Vadedilen Mesih ve Mehdi’nin as Beşinci Halifesi ve Müslüman Ahmediye Cemaat Başkanı Hazreti Mirza Masrur Ahmed’in (Atba) İngiltere 11. Ulusal Barış Sempozyumunda yaptığı Konuşma
8 kasım 2014’de Vadedilen Mesih’in as beşinci Halifesi Hazreti Mirza Masrur Ahmed (Atba) 11. Ulusal Barış Sempozyumunda önemli bir konuşma yaptı. Konuşmanın metni aşağıdadır.
Teşehhüd ve taavvuz’dan sonra şöyle buyurdu:
Saygıdeğer misafirler,
Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü
Allah’ın rahmeti ve selamı üzerinize olsun. İlk olarak ben, bu barış sempozyumuna katılan herkese şükranlarımı bildiriyorum. Bilindiği gibi geçen on seneden beri bu barış sempozyumu her sene gerçekleşmektedir ve Müslüman Ahmediye Cemaati’nin yıllık takviminin daimi bir parçası haline gelmiştir. Genelde bu sempozyum mart ayında gerçekleşir. Ancak bu sene bazı sebeplerden dolayı bunu kasım ayına ertelemek zorunda kaldık. Bugün “Anma Günü” de kutlanmaktadır. Bundan dolayı bu sempozyuma davet edilen bazı kimseler gelememiş olabilirler. Buna rağmen ben herkese şükranlarımı bildiriyorum. Sizin buraya teşrif buyurmanız gösteriyor ki siz “Barış” hakkında Müslüman bir topluluğun bakış açısını da dinlemek istiyorsunuz. Çünkü bu devirde barış ile ilgili birçok şey dile getirilmektedir ve dünyada bir sürü ihtilaf ortaya çıkmıştır.
Kesinlikle bu çağda dünyanın şu anki durumu dünyanın çoğunu kaygılandırmakta ve korkutmaktadır. Çok üzücü olmasına rağmen, dünyada görünen fesadın büyük bir kısmının sözde bazı Müslümanların yaptıklarının neticesi olduğunu itiraf etmekten çekinmiyorum. Bu durumlardan dolayı, kendi inançlarını iyice anlayan barışsever bir Müslüman çok üzülmekte ve sancı çekmektedir. Geçen sene içerisinde özel bir örgüt gösterdiği aşırı derecedeki barbarlık yüzünden herkesi dehşete düşürmüştür ve dünyayı kaygılandırmaktadır. Benim bundan kastettiğim “IŞID” isimli terörist örgüttür.
Bu terörist örgütün yaptıkları sadece Müslüman ülkeleri etkilememiş, Avrupa ülkeleri ve diğer uzaktaki ülkeler de onların barbarlığının hedefi olmuştur. Gördüğümüz kadarıyla Avrupa ve bazı diğer ülkelerdeki, insanı kaygıya sevk edecek sayıdaki Müslüman gençler, IŞID’ın İslam’ı temsil ettiğine inanmaktadır. Bu gençler bu örgütün fikirlerini tamamıyla desteklemektedirler. Bundan dolayı onlar örgütü sadece desteklemekle kalmayıp, onun için savaşa katılmaya dahi azimlidirler.
Anlatılanlara göre İngiltere’den aşağı yukarı beş yüz kişi –ki bunların çoğu gençlerdir- ışıd safında savaşa katılmak için Suriye ve Irak’a gitmiştir. Bu terörist örgütün yalan iddiasına göre o, İslam için bu savaşı yapmaktaymış. Eğer sadece Avrupa’dan bu sözde cihada katılmak için gidenlerin sayısını tahmin edecek olursak, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine göre İngiltere’den Irak’a ve Suriye’ye gidenlerin sayısı daha fazladır.
