inas doğruluğu adına güçlü bir delildir. Ancak ne yazık ki, bundan istifade eden pek azdır.
Üçüncü gaybi haber: “Genel olarak dünya Hıristiyan âlemine ve özellikle Hindistan Hıristiyanlarına hüccet olan, Abdullah Ethem”
Gaybi haberlerin örneklerini sunarken, bunların üçüncüsünden de burada bahsedeceğiz. Bu tür haberler, Hıristiyan âlemine hüccet olsun diye, Vadedilen Mesihas tarafından İslam düşmanı olan Hıristiyanlar hakkında bildirilmiştir. Hıristiyan propagandacılar ve misyonerler, Müslümanların yanlış inanış ve rivayetlerinden faydalanmak suretiyle, Peygamber Efendimiz’esav çirkin saldırılarda bulunmayı hep adet haline getirmişlerdir. Bundan otuz kırk sene önce ortaya atılan çirkin ithamların örneklerine bugün artık pek rastlanılmamaktadır. Onların bu haddini aşan tutumlarını gören Vadedilen Mesihas, tüm gücü ile kendilerine karşı hücuma geçmiştir. Netice olarak Hıristiyan papazlar, Vadedilen Mesih’inas bu hamlelerine dayanamayıp geri çekilmekten başka bir yol bulamadılar. Bundan dolayı, onun zamanında kaleme alınanlar da artık pek yazılmamaktadır. Peygamber Efendimiz’esav dil uzatanlardan birisi namı “Deputy” olan Abdullah Ethem isminde emekli bir memurdu. Bir keresinde Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasında on beş gün süren bir münazara gerçekleşti. Bu münazara, her iki tarafın temsilcileri olan Vadedilen Mesihas ve Abdullah Ethem arsında yapıldı. Abdullah Ethem her türlü çabasına rağmen hiçbir şey elde edemedi ve herkesin önünde rezil oldu. Bu tartışmada mucizelerden de bahsedildi. Bundan dolayı Allahcc, bu münazaranın mucizesiz bir şekilde geçmesini istemedi ve Vadedilen Mesiheas, “Bu tartışmada, bile bile yalanı seçen ve gerçek Allah’ı bırakıp aciz bir kulu ilahlaştıran taraf, Hakka yönelmediği takdirde Haviye’ye (Cehennem) düşürülecek ve büyük bir zilletle karşılaşacak. Bu, her günün bir ay sayılacağı on beş günlük bir devre içinde, yani on beş ay zarfında vuku bulacak,[14]” diye bildirdi.
Vadedilen Mesihas, bu münazaradaki son yazıyı kaleme alırken ona bu gaybi haberi de ekledi. Abdullah Ethem’e hitaben dedi ki: “Sen, Endurune-yi Bible adlı kitabında Peygamber Efendimiz’eas (hâşâ) deccal dedin. Allah’ın bana bildirdiği bu gaybi haber gerçekleşince, Peygamber Efendimizinsav Allah’ın Habibi ve Resulü olduğu ispatlanacaktır.”
Söz konusu gaybi haber aslında iki önemli hususu içermekteydi:
1) Hz. İsa’yıas ilahlaştıran taraf, yani Abdullah Ethem, on beş ay içerisinde inadı, bağnazlığı ve Peygamber Efendimiz’esav dil uzatması sebebiyle Haviye’ye düşürülecekti.
2) Bu taraf, hatasını anlayıp pişman olarak Hakka yöneldiği taktirde, söz konusu azaptan korunacaktı.
Sonuçta, söz konusu taraf inadını sürdürüp, Hakka yönelmemesine rağmen helak edilmezse, gaybi haber de yalan çıkacaktı. Diğer taraftan, tutumundan vazgeçtiği halde o, onbeş ay içerisinde helak edilecek olursa, bu da gaybi haberin yine yalan olduğunu gösterecekti. Söz konusu gaybi haber, Allah indinde Abdullah Ethem’in ömrünün on beş aydan uzun olduğunu göstermektedir. Bu sebeple o, ancak inadını sürdürdüğü takdirde on beş ay içerisinde ölecekti. Aslında gaybi haber bir miktar incelendiğinde, onun iki şıkkından ikincisinde zikrolunanların, ilk şıkkında zikrolunanlardan daha güzel olduğunu anlamak mümkündür. Birinci şıkta, eğer Abdullah Ethem inadını sürdürürse, onbeş ay içersinde ölecektir, diye yer almaktadır. Abdullah Ethem Hıristiyanların büyük bir âlimiydi ve onları destekleyip, İslam’ı reddetmek üzere birçok kitap yazmıştı. Dünyada saygın bir makama da sahipti, İngilizler ile de yakın ilişkileri vardı. Bundan dolayı, inadını sürdürmesi de son derece doğal karşılanacaktı. O, tartışma için bütün papazların arasından seçilmişti. Büyük âlim sayılan başka papazlar bile bu tartışmada onun yardımcılarıydılar. İnsanların onun hakkında, Hıristiyan inancına tam olarak iman etmiştir diye düşünmeleri ise son derece doğal bir durumdu. Hıristiyanlığı bu kadar destekleyip, münazaraya en büyük tartışmacı olarak çıktıktan sonra, onun İsa Mesihin ilahlığını bir an için bile reddetmesi ve İslam’ın mucizevî gücünün kalbini etkilemesi, kesinlikle düşünülecek bir durum değildi. Tüm bu şartlar altında, onun on beş ay içinde ölmesi kendi zatında güzel gibi görünse de, altmış beş yaşında bir insan olduğundan, belki de ömrü tamamlanmıştı diye bir şüphenin uyanması da hiç uzak bir ihtimal değildi. Oysa buna mukabil ikinci şıkta zikredilenler, daha güzeldir. O, tutumundan vazgeçecek olursa, Haviye’ye düşürülmeyecekti. Abdullah Ethem’in tutumunu terk etmesi, inadını sürdürmesinden daha hoş bir durumdur. Çünkü bir kimsenin ölümüne bir başkasının sebep olması mümkün olsa da, birisinin on beş ay hayatta kalması, kimsenin elinde olan bir durum değildir. Kısacası bu gaybi haberin ikinci şıkkının gerçekleşmesi, ilk şıkkın vukuu bulmasından daha güzel bir durumdur. Bundan dolayı, indinde hiçbir şey imkânsız olmayan Allahcc, daha zor olan bu ikinci şıkkı tercih etti. O, heybeti ve korkusunu Ethem’in kalbine musallat etti ve bunun ilk neticesi olarak da, o tartışma meclisinde hazır bulunan insanların huzurunda elleri ile kulaklarını tutarak, Peygamber Efendimizsav hakkında deccal kelimesini kullanmadığını ileri sürdü. Bu gaybi haberin yayınlanmasının ardından bütün Hindistan bir bekleyişin içerisindeydi ve herkes neticeyi görmeyi arzuluyordu. Allahcc insanları on beş ay bekletmedi. Bu gaybi haber yayınlanır yayınlanmaz, Abdullah Ethem’in tutumu değişmeye başladı ve Hıristiyanlık inancını desteklemek üzere kitap ve makaleler yazmayı terk etti. Bu denli meşhur bir Hıristiyanlık propagandacısı yazarın, bu işten vazgeçip sükûnet içinde oturması, olağanüstü bir durumdu. Bu gelişme, onun kalbinin İslam’ın doğruluğundan etkilendiğine ve aleyhte yazılar yazmakla hata işlediğinin farkına vardığına bir delildir. O, bu sessizliğin ötesinde manevi bir haviyeye düşürüldü ve İslam’a karşı gelmekle hata işlediğinin etkisi o denli içine işledi ki, tuhaf tuhaf manzaralar görmeye başladı. Akraba ve arkadaşlarına bildirdiğine göre, gördüğü bazı yılanlar kendisini ısırmak üzere hızla hamle yapıyorlardı. Bazen ise gördüklerinde, köpeklerin saldırılarına maruz kalıyordu. Gördüğü kimi manzaralarda ise, insanlar mızraklar ile kendisine saldırıyorlardı. Hâlbuki yılanlar ve köpeklerin sadece Ethem’e saldırmak üzere eğitilmeleri pek mümkün bir durum değildir. Ayrıca Hindistan’da silah taşıma özgürlüğü olmadığı için, insanların mızrakları ile Abdullah Ethem’i öldürmek üzere yollara çıkmaları da hiç olası kabul edilemez. Aslında onun bu durumu, önceki tutumundan dolayı düştüğü Haviye’nin ta kendisidir. Allah-u Teâlâ, onu büyük Haviye yerine, bu küçük olana düşürmüştü. Eğer inadını sürdürüp, Hıristiyanlık inancına olan imanını koruyarak eskiden olduğu gibi İslam’ı yalanlasaydı, bu vesveseler ve tehlikeler kendisine asla musallat olmayacaktı. O, hayvanları ve haşaratları kendisine düşman olarak görmeye başladı ve gördüğü yılanlar ve köpekler de, kendisine saldırmak üzere hep hazır haldeydiler. Allah’ıncc yarattığı mahlûkatı kendisine düşman olarak görmesi ise, Ethem’in Allah artık bana muhaliftir diye düşünmesinin bir işareti oldu. Bundan dolayıdır ki o, kalemi ve diliyle Hıristiyanlık dinine verdiği destekten aniden vazgeçti ve şehirden şehre kaçmaya başladı.
Kısacası Allah’ıncc vahyinde bildirdiği ve gerçekleşmesi daha az muhtemel olan ikinci şık, hayret uyandıran bir şekilde vuku buldu. Abdullah Ethem’in kalbi İsa Mesih’in ilahlığı konusunda şüpheye düştü. İslam’ın doğruluğu ise izlerini onun kalbinde bıraktı. Bunlar vuku bulduktan sonra Allah’ıncc söyledikleri gerçekleşti ve içinde taşıdığı korku kendisini ölüme yaklaştırdığı halde, o on beş ay hayatta tutuldu. Böylece Hakka yöneldiği takdirde kurtulacağı yönünde Allahcc tarafından verilmiş olan söz de aynen yerine gelmiş oldu.
Bu muazzam gaybi haber insanların gözlerini açmak için yeterlidir. Ancak bu haber sessiz sedasız gerçekleşseydi, bir müddet sonra insanların, Ethem Hakka yönelmedi demeleri söz konusu olabilirdi. Onun için bu gaybi haberi daha da açığa kavuşturmak üzere Allahcc, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasından bir grubun ortaya çıkmasına izin verdi. Onlar, Hıristiyanlar lehine gürültü koparıp, “Ethem ölmediği için, bu haber gerçekleşmemiştir,” dediler. Bunun üzerine onlara bu gaybi haberin iki şıktan ibaret olduğu ve ikinci şıkkın da açıkça gerçekleştiği anlatıldı. Onlar yine de bunu kabul etmeyip, Ethem’in Hakka yönelmediği yönünde ısrarcı oldular. Bunun üzerine Vadedilen Mesihas Ethem’i davet ederek, onun sözcülüğüne soyunan Hıristiyan ve Müslümanların sözleri hakkında kendisinin yemin etmesini istedi. Eğer bu on beş ay içerisinde İslam’ın doğruluğu ve Hıristiyanlığın batıl bir din olduğu Ethem’in kalbinde hiçbir iz bırakmadıysa, onun kolaylıkla yemin etmesi gerekirdi. Oysa Ethem yemin etmeyi reddetti. O yemin etmeksizin, Hıristiyanlığın doğruluğuna hala inandığını beyan etti. Kalplere ve beyinlere hâkim olan Allahcc ise, kendi kaleminden ona, “Ben diğer Hıristiyanlar gibi İsa’nınas ilah olduğuna iman etmiyorum,” diye ilan ettirdi. Yukarıda da bildirildiği gibi gaybi haberde, “Aciz bir kulu ilahlaştırılan Haviye’ye düşürülecektir,” denmiştir. Ethem de ilanında İsa Mesihin ilahlığına iman etmediğini bildirmiştir. Vadedilen Mesihas bununla da yetinmeyip ısrar etti ve eğer o gerçekten geçen dönem içerisinde Hıristiyanlığın doğruluğu hakkında tereddüde düşmedi ise ve İslam’ın doğruluğu da kalbini etkilemedi ise, Ethem’in yemin ederek, bu süre zarfında devamlı olarak eski inançlarını hep koruduğunu ilan etmesini kendisinden istedi. Vadedilen Mesihas, o yemin ettiği takdirde bir sene içerisinde Allah’ıncc azabına yakalanmazsa, yalancı durumuna düşeceğini de açıkladı. Hz. Mirza Gulam Ahmedas buna ilave olarak, Abdullah Ethem yemin ederse, kendisine bin Rupi ödül verileceğini bildirdi. Bu papaz, Vadedilen Mesih’inas söz konsusu davetine cevaben, Hıristiyanlık dinine göre yemin etmesinin caiz olmadığını bildirmekle yetindi. Hâlbuki İncil’in birkaç yerinde Havarilerin yemin ettikleri yazılıdır. Hıristiyan ülkelerde bütün önemli devlet görevleri üstlenilirken mutlaka yemin edilir. Hatta krallar, hâkimler, milletvekilleri, sivil ve askeri görevliler gibi tüm resmi yöneticiler, görevlerine başlarken hep yemin ederler. Mahkemeler de Hıristiyan şahitlerden hep yemin alırlar. Hıristiyan olmayan şahitlerden ise yemin yerine, “Söyleyeceklerimi Allah’ı hazır ve nazır bilerek beyan ediyorum,” diye söz alırlar. Bu uygulamadan da anlaşılan, Hıristiyanlara göre yemin etmek sadece kendilerine mahsus bir haktır. Bundan dolayı Abdullah Ethem’in öne sürdüğü özrünün hiçbir dayanağı olmadığı ortadadır. O sadece yeminden kaçmak için, bu bahaneleri ileri sürmüştür. Geçen dönemde gördüğü heybet uyandırıcı manzaralar, onda yemin ettiği takdirde kesinlikle helaka uğrayacağı kanaatini doğurmuştu. Hıristiyanlık âleminde, bir adaya yemin etmeden hiçbir önemli dini görev verilmez. Ethem, bir Protestan papazı idi. Bu fırkaya ait olan papazlar, hem kiliseye hem de devlete vefalı kalacaklarına dair iki yemin etmeden görevlerine kesinlikle başlayamazlar. Bunların tamamı Ethem’in neden yeminden kaçtığını ortaya koymaktadır. Bu gerçekler kendisine bildirildiğinde ise, o tamamıyla sessiz kaldı. Vadedilen Mesihas, Ethem yemin ettiği takdirde vereceğini ilan ettiği ödül miktarını, zaman içerisinde bin Rupiden dört bin Rupiye yükseltti. Hz. Mirza Gulam Ahmedas ona bir sene beklenmeden, yemin eder etmez ödülünün verileceğini bile açıkladı. Ancak papaz, geçen on beş ay zarfında içine düştüğü durumu milletinin korkusundan dolayı sakladığını çok iyi bilmekteydi. Nitekim yemine yanaşması asla mümkün değildi. Vadedilen Mesihas onu her yolla yemin etmesi için ikna etmeye çalıştığı halde, Ethem hiç yemin etmedi. Hayatının kalan kısmında ise, onu sessizlik sardı. İslam aleyhinde kitaplar yazmak ve Hıristiyanlık lehinde konuşmaktan tamamen vazgeçti. Böylelikle bu gaybi haberin doğruluğu daha da aşikâr oldu. Sonuç olarak İslam düşmanı bu kimse, böylelikle İsa’nınas ilahlığını yazılı olarak reddetti. Onun bu tutumu, İslam’ın doğruluğu ile ilgili kalbinde beliren düşünceleri de açıkça yansıttı. O yemine davet edildiği halde, buna asla yanaşmadı. Hâlbuki Abdullah Ethem, bu gaybi habere neden olan münazara esnasında, İsa Mesihin ilahlığını ve ilahi sıfatların da onda bulunduğunu ispatlamaya çalışmıştı.
Bu gaybi haber azameti ve şevketi bakımından, fıtratı nurlu olan her insanın imanının artması için bir vesiledir. Bunu inceleyen bir kimse, İlahi tecellilerini kendi gözleri ile müşahede eder. İslam muhalefetinde çok ileri giden ve büyük bir ulusun en önemli fertlerinden birisi olan Ethem, bu münazara için Hıristiyanlığı temsil etmek üzere seçildi. Onun ömrü Hıristiyanlığı desteklemek ve İslam’a muhalefet etmekle geçti. Bu kadar önemli bir kimsenin kalbinde, kendi inancı hakkında şüphelerin belirmesi ve İslam’ın doğruluğunun onun kalbini etkilemesi, ayrıca olağanüstü manzaraları görmesi ve düşünceleri değiştiği için gaybi habere uygun bir şekilde on beş ay onun hayatta tutulması, beşeri irade ve kudretin hududunu aşan durumlardır.
