Seyyidna Hazret Halifetü’l Mesihi’l Hamis Atba, 2 Aralık 2016’da Londra’daki Beyt-ül Futuh camiinde Cuma hutbesi irşad etti. Hutbe, çeşitli dillerdeki tercümesi ile birlikte MTA’da canlı olarak yayınlandı.
Teşehhüd, taavvuz ve Fatiha suresinden sonra Huzur-i Enver (Atba) şöyle dedi:
Bazı insanlar, bazı görevliler veya görevli olmayan insanlar aleyhinde şikayette bulunurlar ve o şöyle yaptı, böyle yaptı, derler. O şu suçu işledi, bu şeriate aykırı filan harekette bulundu, derhal bunlar aleyhinde işlem yapılmalı çünkü bunlar cemaatin adını kötüye çıkarıyorlar, derler. Fakat genellikle böyle yazanlar, kendi isimlerini yazmazlar, ya da farazi bir isim ve farazi bir adres yazarlar. Açıktır ki böyle insanların şikayeti ile hiçbir işlem yapılmaz, yapılamaz. Bir müddet geçtikten sonra da, “şimdiye kadar bir işlem yapılmadı, eğer işlem yapılmazsa bu büyük bir zulüm olacaktır,” diye tekrar şikayet gelir.
Bu isimsiz şikayette bulunma hastalığı Pakistan ve Hindistan halkında fazladır. Ve böyle insanlar her devirde görülür. Hz. Muslih Mevud’un (ra) zamanında da, üçüncü hilafet döneminde de, dördüncü hilafet döneminde de böyle isimsiz şikayette bulunanlar vardı. Hz. Muslih Mevud (ra) böyle bir şikayet üzerine bir defasında bir hutbe vermişti. Bu hutbe, böyle insanların ağzını kapatan, geniş ve açıklayıcı bir hutbe olduğu için ondan istifade ederek bugün bir şeyler söylemeyi düşündüm.
Şikayet eden kişi kendi adını yazmıyorsa veya farazi bir isim yazıyorsa, ilk olarak bu münafıklıktır ya da o şikayet yalandır. Eğer onda cesaret ve doğruluk olsaydı, hiçbir şeyi umursamazdı. Bir taraftan, biz canımızı, malımızı, vaktimizi, saygınlığımızı feda etmeye her zaman hazır olacağız diye söz verilmiştir, öte yandan bir iş, onların düşüncesine göre cemaatin saygınlığını ve vakarını zedelerken, kendi saygınlıklarına bir zarar dokunmasın diye kendi isimlerini gizlemeye başlarlar. İşte, birisi daha baştan zayıflık gösterdiyse onun diğer sözlerinin de yanlış olması imkan dahilindedir.
Allah-u Teala Kuran-ı Kerim’de, size bir haber ulaştığında araştırın, buyurur. Her aklıselim bilir ki haber ulaştıranın sözünü duyar duymaz hemen o konuyla ilgili araştırma başlatılamaz, başlatılmaz da. Aksine, bu haberi veren kimse, kendisi nasıl birisidir diye bakılır. Araştırmanın başlangıcı buradan olur. İlk araştırma, acaba o her kötülükten pak birisi midir diye, haber veren ile ilgili olur. Acaba bu haberi veren, bizzat kendisi herhangi bir kötülüğe müptela mıdır? İmanı zayıf mıdır? Bu olmaz ki, bizzat kendisinin imanı zayıf olsun ve diğerleri hakkında şu şöyledir, bu böyledir diye suçlamalarda bulunsun. Kısacası tahkikat yapmadan önce, şikayette bulunan nasıl birisidir, mümin midir, fasık mıdır, diye bakmak şarttır. Şikayet eden hakkında bilgi olmayınca onun hangi zümreden geldiği de öğrenilemez. Tabii ki eğer birisi, cemaatin menfaatlerine zarar veren bir konuyu yazmışsa o zaman kendimiz hakkında araştırma yaparız.
Hz. Muslih Mevud (ra) der ki, Kuran-ı Kerim’in talimatı şudur: Eğer fasık birisi size şikayet ile gelirse ve birisi ile ilgili kötü bir şey söylüyorsa, onu araştırın. Araştırdıktan sonra herhangi bir işlem yapın. Ancak şikayette bulunan, kendi adını yazmamak suretiyle ilk önce kendi kendini suçlu yapar. Ondan sonra da, kendi sözü aynen yazıldığı gibi kabul edilsin ve şikayet ettiği kişiye derhal ceza verilsin ister. (Halbuki kendi adını gizlediği için bizzat kendisi suçludur.)