Bu durum İngiltere için çok tehlikeli ve kaygılandırıcıdır. Çünkü ışıd ve onun sözde halifesinin hedefi ve iradesi çok korkunç ve barbarcadır. Anlatılanlara göre bu sözde halife, dünyadan intikam almak, ülkeleri ve milletleri fethetmek istiyor. O, Müslümanları bütün dünyanın efendisi ve gayri Müslimleri Müslümanların kölesi ve metası yapmak istiyor. Onun dediğine göre herkim Müslümanların duygularını rencide ederse cezalandırılacaktır. Her ülke ve her kişiye şeriat uygulanacak. O, diğer din ve fırkaların kadınlarının haklarını gasbetmek istiyor. Onlara baskı uygulayarak onları cariye yapmak veya zorla Müslümanlarla evlendirmek istemektedir. Işıd, kendisiyle ihtilaf eden her dini ve fırkayı ortadan kaldırmak istiyor. O, şuanki Müslüman hükümetleri yokedip onların gücünü ele geçirmek istiyor. Eğer bunların hepsi doğruysa, o zaman onun vizyonu ve stratejisi uzun zaman etkili olacaktır. Onların temel hedefi, dünya barışını yoketmektir.
Işıd veya ona benzer terörist grupların dünyayı ele geçireceği iddiası akıldan uzaktır. Çünkü onların, hakikatten uzak, sahte hasretlere dayanan ahmakça planları ortadadır. Ancak onlara engel olunmazsa, kendiliklerinden ölmeden önce büyük bir zarara veya helakete sebep olabilirler.
Başkalarının desteğinden mahrum bir tek ferdin yarattığı terörün, dehşetin ve felaketin yayılmasına sebep olduğuna bir çok defa şahit olduk. Mesela Amerika’da her birkaç ayda bir, okul baskını ve katliam eylemlerinden haber alırız. Bu olaylarda onlarca masum çocuk, bir tek ferdin çirkin eylemine kurban gider.
O zaman, bütün dünyadan umutsuz ve huzursuz insanları toplayan terörist bir örgütün ne kadar felakete sebep olabileceğini bir düşünün ki bu insanlar haksız bir hedef için canlarını vermeye dahi hazırdırlar. bu grubun elinde modern silahlarla donatılmış can vermeye hazır insanlar olduğunu gördüğümüzde bu felaket ihtimali daha da güçlenir. Ayrıca nükleer silahların ellerine geçme ihtimali de ihtimal dışı değildir.
Demin de dediğim gibi bu deli grup, daimi veya uzun sürecek bir başarı elde edemez. Ancak geçici olarak bazı bölgeleri ele geçirebilir ve büyük bir felakete neden olabilirler. Bunların hepsi incelendiğinde şüphesiz ışıd veya onun fikrine sahip diğer gruplar dünya için bir tehlike arz etmektedirler.
Bunların hepsinin İslam adına yapılıyor olması, barışsever ve gerçek Müslümanları çok yaralamakta ve sancı çektirmektedir. Çünkü her ne olursa olsun bu tür barbarca ve vahşi fikirlerin ve görüşlerin İslam ile uzaktan yakından alakası olamaz. Gerçek İslam öğretisine gelince o, her durum ve her seviyede insanlara barış ve korunma temin eder. Kuran-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz’in sav hayatını incelediğimizde ilk Müslümanların hiçbir zaman savaşa öncülük etmediği açıkça anlaşılır. Müslümanlar sadece nefsi müdafaa için savaşmak zorunda kaldılar. Bu savaşların gayesi başkalarına üstünlüğünü göstermek veya insafsızlık değil, tersine zalimin zulmüne engel olmaktı. Müslümanlar hiçbir zaman diğer milletleri ve ülkeleri ele geçirmek ve onları mahkum etmek çabasına girmediler. Peygamber Efendimiz’in sav hayatı bu gerçeğe şahittir. O, peygamberliğin ilk yıllarında anavatanı olan Mekke’de hep sevgi ile İslam öğretisini yaymaya çalıştı. Ancak Mekkeliler onu sadece reddetmekle kalmayıp ona çok acımasızca ve barbarca davrandılar. Peygamber Efendimiz sav ve ashabına o kadar zulüm reva görüldü ki o, Allah’ın emrine uyarak Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kaldı. Ancak bu hicretten sonra da Mekkeliler Peygamber Efendimizin sav peşini bırakmadı ve silahlı bir ordu ile gelerek Müslümanlara savaş açtılar. İşte o zaman ilk defa Allah Müslümanlara, kendilerini müdafaa etmek için savaş izni verdi.