Dördüncü gaybi haber: “Genel olarak dünya Hıristiyan âlemine ve özellikle Amerikalı Hıristiyanlara hüccet olan, Dowie adındaki bir sahtekâr”
Şimdi de, Hıristiyan âlemine hüccet olsun diye bildirilen gaybi haberlerden bir başkasından bahsedeceğiz. Bu gaybi haberin hedefi, Batıda yaşayanlara hüccetin tamamlanması idi. Alexander Dowie Amerika’da tanınmış bir şahsiyetti. Kendisi aslen Avustralyalı olup Amerika’ya göçmen olarak gelmişti. O, 1892’de dini vaazlarda bulunmaya başladı. İddiasına göre ona hiçbir tedaviye gerek olmadan insanlara şifa verme gücü bahşedilmişti. 1901 yılında ortaya attığı iddiasına göre o, mesihin ikinci gelişi için İlyas peygamberin hükmünde olduğundan, kendisi mesihin geliş yolunu temizlemek üzere zuhur etmişti. Mesihin zuhuru için bildirilen alametler gerçekleştiğinden, dinle ilgili insanlar zaten bir bekleyiş içersindeydiler. Netice olarak Dowie’nin iddiası, insanların onun peşine takılmasına sebep oldu. Dowie bir miktar arazi satın alıp, orada Zion adlı bir yerleşim kurdu ve Mesihin bu yerleşime ineceğini söyledi. Ülkenin zenginleri mesihi ilk görenler biz olalım düşüncesi ile yüklü miktarda paralar harcayarak, bu yerleşimde evlerini inşa etmek üzere araziler satın aldılar. Dowie ise burada bir kral gibi hüküm sürmeye başladı. Çok geçmeden müritlerinin sayısı yüz bini aştı. Bütün Hıristiyan âlemine tebliğde bulunmak için propagandacılar yollandı. Bu papaz İslam dinine ileri derecede kin beslediği için sürekli İslam’a dil uzatmaktaydı. 1902’de yayınladıklarına göre, Hıristiyanlığı kabul etmedikleri takdirde, Müslümanların helak edileceklerini ileri sürdü. Vadedilen Mesihas onun yayınlanan bu iddiasından haberdar olunca, buna cevaben bir bildiri yayınladı. Bu bildiride o, İslam’ın üstünlüklerinden bahsederek, Hıristiyanlığın doğruluğunu ispatlamak üzere milyonlarca Müslüman’ın helak olmasına gerek olmadığını bildirdi. Ayrıca kendisinin Allahcc tarafından Vadedilen Mesihas olarak gönderildiğini bildirerek, Dowie’yi mübaheleye davet etti ve böylelikle insanların doğru ve batıl dini birbirinden rahatlıkla ayırt edebileceklerini açıkladı.[15] Bu bildiri Eylül 1902’de yayınlandı ve Avrupa ile Amerika’da çokça neşredildi. Aralık 1902 ile 1903 yılının sonuna kadar Amerika ve Avrupa’nın muhtelif gazetelerinde bu bildiri hakkında değerlendirmeler yazıldı. Kırka yakın gazete kopyalarını Kadiyan’a gönderdi. Bu denli çok gazetede bunun yayınlanmasından, yaklaşık iki buçuk milyon insanın bu mübahele davetinden haberdar olduğu anlaşılmaktadır.
Dowie bu yayınlara hiç cevap vermedi, ama İslam hakkında beddualar etmeye başladı ve ona dil uzattı. 14 Şubat 1903’de kendi gazetesinde şu duayı yayınladı: “Ben İslam’ın yok olacağı günün çarçabuk gelmesi için Tanrıya dua ediyorum. Ey Tanrım, sen bunu gerçekleştir ve İslam’ı yok et.” O, 5 Ağustos 1903’de de şunları yayınladı: “İnsanlık için en çirkin lekeyi (İslam’ı,) Zion mutlaka helak edecektir.” Onun bu İslam muhalefetinden vazgeçmediğini gören Vadedilen Mesihas 1903’de “Dowie ve Piggot Hakkında Gaybi haberler” isimli bir bildiri daha yayınladı. O, bu bildiride geliş gayesinin, tevhidin yerleşmesi ve şirkin kökünün kazılması olduğunu açıkladı. Ayrıca o, Amerika için Allah’ıncc kendisine bir alamet bildirdiğini açıkladı. Buna göre Dowie kendisi ile ister açıkça isterse ima yoluyla mübaheleye girecek olursa, o Vadedilen Mesihas hayatta iken pişmanlık ve acılar içerisinde dünyadan göç edecekti. Daha sonra o, Dowie’ye mübahele daveti göndermesine rağmen hiçbir cevap alamadığını yazarak, ona cevap vermesi için yedi aylık mühlet verdiğini açıkladı. Ayrıca Vadedilen Mesihas, “Kesin biliniz ki, pek yakında Zion’un başına bir felaket gelecektir,” diye de bildirdi. En son olarak o, Dowie’nin cevabını beklemeden şu kelimeler ile duada bulundu: “Ey Rabbim! Kararını bir an önce açıkla ki, Piggot ve Dowie’nin yalanı insanlara aşikâr olsun.” Bu bildiri de Batı ülkelerinde geniş çapta dağıtıldı. İngiltere’de The Glasgow Herald in Britain ve Amerika’da The New York Commercial Advertiser gibi gazeteler bu bildirinin özetini yayınladılar. Böylece yüz binlerce insan bundan haberdar oldular.
Bu bildiri yayınlandığı sırada Dowie’nin yıldızı son derece parlaktı. Müritlerinin sayısı gittikçe artıyordu. Bunlar o kadar zengindiler ki, her yılbaşında Dowie’ye üç milyon Rupi (bir milyon Dolar) değerinde hediyeler veriyorlardı. O, birçok fabrikanın da sahibiydi. Onun nakit serveti yaklaşık altmış milyon Rupi (yirmi milyon Dolar) olmuştu. Yanında çalışanların sayısı ülkenin en zenginlerinin hizmetkârlarından daha kalabalıktı. Sağlığı o kadar mükemmeldi ki, o bunu kendi mucizesi olarak göstermekteydi. Hasta olan diğer insanlara o, emri ile şifa verebilme iddiasındaydı. Özet olarak, zenginlik, sağlık, müritlerin sayısı ve güç bakımından her şeye bol bol sahipti.
Vadedilen Mesihas bu bildiriyi yayınlayınca, insanlar Dowie’ye, bu bildirilere niçin cevap vermediğinin nedenini sorduklarında, o cevaben şöyle dedi: “İnsanlar bana bunlara neden cevap vermediğimi soruyorlar. Acaba sizler, benim bu haşarata cevap vereceğimi mi düşünüyorsunuz? Onların üzerlerine ayağımı koyduğumda, kendilerini ezip geçerim. Oysa onlar birkaç gün daha yaşayabilsinler diye, karşımdan uzaklaşmaları için kendilerine şans tanımaktayım.” İnsan bazen ne kadar akılsızca hareket eder. Dowie kaçmaya çalışırken mübaheleye girmiş oldu. Vadedilen Mesihas açık olarak, Dowie ima yoluyla dahi karşıma çıkacak olursa, ben hayattayken o pişmanlık ve acılar içerisinde dünyadan göç edecektir, diye buyurmuştu. Bu papaz, Vadedilen Mesiheas haşarat deyip, onu ayağının altında ezebileceğini söylemek suretiyle, karşısına çıkıp Allah’ıncc gazabını davet etmişti.
Onun isyanı ve kibri bununla da sınırlı kalmadı. Birkaç gün sonra o, Vadedilen Mesihtenas bahsederken onun hakkında, “Budala Muhammedi Mesih,” dedi. Ayrıca o şunları da yazdı: “Eğer yeryüzünde ben Allah’ıncc peygamberi değilsem, başka hiç kimse O’nun peygamberi değildir.” 1903 yılı Aralık ayında çıkardığı gazetesinde açıkça Vadedilen Mesih’inas karşısına çıktı ve bir meleğin kendisine düşmanlara karşı galip geleceğinin müjdesini verdiğini ilan etti. Diğer bir ifadeyle, Vadedilen Mesih’inas bildirdiği gaybi habere mukabil o da Hz.Mirza Gulam Ahmed’in helak edileceğine dair haber verdi. O ima yoluyla mübaheleye giren Dowie gitgide açık bir şekilde Vadedilen Mesih’inas karşısına çıkmaya başladı. Onun bu davranışı çok geçmeden meyvelerini verdi ve mübaheleye girmiş olduğu için Vadedilen Mesihas kendisi ile ilgili herhangi bir şey yazmayı bırakıp Allah’ıncc vereceği hükmü beklemeye başladı. Ceza vermekte yavaş davranan, ancak yakaladığı zaman cezası çok sert olan Allahcc, nihayet elini Dowie’ye uzattı ve Vadedilen Mesihias ezmek için kullanmak istediği ayaklarını kullanılamaz bir hale getirdi. Vadedilen Mesihias ezmek şöyle dursun, Dowie onları yere basma gücünü bile kaybetti. Allah’ıncc öfkesi felç şeklinde kendisine indi. Birkaç gün sonra iyileşir gibi oldu, ancak, iki ay sonra 19 Aralık tarihinde felç ona ikinci kez saldırdı. Böylece Dowie kalan gücünü de tamamıyla kaybetti. O çaresiz kalınca, işlerini asistanlarına devredip, felç için iklimi iyi gelen bir adaya yerleşti. Ancak Allah’ıncc öfkesi onu orada da rahat bırakmadı. Dowie Vadedilen Mesiheas haşarat demişti. Bundan dolayı da Allahcc bu papazın haşarat gibi olduğunu ispatlamak istiyordu. O, onun kibrine ve cüretkârlığına neden olan unsurları kullanarak, kendisini küçük düşürecekti. Bunun ayrıntılarına gelince, Dowie hastalanıp gittikten sonra, müritlerinin içine bir şüphe musallat oldu. Onlar, dua ile değil de kendi emri ile diğerlerine şifa verme iddiasında olanın, neden bu şekilde hastalandığını merak ettiler. Müritleri, hiç kimsenin içine girmesine Dowie’nin izin vermediği odalara girip, oraları didik didik aradıklarında, bir hayli içki şişesi buldular. Hanımı ve oğlu, bizzat müritlerine yasakladığı halde, Dowie’nin gizlice çok içki içtiğini söylediler. O sarhoşluk veren tüm maddelerin kullanılmasını yasaklamıştı. Hatta tütün kullanılmasına da izin vermemekteydi. Hanımı en acı günlerde dahi ona vefalı kaldığını, ama papazın zengin ve yaşlı bir kadınla evlenebilmek için, birden fazla evliliğin cevazına izin verdiğini üzüntü içerisinde beyan etti. Hatta o Dowie’nin mektuplarına cevaben o kadın tarafından yazılan mektupları da insanlara gösterdi. Bunları öğrenen müritleri çok öfkelenerek, cemaatin Dowie’nin kontrolünde bulunan hesaplarını incelemeye başladılar. Bunun sonucu beş milyon Rupi (bir buçuk milyon Dolar) kadar bir paranın ortadan kaybolduğu anlaşıldı. Ayrıca bu papaz tarafından, kasabadaki birçok genç kıza, gizlice değeri yüz bin Rupiden fazla hediyelerin verildiği de anlaşıldı. Bunun neticesinde müritleri tarafından Dowie’ye bir telgraf gönderildi. Onda şöyle yazıyordu: “Bütün cemaat ittifak ile senin israfını, riyakârlığını, yalan ifadelerini, mübalağalı sözlerini ve insanların mallarını caiz olmayan yollarla kullanmanı, zulüm ve gasp etmeni şiddetle protesto edip, seni bütün mevkilerinden azlediyoruz.”
Dowie suçlamaları reddedemeyince tüm müritleri kendisine muhalif oldular. Bunun üzerine o, müritlerinin karşısına çıkıp, onları yeniden kendine çekmek istedi. Ancak tren istasyonuna vardığında, birkaç kişi hariç hiç kimse onu karşılamaya gelmedi ve kendisine ilgi göstermedi. Çaresiz bir şekilde mahkemelere başvurduğunda ise, onlar cemaatin parasını ele geçirmesi için kendisine izin vermediler. Ona, hayatını idame etmesi için küçük bir miktar aylık bağlandı. Öylesine çaresizdi ki, ancak zenci hizmetkârları onu bir yerden alıp başka bir yere koyarlardı. O, hayatını büyük bir sefalet ve acılar içinde geçiriyordu. Onun çaresizliğini gören iki, üç dostu, tedaviye başvurmasını istediler. Ancak tedavi aleyhine öğüt veren bir insan olduğundan, müritlerinden korkup tedaviye yanaşmadı. Müritlerin hepsi kendisini terk edip yalnızca iki yüze yakını kaldığında, mahkemelerde de başarısızlığa uğrayınca keza hastalığı da ilerlediğinde, o bütün bu sıkıntılara dayanamayarak akli dengesini kaybetti. Bir gün birkaç müridi, Dowie’nin vaazını dinlemeye gittiklerinde, onun bütün vücudunun sargılarla sarılmış olduğunu gördüler. Onlara hitaben adının Jerry olduğunu, bütün gece boyunca şeytanla savaştığını, mücadele sırasında generalinin öldüğünü ve kendisinin de yaralandığını anlatınca, müritleri onun delirdiğini anladılar ve onlar da kendisini terkedip gittiler. Hz.Mirza Gulam Ahmedas şöyle haber vermişti “Dowie kendisi ile ister açıkça isterse ima yoluyla mübaheleye girecek olursa, o Vadedilen Mesihas hayatta iken pişmanlık ve acılar içerisinde dünyadan göç edecekti.” Vadedilen Mesih’inas sözleri 8 Mart 1904 tarihinde gerçekleşti ve Dowie pişmanlık ve acı içerisinde bu dünyadan göç etti. Öldüğünde yanında sadece dört kişi vardı ve servetinin toplamı aşağı yukarı otuz Rupi idi.
Pişmanlık ve ıstırap adına bu ölümden daha ötesi mümkün mü? Bu kesinlikle ibret verici bir hadisedir ve Batı dünyasına Vadedilen Mesih’inas doğruluğunu anlatan apaçık bir mucizedir. Nitekim birçok gazete mecbur kaldıkları için Vadedilen Mesihas tarafından bildirilen gaybi haberin gerçekleştiğini bildirdiler. Örneğin Dunville adlı Amerika’da yayınlanan bir gazete bu olaydan bahsederken 7 Haziran 1904’de şunları yazmıştır: “Ahmed ile müritleri bir kaç ay evvel aşikâr bir şekilde gerçekleşen bu gaybi haberden dolayı ne kadar övünseler haklıdırlar.”
Truth Seeker adlı Amerikan gazetesi de 15 Haziran 1904’de şunları yazmıştır : “Meydan okuyan kişinin zahiri durumu, yaşamak adına kendi aleyhine olsa da, kazanan o oldu.” Burada kastedilen Dowie’nin genç olması ve Vadedilen Mesih’inas de ondan daha yaşlı olmasıdır.
Herald Of Boston Gazetesi ise 23 Haziran 1904’de şöyle yazmıştır: “Dowie’nin ölümünden sonra Hintli peygamberin şöhreti daha da arttı. O, Dowie daha hayatta iken pişmanlık ve acı içinde öleceğine dair haber vermemiş miydi? Dowie altmış beş yaşında iken, gaybi haberde bulunan kişi ise yetmiş beş yaşındaydı.”
Gazetelerin yazdıklarından anlaşılan, bu gaybi haberin Hıristiyanları hatta gazetelerin ateist yazarlarını da etkilemiş olduğudur. Onlar, hayret verici bir şekilde bundan öylesine etkilendiler ki, duygularını yazılarına yansıtmaktan hiç çekinmediler. Batı ülkelerinde yaşayan insanlara bu mucizevî olay anlatılacağı ve bu dindaş gazetelerin şahitlikleri önlerine konulacağı zaman, onlar bu gerçeği reddedemeyip, İslam’ın doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacaklar. Ancak eski görüşlerini ve inanışlarını terk ederek, onlar İslam’ı kabul edip necat bulacaklarını anlayacaklar ve böylece Peygamber Efendimizsav ve Vadedilen Mesiheas iman edecekler. Bunun emareleri ise şimdiden belirmeye başlamıştır. Amerika’da şu an iki yüzden fazla kişi Müslüman Ahmediye Cemaatine katılmıştır.
Beşinci gaybi haber: “Hindistan âlemine hüccet olan Lekram”
Şimdi, Hindistan âlemine İslam’ın doğruluğunu ispatlayan gaybi haberlerden bahsedeceğiz. Onların gerçekleşmesi neticesinde yüz binlerce insanın kalbi sarsıldı. Onlar içten içe İslam’ın doğruluğuna kani oldular. Onlarca insan ise açıkça İslam’ı kabul etti ve kabul etmeye de devam etmektedir.
