Dua ve İbadetin Lezzetine Ulaşmak

Hergün sokağa çıktığımızda yer yer kendi içimizde ve çevremizdeki insanlarda gördüğümüz bir eksiklik vardır. Bunu hisseder ama sebebini bulamayız. Bu hususta çok düşününce karşımıza çıkan netice şudur: hepimiz maddi ihtiyaçlar ve maddi hedefler için uğraştığımızın belki onda biri kadar manevi ihtiyaçlar ve manevi hedefler için uğraşmıyoruz. Bu durumun tabi neticesi olarakta mutsuz, dünyadar, hırslı kişiler çıkıyor karşımıza. Çünkü nasıl bedenin ihtiyaçları varsa ruhunda ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyaçlar karşılanmadıkça ne maneviyattan, ne sevgiden, ne aşktan, nede dua ve ibadet lezzetinden bahsetmek mümkün olmuyor.

Halbuki dinimizi biraz inceleyen bir insan, hem maddi ve hemde manevi dünyamız için tüm gerekliliklerin yerli yerinde düşünüldüğü ve bizim hem madden hem de manen sağlıklı bir yaşam sürmemiz için tüm ihtiyaçlarımızın karşılandığını görür.

Bu konuşmamızda bu hususu biraz incelemeye çalışmak istiyoruz. Manen dua ve ibadet lezzetine ulaşmak için neleri nasıl yapmamız gerektiğine dair, Mehdi (a.s.) ve halifelerinin bize tarif ettikleri yolu bizde elimizden geldiğince sizle paylaşmak istiyoruz. Çünkü birçok Ahmedi’nin tecrübesidir ki, Ahmediyetle birlikte dua ve ibadetin lezzetini hissedecek kapılar kendilerine açılmaktadır. Tabi ki kapının açılması tek başına yeterli değildir. O kapıdan girmek veya girmemek kişinin kendi çabasına bırakılmıştır.

İşte bu noktada bu çaba noktasında bizlerin mutlaka fark etmesi gereken bir sır gizlidir. O da açılan bu kapılardan girmek isteyen bir bakış açısıdır. Şöyle ki herkes zor hayat koşullarının imtihanlarına değişik şekilde uğramaktadır. Ama bazıları bu imtihanlardan Allah’ın rızasını kazanarak bazıları ise kaybederek çıkar. Çünkü her hareketimizde bir karar veririz ve bu karar Allah’ın rızasına uygun değilse imtihanı kaybetmemiz kaçınılmazdır. Yani inanmak ve bunun gereğini yerine getirmek hayatımızın her karesinde verdiğimiz tercihlerle mümkündür. Daha doğrusu bir tercih meselesidir. “Ben bu imtihanda Allah’ın rızasından ayrılmayacağım” demek te, “Ey Allah’ım niye bana bu sıkıntıyı verdin demekte” bizim tercihimize kalmıştır. Fakat biri itaati, biri isyanı geliştiren yaklaşımlardır. Dolayısıyla her mümin öncelikle her daim Allah’ın rızasını gözetecek bir bakış açısına sahip olmalı ve ona göre hareket etmeye çalışmalıdır.

Bundan sonrası için karşımıza çıkacak en büyük engel ise “anlamsız hiçbir şeyi yapmamaktır”. Şimdi diyebilirsiniz niye anlamsız bişey yapalım ki? Aslında günlük yaşantımız ne kadar tatsız tuzsuz ise o kadar çok anlamsız uğraşları var demektir. Manevi lezzetin en önemli kapısıda budur. Bugün insanlar, namazlarında bir papağandan farksız bir şekilde ezberledikleri duaları okumakta ve bir tavuğun yeri gagalaması gibi acele acele secdelere varmaktalar. Sorsanız ibadet etmektedirler. Peki bu şekilde yapılan ibadetin onlara göre borç ödemekten fazla bir faydası oluyormu? Mesela Kuran “Namaz kötülüklerden alıkor” diyor. Kaç kişinin namazı kendisini kötülükten alıkoyuyor? Veya bugün kılınan namazın insanları kötülükten alıkoymamasının nedeni nedir?