Müslümanlara savaş için verilen bu iznin sebebini Hac suresi, ayet 40 ve 41 açıkça beyan etmektedir. Allah-u Teala’nın buyurduğu gibi sadece nefsi müdafaa için savaşmaya izin verildi. Çünkü eğer Müslümanlar kendilerini müdafaa etmeseydi dünya barışı tehlikeye girerdi. Muhalifler sadece İslam’ı değil, bütün dünya dinlerini yok etmek istiyorlardı. Bundan dolayı Kuran-ı Kerim’in buyurduğu gibi eğer bu izin verilmeseydi, Sinagoglar, Kiliseler, manastırlar, camiler, hatta bütün ibadet yerleri alaşağı edilirdi. Zikrolunan ayetten açıkça anlaşıldığı gibi Müslümanlara verilen bu izin sadece İslam’ı korumak için değil, tersine her dini koruma altına almak içindir.
Bu ayet ışığında, bu çağdaki bazı sözde Müslümanların, gayri Müslimleri öldürmek, topraklarını ele geçirmek ve onları köle yapmak caizdir şeklindeki iddialarının tamamıyla yanlış olduğunu anlayabilirsiniz. İslam her ferdin kişisel özgürlüğünü garanti altına alan bir dindir. O, din ve nesle bakmaksızın herkese barış ve uyum içinde yaşama hakkı verir.
Peygamber Efendimiz’in sav hangi şartlar altında ashabıyla beraber Medine’ye göç ettiğini demin anlattım. Göç ettikten sonra Müslümanların Medine halkıyla kaynaşması, göç eden ve yeni bir toplumun parçası olan herkes için bir örnektir. Müslümanların Medine’ye gelişinden önce orada Yahudi ve Araplar olmak üzere iki grup vardı. Hicretten sonra bu sayı Müslüman, Yahudi ve gayri müslim Arap olmak üzere üçe çıktı. Peygamber Efendimiz sav her üçünün barış ve uyum içinde birlikte yaşamaları gerektiğini söyledi ve aralarında bir barış sözleşmesi önerdi. Bu sözleşmeye göre her gruba haklar verildi. Her üçünün malları ve canları garanti altına alındı ve önceden mevcut olan kabile gelenekleri de göz önünde bulunduruldu. Sağlanan anlaşmaya göre eğer Mekke’den birisi yaramazlık yapmak veya zarar vermek gayesiyle Medine’ye gelirse hiç kimse ona Medine’de sığınak vermeyecektir. Ayrıca Medineliler Mekkeliler ile hiçbir sözleşme yapmayacaklardı. Ayrıca eğer hepsinin ortak düşmanı Medine’ye saldırışa bu grupların her üçü Medine’yi birlikte savunacaklardı. Sözleşmeye göre Müslümanlara saldırıldığı takdirde veya onlar Medine dışına çıkıp savaştıkları takdirde gayri müslimler Müslümanlara destek vermeye mecbur edilmeyeceklerdir. Ayrıca bundan önce Yahudilerin diğerleriyle yaptıkları sözleşmeleri de tanınacaktır. Yahudiler kendi dinlerine göre, Müslümanlar da kendi dinlerine göre hayatlarını geçireceklerdir.
Her üç grup bu sözleşmeyi kabul edince onlar ittifak ile Peygamber Efendimizi sav devletin başı olarak seçtiler. Ancak önce de söylediğim gibi Yahudiler İslam şeriatına tabi olmayıp tersine, kendi şeriat ve geleneklerine tabi idiler. İşte bu, Peygamber Efendimizin sav yerleştirdiği tolerans ve birbirine saygılı olmanın en güzel örneğiydi. Ancak buna rağmen ışıd bugün, hangi dine veya topluma mensup olduğuna bakmaksızın herkese İslamî şeriat uygulayacağını iddia etmektedir. O zamanlar Peygamber Efendimiz sav aynı sözleşmede kadın haklarını da yerleştirdi. Açıkça yazılana göre herhangi bir kadın kendi istemediği halde zorla evden çıkarılamazdı. Durum böyleyken ışıd, gayri müslim kadınların kendilerinin metası veya malı olduğunu nasıl iddia edebilir? Bu sözleşmeye göre hiç kimse İslam’ı kabul etmeye zorlanmayacaktı. Tersine Müslümanlar, Medine’deki Yahudiler ve gayri müslim Araplara kardeşleri gibi sevgiyle davranacaklardır. İşte bu, Müslümanların Medine’ye gelişinden sonra oradaki toplumu birbirine bağlayan sözleşmenin özetidir.