Bu gaybi haberin ayrıntılarına gelince, bundan kırk, elli sene önce, Hindular arasında Arya Samac adında yeni bir fırka ortaya çıkmıştı. Bu fırka İslam’ın zayıf durumunu görünce, Müslümanları Hindulaştırmayı planladı. Hedeflerine ulaşmak üzere, dini liderleri her fırsatta İslam’a dil uzatıyor ve ağza alınmayacak kelimeleri içeren kitaplar yayınlıyorlardı. Bu liderler arasında dili en çirkin olan ve hayâsızca itirazlar ileri süren Lekram adında bir şahıstı. Vadedilen Mesihas, onu İslam’ın doğruluğu konusunda ikna etmeye çalıştığı halde, o inadında ilerlemeye devam etti. Lekram Kuran-ı Kerim ayetlerini ağza alınmayacak çirkin kelimeler ile tercüme ederdi. Şerefli ve haysiyetli bir kimse için, yazdıklarını okumak bile zordu. Lekram’a göre dünyanın en kötü insanı, insan kemallerini şahsında toplayan Peygamber Efendimizsav idi. Bütün ilimlerin kaynağı olan Kuran-ı Kerim, ona göre lakırdılarla doluydu. Onun hali güneş ışığından zarar gören hastalıklı bir göze benzemekteydi. Tartışmalar uzayınca, bu adam Peygamber Efendimizsav hakkında çirkin bir dil kullanmakta gitgide ilerledi. O, Vadedilen Mesihas ile dalga geçerek, kendisine de bir mucizenin gösterilmesini istedi. Sonunda Vadedilen Mesihas onun hakkında Allah’a dua edince, Allahcc onun pek yakında helak edileceğini bildirdi. Bu gaybi haberi yayınlamadan önce Vadedilen Mesihas, bunun onu üzüp üzmeyeceğini Lekram’a sordu. Bu haberin yayınlanması onun hoşuna gitmeyecekse onu açıklamayacağını kendisine bildirince, Lekram Vadedilen Mesih’inas gaybi haberlerinden korkmadığını yazarak, bu haberin yayınlanmasını istedi. Allahcc tarafından verilen haberde, muayyen bir zamandan bahsedilmemişti ve Lekram bir zaman tayin edilmesini ısrarla talep etti. Bundan dolayı Hz.Mirza Gulam Ahmedas, Allahcc tarafından muayyen bir zaman bildirilinceye dek, elindeki gaybi haberi yayınlamadı. Allah-u Teâlâ ona muayyen bir zaman hakkında haber verdiğinde ise o, 20 Şubat 1893’den itibaren altı sene içerisinde Lekram’ın ölümle neticelenen ıstıraplı bir azaba yakalanacağı bilgisini verdi. O, bu gaybi haberi aynen yayınladı. Yayınlanan vahiyler arasında bulunan Lekram hakkındaki Arapça bir ilham ise şöyleydi:
عِجْلٌ جَسَدٌ لَهُ خُوَارٌ لَهُ نَصَبٌ وَ عَذَابٌ
Yani, bu adam Samiri’nin buzağısına benzemektedir ve yalnızca gürültü çıkarır. Onda maneviyattan hiçbir eser yoktur. Onun üzerine de bir bela ve azap inecektir.[16] Bundan sonra Vadedilen Mesihas şunları yazmıştır: “Ben bütün dinlerin bütün fırkalarına ilan ediyorum ki, eğer bu adam 20 Şubat 1893 tarihinden itibaren altı sene zarfında bir azaba yakalanmazsa, benim Allah tarafından gönderilmediğimi anlayın. Üzerine inecek olan, alelade sıkıntılardan olmayıp, İlahi heybeti taşıyan olağanüstü bir azap olacaktır.[17]”
Bu gaybi haberin açıklanmasından bir müddet sonra, Vadedilen Mesihas Lekram’ın helaketini içeren bazı ayrıntılar ile ilgili ikinci bir gaybi haber yayınladı.
وَبَشَّرَنِى رَبِّى وَقَالَ مُبَشِّرًا سَتَعْرِفُ يَوْمَ الْعِيدِ وَالْعِيدُ اَقْرَب
“Allah bana müjde vererek şunları söyledi; Sen bir bayram gününü göreceksin ve o gün bayram gününe bitişik olacak.” Daha sonra ise o, şunları kaleme aldı: “Allah’ın bana olan lütufları arasından bir tanesi, onun Lekram hakkındaki duamı kabul etmesidir. O, bana onun helak edileceğine dair haber verdi. Bu adam Peygamber Efendimiz’esav küfür ettiği için, ben onun aleyhinde dua ettim ve Rabbim bana onun altı sene içerisinde öleceğini bildirdi. Hak talep edenler için bunda birçok alamet mevcuttur.[18]”
Daha sonra bu gaybi haberle ilgili ayrıntılar ona bildirilince, o bunları Barakat-üd Dua adlı kitabında “Lekram Peşaverî ile ilgili yeni bir haber” başlığı altında yayınladı.
Bugün Hicri 1310 senesinin Ramazan ayının on dördüne tekabül eden, 2 Nisan 1893 günüdür. Sabahleyin hafif uyku halindeyken, geniş bir evde oturduğumu gördüm. Birkaç dostum da yanımda bulunuyordu. Derken çok güçlü, korkunç birisi benim önüme çıkıp dikildi. Sanki yüzünden kan akıyordu. Ben gözlerimi kaldırdığımda, onun bilinmedik bir yaratılış ve özellikte birisi olduğunu gördüm. O insan değil de, çok kötü ve dehşet veren melaikeden biriydi ve korkusu kalpleri kaplıyordu. Ona bakıyordum ki bana, Lekram nerede diye sordu. Bana bir başka şahsın ismini de söyleyerek, onun da nerede olduğunu sordu. O zaman ben onun, Lekram ve öteki şahsın cezalandırılması için görevlendirildiğini anladım…[19]”
Vadedilen Mesihas Ayna-yi Kemalat-i İslam adlı eserinde Lekram hakkında manzum olarak şunları yazmıştır:
“Ey yolunu şaşırmış nadan düşman, Muhammed’in keskin kılıcından kork
Ey Muhammed’in şanını ve parlak nurunu inkâr eden,
Keramet gerçi maziye karışmış gibi görünse de, gel ve Muhammed’in hizmetkârlarından zuhur eden bir kerameti gör.[20]”
Bütün bu gaybi haberlerden anlaşılan, Vadedilen Mesiheas farklı zamanlarda aşağıdaki haberlerin verilmiş olduğudur.
(1) Ölümle sonuçlanacak bir azaba Lekram yakalanacaktır.
(2) Bu azap altı sene zarfında gerçekleşecektir.
(3) Azabın ineceği gün bayram gününe bitişik olacak, yani bayram arifesi veya bayram ertesi gerçekleşecektir.
(4) Lekram, Samiri’nin buzağısının durumuna düşecektir. Samiri’nin buzağısı parçalanıp yakılmış ve nehre atılmıştı.
(5) Onun helakı için gözlerinden kan akan bir kimse görevlendirilmiştir.
(6) Lekram, Muhammed’insav kılıcıyla öldürülecektir.
Bu alametler, mefhumunda hiçbir şüphe olmayacak kadar açıktır. Bu gaybi haberler üzerinden tam beş yıl geçmişti ki, muhalifler bu haberler gerçekleşmedi diye dalga geçmeye başladılar. Ardından idrak edilen Ramazan Bayramı bir Cuma gününe rastladı. Bunun ertesi günü, yani Cumartesi ikindi vakti sıralarında Lekram bilinmeyen bir kimse tarafından keskin bir hançer ile yaralanıp, Pazar günü de öldü. Böylece Allah’ıncc kelamı tüm ayrıntılarıyla gerçekleşmiş oldu. İlahi ilhamda onun altı sene içerisinde helak olacağı bildirilmişti ve Lekram da altı yıl içerisinde öldü. Allah’ıncc vahyinde bu olayın bayrama bitişik bir günde gerçekleşeceği ve o günün de müminler için bir bayram olacağı bildirilmişti. Nitekim Lekram Ramazan Bayramının ertesi günü yaralandı. Ayrıca Allah’ıncc kelamında onun, gözlerinden kan akan bir kimse tarafından helak edileceği de bildirilmişti. Keza bu da aynen gerçekleşti. Söz konusu gaybi haberde onun Muhammed’insav kılıcı ile katledileceği de belirtilmişti. Lekram aynen bildirildiği gibi katledildi. Allahcc onun Samiri’nin buzağısına benzediğini de söylemişti. Samiri’nin buzağısı Cumartesi günü paramparça edilmişti. Lekram da Cumartesi günü paramparça edildi. Buzağı önce yakılıp sonra da külleri nehre atılmıştı. Keza Hindu olması sebebiyle, Lekram da önce yakıldı sonra da külleri nehre atıldı.
Onun katli hakkında başkaları tarafından anlatılanlar şöyledir. Gözleri kanlı bir adam kendisine gelip, İslam’ı terk edip Hindu olmak isteğini bildirdi. Arkadaşları Lekram’ı uyardıkları halde, o bu adama çok güvendiği için, onu sürekli yanında bulundurmaya başladı. Aslında yaralandığı gün, Lekram o adamı Arya yapacağını ilan etmişti. Bu Cumartesi günü idi ve Lekram o sırada bir şeyler yazmakla meşgul iken, bu adamın kendisine bir kitap vermesini istedi. Bunun üzerine gözleri kanlı bu adam, kitap getiriyormuşçasına bir gürültü çıkarıp Lekram’a yaklaştığında, hançeri onun karnına sapladı. Daha sonra o, bağırsaklarını param parça etmek için hançeri birkaç kez karnının içinde döndürdü. Lekram’ın akrabalarının anlattıklarına göre, ardından adam kayboluverdi. Lekram o sırada evin ikinci katındaydı. Evin alt kattaki girişinde ise birçok kişi toplanmıştı. Ancak onlardan hiçbiri adamın üst kattan aşağı indiğini görmedi. Lekram’ın annesi ve hanımı katilin evden çıkmadığı konusunda emindiler. Ancak arkadaşları eve hemen girip arama yaptıklarında, hiçbir yerde onu bulamadılar. Katilin nereye kaybolduğunu bir tek Allahcc bilir. Kısacası Lekram, acı veren bir azaba yakalanıp, Vadedilen Mesiheas bildirildiği gibi Pazar günü öldü ve Allah’ıncc elçisinin doğruluğuna şahitlik etti. Lekram, Peygamber Efendimizinsav mübarek kişiliğine dil uzatanlara bir ibret olarak bu dünyadan göçüp gitti.
Altıncı gaybi haber: “Sihler için hüccet olan Maharaca Dalip Singh”
Şimdi de zamanında gerçekleşerek, İslam ve Vadedilen Mesih’inas doğruluğunun delili olan, Sihler ile ilgili bir gaybi haberden bahsedeceğiz. Pencap İngilizlerin eline geçince, ülke çıkarları gereği tahtın varisi Raca Dalip Singh İngiltere’ye yollandı. Raca henüz küçük yaştaydı. İngilizlerin Pencap üzerindeki hâkimiyeti her bakımdan sağlamlaşıncaya dek, onun geri dönüşüne izin verilmedi. 1857’deki isyandan sonra Delhi hükümeti de ortadan kaldırıldı ve böylece hiçbir tehlike kalmadı. O günlerde Raca Dalip Singh, Pencap’a geri dönmeye niyetlendi ve her tarafa onun geri döneceğine dair haberler yayıldı. Bu esnada Allahcc Vadedilen Mesiheas Raca’nın iradesinin gerçekleşmeyeceğini bildirdi.[21] Vadedilen Mesihas birçok kişiyi ve özellikle Hinduları bu durumdan haberdar etti. Ayrıca bir bildiri ile buna işaret ederek, “Dönecek bir Pencap Racası sıkıntıya düşecek.[22]” diye ilan etti. Bu vahiy yayınlandığında hiç kimse Raca’nın Hindistan’a dönüşünün engelleneceğini düşünemiyordu. Aksine herkes, onun yakında döneceği beklentisi içerisindeydi. Bu esnada İngiliz hükümeti Raca’nın geri dönmesi halinde bu durumun ülke çıkarlarına zarar vereceği hakkında duyumlar aldı. Onun dönüş haberi yayıldıkça Sihler arasında eski örf ve adetleri canlanıyor ve coşkuları da artıyordu. Bundan dolayı İngiliz hükümeti ülkede huzursuzluğun çıkabileceğini düşündü. Çoktan yola çıkmış olan Raca Aden’e vardığında durduruldu. Onun birkaç gün içerisinde Hindistan’a geri döneceğini beklemekte olan Sihler büyük bir üzüntü yaşadılar. Ancak bu gaybi haberin gerçekleşmesi ile gaybı bilen ve celal sahibi olan Allah’ıncc ululuğu zuhur etti ve insanlar kendi düşüncelerinden henüz haberdar değillerken, Allah’ıncc onların kalplerindekini okuduğu ispatlandı.
Yedinci gaybi haber: “Veba; çok gizli vesilelerin Allah’ıncc elinde olduğunun ispatı”
Afganistan ve komşu ülkeler ile ilgili Vadedilen Mesih’inas dört gaybi haberinden bahsettik. Bu haberler üç ulus için hüccet olmuştur. Şimdi bahsedeceğimiz gaybi haber ise, Hindistan’ın bütün kavimlerine ve onlar vasıtasıyla tüm dünyaya hüccet olmuştur. Böylelikle Allah-u Teâlâ, en küçük ve gizli vesilelerin Kendi emrinde bulunduğunu ve İlahi memurlarını desteklemek üzere onları kullandığını gösterdi. Zamanı geldiğinde bir kısmı gerçekleşmiş olan ve bir kısmı da gerçekleşecek olan bu tür gaybi haberler de Vadedilen Mesihas tarafından bildirilmiştir. Ancak bizler, örnek olarak veba hakkındaki gaybi haberden burada bahsedeceğiz. Bu gaybi haberin özelliklerinden bir tanesi, bunun Resulüllahsav tarafından, Vadedilen Mesih’inas zamanında gerçekleşeceğinin bildirilmiş olmasıdır.[23]
Peygamber Efendimizinsav bildirdiği gaybi haberdeki gibi, aynı Ramazan’ın 13’ünde ay tutulması ve 28’inde güneş tutulması gerçekleşince, Allah-u Teâlâ Vadedilen Mesiheas, insanlar bu alametten faydalanıp sana iman etmezlerse, kendilerine umumu etkileyecek bir azap indirilecektir diye bildirdi. Nitekim Vadedilen Mesih’inas sözleri şöyledir:
وَ حَاصِلُ الْكَلَامِ اَنَّ الْكُسُوفَ وَالْخُسُوفَ اٰيَتَانِ مُخَوِّفَتَانِ وَاِذَا اجْتَمَعَا فَهُوَ تَهْدِيدٌ شَدِيدٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ وَاِشَارَةٌ اِلٰى اَنَّ الْعَذَابَ قَدْ تَقَرَّرَ وَ اُكِّدَ مِنَ اللّٰهِ لِاَهْلِ الْعُدْوَانِ
Yani, ay ve güneş tutulmaları, Allahcc tarafından uyarıcı ve korkutucu olan iki alamettir. Onlar şimdiki gibi bir araya geldiklerinde, bu Allahcc tarafından bir uyarı olup, isyankâr kimseler için azap hakkında karar verildiğine dair bir işarettir.[24]
Bundan sonra Allahcc bu gaybi haberin gerçekleşmesi yönünde Vadedilen Mesih’inas kalbine dua için ilka edip, vebanın ortaya çıkması için duada bulunmasını istedi. Nitekim o, 1894 senesinde Arapça olarak yayınlanan bir kasidede şunları yazdı:
فَلَمَّا طَغَى الْفِسْقُ الْمُبِيدُ بِسَيْلِهٖ تَمَنَّيْتُ لَوْ كَانَ الوَبَآءُ الْمُتَبِّر
فَاِنَّ هَلَاكَ النَّاسِ عِنْدَ اُولِى النُّهٰى اَحَبَّ وَاَوْلٰى مِنْ ضَلَالٍ يُضَمِّرُ
“Fısk-u fücurun yıkıcı tufanı sınırlarını aşınca, insanları helak eden vebanın çıkması için Allah’a niyaz ettim.