Naçizane bir örnek vereyim. Ahmedi olduğum sıralarda çalıştığım işyeri, muhafazakâr görüşleriyle tanınan bir kurumdu. Burada insanlar ibadete de düşkün idiler. Resulüllah (sav) “Kim la ilahe illallah derse cennete girer” buyurmuşlardır. İşte bunlarda bu hadisin ışığında bizlere görevler verirlerdi sen 3000, sen 5000 “La ilahe illallah” tespih et. Sonra bunları bir kişiye hediye ederdik ve o da ölmüşlerine hediye ederdi. Bunu çok ciddi bir ibadet olarak yaparlardı. Ne zaman ki ben Mehdi (as) ile tanıştım bu hususta aslında yapılanların ne kadar anlamsız olduğunu da gördüm. O ilah kelimesinin Arapçada 3 anlamı olduğunu ve bunlarında mabud, maksut ve mahbub olduğunu söyledikten sonra şöyle der:

Bir Hadis-i Şerifte “La İlahe İllallah (c.c.)” diyenin cennetlik olacağı beyan edilmiştir. Bu hadis yanlış anlaşılmıştır. Nitekim bir papağan gibi bu kelimenin ezberlenip sadece dil ile bunun sık sık tekrarlanmasının yeterli olacağı ve bu kadar ikrarla Cennete girileceği zannedilmektedir. Unutulmamalıdır ki, Allah’ın (c.c.) ilişki kurduğu laf değil gönüldür. Yani bu kelimenin anlamını gönüllerinde gerçekten barındıran ve Allah’ın (c.c.) azametini hakkıyla yüreklerinde taşıyan kimseler cennetliktir. İnsan “La İlahe İllallah”a içtenlikle iman edince onun mahbubu Allah (c.c.) olur ve O’ndan başka sevgilisi kalmaz. Aynı şekilde sadece Allah (c.c.) onun mabudu olur ve O’ndan başka matlubu da kalmaz. Değil ahirette bu dünyadayken bu insan cennete girer. Allah’tan (c.c.) başka mahbubu ve maksudu kalmayınca hiçbir musibet ve güçlük insana rahatsızlık vermez. Abdal ve kutubların makamı işte budur… Bütün söylediklerimin özü: Bir tek Allah (c.c.) mabudunuz, mahbubunuz ve maksudunuz olmalı. Ama içinizde bulunan her çeşit kötülükten kurtulmadan bu makama varamazsınız.

Bu yazıyı okuduktan sonra anladım ki, boğazdan aşağıya, yani kalbe inmeyen zikir ve ibadet lezzet almaktan da bir o kadar uzaktır.

Evet, Allah (c.c.) bizim sevgilimiz ise o halde başka sevgililerin hayatımızda yeri ne olabilir?

Bunun üzerine bir mürebbimiz ile sohbetimizde şu soruyu sordum: “Ben Allah’ı gerçekten sevgili olarak görüp görmediğimi nasıl anlarım?” diye. Verdiği örnek çok hoşuma gitmişti. Dedi ki: “Bir sevgilin olduğunu ve uzun zamandır ayrı kaldığını düşün. Hasret ile görmeyi diliyor ama göremiyorsun. Derken ondan bir mektup geliyor. Sen bu mektubu bir kere okuyup atar mısın? Yoksa en aziz yerde, kalbinin üzerinde saklayıp, çıkarıp okur ve dayanamaz tekrar tekrar okurmusun? İşte Kuran’ın hayatımızdaki yeri bu ise Allah’a karşı hissettiğin aşktan bahsedebilirsin. Yok, Kuran’ı evde bir köşeye atıp bırakmışsan da daha bir aşktan bahsetmen mümkün değildir. Tabi Kuran okumak derken, okumak, okuduğunu anlamak, anladığın üzerinde düşünmek ve düşündüğün üzerinden de öğüt almak şeklinde bir okumak olmalı” demişti.

İşte bakış açısı ve tercih meselesi dediğimiz konular bu tarz konulardır. Benzer durumlarda hareket tarzımız bu şekilde olmalıdır.