Hz. Muslih Mevud (ra) şöyle der: Fasığın manası, sadece kötü işler yapan demek değildir. Hiç şüphe yok ki Arapçada kötü işler yapanlara da fasık denir. Ancak sözlüğe göre, çok çabuk parlayan ve her zaman tartışan, kavga eden kimseye de fasık denir. Fısk, düşük itaat seviyesi de demektir. İtaat dışına çıkan bile fasıktır. Fasığın anlamı, “yardımcı olmayan” da demektir. Fasık kelimesinin, insanların küçük küçük kusurlarını abartarak ortaya süren kimse, anlamı da vardır. Ve fasık birisi şunu da söyler: ona en ağır ceza verilmeli. Ona göre, onun affedilmesinin hiçbir yolu yoktur. Acele tabiatlı birine bile fasık denir.
Hz. Muslih Mevud (ra) bir Ahmedi arkadaşla ilgili şöyle der: O, ihlas sahibi eski bir Ahmedi idi. İhlası konusunda hiç şüphe yoktu, fakat onun, küçük meseleler hakkında son fetvayı verme adeti vardı. Onun tabiatında şu hastalık vardı: küçük küçük şeyleri alıp, küfür fetvasına vardırmadan bırakmazdı, küçücük bir şeyi yakalar ve hemen küfür fetvası yapıştırırdı. Kısacası Hz. Muslih Mevud (ra) böyle acelecilere, onlar ihlas sahibi bile olsalar, bu misali vermiştir. Fakat birisi ismini dahi gizliyorsa ve imanı da zayıfsa ve diğerleri aleyhinde fetva da veriyorsa, fasık kelimesinin beyan edilen bütün bu anlamları bakımından o kesinlikle fasık sayılır.
Kısacası, isimlerini yazmadan şikayette bulunan herkes anlasın ki, onların bu, kendilerini tanıtmadan şikayet etmeleri Kuran-ı Kerim’e aykırıdır. Çünkü Kuran-ı Kerim, önce şikayette bulunanlar hakkında araştırma yapın, buyurmuştur. Eğer sadece şikayet edenin sözü üzerine, onların talep ettiği şekilde araştırma yapılmaksızın işlem yapılmaya başlanırsa, cemaat ilerlemek yerine çöküşe gidecektir. Vaktin halifesi de, Cemaat nizamı da böyle bir araştırma yapmayacaktır. Birisinin sözüne göre davranılmaya başlanırsa bu da ilerlemeye götürmeyecektir. Böyle olursa herkes kalkıp, benim isteğime göre karar verilsin diyecektir.
Hz. Muslih Mevud (ra) şöyle beyan eder: Eğer biz, şikayet edenin çok ihtiyat sahibi, muttaki, ihlas sahibi olduğunu biliyor bile olsak, böyle birisi şikayette bulunduğunda, her şeyi bilmemize rağmen yine de bunu araştırmak gereklidir ve araştırılacaktır.
Hz. Muslih Mevud (ra) şöyle anlatır: Bir defa Hz. Resulüllah (sav) namaz kıldırırken, namaz sırasında bir yanlışlık oldu. Hz. Ali (ra) de cemaatin arasındaydı ve hatırlatma yaptı. Resulüllah (sav) bundan hoşlanmadı ve ona “sana hatırlatma yapmanı kim söyledi?” buyurdu. Hz. Muslih Mevud (ra) diyor ki, bundan hoşlanmamasının bir anlamı şu olabilir ki senin görevin ve büyük işlerin var, bu gibi küçük işleri diğerlerine bırak. Veya şu manası da olabilir: Bu işi, Resulüllah’dan (sav) Kuran öğrenmiş olan Kuran okuyucularına bırak.
Hz. Muslih Mevud (ra), isimsiz şikayette bulunanlar hakkında şöyle der: şikayette bulunan kimse büyük birisi de olabilir, o takdirde ben ona derim ki bu gibi işleri başkalarına bırak ve kendi asıl işine odaklan. Fakat ismini yazmaması yüzünden bu ona anlatılamaz. İkincisi de, bir taraftan, filanca kişi Kuran-ı Kerim ve Resulüllah’ın (sav) emirlerine aykırı şeyler yapıyor, diye insanları şikayet ediyor; öbür taraftan, şikayette bulunuyor ama şikayetin ispatı için konulmuş şartları çiğnemek suretiyle bizzat kendisi aykırı davranıyor.
İşte insanlar genellikle böyle yaparlar. Bana da ne zaman yazsalar bu şartlara uymazlar.