Eğer bu sözleşme bazen ihlal edildiyse de bunu yapan diğer taraf oldu. Müslümanların ise ona harfiyen bağlı kaldığına tarih şahittir. Bazen Peygamber Efendimiz sav devletin başı olduğu için, sözleşmeyi bozan veya toplumda yasadışı faaliyetlere karışan fert veya grupların davalarına bakmak zorunda kalırdı. Ancak böyle kimselere verilen cezalar hiç kimsenin hakkını çiğnemek için değildi. Tersine o cezalar insaf, adalet ve sözleşmenin şartlarına uygun olurdu.
İşte Peygamber Efendimiz’in sav temelini attığı gerçek İslam devlet bu idi. Ondan sonra dört Hulefa-yı Raşidin bunun devamını sağladı ve birinci Hicri asır boyunca da devam etti.
Eğer bugün ışıd veya Müslümanların herhangi bir hükümeti gerçek adalet ve insafın bu prensiplerine ters davranıyorsa o, kişisel veya siyasi menfaatlerin peşinde olduğu için bunu yapmaktadır. Şüphesiz onlar İslam adını kullanırlar. Ancak yaptıklarının İslam ve Peygamber Efendimiz’in sav öğretisi ile gerçekten hiçbir ilgisi yoktur.
Peygamber Efendimiz’in sav gelişinden önceki Arap tarihine bir göz attığımızda, her kabilenin kendi haklarını kabul ettirmek için hep savaştığı ve kan akıttığı bir toplumu görürüz. Ancak Peygamber Efendimiz’in sav eliyle aynı toplumda büyük bir inkılap gerçekleşti. Bu inkılap, tam manasıyla adaleti sağlayan bir sistem getirdi. Bu sistemde her gruba kendi dinine veya örf adetlerine göre davranılmaktaydı.
Eğer bir kimse insafla ve tarafsız bir şekilde İslam’ın ilk devir tarihini incelerse o, Peygamber Efendimiz sav ve Hulefa-yı Raşidin devrindeki Müslümanların karakterinin lekesiz olduğunu görecektir. Onlar ne savaş başlattılar ne de herhangi bir ülkeyi ele geçirmek istediler. Tersine İslam’ın mesajını ulaştırmak için barış yollarıyla tebliğ ettiler. Mesela Çin ve Güney Hindistan’da İslam yayıldı ve tarih şahittir ki oralara hiçbir zaman Müslüman orduları gitmemiştir. Tersine bu ülkeler ve diğer milletlere İslam mesajı barış yollarıyla ulaştırıldı. Daha sonraki çağlarda bazı Müslüman padişahlar birçok sebepten dolayı savaşlar başlattı. Ancak bunun için sadece onlar sorumlu tutulamaz. Bu savaşlarda dahi ele geçirilen ülkelerin halkları hiçbir zaman zorla İslam’ı kabul etmeye mecbur edilmedi. Kuran-ı Kerim bu tür girişimleri kesinlikle reddetmekte ve barış yoluyla tebliğ etmeyi öğretmektedir.
Önce de anlattığım gibi Allah nefsi müdafaa için savaşlara izin verirken bunun gayesi, sadece İslam’ı değil bütün dinleri koruma altına almak içindir. Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde Allah savaş prensiplerini beyan etmektedir. Mesela nefsi müdafaa için yapılan savaşın prensibini beyan ederken şöyle der:
“Sizinle savaşanlarla, siz de Allah yolunda savaşın. Fakat hiç kimseye aşırı davranmayın. Şüphesiz Allah, aşırı davrananları hiç sevmez.”[1]
“Eğer (size haksızlık edenleri) cezalandıracaksanız, haksızlığa uğratıldığınız kadarıyla cezalandırın.” [2] Yani cezanın miktarı size yapılan haksızlığı aşmamalı.