Bakın bizler Ahmediler olarak “Namazda lezzet vardır” diyen bir nidacının nidasını işittik. İşittik ve itaat ettik. Mehdi (as) bize öğretti ki, namazda da dünyevi gıdalar gibi bir lezzet vardır. Hatta bu lezzeti alarak, bir insanın bir yıllık namazında kendisine iki damla gözyaşı nasip olmuyorsa, mutlaka kalbinde bir hastalık vardır. Onu tedavi etsin buyuruyor.

Biat edipte bu nidayı işitmeden önce namaz bizim için sadece ödenmesi gereken bir borçtu. Şu anda çoğu insanında yaptığı gibi. Ama Ahmediyet bize öğretti ki bu namazda benim için son derece gerekli olan bir şeyler var. Bunları öğrenmeli ve kazanmalıyım, diye.

Hatta bize en büyük kazancımızın ne olacağını da tarif etti: “İnsan duaya sarılmalı ve çokça dua etmeli. Neticede duası kabul edildiği zaman o kişinin imanı geri dönmeyecek şekilde güçleniyor. Çünkü Allah onun duasını kabul ederken, o kişi Allah’ın değişik tecellilerine mazhar olur ve iman eder ki, “bu zamana kadar Allah benim için gayb idi. Görünmez, bilinmez bir şeydi ama ben emin oldum ki O vardır ve benim dualarımı işitmiştir.” Bu tecrübeyi yaşayan bir insanın imanı son derece ilerleme kat etmiştir. Burada yanlış anlaşılmasın. Her duasıda kabul edilecek diye bir kaide yoktur. Ama bir kere bu tecrübeyi yaşaması bile insanı Yaradan’ına yaklaştırması açısından çok önemlidir. Bu konuda Mehdi (a.s.) şöyle buyuruyor:

“Benim bir duam kabul edilirse ben ister istemez seviniyorum, ama reddedilirse bu beni daha çok sevindiriyor çünkü birincisinde Allah benim rızama uygun netice veriyor, ikincisinde ise ben Rabbimin rızasına uyuyorum. Bu benim daha hoşuma gidiyor.” Buradan da başka bir şey anlıyoruz ki, mümin dua ederken benim istediğim olsun diye dua etmiyor. Bu konuda benim Rabbimin rızası belli olsun diye dua ediyor.

İşte ibadetlerimizde yaptığımız her hareketin, ettiğimiz her sözün mutlaka bir hikmeti ve anlamı vardır. Bunları anlamsızca peşpeşe yapmak değil bu hikmeti ve anlamı anlamaya bulmaya çalışmalıyız. Bunun içinde her hareketin ve her sözün kalbe etkisi olacak şekilde davranılması gerekli hale gelir. İşte manevi lezzete ulaşmanın bir diğer safhası da budur. Kalbe etki etmeyen, boğazdan öte gitmeyen duanın bizde bir tezahürü de olamaz.

Bunun için Mehdi (a.s.) namazlarımızda edilen duaların, okunan ayetlerin Arapça okunması ile birlikte, mutlaka anlamlarını da öğrenmemizi ve özellikle secdelerde Allah’a ana dilimizde dua etmemizi emretmiştir. Bu şekilde her sözün her hareketin anlamını düşünerek namaz kılmak namazımızı lezzet yolculuğunda ileriye taşımakla birlikte, ana dilimizde edeceğimiz dualar, işte o sevgili ile paylaşılan ve zaman sınırı olmayan güzelliklerin kapısını açacaktır bize. Özellikle teheccüd o nedenle sevgililerin namazı olarak adlandırılmıştır. İnsan hasret kaldığı sevgilisini o saatte görmek için kalkıyor ve saatlerce onunla konuşuyor dertleşiyor. Bu da Allah’ı sevgili görebilmenin diğer bir ölçüsüdür.