Çünkü akıl sahiplerine göre insanların helak olmaları, onların yıkıcı delalete düşmelerinden daha iyidir.[25]”
Ondan sonra, 1897 senesinde Hz.Mirza Gulam Ahmedas Sırac-i Münir adlı kitabında şu vahyi aldığını yazdı:
يَا مَسِيحَ الْخَلْقِ عَدْوَانَا
Yani, ey halk için Mesih olarak gönderilen, dikkatini türlü hastalıklara yönelt.[26]
Başka bir yerde ise o, şunları yazdı:
“Bu haberler hangi zamana aittir ve ne zaman gerçekleşecektir, bekle ve gör. Bir zamanlar dua sonucu ölürlerken, başka bir zamanda dua ile hayata kavuşacaklar.[27]”
Yukarıda yer alan son gaybi haber yayınlandığında, veba sadece Bombay’da ortaya çıkıp bir sene devam etmişti. Doktorlar vebanın daha fazla yayılmasını engelledi diye halk sevinç içerisindeydi. Ancak Allahcc tarafından bildirilen bunun tersi idi. O zaman insanlar, veba salgınının geçici olduğunu zannediyorlardı. Bütün Pencap’ta sadece bir iki köyde önemsenmeyecek miktarda veba baş göstermişti. Kalan bölgelerde ise vebadan eser yoktu. Bombay’daki veba da görünürde yok olmuştu. Böyle bir zamanda Vadedilen Mesihas bir bildiri yayınlayarak şunları yazdı: “Merhametimin beni yazmam için ikna ettiği önemli bir mesele vardır. Maneviyattan yoksun olanların gülüp, dalga geçeceklerini çok iyi biliyorum. Ancak insanlığa karşı merhametim, onu açıklamamı gerekli kılmaktadır. Bugün, 6 Şubat 1898 Pazartesi günü, rüyamda Allah’ıncc meleklerinin Pencab’ın muhtelif yerlerinde siyah renkte fideler ektiğini gördüm. Fideler çirkin, kara, korkunç ve cılızdı. Onları ekenlere bunların ne ağacı olduğunu sordum. Onlar, pek yakında ülkeye yayılacak olan veba ağaçları olduklarını bana söylediler. Ben, gelecek kış mı, yoksa ondan sonraki kış mı bu vebanın yayılacağını bildirmiş olduklarından emin değilim. Ancak gördüklerim çok korkunçtu.[28]” Daha sonra Vadedilen Mesihas kendisine veba hakkında vahiy indirilerek şunların bildirildiğini yazdı:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْ اِنَّهُ اَوَى الْقَرْيَةَ
Yani, kalplerdeki isyan vebası yok olmadıkça, bu zahiri veba da uzaklaşmayacak.[29]
Hz. Mirza Gulam Ahmedas, bu bildirinin sonunda, aşağıda yer alan farsça şiirleri kaleme aldı:
Gördüğümü dostlar görebilselerdi,
Kanlı gözyaşları dökerek dünyadan yüz çevirirlerdi.
İnsanların günahkârlığı sonucu parlak güneş karardı,
Zemin, onları korkutup uyarmak üzere veba saçtı.
Bu karışıklığı bir görsen, onu Kıyamet gününün karışıklığına benzetirsin,
Onu defedecek yegâne ilaç, salih amelde bulunmaktır,
Bütün bunları sana olan merhametimden söylemekteyim, ey akıllı ve uyanık kimse!
Sen bir düşün, zira akıl böyle günde kullanılmak üzere verilmiştir.[30]
Bu gaybi haberlerden anlaşıldığı gibi, Vadedilen Mesihas 1894’den önce tehlikeli bir azabın geleceğini ve daha sonra açık ifadeler kullanarak bir veba salgınının ortaya çıkacağını bildirdi. Daha sonrasında Hindistan’da veba baş gösterince o, özellikle Pencab eyaletinin bu vebanın hedefi olacağını söyledi. O, bu veba salgınının Kıyamet’e benzer bir şekilde gerçekleşeceğini söyleyerek, insanlar kalplerini ıslah etmedikçe, veba ortadan kalkmaz diye buyurdu.
Bundan sonra gerçekleşen hadiseleri kelimeler ile ifade edebilmek mümkün değildir. Veba Bombay’dan başladığı için, akla uygun olan, onun merkezinin oralar olmasıydı. Oysa veba Pencab’ı kendine bir yuva edindi. Saldırıları o denli şiddetliydi ki, bazen bir hafta içerisinde otuz bin kişi ölebiliyordu. Bir yıl içerisinde yüz binlerce insan öldü. Gönderilen yüzlerce doktora ve onlarca yeni tedavi usullerine rağmen, bir şey elde edilemedi. Her sene vebanın şiddeti daha da arttı. Devlet yetkilileri ise bu durum karşısında şaşkındılar. Kalpler bu azabın nedeninin, Vadedilen Mesih’inas inkârı olduğunu anladı. Binlerce değil yüz binlerce insan, bu kahreden azap karşısında kendisine iman etti. Allah-u Teâlâ Vadedilen Mesiheas, “Veba gitti, ateş kaldı,” diye buyuruncaya dek, bu salgının şiddetinde hiçbir azalma olmadı. Bu vahyi aldıktan sonra ise, vebanın şiddeti gitgide azalmaya başladı. Ancak Vadedilen Mesih’inas vahiy ve ilhamlarından anlaşılan, bu hastalığın birkaç kez daha ortaya çıkacak olduğudur. Duamız, Allah’ıncc hem memleketimizde hem de diğer ülkelerde aciz kullarına sığınak olması içindir.
Bizce bu gaybi haber çok açık ve net olup, ister mümin isterse kâfir, eğer inatçı değilse, onun doğruluğunu kabul etmek zorundadır. İnatçı kimse acınacak bir durumdayken, basiretli olanın şunları görmesi mümkündür:
(1) Bu salgının ortaya çıkacağı çok evvel bildirilmiş olsa da, tıp ilmi, bir salgının bu kadar zaman önce çıkacağını bildirecek bir sistemi henüz icat etmiş değildi.
(2) Veba ortaya çıkınca, onun geçici değil, senelerce süreceği önceden bildirilmişti.
(3) Yine bu salgının Pencab’da çok daha şiddetli yaşanacağı önceden bildirilen haberlerdendi. Nitekim daha sonra vukuu bulan hadiseler de bunu doğrulamıştır. Pencab bu salgının en büyük hedefi oldu ve en çok ölüm de burada gerçekleşti.
(4) Tıp uzmanları devamlı olarak bu vebanın kontrol altına alındığını söyledikleri halde, Vadedilen Mesihcc, Allahcc tarafından bir çare olmadıkça, veba salgınının etkisini kaybetmeyeceğini ilan etti. Veba ise onun bildirdiği gibi dokuz sene boyunca bütün şiddeti ile sürdü.
(5) Sonunda Allahcc merhametinden ötürü bu salgının şiddetinin azalacağına dair söz verdi. O, Vadedilen Mesiheas hitaben, “Veba gitti, ateş kaldı,” dedikten sonra, salgının şiddeti azaldı ve Pencab’da şiddetli bir ateş kendini gösterdi. Devlet istatistiklerine göre hemen hemen her ev bu ateşten nasibini aldı.
Sekizinci gaybi haber: “Bütün dinlere hüccet olan büyük deprem”
Şimdi sunacağımız gaybi haber, Allah’ıncc yerin üstünde olduğu gibi, yerin derinliklerinde bulunanlara da hâkim olduğunun ispatıdır. Bu gaybi haber 4 Nisan 1905 tarihinde, Pencab’da vuku bulan büyük depremle ilgilidir. Bu, bütün dinlerin takipçilerine İslam ve Vadedilen Mesih’inas doğruluğu için hüccet olmuştur. Bu deprem ile ilgili Vadedilen Mesihas aşağıdaki vahiyleri yayınlamıştır:
“Depremin şiddetli sarsıntısı”
عَفَتِ الدِّيَارُ مَحِلُّهَا وَ مَقَامُهَا
“Korkunç bir deprem olacak ve neticesinde insanların daimi oturdukları yerler ve geçici meskenleri yok edilecek.[31]”
Bu vahiy ve ilhamlar, zamanında Müslüman Ahmediye Cemaatinin birçok gazetelerinde yayınlandı. Bu vahiylerin, kelimelerin zahiri ile gerçekleşmesi öyle uzak bir ihtimal olarak görünüyordu ki, bunun vebanın şiddetli bir safhası olacağı zannedildi. Ancak, Allahcc indinde kararlaştırılan bambaşka bir şeydi. Kangra’da bulunan yanardağ uzun süredir sessiz idi. Bu dağ insanların gözünde o denli zararsızdı ki, hurafeperest Hindular oraya gidip adaklar sunuyorlardı. Yer bilimcilere göre bu dağ tamamen sönmüştü ve artık hiçbir tehlike doğurmamaktaydı. Bu dağın etrafında ise yüzlerce sene önce inşa edilmiş paha biçilmez Hindu tapınakları mevcuttu. Buraya binlerce ziyaretçi gelmekteydi. Bu sönmüş volkana kudret ve daimi azamet sahibi olan Allahcc tarafından emir gönderilince, o yeniden harekete geçerek, memurunun doğruluğuna şahadet etti.
Vahiy kelimelerinden anlaşılan, vuku bulacak olan depremde en çok zarar görecek yerler üzerinde geçici barınma amaçlı çok sayıda binanın olacağıdır. Böyle yerler, hanlar, oteller, ordunun gelip kaldığı kışlalar ve benzeri binalardır. Vahiy olunan bu kelimeler meşhur şair Hz.Lebid Bin Rebia El-Amiri’ninra şiirinde geçen bir mısradır. Ahenkli üsluba uysun diye Hz.Lebidra “mahilluha” kelimesini “makamuha” kelimesinden önce kullandı diye, hiç kimse (hâşâ) Allahcc da aynı sıraya uymak zorundaydı diyemez. Çünkü Allahcc bu mısra yerine başka kelimelerle de vahiy edebilirdi. Ayrıca, bu mısra tek başına vahiy edildiği için, başka bir mısra ile ahenk içinde olmak zorunda da değildi. Diğer taraftan Allahcc, bu mısra içindeki kelimelerin de sırasını değiştirebilirdi. Aslında Allah’ıncc bu kelimeler ile vahyetmesi, çok sayıda geçici yerleşim yerlerinin bulunduğu bir bölgede depremin vuku bulacağına işarettir. Yukarıda da bildirdiğimiz gibi, kışlalar, tatil amaçlı veya ziyaret amaçlı gidilen bölgeler gibi yerler, geçici olarak kalınan yerlerle kastedilenlerdir. Kısacası söz konusu depremin, bu tür bölgelerden birisini hedef alacağından haber verilmiştir.
Yayınlanan bu vahiylerden bir müddet sonra, hiç kimsenin aklının ucunda bile yokken, Kangra’daki sessiz volkan birdenbire harekete geçti. 4 Nisan 1905 günü sabah vakti, yüzlerce kilometre genişliğinde bir alanda yeryüzü sarsıldı ve Kangra etrafındaki tapınaklar ve hanlar yıkılıp yok oldu. Yaklaşık on iki kilometre uzaklıkta bulunan Dharmsala askeri kışlası da yerle bir oldu. İngilizlerin yaz tatillerini geçirmek için gittikleri bungalovlarda taş taş üzerinde kalmadı. Dalhousie ve Bakloh’daki askeri meskenler de tamamen yıkıldılar. Bunun haricinde birçok şehir ve kasaba bundan büyük zarar gördü. Bu deprem sonucunda ise yirmi bin kişi hayatlarını kaybetti. Yer bilimciler şaşkınlık içerisinde bu depremin sebebini anlamakta zorluk çektiler. Onlar, yer sarsıntısının sebebinin Vadedilen Mesih’inas yalanlanması olduğunu nereden bilebileceklerdi ki? Allahcc bu deprem vesilesi ile insanların dikkatlerini Vadedilen Mesiheas çekmek istiyordu. Onlar bunun sebebini yer altında araştırırlarken, bunun asıl sebebi ise yer üzerindeydi. Kangra’nın sessiz volkanı Rabbinin emrini yerine getirmekteydi. Vadedilen Mesihas bu deprem haricinde de birçok yer sarsıntılarının vuku bulacağından haber vermiştir. Bunların bir kısmı, zamanı geldiğinde gerçekleşti, bir kısmı ise yüzünü gelecekte dünyaya gösterecektir.
Dokuzuncu gaybi haber: “Bütün yeryüzüne hüccet olan Dünya Savaşı”
Şimdi de bütün dünyaya hüccet olan ve Allah’ıncc hâkimiyetinin sadece sıradan insanlar üzerinde değil, dünyevi iktidarı ellerinde tutanların kalpleri üzerinde de bulunduğunu ispatlayan bir gaybi haberi sunacağız. Bu haber insan dâhil tüm mahlûkatının O’nun emrine uyduğunu göstermektedir. Bu haber 1905 yılında yayınlandı ve geçen birkaç sene süreyle dünyanın her köşesini şaşkın bırakıp perişan eden Dünya Savaşı ile ilgiliydi. Dünya Savaşı insanların çıldırmalarına sebep olmuştur ve etkisi ise hala devam etmektedir.
Bu savaştan bahseden kelimelerde, görünüşte büyük bir depremden bahsedilmekteydi. Ancak vahyin depremin alametleri olarak bildirdikleri, bunun depremden başka bir musibet olduğuna işaret etmekteydi. Vadedilen Mesiheas inen diğer vahiy ve ilhamlar da bu görüşü desteklemekteydi. Bu savaştan bahseden vahiy ve ilhamlar şöyledir:
زَلْزَلَةُ السَّاعَةِ , قُوآ اَنْفُسَكُمْ , نَزَلْتُ لَكَ , لَكَ نُرِى اٰيَاتٍ وَنَهْدِمُ مَا يَعْمُرُونَ , قُلْ عِنْدِى شَهَادَةً مِنَ اللّٰهِ فَهَلْ اَنْتُمْ مُؤْمِنُونَ , كَفَفْتُ عَنْ بَنِى اِسْرَاءِيلَ , اِنَّ فِرْعَوْنَ وَ هَامَانَ وَ جُنُودَهُمَا كَانُوا خَاطِئِينَ .
“Yeni bir alamet, yeni bir alametin sarsıntısı. Kıyamet günü gibi bir deprem. Canlarınızı kurtarın [32]
Senin için nazil oldum. Senin için birçok alametler göstereceğiz. Dünyanın yaptığını yıkacağız. De ki, bende Allah tarafından bir şahadet vardır. Acaba iman edecek misiniz? Ben İsrailoğullarından sıkıntıyı uzaklaştırdım. Firavun ile Haman ve orduları hata içindedirler.[33]
Parlak zafer. Bizim zaferimiz.[34]
اِنِّى مَعَ الْاَفْوَاجِ اٰتِيكَ بَغْتَةً
Sana ordularla ansızın geleceğim.[35] (Bu vahiy birkaç kez tekrarlandı)
Bir dağ çöktü ve bir deprem geldi.[36]
Bir volkan![37]
مَصَالِحُ الْعَرَبِ مَسِيرُ الْعَرَبِ
Araplar için faydalı olacak yollar zuhur edecek. Araplar evlerinden yola çıkacaklar.[38]
عَفَتِ الدِّيَارُ كَذِكْرِى , اُرِيكَ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ , يُرِيكُمُ اللّٰهُ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ , لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ , لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ .
Benim zikrim nasıl ortadan kalktıysa, evler de öyle ortadan kalkacak.[39]
Sana mukadder günün sarsıntısını göstereceğim.[40]
Allah mukadder günün sarsıntısını size gösterecek.[41]
O gün, hüküm Tek ve Mutlak Galip olan Allah’ındır.[42]”
Burada bahsedilen depremin nasıl bir şey olacağını Vadedilen Mesihas manzum bir eserinde anlatmıştır.[43] Bunun özeti şöyledir. ”Bu deprem sonucu insanlar, yerleşimler ve tarlalar telef edilecek. Birisi çıplakken bu depreme yakalanırsa, giyinmeye asla vakit bulamayacak. Bundan dolayı yolcular büyük eziyetler çekecekler. Onun etkisinde kalan bazı insanlarsa, yollarını unutup uzaklara gidecekler. Yeryüzünde çukurlar oluşacak. Kan dereleri açılacak. Dağlardan akan sular ise kandan kızıllaşacak. Tüm dünya bundan etkilenecek. Küçük veya büyük, bütün insanlar ve hükümetler, onun sonucu zayıflayacaklar. Bilhassa Rus Çarı çaresiz kalacak. Hayvanlar âlemi de bundan etkilenecek. Kuşlar sezgilerini kaybedip, dillerini unutacaklar.”
Bunlara ilaveten, Vadedilen Mesiheas gelen bir vahiyde, “Gemiler güreş yapacak gibi seyri sefer ederler,[44]” diğer bir vahiyde ise, “Demir al[45]” diye buyrulmuştur. Ayrıca o, bu hadiselerin on altı sene içerisinde gerçekleşeceğini de bildirmiştir. Vadedilen Mesiheas daha önce inen bir vahiyde, bu depremin o hayattayken gerçekleşeceği bildirilmişti. Ancak daha sonra kendisine, “Ey Rabbim! Bana bu depremi gösterme,” diye bir dua öğretildi. Nitekim bu savaş on altı sene içerisinde, ama onun vefatından sonra vuku buldu.
Önceden yazıldığı gibi bu gaybi haberde deprem kelimesi geçmektedir. Ancak bundan kastedilen Dünya Savaşıydı. Şimdi ise bu gaybi haber içerisinde Dünya Savaşından bahsedildiğine dair delilleri ortaya koyacağız.
(1) Deprem kelimesi savaş için olduğu gibi her büyük afet hakkında da kullanılmıştı. Kuran-ı Kerim’in Azhap suresinde bu kelime savaş için kullanılmıştır.
