Tebliğ yöntemleri hakkında sürekli düşünmek
Diğer işlerimizin yanı sıra bütün dünyaya, her mezhebe, her millete ve fırkasına hidayeti yayma görevimiz de olduğu için tebliğ yapmanın yöntemlerini ve gereksinimlerini sürekli düşünmek zorundayız. Özellikle hangi yöntemlerin daha iyi netice vereceğini ve hangi yollara başvurmanın daha faydalı olacağını; daha üstün sonuçlar doğuracağına özellikle kafa yormak durumundayız. Yaklaşık otuz senedir tebliğ yaptığımızı görüyorum ama elimizdeki güçlü delillere ve doğrulara bakacak olursak beklenmesi gereken neticeyi daha elde edemediğimiz de apaçık görülmektedir.
Faydalı ve büyük neticeler ancak iki şeyle mümkün olurlar. Birincisi kuvvetli ellerdir; ikincisi ise güçlü silahlar. Ama ikisinin aynı anda mevcut olması şarttır. Yoksa güçlü ellere işe yaramayan silahlar verilse pek netice alınamayacağı gibi zayıf ellere güçlü silahların verilmesi de sonuç vermeyecektir. Örneğin sıska birisi elinde çok keskin bir kılıcı alıp savaş meydanına çıkarsa da hemen öldürülecektir ve aynı şekilde güçlü bir asker ucu kırık bir tüfekle savaşa dalarsa pek fazla dayanamayacaktır.
Sözün özü faydalı bir netice ancak bu iki unsurun bir arada bulunmasıyla elde edilir. Eller güçlü olmalı; antrenmanlı olmalı ve kullanılan silahlar da son derece güçlü ve üstün olmalı.
Beklenmesi gereken netice neden yoktur?
Bu durumda eğer beklediğimiz neticeyi alamıyorsak bu iki unsurdan hangisinin eksik olduğunu düşünmek zorundayız. Acaba elimizdeki silah mı köhne ve çağdışıdır; yoksa sorun bizde midir? Ya da belki de hem biz hem elimizdeki silah işe yaramayan birer şey haline gelmişiz. Derin düşünecek olursak silahımızın eksik veya işe yaramayan olması söz konusu olamaz çünkü düşmanımız dahi onun üstünlüğünü kabul etmektedir. Elimizdeki delillerin son derece kuvvetli ve keskin olduğunu itiraf etmektedir. Özellikle Vâdedilen Mesih’den (a.s.) bize aktarılan delil ve ispatlar düşmanlarımızı iyice sarsmıştır; diz çökmek mecburiyetinde bırakmıştır. Bütün şu kanıtlar varken ve ayrıca Vâdedilen Mesih’in (a.s.) Allah (c.c.) tarafından gönderildiğinin de kanıtları ve delillerini inceledikten sonra iman etmiş olduğumuza göre hala neticeye ulaşamıyor olmamızın eksikliği bizden kaynaklanıyor olduğunun göstergesidir. Elimizdeki silahları hakkıyla ve iyi kullanabiliyor olsaydık neticesiz kalmamız imkânsız olurdu. Yani her şey silahı kullananların eksikliğine işaret etmektedir; becerisizliklerini göstermektedir. Yeni yıla giriyor olduğumuz için arkadaşları toplayıp tebliğin nasıl iyi netice verdiği konusunda bir şeyler söylemenin uygun olacağını düşündüm.
Muhataplar
Bugün buraya zaten tebliğ işiyle meşgul olanlara çağırdım. Ayrıca ileride mübelliğ olmak isteyenleri de davet ettim ki bu konulardan istifade etsinler ve detayları kalplerinde kalıcı bir iz bıraksın. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) çocuk doğar doğmaz kulağına ezan okunmasını emretmiştir ki ilk günden Allah’ın ismi kulağına girmiş olsun. İşte aynı mantıkla ileride tebliğ yapacak olanları da istifade etsinler ve bu konular iyice otursun diye çağırdım ve onlar da benim muhataplarımın arasındadır. Son olarak da mübelliğleri yönetecek ve onlara yol gösterecek olan grubu çağırdım çünkü onlar da bu konuların detaylarından haberdar olmazlarsa doğru dürüst yönetemezler. Yani muhataplarım üç gruptan ibarettir. İşi yapanlar; ileride tebliğ yapmaya düşünenler ve bunları yönetip iş alacak olanlar.