Ancak Ahmedi olmadan önceki halimiz sadece ezberden ibaretti. Her işimizi de ezberden ve kulaktan dolma yapardık. Aslında yaşadığımız sadece İslam’ın ilmihal kısmı idi. Herkes ezberden Gaybe imanın farz olduğunu söylerdi. Ama sorsak gaybe iman nedir veya gaybe iman ettiğimiz nasıl belli olur diye, çoğumuz cevap veremezdik. Ama Dördüncü halifemiz bir hutbesinde bu konuya değinmiş ve şöyle demişti:

“Gerçekten “Ahiret gününe inanıyorum” demek bir iddiadır ki, ben Müslüman olduğum için Allah ahiret günü var diyor ve ben buna inanıyorum. Böyle bir gün olacaktır ve o adalet gününde her insan iyilik ve kötülüğünün karşılığını alacaktır.

Dediğimiz gibi bu bir iddiadır ve iddialar deliller ile ölçülürler. Bir insana ben şunu iddia ediyorum dediğiniz zaman o insan için öyle bir örnek teşkil etmelisiniz ki, o insan iddialarınızın delilini de canlı olarak görebilsin.

İşte gaybe inandım diyen ama kalben de inanıp bunu hayatına aktarabilen insanların iki belirtisi vardır:

1.         Namazı ayakta tutarlar,

2.         Allahın kendine verdiklerinden Allah (c.c.) yolunda harcarlar.

1) Namazı ayakta tutarlar.

Kur’an-ı Kerim burada namazını güzel kılarlar demedi, namazını ayakta tutarlar dedi. Ne demek namazı ayakta tutmak? Allah-ü Teâla biliyordu ki bir zaman gelecek ve Müslümanların namazlarında mânâ kalmayacak ve böyle olunca da insanlar namazda bir çekicilik bulamayacaklar. Bir nevi o dönemde Müslümanların kıldığı namaz tavuğun yem için yeri gagalaması gibi yatıp kalkmaktan ibaret olacak ve namaz anlamından uzaklaşacak. Namaz anlamını yitirecek. İşte bu durumu fark eden bir insan artık namazını ayağa kaldırmalı yani kendisine fayda verecek bir namaz kılabilmeli.

Ahiretin varlığına gerçekten inanan birisi namaza önemsiz bir şey muamelesi yapamaz. Çünkü kurtuluşunun namazda olduğunu ve dinimizin de bu nedenle namaza ne kadar önem verdiğini bilir.

Hepimizin de bildiği gibi Allah-ü Teâlâ’nın bizim namazımıza ihtiyacı yoktur. O, namazı bizim için koymuştur. Öyleyse bilmemiz gereken namazdan istifade etmek gerektiğidir.

Peki namazdan istifade etmek nasıl olmalı. Birincisi Resulüllah (s.a.v.)’in dediği gibi, “Namazda Allah’ı görüyormuş gibi veya Allah sizi görüyormuş gibi davranın.” Bu şekilde düşünmek insanın namazına bir ciddiyet getirecektir.

Yine bilirsiniz ki Resulüllah (s.a.v.) “İnsanın Allah (c.c.)’a en yakın olduğu an secde anıdır” buyurmuştur. Şimdi biz dualarımızı yönelttiğimiz Rabbimize, isteklerimizi yanına gittiğimizde söylemiyor ve kapıyı kapatıp dışarı çıkıp öyle söylüyoruz. Böyle yapmak Peygamberimizin bu dediği ile de uyuşmaz. Siz özel bir isteğinizi insana söylerken nasıl çekinerek söylersiniz ve kimse duymasın diye iyice yaklaşırsınız. İşte namazda da Rabbimize yakın iken dualarınızı iletin. Çünkü en yakın olduğunuz zaman o andır.

Yine Resülullah (s.a.v.) ashabına “Secdede çok çok dua ediniz” buyurmuştur. Bunu söylerken orada Selman Farisi gibi Arap olmayan Ashab da vardı ve ona da demedi ki, sen Arapça’yı iyi bilmiyorsun, secde de Arapça edilecek duaları ezberle. Hayır böyle demedi. Herkesin kendi dilinde mümkün olduğunca dua etmeye çalışması lazımdır. Namazının her rüknundan sonra insan kendi diliyle isterse saatlerce dua edebilir. (Mesela secdede üç kere “süphane rabbiyel a’lâ” dedikten sonra Allah (c.c.)’a hamd edip Resulüllah’a salât getirmeli ve kendi dilinde dua etmelidir.)

