Hz. Halifetü’l Mesih 5 (Allah yardımcısı olsun) 27 Eylül 2024’te Mübarek Camisinde Cuma Hutbesi verdi. Hutbe çeşitli dillerde tercüme ile MTA televizyonunda canlı olarak yayınlandı. Huzur-i Enver (aba) Teşehhüd ve Fatiha Suresini okuduktan sonra şöyle dedi: Geçen hutbede söylediğim gibi Ahzap savaşında karşılaşılan durumlardan hz. Muslih Mevud (ra) da bahsetti. Kendisi şöyle diyor:
Medine’nin büyük bir kısmı hendek ile korunduğu ve diğer tarafta bazı tepeler, sağlam yapılar ve birkaç bahçe olduğu için ordu birdenbire saldırı yapamazdı. Bu nedenle kâfirler, bir araya gelerek bir plan yapıp, Medine’de bulunan Yahudi kabilesi Benu Kureyza’yı kendi saflarına katmaya karar verdiler ve bu şekilde Medine’ye giden yolu açmak istediler. Nitekim Beni Nazir’in lideri Huyey bin Ahtab, Beni Kureyza’yı ikna etmek için görevlendirildi. İlk başta Benu Kureyza’nın liderleri bu teklifi reddetti, ancak Huyey bin Ahtab’ın vaatleri üzerine anlaşmayı bozmayı kabul ettiler.
Benu Kureyza, Müslümanların müttefikiydi ve onlar açıkça savaşa destek olmasa bile, Müslümanlar, onların olduğu yönden hiç kimsenin kendilerine saldırı yapamayacağını umuyorlardı. Bu nedenle, onların olduğu bölüm tamamıyla savunmasız bırakılmıştı. Böyle bir zamanda Benu Kureyza’nın düşmanla iş birliği yapması, Medine’ye yönelik saldırı tehdidini büyük ölçüde artırmıştı. Bu koşullar altında Müslümanların endişesi doğaldı ve bunun için önlem almak zorunlu hale gelmişti.
Bu nedenle Peygamber Efendimiz (sav), Medine’yi korumak için beş yüz kişiyi görevlendirmeye karar verdi. Benu Kureyza’nın anlaşmayı bozduğu haberi Müslümanlara ulaştığında korkuları arttı ve kadınlarla çocukların güvenliği için endişelenmeye başladılar. Peygamber Efendimiz (sav) bu haberi aldığında, Selme bin Eslem’i (ra) iki yüz kişi ile ve Zeyd bin Harise’yi (ra) üç yüz kişi ile Medine’yi savunmak için görevlendirdi. Ayrıca gece boyunca çeşitli yerlerde nöbet tutup ara ara “Allahü Ekber” diye bağırmalarını tembihledi.
Hz. Sahipzade Mirza Beşir Ahmed (ra) bunu şöyle beyan etti: Gerçekliği aklı başında hiç kimseden gizli kalamayacak olan bu durum, zayıf Müslümanlarda şiddetli bir endişe ve telaş yarattı. Bazı münafıklar, Peygamber Efendimizin (sav) huzuruna gelerek şöyle demeye başladılar: ‘Ya Resulullah! Şehirdeki evlerimiz hiç güvenli değil. İzin verirseniz evlerimizde kalarak onları koruyalım.’ Buna cevaben İlahî vahiy nazil oldu:
وَمَا ھِیَ بِعَوۡرَۃٍۚ اِنۡ یُّرِیۡدُوۡنَ اِلَّا فِرَارًا
Yani, bu insanların, evlerinin korunaksız olduğu düşüncesi doğru değildir; Aksine aslında bunlar savaş meydanından kaçmanın bir yolunu arıyorlar.
Velhasıl böylesine tehlikeli bir zamanda Müslümanların küçücük topluluğu -ki onlardan bazıları zayıf tabiatlı idi ve bazıları da münafık idi- nasıl karşı koyabilirlerdi? Bazı vakitlerde durum çok nazik bir hale geliyordu ve zayıf bir yerden fırsat bularak kafir ordusunun şehre girmesi nerdeyse çok yakın oluyordu. Bu saldırılara karşı Müslümanlar genellikle oklarla karşı koyuyorlardı.