Asıl olan, Kuran-ı Kerim’in emirlerine ve Sünnet-i Seniyye’ye göre amel etmektir. Ve Kuran-ı Kerim’in emri ise şudur: Her ne zaman bir iddia ileri sürülürse onun delili de sunulsun ve araştırma da yapılsın. İsim dahi belirtilmezse, peki araştırma nasıl yapılacak?
Kuran-ı Kerim’in hükümlerine ve Hz. Resulüllah’ın (sav) öğretisine göre hareket etmek, işte iyilik budur. Bunu daima göz önünde tutmak gerekir. Hoşa gitmesi bakımından, yahut toplumun etkisiyle bir şey kötü görülürse, fakat o, Kuran talimatına ve hz. Resulüllah’ın (sav) sünnetine göre doğru ise, o zaman o doğrudur ve onda hiçbir ayıp yoktur.
Bu konuyu açıklarken hz. Muslih Mevud (ra) bir olay anlatır: Bir defa Hz. Mesih-i Mevud (as) hanımı (Hz. Ammacan) ile birlikte tren istasyonunda geziniyordu. O günlerde tesettürle ilgili anlayış çok katı idi. Kadınlar istasyona fayton ile gelirlerdi ve onun sağına ve soluna örtü gerilirdi, sonra trene bindiklerinde de camlar kapatılırdı ki hiçbir kadın görülmesin. Bu çok sıkıntı verici ve İslamî öğretiye de aykırı idi. Hz. Mesih-i Mevud (as) ise İslamî öğretiye uygun hareket ederdi. Hz. Ammacan (ra) çarşaf giyinirdi ve yürüyüş için dışarı çıkardı. O gün de Hz. Ammacan çarşaf giymişti ve Hz. Mesih-i Mevud (as) kendisiyle birlikte istasyonda geziniyordu. Hz. Molvi Abdulkerim ve Halife-tül Mesih-il Evvel (Nuruddin ra) da onlarla birlikteydi. Hz. Molvi Abdulkerim’in (ra) çabuk parlayan bir tabiatı vardı, o bunun yanlış bir şey olduğunu düşündü. Bizzat söylemeye cesareti yoktu, Nuruddin’in (ra) yanına gitti ve dedi ki, Molvi Bey! Bu ne biçim iştir, “Mirza bey istasyonda hanımıyla birlikte geziniyordu,” diye yarın gazetelerde kıyamet kopacak, siz gidip Hz. Mesih-i Mevud’a anlatın. Hz. Halife-tül Mesih-il Evvel, “bunda ne kötülük var, ben bir kötülük görmüyorum, eğer siz bunu kötü görüyorsanız kendiniz gidip söyleyin,” dedi. Herneyse, Molvi Abdulkerim (ra) Hz. Mesih-i Mevud’un (as) yanına gitti. Kendisi gezine gezine biraz uzağa gitmişti, geri geldiğinde Molvi beyin boynu büküktü. Hz. Halife-tül Mesih-il Evvel diyor ki ne cevap aldığını sorma iştiyakı duydum. Molvi bey şöyle dedi: Ben Huzur’a, siz ne yapıyorsunuz böyle, insanlar ne diyecekler dediğimde kendisi buyurdu ki, ne diyecekler ki, en fazla, Mirza bey hanımıyla geziniyordu, diyecekler öyle değil mi? Resulüllah (sav) hanımıyla birlikte dolaşmayı ayıp saymazdı ve İslam bir şeye izin vermişse ona ayıp denemez.
Kısacası, bir kimse başka birine itiraz ediyorsa bunun anlamı şudur ki onun gözünde o şahıs İslamî talimata uygun hareket etmiyor. Ancak hz. Muslih Mevud (ra) şikayet edenlerle ilgili şöyle der: O mektubunda yazdı ki filan şahıs düşük seviyelidir, filan aylaktır ve siz ona filanca görevi verdiniz. Bazı suçlamalar ise öyledir ki şeriat, o suçlamada şahit talep eder. Bakın, şikayet edenin durumu ne oldu. İlk olarak o kendi adını açıklamadı ve sonra gerekli olan delili de sunmadı. Şeriatın kurallarından ne ben bağımsızım ne de hz. Mesih-i Mevud (as) bağımsızdır. Hz. Resulüllah (sav) kendisi de şeriata göre hareket etmeye mecburdu. Kısacası o şahıs, öyle itirazlar ileri sürdü ki şeriat bunlara had cezası koymuştur. Ve şeriat onlar için şahitliğin hangi şartlarını gerekli kıldıysa ona göre hareket etmek şarttır. Fakat o diyor ki, filanca şahıs Kuran-ı Kerim’in filan emrini çiğnedi, onu cezalandırın ama bana hiçbir şey söylemeyin.