اِذْ جَاؤُكُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ اَسْفَلَ مِنْكُمْ وَاِذْ زَاغَتِ الْاَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللّٰهِ الظُّنُونَا۞ هُنَالِكَ ابْتُلِىَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدٖيدًا۞
“Hani (düşmanlarınız) yukarınızdan ve aşağınızdan üzerinize gelmişti. (Korkudan) gözler dona kalmıştı ve yürekler ağızlara gelmişti. Sizler, Allah hakkında türlü şüphelere düşmüştünüz. İşte orada (ve o zaman,) müminler büyük bir sınava sokulmuş ve müthiş sarsıntılarla sarsılmışlardı.[46]” Kısacası Kuran-ı Kerim’de bu kelime savaş için kullanıldığına göre, bu gaybi haberdeki kelimeler de, bunun zahiri bir deprem olmayıp, başka bir felaketin kopmasının ihtimal dahilinde olduğunu göstermektedir.
(2) Vadedilen Mesihas bu gaybi haberi yayınladığında, zahirde deprem kelimesi kullanılmasına rağmen, bu alelade bir deprem olmayıp, dünyanın benzerine tanık olmadığı ve Kıyameti akla getiren, canların telef olup, binaların yıkılacağı bambaşka şiddetli bir felaket olması mümkündür, demişti.[47]
Bu vahiy indiğinde henüz hiçbir olay dahi vuku bulmadan, vahiy alan kişinin zihninin depreme değil de, başka bir felaket olabileceğine meyletmesi, bunun deprem olamayacağının açık bir delilidir. Muhalifleri deprem kelimesine başka bir anlam verme dedikleri halde, Vadedilen Mesihas itirazlarına cevaben aralıksız olarak Allah’ıncc Kelamında onun farklı manaları bulunduğu için, bu kelimenin tek bir mana ile sınırlandırılmasının doğru olmayacağını ileri sürmüştür.
Gaybi haberin azametine gelince bu, onun vakti gelmeden insanların bilemeyecekleri alametlerden bahsediyor olmasıdır.
Ayrıca bu gaybi haber, bu hadisenin ortaya çıkacağı zamandan da bahsetmektedir. Bunun haricinde o, bu olayın bir benzerinin daha önceki devirlerde bulunmadığını da anlatmaktadır.
(3) Bu gaybi haberde yer alan sözler, onun depremden öte bir felaket olacağını anlatmaktadır. Çünkü bu gaybi haber, söz konusu depremin bütün dünyada kopacağını bildirmektedir. Depremler ise dünyanın tamamında hep birden kopmayıp, bölgesel olarak vuku bulurlar.
Gaybi haber deprem anının yolcular için çok sıkıntılı olacağını ve onların yollarını unutacaklarını açıklamaktadır. Oysa yolcular depremden pek etkilenmezler, aksine ondan asıl etkilenenler evler ve şehirlerde yerleşik insanlardır. Yolculara yollarını unutturan felaket ancak bir savaştır, çünkü onlar savaş sınırlarını aşıp dışarı çıkamazlar. Onlar ancak bir yerden başka bir yere koşup dururlar.
Bu gaybi haber bağlar ve tarlaların da depremin etkisinde kalacağını anlatmaktadır. Hâlbuki tarlalar ve bağlar depremden etkilenmezler. Onları zarara uğratan savaşlardır. Çünkü her iki tarafın açtığı ateş sonucu oralar telef olur. Bazen ise savaş amaçları gereği, tarlalar ve bağlar kesilip yok edilirler.
Bu gaybi haber deprem sonucu kuşların derin bir şekilde etkileneceğini ve sezgilerini kaybedip, dillerini de unutacaklarını anlatır. Zahiri deprem kısa sürdüğü için böyle etkiler bırakmaz. Deprem esnasında kuşlar uçacak olurlarsa, sarsıntının farkına bile varmazlar. Ancak bir savaş neticesinde gece gündüz yapılan bombardıman ve ağaçların kesilmesi sonucu, kuşlar sezgilerini kaybedip telef olmaktan kurtulamazlar.
Depremin vuku bulacağından haber veren vahiylerde geçen bir cümle şöyledir: “Ben İsrailoğullarından sıkıntıyı uzaklaştırdım.” Bunun manası, ben İsrailoğullarını şerden korudum demektir. Zahiri depremlerin böyle bir durumla hiçbir alakası olamaz. Aslında bu vahiylerde bahsedilen, olay gerçekleştiğinde İsrailoğullarının bundan faydalanacağıdır. İleriki sayfalarda bunun da dünya savaşının bir alameti olduğunu anlatacağız. Hatta bu gaybi haberin Kuran-ı Kerim’de bulunduğundan da söz edeceğiz.
Vahiy kelimeleri söz konusu depremin bir savaş olduğunu anlatmaktadır, çünkü burada Firavun ile Haman ve ordularının hatalı olduklarından bahsedilmiştir. Aslında bu vahiy, “En büyük Rabbiniz, ancak benim!” diyen Firavunun benzeri Alman Kralına işaret etmektedir.[48] Alman Kralının müttefiki bulunan Avusturya İmparatoru ise kuvvetli iradesi ve şahsiyeti olmayan biriydi. O, Alman harp lorduna tam manası ile kulluk etmekteydi. Gaybi haberdeki deprem kelimesinden zahiri deprem kastedilmiş olsaydı, o zaman Firavun, Haman ve hatalı ordularına bir anlam verebilmek neredeyse imkânsız olacaktı.
Depremin olacağını bildiren bu ilhamlar, “Sana ordularla ansızın geleceğim,” diyor ve bu ilham sıklıkla tekrarlanıyordu. Bu da açıkça bir savaşa işaret edildiğini göstermektedir.
İlhamlar bir volkanın hareketleneceğini ve Arapların menfaatlerinin bununla ilgili olacağını keza onların evlerinden çıkıp yola koyulacaklarını da anlatmaktadır. Şimdi bu olayların hiçbirisi zahiri bir depremle ilişkilendirilemez. Aslında burada volkandan kastedilen, Arapların içlerinde gizledikleri ve herhangi bir hadise ile ortaya çıkan öfkeleridir. Böyle bir zamanda Araplar sessiz kalmanın çıkarlarına aykırı olacağını düşünüp, bundan faydalanmak üzere evlerinden çıkacaklardı.
Vahiyler, o gün geldiğinde hükümranlığın sadece Allah’ıncc elinde olduğunu anlatmaktadır. Bundan da anlaşılan, hükümetlerin zayıflayacağı ve Allah’ıncc Kendi hükümranlığını güçlü alamet ve mucizelerle göstereceğidir.
Başka bir vahiy, dağın yıkıldığını ve depremin koptuğunu anlatmaktadır. Bir çocuk dahi doğal yer sarsıntılarının dağların yıkılması sonucu olmadığını, aksine dağların depremler sonucu meydana geldiklerini bilir. Kısacası vahiyde geçen dağın yıkılması ve depremin kopmasından anlaşılması gereken bildiğimiz deprem olmayıp, aksine deprem kelimesi istiare olarak kullanılmak suretiyle başka bir şey anlatılmak istenmiştir. Anlatılan ise, büyük bir felaketin kopması sonucu, dünyada depremin olacağı ve insanların birbirleriyle savaşacaklarıdır.
(4) Burada deprem olarak bahsedilenin, yer sarsıntısı değil de, dünya savaşı olduğunun dördüncü delili, “Demir al,” kelimeleri ile Vadedilen Mesiheas inen vahiydir. Bunun anlamı, her ülkenin donanmalarına, her an denize açılmaya hazır olmaları için emir vereceğidir. Vadedilen Mesiheas inen diğer bir vahiy, “Gemiler güreş yapacak gibi seyri sefer ederler,” olmuştur. Bunun anlamı, gemilerin sıklıkla dolaşmaları ve deniz savaşı için bir fırsat kovalamalarıdır.
Bu gaybi haberdeki depremden, yakın tarihte (1914-1918) yaşanan Dünya Savaşından bahsedildiğini ispatladıktan sonra, şimdi de biz, bu gaybi haberde geçen onun farklı bölümlerinden bahsedeceğiz ve onların nasıl gerçekleştiğini ele alacağız. Bu gaybi haber, olayın başlangıcında bir musibetin ineceğinden ve tüm dünyada bir deprem kopacağından bahsetmektedir. Nitekim savaş da aynen böyle başladı. Bu savaşın kopmasına neden olan devletler arasındaki ihtilaf değil, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı ve hanımına yapılan suikast oldu. Verilen habere göre, bu büyük felaket tüm dünyayı etkisi altına alacaktı. Nitekim bu haber de kendini güneş gibi aşikâr bir şekilde gösterdi. Daha önce hiçbir musibet bütün dünyayı bu şekilde etkisi altına almamıştı. Avrupa zaten bu savaşın merkezi idi. Ancak Asya’da bu savaşa dâhil oldu. Çin, Japonya, Hindistan gibi ülkelerin hepsi bu savaşa katıldılar. Alman savaş gemileri Hindistan sahillerine saldırdı. İran’da ise İngiliz orduları Türk orduları ile savaştı. İranlıların Alman Konsolosluğu ile başı derde girdi. Irak, Suriye, Filistin ve Sibirya’da şiddetli savaşlar oldu. Afrika’nın dört köşesinde önemli çarpışmalar gerçekleşti. Güney Afrika, Almanların Batı Afrika’daki topraklarına saldırdı. Öte yandan Güney Afrika’da bir isyan koptu. Doğu Afrika’daki Alman sömürgelerine de saldırıldı. Batı sahilinde Kamerun’da da çarpışmalar oldu. Süveyş Kanalı ile Mısır’ın Trablusgarp ile ortak hudut bölgesinde çarpışmalar vuku buldu. Bir Alman savaş gemisi, nihayetinde yakalanıncaya kadar, Avustralya’nın bazı bölgelerine saldırdı. Yeni Gine’de de çarpışmalar yaşandı. İngiliz ve Alman donanmaları Amerika sahillerinin yakınlarında çarpıştılar. Kanada ve Birleşik Amerika da savaşa katıldılar. Güney Amerika devletleri de Almanya’ya karşı savaş ilan ettiler. Kısacası dünyanın hiçbir devleti bu savaşın etkisinden kurtulmuş olamadı.
Dağların çökeceği, yerleşimlerin yok olacağı ve tarlaların telef edileceği, bu gaybi haberlerde bildirilmişti. Nitekim bunların tamamı gerçekleşti. Onlarca dağ, bombardımanlar ve mayınlar sonucu ortadan yok oldu. Birçok şehirler tamamen harap oldu. Hatta Almanya onların yenilenmesi için büyük servetler harcamak zorunda kaldı ve bugün hala tazminat ödemeye devam etmektedir. Tarlalar, bağ ve bahçelerin uğradıkları zararın ise bir haddi ve hesabı yoktur. İlerleyen ordular muhalif ülkenin tarlalarını ve yerleşimlerini öylesine yok ettiler ki, yeşilliğin izi bile kalmadı. Topçu birlikleri binlerce kilometrelik bir alana yayıldıkları için, bölgeleri tahmin edilemeyecek boyutta tahribata uğrattılar.
Kuşların sezgilerini kaybetmesi, bildirilen alametlerden bir tanesi idi. Nitekim savaşın yayıldığı her yerdeki kuşlar, sezgilerini kaybetmeleri sonucunda telef olup gittiler.
Bu gaybi haberlerdeki alametlerden bir başkası ise yerlerde çukurların oluşması idi. Nitekim Fransa, Sırbistan ve Rusya’nın bazı bölgelerinde yapılan sayısız bombardıman sonucu yeraltından su çıkacak büyüklükte çukurlar meydana gelmişti. Öte yandan savaş esnasında siper hendekleri kazılması gerektiği için, memleketin her yeri delik deşik olmuştu. Hatta o bölgeleri gören insanların, bir zamanlar oraların yerleşim alanları olduğunu anlaması mümkün değildi. Aksine o bölgeler, adeta birbiri ardına tuğla ocaklarına veya sayısız mağaralara benzemekteydi.
Bildirilen alametlerden bir diğeri ise, kan derelerinin oluşacağı idi. Nitekim hiç abartısız, bu aynen gerçekleşti. Bazen akıtılan kandan dolayı, derelerde akan sular kilometreler boyunca kıpkırmızı olurdu. Her sınır bölgesinde öyle şiddetli çarpışmalar yaşandı ki, kan dereleri aktı demek tamamen doğrudur.
Haber verilen bir başka alamet, bu zamanın yolcular için çok sıkıntılı olacağı ve bazılarının yollarını unutacakları idi. Nitekim bu alamet de gerçekleşti. Karada çarpışan orduların dağılmasından ve denizde savaşan donanmaların durumlarından dolayı, yolcuların uğradığı sıkıntılar tahmin edilemez boyutlara ulaştı. Bu savaş başladığında yüz binlerce insan düşman topraklarında sıkışıp kaldı. Yolculardan bazıları binlerce kilometre dolaşarak, ancak evlerine ulaştılar. Savaş esnasında çoğu kez sınır karakolları düşmanın eline geçtiği için, ordular da fazladan yüzlerce kilometre yolculuk yapmak zorunda kalırlardı. İngiliz askerleri Fransa’da yabancı olmaları sebebiyle çoğu kez yollarını kaybetmişlerdi. Bu tür hadiseler çokça yaşandığından, birliklerinin isimleri Fransızca yazılıp askerlerin boyunlarına asılırdı ve böylece onların hedeflerine ulaşmaları sağlanırdı.
Diğer bir alamet ise, binaların yıkılması hakkındaydı. Nitekim bu savaş, Avrupa’da inşa edilmiş binaların yıkılmasına neden olurken, aynı zamanda Avrupa medeniyetinin temellerinin sarsılmasına da yol açmıştır. Bugün Avrupa, ördüğü ağdan kurtulabilmek için çırpınmakta, ama başarıya ulaşamamaktadır. Savaş öncesi Avrupa medeniyetinin artık başarı elde edemeyeceğini dünya görecektir. Aksine onlar, Avrupa’nın dikkatini İslam’a çekecek yolları izlemeye başlayacaklar. Allahcc tarafından mukadder kılınan budur ve kimse buna engel olamaz.
Söz konusu depremin alametlerinden birisi, İsrailoğullarının sıkıntılarının uzaklaştırılacak olması idi. Bu alamet de aşikâr bir şekilde gerçekleşti. Bu savaş esnasında ve bu savaştan dolayı Mr. Balfour[49] kendi ifadesiyle, Yahudilerin vatansız olduğunu ve bu sebeple milli yurtları olan Filistin’in kendilerine verileceğini ilan etti. Bu ilana göre Müttefik Devletler Yahudilere karşı süregelen insafsızlığın ortadan kaldırılmasını, savaşın ardından kendileri için bir hedef haline getireceklerdi. Nitekim bu ilana binaen savaş sonrasında Filistin, Osmanlıların elinden alınarak, Yahudilerin milli yurdu ilan edildi. Filistin’in idaresi, Yahudilerin bu memleketi milli yurt haline getirmelerini kolaylaştıracak şekilde düzenlenmeye başlandı. Yahudiler dünyanın dört bir köşesinden oraya getirilmektedirler. Böylece Yahudilerin eskiden beri var olan talepleri de yerine getirilmiş oldu.
Bu alamet ile ilgili ilginç olan, Kuran-ı Kerim’de de bundan bahsediliyor olmasıdır. İsra suresinde şöyle buyrulmaktadır:
وَقُلْنَا مِنْ بَعْدِهٖ لِبَنٖى اِسْرَایٖٔلَ اسْكُنُوا الْاَرْضَ فَاِذَا جَاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَفٖيفًا۞
“Bu (Firavun’un helak edilişinden) sonra, Biz İsrailoğullarına, (size vadedilen) ülkede yaşayın, ikinci vaadin gerçekleşme zamanı geldiğinde (ise,) hepinizi toplayıp getireceğiz, dedik.[50]”
Bazı müfessirler, bu ayette bahsedilen yerin Mısır toprakları olduğunu ileri sürüp, ikinci vaatten ise Kıyamet gününün kastedildiğini söylemişlerdir. Ancak bunların her ikisi de yanlıştır. Zira İsrailoğullarına Mısır’da yerleşme emri hiç verilmemişti. Ayrıca ikinci vaatten kastedilen Kıyamet olamaz, çünkü Kıyametin mukaddes topraklarda yerleşmek ile hiçbir alakası yoktur. Gerçek manaya gelince. Yahudilere mukaddes topraklara yerleşme emri verilmiştir ve daha sonra ikinci vaadin zamanından bahsedilirken, onların bir araya toplatılacağından söz edilmiştir. Aslında bu ayette Yahudiler oraya yerleştikten sonra, bir gün onların bu toprakları terk etmek zorunda kalacaklarına işaret edilmiştir. Ancak ikinci vaat döneminde, yani Vadedilen Mesih’inas geliş zamanında Yahudiler tekrar bir araya getirilecektir. Nitekim Fethu’l Beyan tefsirinde şöyle yer almıştır:
وَعْدُ الْاٰخِرَةِ نُزُولُ عِيسٰى مِنَ السَّمَآء
Yani ikinci vaat zamanından kastedilen, İsa’nın nüzul zamanıdır.[51] Aynı sure, İsrailoğullarının tarihini iki büyük devreye ayırmaktadır. İkinci devir hakkında şöyle buyrulmaktadır:
فَاِذَا جَاءَ وَعْدُ الْاٰخِرَةِ لِيَسُؤُا وُجُوهَكُمْ وَلِيَدْخُلُوا الْمَسْجِدَ كَمَا دَخَلُوهُ اَوَّلَ مَرَّةٍ وَلِيُتَبِّرُوا مَا عَلَوْا تَتْبٖيرًا۞
“…İkinci vaat zamanı gelince, onların saygıdeğer insanlarınıza kötü muamele yapmaları, ilk defa girdikleri gibi Mescide girip ele geçirdiklerini (de) yerle bir etmeleri (mukadderdir.)[52]”
Bu ayetten anlaşıldığı gibi, “va’dü’l ahira” zamanından kastedilen, İsa Mesihten sonra yaşanacak olan Yahudilerin devridir. Çünkü Yahudiler, bu vaat zamanında bir araya getirilecekleri bu yerden dağıtılmışlardı. Bundan dolayı diğer ayette va’dü’l ahiradan kastedilen de Mesihin ikinci nüzulünden sonraki dönemdir. “Hepinizi toplayıp getireceğiz,” ifadesi ile anlatılmak istenense, zamanımızda Yahudilerin dünyanın dört bir köşesinden toplanıp, Filistin’de bir araya getirilmeleridir. Vadedilen Mesih’inas ilhamında yer alan, “Ben İsrailoğullarından sıkıntıyı uzaklaştırdım,” ifadesinden kastedilen, uluslar arasında İsrailoğullarına karşı muhalefetin kalkacağı ve bunun neticesinde kendilerine bir vatan edinme izni verileceğidir.