Muhatapların tipleri
Sonra bu muhatapların üçü de farklı tipten insanlar olabilir. Bu açıdan bakınca muhataplarımın arasında her şeyden önce bakış açısı son derece dar olan insanlar vardır. Örneğin şu anda öğrenci olanların bakış açıları genellikle sınırlı ve dar olur. Bunların misali kuyuda yaşayan kurbağa gibidir. Bir seferinde bu kurbağa denizde yaşayan kurbağayla görüşmüş ve “deniz ne kadar büyüktür; anlatsana” demiş. O da “çok büyüktür” diye cevap verince ilki “benim kuyum kadar var mı?” demiş. “yok canım; çok büyüktür” cevabı gelince bu da zıplamış ve “bu kadar var mı?” demiş. Deniz kurbağa “o da ne ki; dedim ya deniz çok büyüktür” diye söyleyince bu kızıp birkaç kez üst üste zıplamış “ bu kadar da değildir herhalde” demiş ama deniz kurbağası “sen ne diyorsun; alakası yok bunlarla; deniz çok büyüktür” diyerek cevap vermiş. Kuyuda yaşayan kurbağa bu sefer iyice sinirlenmiş ve “sen yalancının tekisin; seninle konuşulmaz” demiş ve gitmiş. İşte öğrencilerin durumu da böyle olur. Ellerine bir delil geçer ve başlarlar zıplamaya. “Bütün dünyayı bu delille fethederiz” derler; “bunu kim ret edebilir ki” derler. Oysaki farklı insanlar yapıları gereği farklı delillere muhtaç olurlar ve farklı liyakatlere sahip düşmanlara karşı farklı malzemelerin kullanılması şarttır. Bir delil belli bir tipten olan beş on kişi için faydalıyken yüzlerce binlerce insan için tamamen faydasız olur; hiç etki yapmaz. Dolayısıyla bir mübelliğ bitmek tükenmek bilmeyen deliller hazinesine sahip olmalı. İşte dediğim gibi bazı insanların bakış açıları son derece dar olur. Bir delili alıp onu her şey sanırlar; “kimse buna inkâr edemez; bu herkese yeter” derler. Oysaki bu doğru değildir. Bunların misali köyde yaşayan ve çalılardan erikleri koparmaktan başka işi olmayan çocuklar gibidir. Bu çocuklar olsa olsa hayvanlar için yemi getirirler ya da onları biraz otlatırlar. Ne büyük bir şehri görmüş olurlar ne de tren veya telgraf gibi modern icatları. Birisi bunlardan bahsederse resmen hikâye dinler gibi dinlerler. Bu bilgiler bunlarda bir değişiklik yaratmaz; bir gün bu yeni bilgilerden faydalanabileceklerini düşünmezler; sadece bir hikâye gibi dinleyip ardından aynen bir hikâye gibi unutuverirler. İşte öğrenciler de böyle olurlar; nitekim dar bakışa sahip insanlar da. Bir delille tüm münazaraları kazanacaklarını sanırlar. “Düşmanın falanca delilini ret etmek çok kolaydır. Hocamızın anlattığı şekilde anlatırsak konu bitecektir; susmaya mecbur kalacaktır” derler. Bilmezler ki dünyada yanlış bir şeyi süsleyip doğruymuş gibi gösterebilen insanlar vardır; onlara göre apaçık olan delilleri de hiç düşünemedikleri itirazlarla ret edip konuyu karıştırabilen insanlar vardır.