İşte Resulullah’ın sünnetine uygun hareket edilerek kılınan, bilinçle ve anlamıyla kılınan namaz muhakkak, yerlerde sürünen bir namaz olmayacak, ayağa kalkacaktır. Böyle olunca insan namazdan tat almaya başlayacak ve dua da ilerleyebilecektir.

Bu ilerleme de ahiret korkusu olan insan için, bir zarurettir, gerekliliktir. Böyle bir ilerlemeyi o insan hissedemezse, muhakkak içinde bir eksikliği daima taşıyacak ve nedenini anlayamadığı huzursuzluklar yaşabilecektir. Çünkü hayatının gayesi aslında dua lezzetine ulaşmaktır, namaz lezzetine ulaşmaktır ancak o başka lezzetler peşinde bunu aramaktadır.

2) Gaybe inanan insanların ikinci vasfı da, Allah’ın verdiklerinden Allah yolunda harcarlar.

Bakara Suresinin ilk ayetlerinde Allahü Teâlâ takva sahibi insanların halini anlatır ve der ki “Onlar kendilerine verdiklerimizden Allah (c.c.) yolunda harcarlar”.

Dikkat ediniz, onlara para verdik, ondan harcarlar demedi. Kendilerine ne verdi isek ondan Allah (c.c.) yolunda harcarlar dedi.

Gaybe inanan mümin hiçbir şeyi sahiplenmez ve hiçbir şeyi kendinden bilmez. Tüm bu saydıklarımız Allah (c.c.)’ın üzerimizdeki nimetleridir aslında. Dolayısıyla bu nimetlerden şimdiden Allah (c.c.) yolunda harcayayım ki, Allah (c.c.)’ın sevgisine nail olayım diye düşünür.

Allah sevgisi de duasız elde edilemez. Peygamberimiz (S.A.V.) Hz. Davut (A.S.)’ın bir duasını her gün okurdu. Oysa Allah sevgisi açısından Davut peygamberin durumundan daha üstündü.

Bu dua şöyledir:

“Allahümmerzukni hubbeke ve hubbe mena habbeke ve hubbe yukarribun aleyh vec’al hubbeke ehabbe ileyye minel mâil baîd”

“Ey Allah, Sen kendi sevgini ve seni sevenlerin sevgisini, sana yaklaştıran her şeyin sevgisini bana rızk olarak ver ve senin sevgin bana, çölde susuz kalmakta olan bir insan için soğuk su ne kadar aziz ise o kadar aziz olsun.”

Ancak insan bu makama bir günde gelemez. Duasından hemen lezzet alamaz. Çünkü mesela bir hırsız bir günde evliya olamaz. Bu insanın ahlaken o yüce seviyeye gelmesi için bir tekamül gereklidir. Bu da yavaş yavaş ve meşakkatle çaba göstererek olur.

O nedenle Allah (c.c.) namazı koydu. Namaz bu gelişmeyi sağlamak için yegane yolunuzdur. Bu yol namazsız gidilebilecek yol, bu engel namazsız aşılabilecek bir engel değildir. Namazınızı kılmaya çalışınız. Zorluklarınız var ise belki de o konu ile ilgili kolaylıklardan haberdar değilsinizdir. Araştırınız ve öğreniniz. Namazsız bir hedefe ulaşamazsınız. Önce namaza sıkı sıkı sarılın.

Ondan sonra Allah (c.c.) yolunda, Allah (c.c.) için ve zaten Allah (c.c.) tarafından size verilmiş olanlardan size zor gelse de harcayın. Bugün zamanını Allah (c.c.) yolunda harcamak, para harcamaktan daha zor bir hale gelmiştir. Kendinize hedefler koyun, ben haftada şu kadar zamanımı Allah (c.c.) rızası için harcayacağım, aldığım paranın şu kadarını Allah (c.c.) rızası için harcayacağım diye.

Bunları elde etmek için de her daim duaya sarılınız. Geceleri kalkınız, teheccüdlerde Allah (c.c.)’tan sevgisini isteyiniz. Karanlık içinde aydınlığı arayınız.

Gaybe olana imanımızın tam olabilmesi için, tek yolumuz namazdır. Varımız yoğumuz namazdır.”