“Fitneden (eser) kalmayıp, din yalnız Allah için oluncaya kadar, onlarla savaşın.” [3] Allah’ın buyurduğuna göre eğer zulmedenler vazgeçerlerse ve kargaşa sona ererse o zaman onlara karşı düşmanlık etmeye müsaade yoktur.
“Eğer onlar barışa yönelirlerse, sen (de) ona yönel.” [4] Bu ayete göre Müslümanlar, düşmanın ciddi olup olmadığına bakmaksızın sorgusuz sualsiz barış teklifine olumlu cevap vermelidir.
Tevbe Suresi dördüncü ayette Kuran-ı Kerim Müslümanlara, müşrikler haksızlık edip kendiliklerinden sözleşmeyi bozmadığı müddetçe, onlarla yapılan bütün sözleşmelere sonuna kadar bağlı kalmalarını öğretmektedir. Allah’ın buyurduğuna göre bu, imanın kesin şartıdır ve Allah müminleri sever.
Allah Maide suresinin dokuzuncu ayetinde Müslümanlara, savaş esnasında dahi hep adaletli olmayı telkin eder. Herhangi bir millet veya neslin düşmanlığı dahi bir Müslümanı adaletsizliğe sevk etmemelidir. Çünkü böyle bir davranış takvaya aykırıdır.
Enfal suresi ayet altmış sekizde Allah-u Teala, Peygamber için savaş durumları haricinde esir almanın caiz olmadığını söylemektedir. Çünkü böyle yapıldığı takdirde Allah sevgisi yerine sadece para ve güç peşinde oldukları ispatlanacaktır. Bundan açıkça anlaşılan savaş haricinde esir tutmanın yasak olduğudur. Ancak bu günlerde, sözde Müslüman olanlar sayısızca masum insanı zorla esir tutmaktadırlar ve çaresiz kadınları cariye olarak kullanmaktadırlar. Kuran-ı Kerim’in Muhammed suresinin beşinci ayetinde Allah-u Teala, savaş sona erdikten sonra savaş esirlerinin azat edilmesini emretmektedir. Bu ayette Allah, onların fidye karşılığında veya ihsanda bulunarak salıverilmelerini emretmektedir. İşte savaş sona erince, ister kadın olsun ister erkek, esirler salıverilmelidir. O zamanlar kadınlar da savaşan erkekleri cesaretlendirmek ve onları desteklemek için cepheye gelirlerdi. Bundan dolayı onların da esir düşmeleri mümkün oluyordu. Kuran-ı Kerim bariz bir şekilde herhangi bir kadının zulmün hedefi olmaması gerektiğini ve kötü bir muameleye tabi tutulmaması gerektiğini anlatmaktadır. Fidye karşılığında esirleri salıverme meselesine gelince, Kuran-ı Kerim’in Nur suresinin otuz dördüncü ayetine göre, eğer bir kimse esiri azat ettirme gücüne sahip değilse o zaman fidye taksitlere bölünerek esir bırakılmalıdır.
Fidye karşılığında esirlerin salıverilmesinden bahseden bu ayetler, o devirdeki durum ve şartlar göz önünde tutularak anlamaya çalışılmalı. O çağda savaşa katılanlar cebinden masraf yaparlardı ve kendilerine ait kişisel silahlarla savaşa giderlerdi. Bundan dolayı onlara, esir salıverilirken fidye alma izni veriliyordu. Ancak bu günlerdeki savaşlarda, savaş masraflarının tümünü hükümetler karşılar ve askerler ferdi olarak savaş masraflarından sorumlu değildir. Nitekim savaş esirlerine ne muamele yapılacağını, askerler değil, hükümetler ve uluslararası kuruluşlar tayin edeceklerdir. Kısacası kalıcı barış için devletler arasında savaş esirlerinin değişimi veya diğer sözleşmeler yapılabilir. Bugünkü şartlarda hiç kimse, bir ferdi esir alamaz. Bunu yapan kimse apaçık olarak İslam öğretisine aykırı davranmaktadır.