Bu savaşın alametlerinden bir tanesi, bunun on altı sene içerisinde gerçekleşeceği idi. Nitekim 1905 senesinde Vadedilen Mesiheas bu haber bildirildi ve bundan dokuz sene sonra 1914 yılında bu savaş patlak verdi.
Bu savaşın diğer bir alameti, donanmaların her an teyakkuz halinde olacakları idi. Bu savaş esnasında birbirleri ile savaşan ülkeler haricinde, diğer ülkeler de donanmalarını hazır vaziyette tutmak zorunda kaldılar. Çünkü başka bir ülkeye ait bir donanmanın, kendi karasuları içerisine girme endişesi onlarda hâkimdi. Böylelikle durup dururken onlar da savaşa girmek zorunda kalabilirlerdi. Ayrıca onlar, haklarını korumak için de bunu yaptılar.
Savaşın alametlerinden bir tanesi, gemilerin sularda birbirleri ile muharebe etmek üzere dolaşacaklarıdır. Yani, deniz kuvvetleri daima hazırlıklı bulunacak ve tüm denizlerde gemileri dolaşacaktı. Nitekim bu savaşta kullanıldığı kadar gemi ve denizlerde uygulandığı kadar savunma, daha önce hiçbir devirde görülmemişti. Özellikle küçük gemiler, muhripler ve denizaltılar bu savaşta o denli çok miktarda yer aldılar ki, bunun da bir benzeri daha önce hiç görülmemişti. Vadedilen Mesih’inas vahyinde geçen “keşt-i” kelimesi ile bu duruma işaret edilip, bu savaşta büyük gemiler yerine küçük gemilerden istifade edileceği anlatılmıştır.
Bu felaketin alametlerinden bir tanesi de onun apansız kopacağı idi. Nitekim bu savaş öyle ani patlak verdi ki, insanlar şaşkın kaldılar. Hatta ileri gelen düşünürler bile bir savaş bekledikleri halde, onun bu kadar çabuk kopacağını ummadıklarını beyan ettiler. Avusturya Veliahtı ve eşine yapılan suikast ile bütün dünya kendini ateşin içinde buldu.
Yine bu savaşın alametleri açıklanırken, Araplar için faydalı olacak yollar zuhur edecek ve onlar evlerinden yola çıkacaklar, denmişti. Nitekim Osmanlılar savaşa katılınca, Araplar asırlardır içlerinde bağımsızlık için barındırdıkları emellerinin gerçekleşme zamanının geldiğinin farkına varıp, topyekûn Osmanlı İmparatorluğunun aleyhinde ayaklandılar. Onlar evlerinden Osmanlılar ile savaşmak üzere ordular halinde çıktılar ve bağımsızlıklarını kazandılar.
Bu savaşla ilgili diğer bir alamet olarak, “Zikrim nasıl ortadan kalktıysa, evler de öyle ortadan kalkacak,” denmişti. Nitekim Doğu Fransa, nefsanî zaaflara düşkünlük bakımından çok ileri gitmişti ve bütün Avrupa’ya içki oradan sağlanırdı. Nefsanî isteklerine ve rahatlarına düşkün herkes, tüm Avrupa ülkelerinde oraya gelirlerdi. Bu savaşta ise en çok zarar gören Doğu Fransa oldu. Allah’ıncc Zikri nasıl yok olduysa, oradaki evler ve binalarda aynen yıkılıp, yok edildi.
Alametlerden bir başkası, “Parlak zafer. Bizim zaferimiz,” diye bildirilmişti. Bunun anlamı, Vadedilen Mesih’inas cemaati hangi hükümetten yana ise, o zafer kazanacaktı. Nitekim bu da gerçekleşti. Allahcc Vadedilen Mesih’inas duaları sonucu, Birleşik Krallığı bu tehlikeli afetten kurtardı. Savaşı değerlendiren uzmanlar ise, dünyevi tedbirler sonucu zafer elde edildiğini zannedeceklerdi. Ancak gelişmelere ayrıntısı ile bakılacak olursa, hayret uyandıran tesadüfler sonucu İngilizlerin zafere ulaştığı ortaya çıkacaktır. Bundan anlaşılan, bu zaferin yalnızca insani tedbirlerle değil, Allah’ıncc müdahalesi ile kazanıldığıdır.
Gaybi haberin bir alameti çok önemli idi. Bunun sebebi, onun bir takım başka alametlerden teşekkül etmiş olmasıydı. Buna göre, söz konusu savaş sonucunda Rus Çarı son derece çaresiz kalacaktı. Gaybi haberin yayınlandığı günlerde mevcut olan şartlar bunu teyit eden bir belirti göstermiyordu. Bilakis, bunun aksini gösteren belirtiler vardı. Buna rağmen, gaybi haber yerine geldi ve buna herkes hayret etti.
Bu gaybi haber aslında birçok gaybi haberi içermektedir. Burada anlatılanlara göre, bu büyük afet gelinceye dek Rus Çarına hiçbir zarar dokunmayacaktı. Ancak bu savaş patlak verdiğinde, ölüm haricinde bir şekilde onun başı derde girecekti. Çünkü bir insan ölürse, onun hakkında, o çaresiz kalacaktır denmesi söz konusu olamaz. Vahiy kelimeleri, ona ölüm değil de, başka bir şekilde acı verici azaplar verileceğini açıklamaktadır. Ayrıca bu felaket neticesinde çarların sonunun geleceği de anlatılmaktadır. Çünkü bu gaybi haberde bir fertten değil, aksine çarlık makamından bahsedilmektedir. Bu gaybi haberin ne kadar yüce bir şekilde gerçekleştiğini görmemiz lazım. Dünya savaşından önce de Çar aleyhinde birçok teşebbüslerde bulunulmuştu. Ancak ona bir zarar gelmedi. Daha sonra ise savaş kopup da Allah’ıncc vaat ettiği zaman geldiğinde, insanları hayretlere düşürecek şekilde o, felaketlere maruz kaldı. 1917 İhtilali başladığı zaman Çar başkentte değildi, muharebe hattını ve mevzilerini teftiş etmek için cephede bulunuyordu. Cepheyi ziyaret etmek üzere yola çıktığı zaman, devrime dair hiç bir belirti yoktu. Bu sırada bir valinin basiretsiz hareketi halkı galeyana getirdi. Ancak, halkın bu şekilde galeyana gelmesi temeli sağlam olan devletlerde olağan şeylerdendir ve devletlerin yıkılmasına nadiren yol açar. Ancak, bu defa işin içine Allah’ıncc eli girmişti. Çar durumu haber alınca ayaklanmanın şiddetle bastırılması için valiye talimat gönderdi. Alınan şiddetli tedbirler geri tepti ve halkın galeyanı daha da arttı. Çar, valiyi değiştirip yeni bir vali tayin etti ve insanların isyanını bastırmak üzere başkente yola çıktı. Ancak henüz yolda iken isyanın daha da büyüdüğüne dair haber aldı. Ona başkente gelmemesi tavsiye edildi. Çar buna aldırış etmedi. Olay yerinde şahsen görünmesinin halkı yatıştıracağına inanarak, dönüş seyahatine devam etti. Çarın treni çok fazla bir yol kat etmemişti ki, isyancıların bakanlık bürolarını ele geçirip, milli hükümet kurduklarına dair haber kendisine ulaştı. Bunların hepsi tek bir gün içerisinde yani 12 Mart 1917 tarihinde gerçekleşti. Kendisine Çar, yani “Herkese hükmeden ama kimsenin hükmü altında bulunmayan” diye adlandıran kimse bir gün içerisinde iktidardan el çektirilmek suretiyle halkına tabi olmak zorunda kaldı. O, dünyanın en büyük ve en kudretli kralı idi. 15 Mart’ta mecburiyet altında imzaladığı bir beyanname ile kendisinin ve ailesinin Rus Tahtı üzerinde bir daha hak iddia etmeyeceğini taahhüt etti. Böylece Vadedilen Mesih’inas bildirdiği gaybi habere uygun olarak Çar ailesinin hükümranlığı sona ermiş oldu. Ancak, Allah’ıncc sözlerinin diğer bazı kısımlarının gerçekleşmesi bundan sonra mukadderdi. Çar İkinci Nikola[53], tahttan feragat etmek suretiyle, kendi hayatını ve karısı ile çocuklarının hayatlarını kurtardığını ve kişisel servetinin getirisi ile yaşayabileceklerini düşünüyordu. Bu düşüncesi doğru çıkmadı ve 21 Mart’ta tevkif edildi ve Skosilo’ya gönderildi. Martın 22’sinde Amerika ve 24’ünde ise İngiltere, Fransa ve İtalya yeni İhtilal Hükümetini tanıdıklarını ilan ettiler. Bu, Çarın son ümidini de ortadan kaldırdı. O, güvendiği, destek aldığı ve uğurlarında Almanya ile savaşa girdiği dost hükümetlerin bir hafta içerisinde yeni hükümetini tanıdıklarını gördü. Bu devletler Çarı desteklemek üzere tek bir söz bile söylemediler. Ancak onun başı daha da derde girecekti. Çünkü onun çaresizlik hali ile Allah’ıncc kelamının gerçekleşmesi gerekiyordu. Çar tutuklu olmakla beraber, idarenin dizginleri hala kral ailesine mensup olan Prens Dilvao’nun elinde bulunuyordu. Bundan dolayı hapsedilmiş olan Çara iyi davranılmaktaydı ve orada çocukları ile beraber bahçıvanlıkla ve benzeri işlerle meşgul bir şekilde zamanını geçiriyordu. Ancak, Temmuz’da bu prens iş başından uzaklaştırıldı ve Hükümet Kerensky’nin[54] eline geçti. Çar ve ailesi şimdi daha sıkıntılı bir hayat geçirmeye başladı. Lakin onun yaşadığı sıkıntılar henüz insanlık hududunu aşmamıştı. 7 Kasım’da devrimci Bolşevikler Kerensky hükümetini devirdi ve Çar için tehlikeli dönem başladı. Çarın bu dönemde başına gelenleri dinleyen en katı insanların bile kalpleri titremeye başlar. Çar tutuklu olduğu kral sarayından alınıp yerden yere dolaştırıldı ve en nihayet Ekaterinburg’a götürüldü. Evvelce Sibirya’ya gönderilen çaresiz vatandaşlarına yaptırmış olduğu işkenceleri Ekaterinburg’da kendisi de bizzat tattı. Bu küçük kasaba Urallar’ın doğusunda ve Moskova’dan yaklaşık 2000km mesafede idi. Sibirya maden ocaklarında kullanılan makineler burada yapılırdı. Siyasi mahkûmlar bu maden ocaklarında çalıştırılırdı. Ekaterinburg civarındaki manzaralar, geçmişteki amellerinin tablosunu her an Çarın gözünün önüne getiriyordu.
Lakin ona çektirilenler sadece manevi eziyetler ile sınırlı değildi. Bolşevik Hükümeti yeme içme konusunda da ona sıkıntı çektirmeye başladı. Kaba askerler onun hasta çocuğunu Çarın ve hanımının gözleri önünde acımasızca dövüyorlardı. Onun kızlarına da kötü muameleler yapılırdı, ama bu işkenceler bile ihtilalcilerin içlerini serinletmeye yetmedi. Onlar yeni eziyetler ve yeni işkenceler icat ettiler. Son günlerinden birinde onun bakire kızlarının, annelerinin gözleri önünde cebren ırzına geçtiler. Çariçe bu manzaraya tahammül edemeyip bakışlarını başka tarafa çevirdikçe, askerler bu insanlıktan uzak manzarayı zorla ona seyrettirdiler. Bu barbarlıklara şahit olan ve bir faninin tahammül edemeyeceği ıstıraplara ve acılara katlanan Çar en nihayet eceline kavuştu. 16 Temmuz 1910 günü Çar, bütün aile efradıyla birlikte kurşuna dizildi. “Rus Çarı çaresiz kalacak,[55]” gaybi haberi harfi harfine gerçekleşti.
Savaş bitmişti. Çar acı bir şekilde ölmüştü. Almanya ve Avusturya hükümdarları tahtlarını terk etmişlerdi. Şehirler harap olmuştu. Tepeler yerle yeksan olmuştu. Milyonlarca insan canlarını kaybetmişti. Nehirler gibi kan akmış ve dünya altüst olmuştu. Ancak ne kadar üzücüdür ki, dünya hala İlahi Elçinin gerçekliğini ispat edecek deliller aramaktadır. Allah’ıncc hazineleri rahmetle dolu oldukları gibi, azapla da doludur. Ne mutlu vaktinde anlayana ve Allahcc ile savaşmak yerine O’nunla barışmak için koşana. Onlar, İlahi alametler karşısında kör gibi davranmazlar ve onlar Allah’ıncc rahmetine nail olup, bereketlerden pay alır, keza varlıkları da dünya için mübarek kılınır.
Onuncu gaybi haber: “Kadiyan’ın büyüyüp gelişmesi”
Buraya kadar anlatılan gaybi haberler ikazlar ve beraberinde müjdeleri içermekteydi. Bundan sonra ise, sadece müjdeler içeren üç gaybi haberden bahsedeceğiz. Sunacağımız üç örnek, daha önce yayınlandıkları için, gerek dost gerekse düşmanlar tarafından bilinmektedir. Her din ve ulusta bunun tanıklarına rastlamak mümkündür. Bu gaybi haberler Allahcc tarafından bildirildiğinden beri, Vadedilen Mesih’inas kitaplarında ve günlüklerinde tekrar tekrar yayınlanmıştır.
İlk olarak Kadiyan’ın büyümesi ve ilerlemesi ile ilgili gaybi haberden bahsedeceğiz. Vadedilen Mesiheas bildirilenlere göre, Kadiyan adındaki köy, gelişip büyüyerek bir şehir halini alacak. Hatta Bombay ve Kalküta gibi büyüyerek nüfusu bir milyona ulaşacak. Kuzeye ve doğuya doğru büyümesi, yaklaşık Beas nehrine kadar uzanacak.[56] Bu nehir Kadiyan’dan yaklaşık 14km uzaktadır. Bu gaybi haber yayınlandığında Kadiyan’ın nüfusu sadece ikibine yakındı. Tuğladan yapılmış bir iki ev dışında, bütün evler kerpiçtendi. Kira bedelleri son derece düşüktü. Arsa fiyatları da çok ucuzdu. Üzerine bir ev yapılabilecek bir arsa on ila on iki Rupi’ye satın alınabiliyordu. Kadiyan’ın çarşısında un bulup almak bile zordu. İnsanlar çiftçilikle uğraşıyorlardı ve el değirmeni ile unlarını öğütüp ekmek yapıyorlardı. Öğrenim için tek bir devlet ilkokulu vardı. Okulun tek öğretmeni, ufak bir ücret mukabilinde köyün posta memurluğunu da yapıyordu. Posta haftada iki kez gelirdi. Köyün evleri, köyü çepeçevre kuşatan köy duvarının içinde bulunuyordu. Gaybi haberi gerçekleştirecek olan zahiri ortam ve şartlar mevcut değildi. Kadiyan’a en yakın tren istasyonu yaklaşık 16km ötedeydi. İnsanların Kadiyan’dan istasyona gitmek için kullandıkları yol da topraktı. Kasabalar demiryolları üzerinde inşa edilirse gelişirler. Ancak Kadiyan böyle bir yol üzerinde değildi. İşçi çekecek mahalli bir endüstrisi de yoktu. Kadiyan’ın gelişmesine yardımcı olacak hiçbir resmi müessese veya daire de bulunmuyordu. Kadiyan ne il ne de ilçe merkezi idi. Hatta bir polis karakolu bile yoktu. Kadiyan herhangi bir mahsul veya ticari mal için bir pazar yeri de değildi. Bu gaybi haberler verildiğinde Vadedilen Mesih’inas takipçilerinin sayısı bir kaç yüzden fazla değildi. Onların Kadiyan’a gelip yerleşmeleri emredilseydi dahi Kadiyan büyüyüp bir şehir halini alamazdı.