İtiraz eden yanlış veya doğru itirazda bulunur, ancak itirazın yöntemi mücrimane olur ve böylece başkasının cezalandırılmasını isterken kendisi cezaya müstehak olur. Ondan sonra da, suçluya hiçbir ceza verilmiyor ama duruma dikkat çeken cezalandırılıyor, diye yaygara koparır. Ancak ceza veren ne yapsın ki kendisi de şeriatın kölesidir. Eğer Kuran-ı Kerim’in hükümranlığını istiyorsanız, o halde kendi üzerinizde de Allah’ın hükümranlığını kurun. Eğer siz, başkalarının üzerinde Allah’ın hükümranlığı olsun ama sizin üzerinizde olmasın istiyorsanız, bu yanlış bir şeydir. İşte ben şikayette bulunanlara diyorum ki, “Ayaz kadri hud besnas” yani “Ey Ayaz! Sen değerinin ve makamının farkında ol ve bunu hep aklında tut.” İsmini gizleyenler, kendi isimlerini gizleyerek başkaları hakkında suçlama yaparlar ve onların hiçbir haysiyeti yoktur derler. Aslında suçlama yapan kendisi haysiyetsiz birisidir. Bizler ise Allah’ın hükümlerine göre hareket edeceğiz ve bizim de, her şeyin de Rabbi ancak Allah-u Tealadır. O rızk da verir, besler de. Ve herşeyi Allah-u Teala’dan alıyorsak, o halde Allah’ın sözü kabul edilecektir, suçlama yapanların sözü değil. Şikayette bulunan bu insanlar isterler ki başkalarına şeriatın hükümlerine göre ceza verilsin ama kendileri şeriatın hükmünden dışarı çıkarlar, kötülük yaparlar. Öyle insanların sözü geldiğinde, irdelenecek ve sonra onlara da şeriate uygun ceza verilecek.
Bazı konularda şahitlik gereklidir. Bu durumda eğer şahit gösterilmezse o konunun hiçbir önemi olmaz ve şeriata uygun ve Kuran’a uygun karar verilecektir. Bazen, filanca, yalan yemin etti ve kendini kurtardı, denilir. Hz. Resulüllah’ın (sav) önüne böyle bir olay geldi, iki kavga eden geldi. Resulüllah (sav) Allah-u Teala’nın emrine uygun olarak birisi yemin edecek, buyurunca diğeri dedi ki, bu yalancı birisidir, yüz defa bile yemin eder. Bunun üzerine Resulüllah (sav) şöyle buyurdu: Ben Allah-u Teala’nın emrine göre karar vereceğim, eğer bu yalan yere yemin ederse onun muamelesi de Allah’a aittir ve O kendisi ona ceza verecektir.
Velhasıl, hiç unutmamak lazım ki, birinin şikayeti üzerine, karar, sadece onun söylediği usule göre olmayacak, karar, Yüce Allah’ın bildirdiği usule uygun olacaktır. İki şahit sunulması gerektiğinde, iki şahit sunulması gerekecek ve ne zaman dört şahit getirilmesi gerekirse, dört şahit sunulması şarttır ve ona uygun olarak da tahkikat da yapılacak, karar da verilecektir. Bizim başarımız, Allah-u Teala’nın emrine uygun işlem yapan ve karar veren olmamıza bağlıdır; Kendi kişisel benliğimiz ve ilgimize dayanarak yönetimi ve vaktin halifesini mecbur bırakan olmamamıza ve ona göre karar verilmemesine bağlıdır.
Allah-u Teala şikayette bulunanlara da akıl versin ki eğer onlar doğru olduğuna inanıyorlarsa o halde açık olarak bütün delillerle beraber şikayet etsinler ve kendi bilgilerini de versinler, ayrıca da araştırmaya kendileri de dahil olsun. Bu şekilde insanlar her ne zaman cemaat nizamında gerçekten herhangi bir boşluk görürlerse cesaretle öne çıkmalı ve şikayette bulunmalı ve her şeye mukabele etmeli.
Aynı şekilde Allah-u Teala cemaat nizamına da kuvvet ve akıl versin ki vaktin Halifesi tarafından tayin edilen kararlara göre onlar da karar veren olsunlar, insafın her yönünü göz önünde tutarak, Allah-u Teala’nın emirlerine uygun hareket ederek, sünnet-i seniyyeye uygun karar verenler olsunlar.
Kaynak: http://www.alislam.org/friday-sermon/2016-12-02.html