İkinci tip insanlar dar bakışlı olmayıp görmüş etmiş insanlardır; çeşit çeşit insanlarla görüşüp muhaliflerin düşüncelerini bilen insanlardır. Ama geniş bakışa sahip olmaları gördüklerinin çokluğu yüzündendir; bilgilerinin derinliği yüzünden değil. Yani çok bilirler ama bilgileri sathi olur. Kadınların “insanlar nasıl Allah’ın (c.c.) varlığını ret ederler; böyle bir şey nasıl mümkündür” dediğine çok kez şahit oldum. Ama bunlar dünyada olup bitenlerden habersizdirler; bazı insanların “bir kişi tanrıya nasıl inanabilir ki; böyle bir şeyin delili mi olur?” dediklerinin farkında bile değiller. Böyle kadınlar Müslüman evlerde doğup kimsenin Allah’ı (c.c.) inkâr edemeyeceğini resmen varsaymışlardır. Oysaki geniş bir bakış açısına sahip olsaydılar bu kadar masumiyetle ve bu kadar şaşkınlıkla böyle demezlerdi. Mübelliğlerimizin bir kısmı da geniş bir bölgeyi taramış olurlar ama taramaları yüzeysel olur; derine inmez. Dini ihtilaflardan haberdar olurlar ama bu ihtilafların nedenlerini bilmezler. Nereden oluştuğunu ve arkasında neyin yattığını bilmezler. Böyle birisinin misali kuyunun içine bakıp suyun varlığından haberdar olan ama suyun derinliğinden ve nereden çıktığından tamamen habersiz birisi gibidir. Dünyada çeşitli konulara karşı yapılan itirazları bilirler; insanların düşüncelerine vakıflar; yavaş yavaş ateistliğin yaygınlaştığını görürler; bazı insanların dini liderlerle alay ettiğini, hakir gördüğünü de bilirler ama bütün bunların sebeplerini bilmezler. İnsanların neden yavaş yavaş bu düşüncelere kapıldığını ve dinden nefret eder hale geldiklerini bilmezler. Üçüncü grup her açıdan eksiksiz gruptur. Bakış açısı geniştir, insanların düşüncelerine de vakıftır ve bu düşüncelerin nereden geldiğini ve neden oluştuğunu da anlamaktadır. Zahirdeki değişikliklerin arkasında ne gibi gizli kuvvetlerin işlemekte olduğunu bilirler.
Her üç tipten insanı muhatap almanın amacı
Şimdi söyleyeceğim şeyleri her üç tipten insanı düşünerek söyleyeceğim. Belki bir kısım için her şeyi anlamak zor olacaktır ama dediğim gibi öğrencileri çağırmanın sebebi sadece şudur ki kulakları dolsun; tam anlamasalar da duya duya alışmış olsunlar. Diğer iki grup tecrübeleri yüzünden bu konuları anlayabilir. Bunlara anlatmanın amacı şudur ki eğer dediklerimi bilmiyorlarsa öğrensinler ve eğer biliyorlarsa yine dinleyip üzerinde düşünsünler ve daha da iyi anlasınlar.
“Mübelliğ” kelimesinin anlamı ve bir mübelliğin işi
Bu girişten sonra artık “mübelliğ” kelimesinin ne anlama geldiğini anlatmak istiyorum; işinin ne olduğu konusuna ışık tutmak istiyorum. Kelime anlamı itibariyle “mübelliğ”, “ulaştıran” demektir ama biz bu kelimeyi kullandığımız zaman “ne ulaştırırsa ulaştırsın; yeter ki bir şeyler ulaştırsın; işte o zaman mübelliğ olur” demek istemeyiz. İslami bir terim olarak kullanıldığı zaman kastedilen İslamiyet’in esaslarını diğerlerine ulaştıran kimsedir. Günümüzün mübelliğleri buruzi[1] mübelliğlerdir. İnsanlar hala buruzi peygamberliği tartışıyorlar; oysaki bizim her şeyimiz buruzidir. Tebliğimiz buruzi olduğu gibi imanımız dahi buruzidir. Asıl ve ilk ve tek gerçek mübelliğ Peygamber Efendimizdir (s.a.v). Bizler ise ancak onu taklit ederek; ondan feyiz alarak mübelliğ olabiliriz. Aynı şekilde hakiki ve gerçek anlamda mümin sadece Peygamber Efendimizdir (s.a.v). Bizler buruzi müminleriz çünkü mümin olabilmek için her şeyi ondan öğrendik; ondan aldık. Dediğim gibi gerçek mübelliğ de sadece odur ve dolayısıyla Allah’ın ona ne dediğine iyi bakmalıyız. Bu açıdan bakınca Allah’ın (c.c.) ona şunu dediğini görüyoruz; Bu tanımı dikkate alacak olursak İslami bir mübelliğin görevi Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) indirilmiş olan her şeyi insanlara ulaştırmaktır. Bu konuda titizlik göstermezlerse mübelliğ yani ulaştıran sayılamazlar. Dikkat buyurunuz; Allah (c.c.) “ulaştır; Rabbin sana ne indirdiyse ulaştır” demiştir. Sonra şöyle devam etmiştir;