Birileri Hz.Mirza Gulam Ahmed’inas iddiasından dolayı, müritlerinin Kadiyan’a gelip yerleşmeleri umuluyordu diyebilir. Ancak Vadedilen Mesih’inas Kadiyan’a gelerek nüfusunu çoğaltacak sayıda müride sahip olacağını kimin söyleyebilmesi mümkündü ki? Ayrıca müritlerin iş, güç ve evlerini bırakıp, mürşidin bulunduğu yeri kendilerine yuva edinmeleri, nerede görülmüştür? İsa Mesih Nasıra’da doğmuştu ve Nasıra hala bir köydür. Şahabeddin Suhreverdi, İmam Rabbani Şeyh Ahmed Sirhindi ve Bahaeddin Nakşıbendi gibi büyük evliyaların hepsi köylerde doğmuşlardı veyahut köylere gitmişler ve oralarda yaşamışlardı. Ancak, o köyler, köy olarak kalmış ve büyümemiştir. Biraz büyümüşlerse bile, bu büyüme ekonomik hudutlar içinde kalmıştı. Kasabalar ve şehirler kurmak kolay bir iş değildir. Ekonomik şartları dikkate almaksızın kasabalar planlayan ve kuran yöneticiler, asla başarı elde edemezler. Bu gibi kasabalar, çok geçmeden boşalır ve ıssız kalır. Kadiyan ekonomik bakımdan müsait bir yerde bulunmuyordu. Bir demiryolunun üzerinde ve hatta yakınında bile değildi. Ayrıca, tren yolundan pek uzak da olmadığı için, sakinlerinin demiryoluna bağlı kalmadan, onu şu veya bu şekilde bir merkez haline getirmeye teşebbüs etmeleri de muhtemel görülmüyordu. Üstelik o bir nehir veya kanal üzerinde de değildi. Su yolları ticareti teşvik eder ve kasabalarla şehirlerin gelişmesini destekler. Hâlbuki Kadiyan bu avantajdan bile mahrum bir yerdi.
Kısacası şartlar bu denli aleyhte olduğu halde, hiçbir zahiri sebep bulunmadığı bir zamanda, Allahcc Vadedilen Mesiheas Kadiyan’ın büyüyeceğine dair haber verdi. Bu gaybi haber yayınlandıktan sonra Allahcc, cemaatinin gelişmesini de sağladı. O, cemaat mensuplarının kalplerinde, Kadiyan’a gidip, orada yerleşme isteğini yerleştirdi. İnsanlar kendilerini motive eden hiçbir unsur yokken, şehirlerini ve kasabalarını terk edip, Kadiyan’a yerleşmeye başladılar. Bunun da ötesinde, onlarla beraber diğer insanlar da oraya gelip yerleştiler. Bu gaybi haberin tam manasıyla yerine gelmesi henüz zamana muhtaçtır. Ancak bu gaybi haberin gerçekleşmiş olan bölümü bile insanı hayrete düşürmek için yeterlidir. Bugünlerde Kadiyan’ın nüfusu dört bin beş yüze ulaşmış olup, eskisine nazaran iki misli artmıştır. Eski köy duvarı ortadan kalkmış ve kasaba eski hudutlarından dışarıya taşmıştır. Halen, eski köyün en az bir buçuk kilometre ötesinde yeni evler görmek mümkündür. Büyük tuğla binalar ve geniş caddeler yapılmış ve eski köy artık bir kasaba haline gelmiştir. Çarşılar da gayet geniş bir hale gelmiştir. Bir müşterinin bir defada binlerce Rupilik alışveriş yapması mümkündür. Eskiden tek bir ilkokul varken, şimdilerde iki yeni lise ve bir din eğitimi veren kolej bulunmaktadır. Eskiden posta haftada iki gün servis edilirdi ve köy öğretmeni de para karşılığında bunu yapmaktaydı. Bugünlerde ise posta hizmetinde yedi sekiz kişi çalıştığı halde, işlerini zar zor tamamlamaktadırlar. Telgraf da hizmete girmek üzeredir. Bugün Kadiyan’da haftada iki kez yayınlanan bir gazete, ayrıca Urdu dilinde haftalık iki gazete ve bir de haftalık İngilizce bir gazete çıkarılmaktadır. Bunlar haricinde on beş günde bir yayınlanan bir gazete ve aylık iki dergi de bulunmaktadır. Her sene orada birçok kitap basılmaktadır. Tanınmış büyük şehirlerin postalarının kaybolması ihtimali vardır, ama zarfın üzerine sadece Kadiyan yazılarak mektup postalandığında, o hiç kaybolmadan buraya ulaşır. Kısacası durumlar ve şartlar tamamen aleyhte olmasına rağmen, Kadiyan’ın gelişmesinin bir benzeri dünya haritasında hiç görülmemiştir. Ekonomik anlamda şehirlerin gelişmeleri için gereken şartlar bulunmadığı halde, Kadiyan gelişip, Allah’ıncc kelamının doğruluğunu ispatladı. Kadiyan’ın eski durumunu bilenler, hangi dinden olurlarsa olsunlar, bunu olağandışı bir tesadüf olarak kabul etmek zorunda kalmaktalar. Ne kadar üzücüdür ki onlar, bütün olağanüstü tesadüflerin Hz.Mirza Gulam Ahmedas için bir araya geldiklerini görmezden gelmekteler.
Onbirinci gaybi haber: “Mali yardım”
Müjde veren gaybi haberlerden ikincisi, mali yardım ile ilgilidir. Bu gaybi haber, tuhaf bir zamanda müjdelenmiştir. Aslında bu, Allahcc tarafından ona açıklanan şanı yüce ilk gaybi haberdi. Bunun ayrıntıları şöyleydi. Babasının rahatsızlandığı dönemde, o bir gün iyileşir gibi oldu. Yalnızca bir miktar ishali devam etmekteydi. O zamana kadar başına hiçbir vahiy gelmemişti. Ona inen bu ilk vahiyde şöyle buyrulmuştu:
وَالسَّمَاءِ وَالطَّارِقِ
“Gökyüzü ve gece gelen şahittir ki,[57]” Vahiyde geçen “tarık” kelimesi “gece gelen” anlamında olduğu için, Hz. Mirza Gulam Ahmedas ölümden bahsedildiğini ve o gece babasının öleceğini anladı. Diğer taraftan o, Allah’ıncc şefkat buyurarak, bu ilham ile kendisine taziyede bulunduğunu da anladı. Aile gelirinin büyük bir kısmının kaynağı, babasının emekli maaşı ve ikramiyeleri ile taşınmazlardan gelenlerdi. Bu gelirlerin hepsi, onun ölümü ile sona erecekti. Bir beşer olduğundan, bu ilhamın ardından Vadedilen Mesih’inas kalbini, babasının vefatından sonra bu gelir kaynaklarının kesileceği endişesi sardı. Aklına böyle bir şey gelir gelmez, başka bir gaybi haberi içeren ikinci bir vahiy kendisine ulaştı. O, şu şekildeydi:
اَلَيْسَ اللّٰهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ
“Allah kuluna yetmez mi?[58]”
Bu vahiyde Allahcc, onun kefaletini üstleneceğine ve bütün ihtiyaçlarını karşılayacağına dair vaatte bulunuyordu. Vadedilen Mesihas, birçok Hindu ve Müslüman kimseyi tanık olsunlar diye bu vahiyden haberdar etti. Bu Hindulardan bir tanesi hala hayattadır. Vadedilen Mesihas onu Amritsar’a göndererek, bu vahiy kelimelerini bir yüzük taşı üzerine yazdırttı. Böylece yüzlerce kişi bu vahiyden haberdar oldu. Bu vahyin gerçeğini daha da açıklığa kavuşturmak için, Allah-u Teâlâ bazı olayların yaşanmasını sağladı. Vadedilen Mesih’inas ailesi içerisinde anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Bundan mütevellit mirasta hak iddiasında bulunan birçok insan ortaya çıktı. Ağabeyi taşınmaz mallar ile ilgili işleri yönetiyordu. Onunla akrabalar arasında anlaşmazlıklar vuku bulunca, Hz.Mirza Gulam Ahmedas kendisine onlara ihsan edilip, iyi davranılması tavsiyesinde bulundu. O, bunu kabul etmedi ve anlaşmazlık mahkemeye taşındı. Ağabeyi ona, dua etmesi ricasında bulundu. Hz.Mirza Gulam Ahmedas dua edince, ona akrabalarının mahkemeyi kazanacağı ve de ağabeyinin yenilgiye uğrayacağı bildirildi. Mahkeme sonuçlandığında, ona bildirilen gerçekleşti ve mirasın üçte ikisi akrabalara verildi. Ağabeyi ile kendine ise küçük bir pay kaldı. Kendi payına düşen, kişisel ihtiyaçları için ona yeterliydi. Ancak hedeflediklerinin gerçekleşmesi için bu gelirin yetmesi mümkün değildi. O günlerde Hz.Mirza Gulam Ahmedas İslam’ı yaymak için Berahin-i Ahmediye adlı meşhur eserini yazmakla meşguldü. Bu kitabın, din âleminde deprem etkisi yapacağı mukadder kılınmıştı. İşte bu kitabın yayınlanması yüklü miktarda para gerektiriyordu. Umutsuzluğun bu döneminde, Allahcc kendisine umut kapılarını açtı ve dinle hiç alakası olmayan insanların kalplerini bu işe yönlendirip, kitabın yayınlanmasını sağladı. Ancak henüz bu eserin dört bölümü yayınlanmıştı ki, masraflar daha da arttı. Vadedilen Mesihas bu eserle İslam’a yapılan saldırıların yönünü farklı bir cepheye çevirmek istiyordu ve bunu da başardı. Ancak buna bir tepki olarak, Hindular, Hıristiyanlar, Sihler vs. birleşerek ona saldırıp, kendisine gelen vahiyler ile alay etmeye başladılar. Onların hedefi, eserlerinin kalpler üzerindeki etkilerini yok etmekti. Böylelikle onlar, İslam karşısında uğradıkları yenilgiyi saklamaya çalışıyorlardı. Ancak bu esnada Müslümanlar arasından da bazı haset içindeki kimseler, ona muhalefet etmeye başladılar. Ona, aynı anda dört bir yandan hücum ediliyordu. Müslüman ve gayrimüslimlerin birlikte hücumlarına uğrayan bir insanın, ne kadar zor bir durumda olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Kısacası, insanların itirazlarını cevaplamak ve İslam’ın şanını korumak için, büyük miktarda paraya ihtiyaç hâsıl oldu. Allahcc ise, onun bu ihtiyaçlarını karşılamak için imkânlar yarattı.
Bundan sonra üçüncü değişim dönemi başladı ve Allahcc ona Vadedilen Mesih olduğunu ve önceki Mesihin de vefat ettiğini açıkladı. Bu iddia neticesinde, onun yanında olanlar da kendisinden ayrıldı ve toplam kırk kişi ona biat etti. Böylece bütün dünya ile fiilen bir mücadele başladı. Önceden ona yardımcı olanlar, şimdi ona muhalefet etmek üzere tüm güçlerini ve paralarını harcamaya başladılar. Artık masraflar, ön görüleri oldukça aşmaktaydı. Muhaliflerin itirazlarını cevaplamak, iddiasını insanlara sunmak ve bunu delillerle ispatlamak, bütün ülkeye dağıtılmak üzere küçük broşürlerin hazırlanması, hep birlikte önemli bir masraf tutuyordu. Bu masraflar zaten çok fazla idi, ancak Allahcc kudretini göstermek için, bazı diğer masrafların da kapılarını açtı. Bunların ayrıntılarına gelince, Allahcc Kadiyan’da bir misafirhanenin inşa edilmesi için kendisine emretti. Ayrıca insanlar Kadiyan’a gelsinler, onun yanında bulunup dini bilgilerini arttırsınlar ve böylece şüphelerini gidersinler diye, duyurularda bulunulmasını istedi. Bütün yardımcıların ondan ayrılması, neşriyat işinin genişlemesi, misafirhanenin giderleri ve misafirlerin ağırlanma masrafları öyle bir hal aldı ki, tüm bunlar onu zor bir duruma sokup, her şeyi altüst edebilirdi. Ancak Allahcc, zaten mali durumları pek de iyi olmayan yanındaki birkaç kişinin kalplerini öylesi bir ihlâsla doldurdu ki, onlar her tür sıkıntıya katlanmak uğruna, dini işlerde bir zaafın meydana gelmesine müsaade etmediler. Aslında bu onların himmeti değil, “Allah kuluna yetmez mi?” şeklindeki, Allah’ıncc vaadinin yerine gelmesiydi.
O günlerde her yönden Ahmedilere eziyetler çektirilmekteydi. Mollalar, Ahmedilerin katledilmesini, evlerinin yağma edilmesini, taşınmaz mallarının ellerinden alınmasını ve hanımları ile boşanma gerçekleşmeden nikâhlanılmasını sadece caiz görmeyip, bunların büyük sevap olduğuna dair fetvalar vermekteydiler. Nefsanî hırslarını ortaya dökmek için bahane arayan şer sahibi ve kötü karakterli insanlar, bu fetvalara uymaya başladılar. Ahmediler evlerinden kovuluyor ve işlerinden çıkarılıyorlardı. Bütün taşınmaz malları da cebren ellerinden alınmaktaydı. Hiçbir kurtuluş yolunu bulamayan birçok Ahmedi, hicret etmek zorunda bırakıldı ve sığınacak başka bir yer de bulamadıkları için Kadiyan’a geldiler. Onların Kadiyan’a gelişleri ağırlama masraflarını da arttırdı. O zamanlar Ahmedilerin sayısı en fazla iki bindi. Ancak onların her biri düşmanın saldırılarına maruzdu. Canlarını, onurlarını, mal ve mülklerini kurtarmak zorunda olan ve gece gündüz muhaliflerle mücadele halindeki insanların, bütün dünyada İslam’ın yayılması için para vermeleri, Kadiyan’a din öğrenmek üzere gelenlerin ağırlanma masraflarını üstlenmeleri ve ayrıca mazlum göçmen kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşılamaları, kendi zatında olağanüstü bir durumdur. Yüzlerce kişi sabah akşam cemaatin sofrasında yemek yemekteydi. Bazı fakirlerin diğer ihtiyaçları da karşılanmaktaydı. Hicret edip gelenlerden dolayı misafirlerin sayısı o kadar fazla idi ki, misafirhanenin yanında her Ahmedinin evi de bir misafirhane haline gelmişti. Vadedilen Mesih’inas evinin her odası müstakil bir hane halini almıştı. Orada her an bir misafir veya bir muhacir ailesi bulunmaktaydı. Kısacası bu mali yük artık insan gücünün çok ötesine ulaşmıştı. Doğan ve batan her yeni gün, yeni sınamalar ve sorumluluklar ile gelmekteydi. Ancak, Allah kuluna yetmez mi şeklindeki İlahi vaat, sabah esintisinin yaprakları uçurduğu gibi her endişeyi uçurup götürüyordu. İlk günlerde ortaya çıkan bulutlar cemaatin temeli için tehditler oluştururken, çok geçmeden bunlar rahmet bulutları halini aldılar. Onlardan düşen her damladan ise, Allah kuluna yetmez mi, diye himmet uyandıran bir ses geliyordu. Bu sıkıntının zorluklarının Afgan halkının anlaması mümkündür. Afganistan’ın onları besleyebilecek kudrette sağlam bir hükümeti bulunuyordu. Buna rağmen mültecilerden birçoğu kendi masraflarını karşılamak zorunda kalıyorlardı. Misafir kabul edenlerin sayısı ise misafirlerin sayısından fazla idi. On milyon Afganlının ağırlamak zorunda kaldığı bu mülteciler, yüz, iki yüz bin kişi idi. Buna rağmen güçlükler ortaya çıktı. Sonuç olarak, iki bin fakir üyesi bulunan bir cemaatin mali kaynakları için birkaç yüz misafiri ve mülteciyi beslemenin ve bu arada İslam’ı yayma teşebbüsünü finanse etmenin ne kadar ağır bir yük olduğunu tahmin etmek zor değildir. Ayrıca bu fedakârlıklarda bulunan insanların, kendi vatanlarında da bir mücadele içinde oldukları göz önünde bulundurulursa, boyunlarında ne denli ağır bir yük taşıdıkları kolaylıkla anlaşılabilir.