İşte gaybe iman bile bizi dua ve ibadetlerde lezzet almaya götüren bir yoldur aslında. Halbuki biz ezberden inanıyormusun evet gaybe inanıyorum deyip geçiyoruz. Bu noktada aslında farkına varamadığımız çok büyük bir tehlike gizlidir ve Mümin bu hususta çok dikkatle davranmalıdır.

Kuranı Kerim’de münafıklarla ilgili olarak Allah’u Teala şöyle buyurmaktadır:

“Onlar kendi akıllarınca Allah’ı ve müminleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değildirler.” (Bakara,9)

Allahu Teala (c.c.) onları kandırıyor demektir ki; onlar Allah (c.c.)’ı kandıramayacaklarına göre demek ki Allah böylece onları kandırıyor. Yani kendi kendilerini kandırmalarını sağlıyor. Halbuki Allah onları kandırıyor ve “Onlar namaza durdukları zaman tembellikle dururlar. İnsanlara gösteriş yaparlar.” diyor. Onlar namaza dururken, ibadet yaparken gösteriş niyetiyle dururlar.

“ve o namaz içinde Allah’ı (c.c.) pek az zikrederler.” Namaz içinde başka işlerle uğraşırlar. Çünkü amaç namaz kılmak değil gösteriştir.

Bu münafıklık meselesi mümin insanı da rahatsız eder ve o düşünür: “Acaba bende bir münafıklık mı var?” diye. Resulullah (s.a.v.) döneminde de bu böyleydi. Ashab-ı Kiram bile bazen bizde münafıklık var mı diye şüphe ederlerdi. Ama Resulullah (s.a.v.) Efendimiz çok açık bir şekilde meseleyi anlattı.

Resulullah (s.a.v.) Efendimiz münafıklığın çeşitli tanımlarını yaptı. Dedi ki, “Münafık iki sürünün arasında kalmış bir koyuna benzer. Hangisine katılacağını bilmez. Tam karar veremez.” Diğer bir hadiste

“Münafığın 4 alameti vardır. Birincisi, konuştuğu zaman yalan söyler. İkincisi, söz verdiği zaman yerine getirmez. Üçüncüsü, emanete hıyanet eder. Dördüncüsü, biriyle tartıştığı zaman, kötü sözler sarf eder.(Mesela küfür eder.)”

Yine Resulullah (s.a.v.) “Ey iman edenler, sizin dilinizle iman etmiş olanlara eziyet vermeyin ve başkasının ayıplarını kurcalamayın.” dedi. Çünkü eğer birisi bir Müslüman’ın ayıplarını arıyorsa, onu arama peşindeyse, o kişinin ayıbını ortaya çıkarır. Buda aslında bugünlerde büyük bir hastalık. İnsanlar başkalarının güzellikleri yerine onların ayıplarından bahsetmeyi daha çok severler. Hatta daha da kurcalayıp dururlar kimde ne ayıp var diye.

Günümüzde Müslümanlar arasında bu münafıklık hastalığı maalesef çok vardır. Hatta Müslümanlara çok şey isnat ediliyor. Yani takiye yaparlar. Yani görünürde başkasın, ama için başka türlüdür.

Eğer birisinin hoşuna gitsin diye dini olduğundan daha yumuşak gösteriyorsan bu günahtır. Çünkü kendini Allah’ın (c.c.) yerine koyuyorsun. (Haşa). Halbuki İslamiyet’te münafıklık yoktur.

Kurân-ı Kerim diyor ki, “Onlar gösteriş yaparlar”. İşte bir işte bir zerre kadar da olsa, yüzde yüz de olsa, gösteriş gösteriştir. Nasıl bir insan bir kilo sütün içine bir damla pislik atsa, süt ister istemez pis olur, kirlenir ve haram olur. İşte gösterişte böyledir. Niyet o kadar önemlidir.