Tebliğin çeşitleri
Tebliğ ana prensiplerin ulaştırılması ve detayların ulaştırılması şeklinde ikiye bölünür. Diğer dinlerin mensuplarına önce ana prensiplerinin aktarılması gerekir; kabul edenlere ise detaylar anlatılır; şu nasıl yapılır, bu nasıl yapılır teker teker açıklanır. Bu açıdan bakınca tebliğ kaba olarak ikiye ayrılır; İslamiyet’i kabul etmeyenlere sadece ana prensipler anlatılır ama Müslüman olup da detaylarından habersiz olanlara veya haberdar olup da uygulamayanlara tüm detaylar örnekleriyle ulaştırılır. Bazen bunlara da ana prensipleri anlatmak gerekebilir. Yani tebliğin bir zahiri[4] tarafı vardır bir de batini[5] tarafı vardır. İslamiyet’e girmemiş olanların zaten kalpleri daha mühürlüdür. Önce bu kilitlerin açılması gerekir yoksa içlerine başka bir şey sokamazsınız. Dolayısıyla önce dışarıdan tedavi etmeniz gerekir. Ama kendi cemaatimizin üyeleri için bu söz konusu değildir. Onlar kalplerini ıslah edilmek için bize açtıklarından içlerinin temizlenmesi mümkündür. Böylelerinin içine takva, paklık ve ruhaniyet yerleştirilerek ıslahları için çabalamamız gerekir.
Bir mübelliğin işinin önemi
Unutmayın ki bir mübelliğin işi çok büyüktür. İnsanlar bir şeyi bile kabul etmeye hazır olmazlar. Oysaki bir mübelliğ binlerce şeyi kabul ettirmek ister. Sonra bir kişinin fikrini değiştirmek bile çok zorken mübelliğ tüm dünyanın fikrini değiştirmek ister. Nizam gereği belli mübelliğler belli bölgeleri üstlense de gerçek şudur ki bir mübelliğin bölgesi yoktur. Gurdaspur’un[6] mübelliği aslında aynı zamanda tüm dünyanın mübelliğidir. Aynı şekilde Lahor’da çalışan bir mübelliğ de tüm dünya içindir. Kur’ân-ı Kerim’e göre mübelliğin sabit bir bölgesi olmaz; tüm dünya onun olur. Sözün özü bir mübelliğin işi o kadar büyüktür ki hükümetlerde bunu başaramaz. Hükümetler hırsızlık, adam öldürmek, silahlı soygunlar yapmak gibi şeyleri zorla durdururlar; insanların kalplerinden silmezler. Aynı şekilde hükümetler bir katili asabilirler ama günahın meylini kalbinden yok edemezler. Oysaki bir mübelliğin işi kalplerden yanlış bilgileri çıkartıp yerine doğru bilgileri yerleştirmektir. Bu o kadar zor bir iştir ki hükümetler dahi acizdirler. Silahları, hapishaneleri, polis ve orduları, hâkimleri ve diğer tüm araç gereçlerine rağmen acizdirler.
[1] Asıl olmayıp aslı taklit edip ondan feyiz aldığı için benzerlik kazanan bir şey
[2] Maide 68
[3] İkinci halife hazretlerinin halife seçildiği dönemde cemaatten ayrılan bir grup. *
[4] Gözle görülen; apaçık olanı
[5] Apaçık olmayan; gizli perdelerin arkasında olanı
[6] Hindistan’ın bir ili
[2]“Sana indirilen ne varsa hepsini insanlara ulaştır.”