Kuran-ı Kerim’de Allah-u Teala, başkalarının varlıklarına tamah duygularıyla bakılmamasını emretmektedir. Bu prensip kendi zatında dünya barışı için altın harflerle yazılmaya değerdir. Eğer bir tek bu İslam öğretisi uygulanırsa dahi, başkalarının topraklarını, bölgelerini veya varlıklarını ele geçirmek için bir Müslüman’ın herhangi bir çabaya girmesi söz konusu değildir.
Kuran-ı Kerim’de Yunus suresinin yüzüncü ayetinde Allah-u Teala’nın buyurduğu gibi, bütün güçlerin sahibi O’dur. Eğer O dileseydi bütün dünya İslam’ı kabul ederdi. Ancak Allah insanoğlunu bunun için zorlamadı. O, Peygamber Efendimiz’e sav İslam’ın yayılışı için güç kullanılmasına izin vermedi ve ona, dinin her ferdin kendi gönül ve vicdan meselesi olduğunu öğretti.
Bundan dolayı hiçbir zaman ve hiçbir durumda hiç kimse İslam veya başka bir din kabul etmeye zorlanamaz. Böyle bir müsaadenin olmadığı apaçık ortadadır. Müslümanlara, İslam’ı tebliğ etmekten fazlası emredilmedi. Nitekim Kehf suresinin otuzuncu ayetinde Allah-u Teala Peygamber Efendimiz’e sav “De ki: “(Bu) gerçek, ancak Rabbiniz tarafından (indirilmiştir. Artık) isteyen (buna) inansın, isteyen inkâr etsin,” demiştir. Dinleyen ve düşünen herkes için bu ifade yeterli olmalı. Herkes iman edip etmeme konusunda özgürdür. Peygamber Efendimiz’e sav sadece İslam’ı tebliğ etme müsaadesi verilirken, bu günlerdeki sözde Müslüman liderler, bunu nasıl aşabiliyorlar. Onlar Peygamber Efendimiz’den sav ziyade güç, yetki ve haklara sahip olduklarını nasıl düşünebilirler.
Bundan dolayı ben, bu konuyla ilgili olarak Kuran-ı Kerim’in farklı ayetlerinde bulunan İslam öğretisini özet olarak sundum. Bundan açıkça anlaşılan, bazı Müslüman grupların veya ülkelerin barbarca yaptıklarının İslam ile hiçbir alakası olmadığıdır.
Eğer onların yaptıkları İslam öğretisine aykırı ise o zaman bunu neden yapmaktadırlar? Böyle bir soru aklınıza gelebilir. Önce de söylediğim gibi bunun basit bir cevabı vardır; Onlar dünyevi çıkarlarının peşinde oldukları için bunları yapmaktadırlar. Hedeflerinin maneviyat ve din ile hiçbir ilgisi yoktur. Onlar din adı altında zulüm ve barbarlık göstererek dünyevi hedeflerini elde etmek istiyorlar.
Ben tekrarlamak istiyorum ki, her Ahmedi Müslüman ve her barışsever Müslüman, tertemiz dinlerinin uygunsuz yollarla karalanmasından ve isminin yanlış olarak kullanılmasından dolayı çok acı çekmektedir. Ben, bu şiddet yanlısı örgütlerin zulümlerine dayanarak, İslam’ın şiddet yanlısı bir din olduğunu iddia eden insanlara, örgütlere ve politikacılara sormak istiyorum; Ben onlara diyorum ki, onlar bu örgütlerin bu kadar parasal kaynağı nereden bulduklarını ve bu destekle uzun zamana kadar terör ve savaş faaliyetlerini nasıl sürdürebildiklerini bir incelesinler. Onlar bu denli modern silahları nasıl elde edebiliyorlar? Acaba ellerinde silah fabrikaları ve sanayileri mi var? Onların bazı güçlerin himayesi altında olduğu ve onlardan destek aldığı apaçık ortadadır. Bu destek, petrol zengini Müslüman devletler tarafından da sağlanıyor olabilir, ayrıca uluslararası gizli güçler de gizli olarak onları destekliyor olabilir.