Yine Vâdedilen Mesih (a.s.) şöyle buyuruyor: “Ben münafıklardan hoşlanmam. Çünkü Allahu Teâlâ Kurân-ı Kerim’de “Münafıklar Cehennemin en dibinde olacaklardır” buyurmuştur. Biliniz ki münafık insan kâfir insandan daha beterdir. Neden? Çünkü kâfir içinde cesaret ve karar verme gücü vardır. Neye inanıyorsa açık açık söyler. Eğer size muhalifse, açıkca muhalifliğini ortaya koyar ve karar verme gücü ile bunu yapar. Düşmanlığını da saklamaz. Ama münafık içinde şecaat yani cesaret ve karar verme gücü yoktur ve o içini devamlı gizli tutar.”

Eğer bir kimse benim cemaatime girip ikiyüzlülükten vazgeçmiyorsa, o bu cemaatten uzak kalır, uzaklaşır. Ve bilinizki, Allahu Teâlâ münafıkların yerini (esfelü safilin) cehennemin en dibi olarak bildirmiştir. Çünkü münafıklarda ikiyüzlülük var, yani münafıkta iki renk var. Ama kâfirin hiç değilse bir rengi vardır. Onun için Allahu Teâlâ münafığı kâfirden daha beter saymıştır.

Dolayısıyla biz biat ettik demek artık kurtulduk demek değildir. Kurtulacak kapıya geldik demektir. Ama insan münafıklık hastalığına sahipse bu kapıdan nasıl geçip kurtuluşa erebilir ki.

O nedenle yolculukta en önemli hedeflerimizden biri irfan yollarını aramak ve ilahi irfana ulaşmak olmalıdır.

Bu husuda dördüncü halifemiz der ki:

“Birçok kişi ibadetlerinden imani lezzeti alamadıklarından şikâyetçidir. Bunlar “Öyle bir püf noktası söyle ki, biz ilahi irfana varalım.” Diye sorarlar.

Bu insan yaratılışının gayesidir. İlahi irfan yollarının insan tarafından bilinmesi lazımdır.

İrfan Arapça bir kelimedir. İlim ve irfan benzer kelimelerdir. İlim manası itibariyle genel bir anlam taşır. İrfan ise özel bilgiyi ifade eder. İrfan’ın en güzel tarifi “Allahü Teala’yı tanımaktır:”

İlahi irfan; bir insan Allah (c.c.)’ın sıfatlarını öğrendi. Bunu sadece okuyarak öğrendi diyelim. İşte ilahi irfan bu sıfatların o insanda görülmesiyle olur. Yani sadece bilgi olarak değil, insanın yaşayarak bu sıfatları öğrenmesi ile.

Bir insan Allah (c.c.)’ın birliğine inanırım diyorsa o irfan sahibidir denemez. Çünkü onun sahip olduğu sadece onun bilgisidir.

Çoğu insan dua eder, hatta ağlar ama, Rab nedir? Diye sorulsa buna bir izah getiremez. Bu engeldir. Karanlıkta bir şey tutmaya çalışan insanın durumuna benzer…

İrfan için çaba değil çabalar şarttır.

Allah (c.c.)’ın irfanı ancak, O’nun lütfu ile mümkündür. Çünkü irfana ulaşmak o kadar yüce bir duygudur ki, ona dünyevi kurallar içinde ulaşmak mümkün olmazdı. Ancak Allah (c.c.) lütfederse oluyor.

Allah (c.c.) tarafından, bana bahsedilen şeylere kim uyarsa o, kısa zamanda değiştiğini hissedecektir. Söylediklerimi dikkatle dinleyin. Bununla birlikte, bunlar bir sihirbazlık değildir. Bir gecede arif olamazsınız.

Söylediklerimi aklınızda tuttuğunuzda, bir sıkıntı kalmayacak ve Kuran’ın anlattığı Allah (c.c.) ile ilişkiye gireceksiniz…

Sadece dua ve sadece çaba ile insan Allah (c.c.)’ı elde edemez. O zaman doğru çaba ve doğru dua etmek gerekir. Dolayısıyla ilahi irfanın üç yolu;

1.         Dua

2.         Çaba

3.         Bunların doğru şekilde yapılmasıdır.

Doğru çaba için, çabanızın kapsamlı olması lazımdır. Sınıf geçmek için tek derse çok değil, her derse yeterince çalışmak gerekir. Bu işte başarı için iki şart vardır,

İrfan kalple ilgilidir, dille ifade edilemez. Tatlı şöyledir denince anlaşılmaz. Ancak kişi onu tadınca bilir. İrfanda böyledir.