O günler Müslümanlar için son derece sıkıntı, perişanlık ve tehlike günleriydi. Hz. Resulüllah (sav) bu durumda, Saad bin Muaz ve Saad bin Ubade’ye şöyle dedi: Eğer isterseniz Beni Gatafan Kabilesine, biraz mal verip bu savaştan vazgeçmelerini sağlayalım. Bunun üzerine her ikisi bir ağızdan şöyle dedi: Ya Resulallah! Biz şirk içindeyken bile herhangi bir düşmana herhangi bir şey vermemişken Müslüman olduktan sonra niye verelim. Vallahi, biz onlara kılıcın kenarından başka bir şey vermeyeceğiz.
Peygamber Efendimiz (sav), Medine’nin asıl sakinleri olan Ensar’ın durumu hakkında endişeleniyordu. Bu nedenle bu tavsiye ile muhtemelen onların zihinsel durumlarını anlamak, yani bu sıkıntılarda üzülüp üzülmediklerini öğrenmek ve eğer üzülmüşlerse onları teselli etmek istiyordu.
Peygamber Efendimiz büyük bir mutlulukla onların düşüncesini kabul etti ve savaş devam etti.
Bu zorlu durumda Peygamber Efendimiz (sav) bizzat kendisi de farklı yerlerde nöbet tutuyordu. Medine’nin geceleri çok soğuk geçiyor ve açlık gibi başka zorluklar da yaşanıyordu. Hz. Aişe (ra) şöyle anlatır: bir gün Peygamber Efendimiz (sav) o kadar yorulmuştu ki, “Keşke nöbet tutacak iyi bir adam olsa” demişti. Saad bin Ebi Vakkas (ra) “Ya Rasulallah! Ben sizi korumak için nöbet tutayım” deyince, Peygamber Efendimiz (sav) “Filan yere git, hendeğin o kısmı zayıf, orada nöbet tut” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (sav) canlarını feda etmeye hazır olan sahabelerin ona olan bağlılıkları gerçekten çok özeldi. Onlar kendilerini Peygamber Efendimize feda ederken o da onları her zaman kendi zatına tercih ediyordu. O kadar cesurdu ki kendi canı değil, Medine halkının güvenliğini düşünürdü. Bu yüzden çoğu zaman farklı yerlerde kendisi bizzat nöbet tutardı. Bazen dinlenmek için çadırına çekilir gibi görünse bile, aslında çoğu zaman Allah’a secde ederek dua ederdi.
Bu savaş sırasında hz. Safiye’nin yürekliliği ile ilgili bir olay da vardır. Hz. Mirza Beşir Ahmed şöyle yazar: Kadınlar ve çocuklar, bir köşesi bir nevi kale gibi olan şehrin belirli bir bölümünde tutuluyordu. Korunmaları için sadece savaşmaya gidemeyen erkekler bu bölgede kalıyordu. Yahudiler bir gün casusluk amacıyla bu mahalleye bir adam gönderdi. Tesadüfen o sırada kadınların yakınında sadece Hz. Hasan bin Sabit vardı. Kadınlar, düşman bir Yahudi’yi böyle şüpheli bir şekilde etraflarında dolaşırken görünce, Hz. Resulüllah’ın teyzesi Safiye bint Abdulmuttalib, Hasan bin Sabit’e onu öldürmesini söyledi. Ancak Hasan bin Sabit bunu yapamadı. Bunun üzerine Hz. Safiye kendisi harekete geçti, Yahudiyle savaştı, onu öldürdü ve başını keserek Yahudilere doğru fırlattı. Böylece Yahudiler Müslüman kadınlara saldırmaya cesaret edemesin ve buradaki kadınları koruyacak yeterli sayıda erkek olduğunu düşünsün diye. Bu strateji işe yaradı ve Yahudiler korkuyla geri çekildiler.
Hz. Muslih Mev’ud (ra) da bu olayı anlatarak şöyle buyurdu: Araştırılınca anlaşıldı ki o adam Yahudi idi ve Beni Kureyza’nın casusu isi. Bunun üzerine, artık Medine’nin bu tarafı da güvenli değil diye düşünerek Müslümanlar daha da çok endişelendiler.
Hz. Resulüllah (sav) kadınların korunmasını öncelikli gördü ve bin iki yüz askerden beş yüzünü kadınların korunması için görevlendirdi. Böylece hendeğin korunması ve on sekiz-yirmi bin kişilik orduya karşı koymak için sadece yedi yüz asker kaldı.