Işıd ilk olarak ortaya çıktığında onun ülke ordusunun silahlarını çaldığı ve bazı silah depolarını ele geçirdiği söylenmişti. Bu doğru da olabilir. Ancak sadece bu silahlarla faaliyetlerini bu güne dek sürdüremezlerdi. Eğer takviye sağlanmazsa düzenli bir ordu dahi faaliyetlerini sürdüremez. Işıd’ın takviye gücünün ise gitgide arttığı görülmektedir. Denilenlere göre şimdi onlarda uçaksavar füzeleri de dahil başka modern silahlar da varmış. Bunların hepsi, Işıd’a yardım olarak giden takviye gücüne işaret etmektedir.
Herkes onların, miktarı yüz milyonlarca doları bulan malî kaynaklarının olduğunu bilmektedir. Bundan onların dış desteğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Birçok yetkili, analist ve yorumcu, bu görüşü açıkça dile getirmektedir. Mesela USA hükümetinin üst düzey bir yetkilisi, Amerikan Hazine Bakanlığı Terör ve Mali İstihbarattan Sorumlu Müsteşarı David Cohen, açıkça şöyle diyor: “Şimdiye dek karşılaştığımız terörist örgütler arasından en çok finanse edilen örgüt Işıd’dır.” Söylediğine göre, Işıd her ay milyonlarca dolar harcamaktadır. Karaborsada petrol satarak hergün bir milyon dolar elde etmektedir.
Sorulması gereken soru şudur: Işıd, bu kadar büyük miktarda petrol hazinelerine rahatça nasıl ulaşmaktadır? Dünyanın diğer bölgelerinde petrolün satışı ve nakli çok sıkı denetim altındadır. Bazı petrol zenginliğine sahip ülkelere ambargo uygulanabilmektedir. Buna rağmen Işıd, kaide ve kuralları çiğnerken görülür. O, hiçbir engele takılmadan büyük miktarda petrol elde eder ve satışını da yapar. Hepimizin bildiği gibi bu denli büyük miktarda petrolün nakledilmesi ve alış verişinin gizli tutulması mümkün değildir. Anlatılanlara göre, fidye de Işıd’ın düzenli bir gelir kaynağıdır. Ancak bu yolla elde ettiği gelir, onun toplam gelirine nispetle çok cüz’îdir.
En büyük sorun bu örgütlerin gelir kaynaklarıdır. Çünkü onlar, bunları kullanarak zayıf grupları ve fertleri başarılı bir şekilde avlayabiliyorlar. Mesela, bugünlerde bir raporda anlatıldığına göre, eğer bir aile bir ferdini Işıd’a katılmak üzere gönderirse, o aileye binlerce dolar peşinen verilir ve daha sonra da yüzlerce dolar devamlı olarak ödenir.
Kısacası bu örgütlerin gelir kaynaklarını kesmek için hemen bazı adımlar atılmalı. Bu savaşın aslında onları da direk olarak etkisi altığını aldığını Batı şimdi fark etmeye başladı. Bu konuda henüz tahminler ileri sürülmektedir, ancak bu bir gerçektir ki bu savaş bütün dünyaya karşıdır.
Bazı büyük güçlerin Müslüman ülkeler üzerindeki derin etkisi inkâr edilemez. O kadar ki, birçok konuda Müslüman ülkelerin politikalarını ve tutumlarını bu güçler kararlaştırır. O zaman sorulması gereken şudur: Onlar en çok ihtiyaç duyulan bu meselede nüfuzlarını neden kullanmadılar?
Aşırılığa karşı koymak için ortak, birleşik ve etkileyici önlemler neden görülmemektedir? Şuan gösterilen çabalar bu örgütün gerçekleştirdiği barbarlığın karşısında çok cılızdır. Benim görüşüme göre, olan bitenlerden sadece Müslümanlar sorumlu değildir. Tersine dış güçler ve mihraklar da bu yıkıcı ve tahrip edici olaylara ortaktırlar.