“Eğer böyle yapmazsan ulaştırmamış olursun.”Şimdi hepsini beraber okuyacak olursak anlamı “ulaştır; ulaştırmazsan ulaştırmamış olursun” olacak ki bu anlamsız bir çeviri olur. Örneğin birisi “eğer ekmek yemezsen; ekmek yememiş olursun” veya “eğer su içmezsen; içmemiş olursun” derse bu abes ve beyhude olur. Öyleyse “ulaştırmamış olursun”’un anlamı nedir? Asıl anlamı şudur ki “ne varsa hepsini ulaştır” ayetindeki vüsat ve geniş kapsam en ufak bir eksiklik söz konusu olunca dahi tüm işi abes ve anlamsız kılmaktadır. Yani Allah (c.c.) “eğer en ufak bir şeyi dahi unutursan veya kaçırırsan sanki hiçbir şey ulaştırmamış gibi olursun” demek istemektedir. Sebebi de şudur ki o kelamın tamamının ulaştırılması gerekiyordu; her virgülü dahi önemliydi. İşte bir mübelliğin işi de budur; yani Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) indirilen tüm öğretiyi tam manasıyla dünyaya ulaştırmak. Ayrıca öğretinin ilgili bölümlerini ilgili kişilere ulaştırmak da onun işidir. Başkasına ait olanını başkasına vermek de ona yakışmaz; böyle yaparsa işini yapmamış olacaktır. Onun görevi kim için ne varsa onu ona ulaştırmaktır. Örneğin kurban etleri dağıtılır, ama eğer dağıtan kişi on parça vermesi gerektiği yerde sekiz parça verse ya da bazılarına hiçbir şey dağıtmazken diğerlerine fazla fazla dağıtırsa işini yapmış olmayacaktır. “Sekiz hisse verdim ya; tam on vermediysem ne olur” diyemez. Aynı şekilde bir mübelliğin tam olarak öğretiyi ulaştırması gerekir; kimin için ne varsa onu ona ulaştırması gerekir. Hepsini tek bir kişinin önüne yığması da doğru değildir. Örneğin birisi komşusuna hem ateistlik, hem Hıristiyanlık hem Yahudiliğin retlerini anlatırsa ama asıl ateistlerle veya Hıristiyanlarla veya Yahudilerle görüşünce hiçbir şey demezse hakkında “ulaştırdı” diyemeyiz. Onun görevi ateistlerle ilgili delilleri ateistlere, Hıristiyanlıkla ilgili delilleri Hıristiyanlara ve Yahudilikle ilgili delilleri Yahudilere ulaştırmaktı. İşte aynı şekilde tüm öğretiyi ilgili kişilere ulaştırmayan işini yapmış sayılamaz; böyle birisi mübelliğ değildir. Örneğin birisi Hıristiyanları görüp bir taraftan onları övüp diğer taraftan Yahudilerin eksikliklerini saymaya başlarsa veya Hindularla beraber olunca Hıristiyanların hatalarını konu ederse ya da Ahmedi olmayan Müslümanlara gidince onların hatalarını hatırlatacağına Mecusi’lerin hatalarını anlatmaya kalkışırsa bunun hiçbir faydası olmaz. Asıl işini kesinlikle yapmamış olur. Peyghami[3]’ler bu konuyu anlayamadıkları için bizden ayrılmışlardır. Onlar da gayrı ahmedilere gidince Hıristiyanların sorunlarını tartışıyorlar; Hindulara gittiklerinde başka bir mezhebi çekiştiriyorlar. Resmen Ahmet’in şapkasını Mehmet’e ve Veli’nin ayakkabısını başkasına verirler. Bu stratejinin neticesi zaten ortadadır. Bir kavmin eksiklikleri ve hataları ona anlatılmadıkça bir şey değişmez; bir mübelliğ işini yapmamış olur çünkü Kuranın bu ayeti (2) Yahudilere Yahudiler için gerekli olanını, Hıristiyanlara Hıristiyanlar için gerekli olanını, gayrı Ahmedilere gayrı Ahmediler için gerekli olanını ve Ahmedi’lere Ahmediler için gerekli olanını ulaştırmayı emrediyor. Mübelliğlerin kendi eğitimi tabii ki hepsini içerecektir ama tebliğ ederken kimin malı neyse ona onu verecektir. Alakasız şeylerden bahsetmeye başlarsa ayete ters düşen bir şey yapmış olacaktır. Velhasıl Kur’ân-ı Kerim’e göre tüm doğruları ilgili kişilere ulaştırmak bir mübelliğin işidir. Tam mesajı ulaştırmayan mübelliğ değildir. Aynı şekilde başkasının bilmesi gerekeni başkasına ulaştıran da mübelliğ değildir. Bunun adı “ulaştırmak” değil “atıp gelmek”’tir. Örneğin postacı birisinin mektubunu başkasının kutusuna koyarsa “ulaştırdı” demeyiz. “Resmen bir yerlere atıp geldi” deriz. Yani “mübelliğ” kelimesi bile işinin mahiyetini açıklıyor. Kime hangi doğru gerekiyorsa tam tamına ulaştıran mübelliğ olur. Eksiksiz ulaştırılmalıdır; bölük pörçük veya noksan şekilde değil. Bakınız kısacık bir ayet bu görevin detaylarını nasıl da anlatıyor.