Hz. Ali’nin (ra) Amr bin Abdud’u öldürdüğü olay da vardır. Amr bin Abdud öyle meşhur bir savaşçıydı ki Araplar arasında bin erkeğe eşit sayılırdı. O, Bedir savaşında yaralanmıştı ve o yaralar yüzünden Uhud savaşına katılamamıştı. Bu yüzden, hz. Resulüllah’ı (sav) öldürünceye kadar başına yağ sürmeyeceğine yemin etmişti. Bu adam, iki yandaşıyla birlikte hendeği geçerek geldi ve son derece kibirli bir eda ile şöyle haykırdı: “Ey cenneti arzulayanlar, gelin ben sizi cennete ulaştırayım, yahut siz beni cehenneme gönderin.” O iki ya da üçüncü defa bağırınca hz. Ali (ra) kalktı. Peygamber Efendimiz (sav) bizzat kendi sarığını onun başına bağladı, kendi kılıcını verdi ve dua ederek onun karşısına yolladı. Hz. Ali (ra) ona üç şey teklif etti: Geri dön; Müslüman ol; Ya da vuruşmak için karşıma geç. O, karşısına çıktı ve hz. Ali onu öldürdü. Onun ölümünden sonra yandaşları kaçtılar. Bir rivayete göre kaçanlardan birisi hz. Ömer’in kardeşi olan Dırar bin Hattab idi ve o kaçınca hz. Ömer (ra) onu takip etti. Dırar birden durdu; hz. Ömer’e mızrakla tam saldıracaktı ki durdu ve saldırmadı. Sonra hz. Ömer’e hitaben “Ömer benim bu iyiliğimi unutma, ben sana saldırmadım.” dedi. Dırar’ın ne iyiliği olabilirdi, tabii ki Allah’ın Dırar’a ihsanı oldu ve Mekke’nin fethinden sonra aynı Dırar İslam’a kavuştu. Sonra İslamî savaşlarda bütün gücüyle yer aldı, çok güzel cesaret sergiledi ve Yemame Savaşında şehit oldu. Bazılarına göre şehit olmadı, aksine uzun yaşadı ve Müslüman olarak vefat etti.
Bazı rivayetlere göre öldürülen Amr bin Abdud değil Nevfel bin Abdullah idi ve onun naaşı için kafirler hz. Resulüllah’a mesaj gönderdiler. Bunun detayı şudur: Bir gün kafirlerin büyük generalleri hendeği geçip bu tarafa gelmeyi başardılar. Ancak Müslümanlar öylesine canlarını dişlerine takarak saldırdılar ki onların geri dönmekten başka çareleri kalmadı. Nitekim o zaman hendeği geçen kafirlerden çok büyük bir lider olan Nevfel öldürüldü. O öyle büyük bir liderdi ki kafirler “eğer onun naaşına bir hürmetsizlik yapılırsa Araplar arasında yüzümüzü gösterecek yer kalmayacaktır” diye düşündüler. Nitekim onlar hz. Resulüllah’a (sav) şu mesajı gönderdiler: “Eğer siz onun naaşını geri verirseniz on bin dirhem vermeye hazırız.” Onlar “biz nasıl reislerin, hatta bizzat hz. Resulüllah’ın amcasının burnunu ve kulağını Uhud savaşında kestiysek aynı şekilde bugün de Müslümanlar bizim reisimizin burnunu kulağını kesecekler ve kavmimize saygısızlık yapacaklar” diye zannediyorlardı. Halbuki İslam hükümleri kesinlikle başka türlüdür. İslam, naaşlara saygısızlık yapılmasına izin vermez. Nitekim kafirlerin bu mesajı hz. Resulüllah’a (sav) ulaştığında kendisi şöyle buyurdu: “Biz onun naaşını ne yapacağız ki? Bu bizim ne işimize yarar ki onun karşılığında sizden bir şey alalım? Naaşınızı istediğiniz gib alıp götürün, bizim onunla hiçbir işimiz yoktur.
Huzur-i Enver hutbenin sonunda şöyle buyurdu: Bugün, Lacna ve Ensar’ın içtiması da başlıyor. Hüddam’a söylediğim gibi Lacna ve Ensar’a da diyorum ki, bu günlerde hususiyetle dualarla vaktinizi geçirin, salavat-ı şerif okumaya özen gösterin. Allah-u Teala hepinizi buna muvaffak kılsın. Ayrıca, içtimanın amacını gerçekleştirmeye çaba sarfedin, sadece eğlence programlarıyla ya da konuşmalarla vaktinizi geçirmeyin. Allah-u Teala her açıdan bunu bereketli kılsın.
٭…٭…٭