Senelerden beri Suriye ve Irak gibi ülkelerde iç kavgalar devam etmektedir. Dış mihraklar ise, o gibi ülkelerde isyancılara parasal kaynak, silah ve yardım sağladılar. Şimdi ise o isyancı gruplar o kadar güçlendiler ki kendilerini besleyenlerin elinden dahi sıyrıldılar ve aşırı fikirleriyle yakıp yıkmaya ve her türlü dehşet saçmaya azimlidirler.
Benim söylediklerim önceden bilinmeyen veya medyada bahsedilmeyen şeyler değildir. Şuan terörist faaliyetlerin dairesini uzaklara kadar genişleten ve bütün dünyayı etkisi altına almakta olan Işıd gibi terörist gruplar, bu tür politikaların ürünüdür.
Tekrar ediyorum ki, bütün bu çirkin faaliyetlerin İslam’a maledilmesi beni çok üzmekte ve yaralamaktadır. Bu günlerde Batı’dan Müslüman gençlerin Suriye ve Irak gibi ülkelere gidip aşırılık yanlısı olmaları da kaygı vericidir. Onların eninde sonunda buraya geri dönmeleri, saldırmaları ve dünyanın bu kısmında da fesat yaratmaları imkan dahilindedir. Bundan dolayı bu mesele, kesinlikle bölgesel veya sadece Müslümanları ilgilendiren bir mesele değildir. Tersine bu, uluslararası bir meseledir ki, aşırı örgütleri engellemek için uluslararası ortak çabaları gerektirmektedir.
Bazı önde gelen şahsiyetlerin dediğine göre aşırılığın sona erdirilmesi için otuz ila yüz sene savaş sürebilir. Benim kişisel görüşüme göre dünya, bu savaşçı ve terörist örgütleri yok etmeye azimli olursa, bundan daha az bir zaman içinde bunu başarabilirler. Bu savaşın sona ermesi onlarca sene alır demekle, sorumluluğumuzu yerine getirdik diye düşünmemeliyiz. Tersine herkes global aşırılığa karşı mutlaka bu çabaya ortak olmalı. Sadece İslam veya belli bir grubu suçlamakla, biz bu savaş ve mücadeleden kaçamayız ve sorumluluklarımızdan kurtulamayız.
Kısacası bütün barışsever insanlar hükümetlerine bu konuda baskı yapmalı. Her politikacı ve nüfuzlu kimse mutlaka bu konuda üstüne düşeni yapmalı ve kendi dairesinde gerçek insafı ve adaleti sağlayarak, dünya barışının tehlikeye girmemesi için sert tedbirler almalı. Biz dünyayı kurtarmak istiyorsak o zaman toplumda her seviyede gerçek insaf ve adaleti yerleştirmek zorundayız. Her ülkenin sorunlarını umutsuzluğu sona erdirecek şekilde uygun yollarla çözmek zorundayız.
Hiçbir ülkenin zenginliğine tamah edilmemelidir. Birbirine yardım etmek için karşılıklı politikalar üretilmelidir. En önemlisi de dünya, Yaratıcısını unuttuğunun ve tekrar O’na yönelmesi gerektiğinin farkına varmalıdır. Gerçek barış sağlamanın tek yolu budur. Bu yapılmazsa barış garanti edilemez.
Ben bundan önce de bir çok defa yeni bir dünya savaşının korkunç neticelerinden uyardım. Belki de dünya, sadece kişisel menfaatleri ve gizli emellerine dayalı insafsız ve adaletsiz politikasının korkunç neticelerinin farkına, böyle bir savaştan sonra varacaktır.
Dünyanın böyle bir afetten önce akıllanacağını, Yaratıcısını tanıyıp O’na iman edeceğini umuyorum ve bunun için dua ediyorum. Bu kelimelerle müsaadenizi istiyorum ve hepinize şükran duygularımı sunuyorum.
Kaynak: Alfazl International, 5 Aralık 2014-11 Aralık 2014, Çeviren: Raşit Paktürk
[1] Bakara suresi, ayet 191
[2] Nahl suresi, ayet 127
[3] Bakara suresi, ayet 194
[4] Enfal suresi, ayet 62