Cemaatinin ihtiyaçları birkaç gün ya da ayla sınırlı değildi. Aksine her yıl bu ihtiyaçlar daha da artmaktaydı. Allahcc da lütfu ile bunları daima karşılıyordu. 1898’de Vadedilen Mesihas cemaatin çocuklarının ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak bir lise açtı. Bununla masraflar daha da arttı. Sonrasında o, İngilizce ve Urduca olmak üzere birer tane aylık dergi yayınlamaya başladı. Bunlar da daha fazla masraf anlamına geliyordu. Allah-u Teâlâ ortaya çıkan tüm masrafları bir şekilde karşıladı. Bugün cemaatin İngilizce eğitim veren bir lisesi, dini tedrisata sahip bir koleji, bayanlar okulu, birçok ilk ve ortaokulları mevcuttur. Öte yandan cemaatin Hindistan’da faaliyet gösteren mübellikleri, Mauritius’da, Sri Lanka, İngiltere ve Amerika’da faal tebliğ merkezleri de bulunmaktadır. Bunlar haricinde cemaatin merkezinde çalışan birçok daireleri vardır. Bunlardan bazıları, kitap yazım yayın organları, talim ve terbiye bölümleri, genel yönetim birimleri, kadılık müessesesi ve fetva dairesidir. Cemaatin yıllık masrafları dört yüz bine yakındır. Bunların hepsi, “Allah kuluna yetmez mi,” diye buyurduğu O’nun vaadi sonucu karşılanmaktadır.
Cemaatimiz hattı zatında fakirdir. Çünkü Allah’ıncc sünneti gereği, başlangıçta fakir olanlar O’nun cemaatine ilk girenlerdir. Kuran-ı Kerim’de buyrulduğu üzere insanlar bu iman edenler hakkında onları gördüklerinde şöyle derler:
مَا نَرٰكَ اتَّبَعَكَ اِلَّا الَّذٖينَ هُمْ اَرَاذِلُنَا بَادِىَ الرَّاْیِ
“…Görünürde, aramızdaki rezil insanlar dışında, kimsenin sana tabi olduğuna tanık değiliz…” [59]
İlk önce fakirlerin iman etmesinde İlahi bir hikmet bulunmaktadır. Böylece hiç kimse, bu cemaat benim desteğimle yayıldı diyemez. Ayrıca muhaliflerin de böyle bir itiraz ileri sürmeleri mümkün değildir. Kısacası böyle bir cemaatin bu denli ağır bir yükün altından kalkması, İlahi destek olmaksızın imkânsızdır. Bu cemaate mensup fakir insanlar, başkalarının ödediği vergileri aynen ödemektedirler. Tarlaları için, yol, hastane, okul ve saire için de vergi vermektedirler. Özetle diğerlerinin üstlendikleri masrafların tümüne onlar da katlanmakla beraber, İslam’ın yayılması ve ihyası için de para harcamaktadırlar. Onlar, otuz beş seneden beri bu yükü taşımaktadırlar. Günümüzde durumları nispeten daha iyi olan kimseler cemaate katılmış oldukları halde, cemaatin masrafları da o denli artış göstermiştir. Diğer insanlar onlardan daha zengin olup, hep darlıktan şikâyet ederlerken, bu cemaatin mensuplarının aralıksız yüz binlerce Rupiyi Allah yolunda harcayabilmeleri, hayret uyandıran bir durum değil midir? Bu cemaat, mensuplarından Allah’ın lütfu ile ellerinde ne varsa vermelerini isteyecek olsa, onlar bunu vermeye daima hazırdırlar. Onlar böyle bir imana nereden sahip oldular? Şüphesiz, “Allah kuluna yetmez mi?” diye buyuran, onların da kalplerini değiştirmiştir. Vadedilen Mesihas sıradan masrafların nasıl karşılanacağı konusunda endişe duyarken, hangi güç, bu denli artan masrafları karşılamak üzere ona söz verdi ve sözünü yerine getirdi? Yeryüzünde kendine Müslüman diyen milyonlarca insan bulunmaktadır. Onlar İslam’ı yaymak için ne kadar harcıyorlar? Hindistan’ın diğer Müslümanları, İslam’ı yaymak maksadı ile Ahmediye Cemaati mensupları ölçüsünde mali yardım sağlasalar ve durumları da bizim gibi olsa, onların her sene milyonları toplamaları mümkün olurdu. Hâlbuki onların aralarında birçok zenginler, büyük sanayiciler ve yerel hükümdarlar bulunmaktadır. Doğrusu bu koşullar altında sadece Hindistan Müslümanların kat kat daha fazla harcamaları gerekir. Ancak onlar bu amaç uğrunda, bizim cemaatimize nispetle çok daha az harcamaktadırlar. Aramızdaki bu fark, bizlerin içine “Allah kuluna yetmez mi,” İlahi vaadinin işlemesinden kaynaklanmaktadır.
Onikinci gaybi haber: “Cemaatin büyümesi”
Şimdi de Vadedilen Mesih’inas öğretisinin yayılması hakkındaki müjdeli haberlerden bahsedeceğiz. Onun gelişinin gayesi, Kuran-ı Kerim’de zikrolunan, ancak insanların yüz çevirdikleri ilim ve marifetlerin yayılması idi. Yüz binlerce kişi bu gaybi habere tanık olmuştur. Allah-u Teâlâ bunu bildirdiğinde, bu haberin gerçekleşmesine müsait şartlar ve durum ortada yoktu. Bu gaybi haberin kelimeleri şöyledir:
“Senin mesajını dünyanın dört bir köşesine, Ben yayacağım.[60]
Ben, sana karşı ihlas besleyen ve seni içtenlikle seven grubu daha çoğaltacağım. Onların zürriyetini ve mallarını bereketlendirip, arttıracağım.[61]
(Allah,) bu (cemaati) öyle geliştirecek ki, onların çokluğu ve bereketi gözlere ilginç gelecek.
يَاْتُونَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ
Ziyaretçiler (sana) çokça gelecekler.[62] (Yani, dünyanın her tarafından insanlar senin cemaatine girmek üzere, sana gelecekler.)
اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ
Şüphesiz Biz sana Kevser verdik.[63] (Yani, sana her nimeti bol bol vereceğiz. Cemaat de bu nimete dahildir.)
“I shall give you a large party of Islam”
Sana büyük bir İslam cemaati vereceğim.[64]
ثُلَّةٌ مِنَ الْاَوَّلِينَ وَثُلَّةٌ مِنَ الْاٰخِرِينَ
Öncekilerden de büyük bir cemaat ve sonrakilerden de büyük bir cemaat sana verilecek.[65] (Bunun bir manası, önceki peygamberlerin ümmetinden büyük bir grubun, keza Müslümanlardan da büyük bir cemaatin Vadedilen Mesiheas iman edeceğidir.)
يَا نَبِىَّ اللّٰهِ كُنْتُ لَآ اَعْرِفُكَ
Yeryüzü diyecek ki: Ey Allah’ın nebisi! Seni tanımıyordum.[66]
اِنَّا نَرِثُ الْاَرْضَ نَاْكُلُهَا مِنْ اَطْرَافِهَا
Bizler yeryüzünün varisleriyiz. Kenarlarından onu yiyeceğiz.[67]
Bu vahiylerin büyük bir kısmı yayınlandığında, ona iman eden tek bir kimse bile yoktu. Onlardan bazıları ise, cemaatin yeni kurulduğu dönemde inmişti. Böyle bir zamanda onun bu vahiyleri yayınlayıp, büyük bir cemaatin onunla olacağını, müritlerinin Hindistan ile sınırlı kalmayıp bütün dünyaya yayılacağını, her dinden insanların çıkıp, ona tabi olacağını, Allah’ıncc onları çoğaltacağını ve de hiçbir ülkenin onun tebliği dışında kalamayacağını söylemesi, alelade bir şey midir? Acaba insan aklının, bir tahmine dayanarak böyle konulardan haber vermesi mümkün mü?
Çağımız, ilim çağıdır. İnsanlar doğuştan mensup oldukları dinlerini terk etmektedirler. Oysa bu dinlerin doğrulukları, çocuk yaştan itibaren onların içlerine yerleştirilmeye çalışılmıştı. Bugünlerde Hıristiyan, Hıristiyan değildir, Hindu, Hindu değildir, Yahudi, Yahudi değildir, Parsi, Parsi değildir. Bunun aksine, bu dinlerin sadece örf ve adetleri kalmıştır ve rasyonalizm onların yerini almıştır. Bu şartlar altında Hz.Mirza Gulam Ahmed’inas, kendi peygamberlerinden usanıp, doğa kanunlarına tabi olanların, ona iman edecekleri hakkında haber vermesi, görünürde imkansız bir durumdu. O, Urduca, Arapça ve Farsça haricinde hiçbir dil bilmiyordu. O, bir Hindistan vatandaşı idi ve onlar otuz sene öncesine kadar Arabistan ve İran’da hakir görülürlerdi. Böyle bir durumda Arabistan, İran, Afganistan, Suriye ve Mısır vatandaşlarından kendisine iman edenlerin bulunacağını, kimsenin aklına getirmesi bile mümkün değildi. Hindistan’da Batı eğitimi almış kimseler, Kuran-ı Kerim’in İlahi kelam olmayıp, (hâşâ) Peygamber Efendimizinsav sözleri olduğuna inanıyorlardı. İnsanların, böylelerinin bir gün Allah’ıncc insanlar ile konuştuğuna iman edeceklerini, bugün bile akıllarına getirmeleri mümkün değildir. Onlara göre İngilizce bilmemek, günah hükmünde bir durumdu. Hz.Mirza Gulam Ahmedas ise, tek bir İngilizce kelime bilmezdi, Avrupa dillerinden habersizdi ve Batı ilimlerine de aşina değildi. Onların örf ve adetlerinden de hiç haberi yoktu. Vadedilen Mesihas, yaşadığı Pencab Eyaleti dışında sadece bir kez Aligarh’a kadar gitmişti. Böyle bir kimsenin, görüşleri ile Batılıları da ikna edeceğine kimse inanmazdı. Batılı ilim adamları ve sanatkarlar, Asyalıları haşerattan bile daha hakir görmekteydiler. Onların Vadedilen Mesih’inas sözlerine kulak vereceklerini kim düşünebilirdi ki. Asya’dan soyutlanmış ve Hindistan’da dilerini bilen tek bir kimse bulunmayan Afrikalı insanların da ona iman edeceklerini, hiç kimse tahmin edemezdi. Bütün bu engeller bir tarafta iken, Allah’ıncc kelamı ise diğer taraftaydı. Sonuç olarak Allahcc tarafından söylenenler gerçekleşti. Bir adam yapayalnız bir şekilde evinin daracık avlusunda gezinirken aldığı vahiyleri kağıda döküyordu ve bütün dünyada kabul göreceğine dair haberler veriyordu. Hâlbuki onun bölgesinde bile tanıyanı yoktu. Allah’ıncc desteği ve yardımı bütün bu engelleri aştı, o adam bir bulut gibi yükseldi ve de gürledi. Kıskanç düşmanlarının bakışları altında, o bir anda tüm semaya yayıldı ve Hindistan, Afganistan, Arabistan, Sri Lanka, Buhara, Doğu Afrika, Mauritius, Güney Afrika, Batı Afrika’da Nijerya, Gana, Sierra Leone keza Avustralya, İngiltere, Almanya, Rusya ve Amerika’ya bereketli yağmurlar halinde yağdı.
Bugün dünyanın her kıtasında Vadedilen Mesih’inas cemaati bulunmaktadır. Hıristiyanlar, Hindular, Budistler, Parsiler, Sihler ve Yahudiler gibi, her dinin mensuplarından bir kısmı onun cemaatine katılmışlardır. Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya halklarından bir kısmı da ona iman etti. Eğer onun söyledikleri Allah’ıncc kelamı değildiyse, bu nasıl gerçekleşti. Bir zamanlar İslam’ı yutmakla meşgul olan Avrupa ve Amerika’yı, bugün Vadedilen Mesih’inas eliyle İslam yiyip yutmaktadır. Bugün yüzlerce insan İngiltere ve Amerika’da İslam’ı kabul etmişlerdir. Rusya, Almanya ve İtalya’dan da bazı kimseler Vadedilen Mesiheas iman ettiler. Bir zamanlar, gayrimüslimlerin eli ile üst üste yenilgiye uğrayan İslam, bugün Vadedilen Mesih’inas duasının bereketi sonucu, onlara her alanda üstün gelmektedir. Keza İslam’ı kabul edenlerin sayıları da gittikçe artmaktadır. Her türlü hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
[1] Cin suresi, ayet 27-28
[2] Tesniye, b.18, ayet 22
[3] Tezkere, s.88, (4. baskı)
[4] Emir Habibullah Han, Afgan Kralı olan babası Abdurrahman’dan sonra 1Ekim1901’de tahta çıkmıştır. Onun zamanında, İngiltere Afganistan’a bağımsızlığını tanıyacağına dair söz vermişti. Kral 20 Şubat 1919’da öldürülmüştür.
[5] Frank A. Martin sekiz yıl süreyle Emire bağlı Baş Mühendis olarak hizmet eden ve bu süre zarfında o bölgede yaşayan tek İngiliz’dir. (bkz. Under The Absolute Amir)
[6] Eserin orijinal bilgileri: “Under The Absolute Amir” yayıncı Londra ve New York’da Harper & Brothers, basım tarihi 1907
[7] Nahl suresi, ayet 70
[8] Neml suresi, ayet 24
[9] Bkz. dipnot 258 ve 259
[10] Bakara suresi, ayet 50
[11] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, b.1, ayet 22
[12] Tacu’l-Urus, c.2 s.138, H.1306, Mısır (1. baskı)
[13] Tezkere, s.591, (4. baskı)
[14] Ruhani Hazain, c.6, s.292, Ceng-i Mukaddes
[15] Review of Religions, Eylül 1902, s.342-345
[16] Tezkere, s.229, (4. baskı) Tercümesi: “Bu cansız bir buzağıdır, onun için sıkıntı ve azap vardır.”
[17] Ruhani Hazain, c.5, s.649-651, Ayna-yi Kemalat-i İslam
[18] Ruhani Hazain, c.12, s.119, İstifta
[19] Ruhani Hazain, c.6, s.33, Barakatü’d Dua
[20] Ruhani Hazain, c.5, s.639, Ayna-yi Kemalat-i İslam
[21] Ruhani Hazain, c.22, s.248, Hakikatu’l Vahiy
[22] Ruhani Hazain, c.4, s.124, Al Hak Mubahasa Ludhiana
[23] Kenzu’l Ummal, c.14, s.343, Rivayet 38879, 1975 yılı, Halep
[24]Ruhani Hazain, c.8, s.232, Nuru’l-Hak, Kısım II
[25] Ruhani Hazain, c.16, s.303, Hutbe-i İlhamiye
[26] Ruhani Hazain, c.16, s.346, Eyyamu’s Sulh
[27] Ruhani Hazain, c.12, Sirac-i Münir, s. 70-71
[28] Tezkere, s.314-315, (4. baskı)
[29] Tezkere, s.313-314, (4. baskı)
[30] Ruhani Hazain, c.14, s.363, Eyyamu’s Sulh
[31] Tezkere, s.515, (4. Baskı)
[32] Tezkere, s.534 (4.Baskı)
[33] Tezkere, s.537 (4.Baskı)
[34] Tezkere, s.543 (4.Baskı)
[35] Tezkere, s.543 (4.Baskı)
[36] Tezkere, s.559 (4.Baskı)
[37] Tezkere, s.563 (4.Baskı)
[38] Tezkere, s.563 (4.Baskı)
[39] Tezkere, s.566 (4.Baskı)
[40] Tezkere, s.609 (4.Baskı)
[41] Tezkere, s.608-609 (4.Baskı)
[42] Tezkere, s.625 (4.Baskı)
[43] Ruhani Hazain c.21, s.127-152, Berahin-i Ahmediye c.5
[44] Tezkere, s.527 (4.Baskı)
[45] Tezkere, s.463 (4.Baskı)
[46] Ahzab suresi, ayet 11,12
[47] Tezkere, s.540 (4.Baskı)
[48] Naziat suresi, ayet.25
[49] Balfour, Arthur James (1848-1930) Önemli İngiliz siyasetçisidir. Muhafazakar Partide elli sene süreyle saygın bir yer sahibi olmuştur. 1902-1905 arasında Başbakanlık yapmıştır. 1917 senesinde Dışişleri Bakanı iken Balfour Bildirisi ile Yahudilerin Filistin’i vatan edinme talebini desteklemiştir.
[50] İsra suresi, ayet 105
[51] Tefsir Fethu’l Beyan, c.5, s.371, H.1301, Mısır
[52] İsra suresi, ayet 8
[53] II. Nikola (1868-1918)
[54] Kerensky Alexander Feodorovich (1881-1971)
[55] Tezkere, s.540 (4.Baskı)
[56] Tezkere, s.782 (4.Baskı)
[57] Tezkere, s.24 (4.Baskı)
[58] Tezkere, s.25 (4.Baskı)
[59] Hud suresi, ayet 28
[60] Tezkere, s.312 (4. Baskı)
[61] Tezkere, s.141 (4. Baskı)
[62] Tezkere, s.297 (4. Baskı)
[63] Tezkere, s.476 (4. Baskı)
[64] Tezkere, s.103 (4. Baskı)
[65] Tezkere, s.103 (4. Baskı)
[66] Tezkere, s.595 (4. Baskı)
[67] Tezkere, s.466 (4. Baskı)