Eğer bu durum kalple değil dille olsaydı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Mehdi (a.s.) herkesi irfan sahibi yaparlardı…

Öncelikle Allah’ın sıfatlarını bilmek lazımdır. İnsanın bunları bilmesi ve aklında bulundurması lazımdır. Kelime manalarını bilmek lazımdır ki insana etki etsin ve ameline yansısın.

O kelime söylenince, o sıfatla ilgili şeylerin insanın zihninde canlanması lazımdır.

Mesela Allah’ın en belirgin sıfatı Rahman oluşudur. Kulları daha istemeden, hatta ihtiyacının ne olduğunu tam olarak bilmezken, Allah-u Teâlâ kullarının ihtiyacını bilir ve daha onlar istemeden bazı ihtiyaçlarını karşılar. İlahi irfanı isteyen birisi Allahın bu sıfatını anlayabilmek için onu yaşamalı ve elinden geldiğince ihtiyaç sahibi insanların durumlarını gözeterek daha onlar istemeden yardım etmeye çalışmalıdır Anlaşılacağı gibi Allahın bu sıfatını sadece dil ile söyleyerek Rahmanı anlayamayız.

Adamın biri Vâdedilen Mesih ve Mehdi’ye (A.S.), eline tespih alıp çekmenin doğru olup olmadığını sordu.  Vâdedilen Mesih (A.S.) şöyle buyurdu: “Bu şekilde tespih çekenin gerçek amacı tespih tanelerini saymaktır. O, hedeflediği sayıyı tamamlamak ister. Şimdi o, zikretmek veya sayı saymak işinden ancak birisine kendini verebilir. Bu bir gerçektir ki, sayı tamamlamak peşinde olan, gerçek tövbeden mahrum kalır. Allah (C.C.) aşkında yok olmuş peygamberler ve diğer kâmil kimseler ne tespih tanelerini saymış ne de buna gerek duymuşlar. Hak Ehli her an Allah’ı (C.C.) zikrederler. Böyle bir soruyu sormak bir yana bunu düşlemek bile onlara göre beyhudedir. Sevgilisinin ismini sayarak anan bir âşık tanıyor musunuz? Allah’ı (C.C.) gerçekten seven ve kâmil teveccüh ile Allah’a (C.C.) ( her an Allah ile meşgul olma vasfına) sahip olan kimsenin sayı düşünmesi imkânsızdır. Çünkü zikir onun ruhunun gıdasıdır. O Allah’ı (C.C.) zikrettikçe zevk ve lezzet alır ve bu yolda ilerleme kaydeder. Fakat amacı sayının tamamlanması olunca, insan bunu zoraki iş imiş gibi tamamlayacaktır. (Ve hiçbir mertebe elde edemeyecektir.)”

İşte yukarıda saydığımız yollar için çaba sarf edene Allah kolaylık yolunu da göstermiştir. Bu konularda ilerlemek isteyen birisinin yapması gereken en önemli hususlardan birisi “Sadıkların sohbetinde bulunmak” tır. Sadık yani doğru sözlü olan kimseler.

“Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun”. (Tevbe 119)

“(Allah) bu kitapta size şöyle bir emir indirdi: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini, bu ayetlerle alay edildiğini duyduğunuz zaman (bu alay edenler) başka bir sözle meşgul olmadıkça onlarla beraber oturmayın. Yoksa sizlerde onlar gibi olursunuz. Allah (c.c.), münafıklarla kâfirlerin hepsini mutlaka cehennemde toplayacaktır.” (Nisa 141)

Buyurmaktadır. Yine Peygamberimizin hadislerinde:

“Allahü Teâlâ’yı kullar zikredince Allah (c.c.) yanındakilere (meleklere ve peygamberlere); bakın, benim kullarım beni zikrediyor, bende sizin yanınızda onları zikrediyorum, der.”

“Hangi meclis dahi hayırlı diye sorunca, Peygamberimiz “Sana iman lezzetini tattıran meclis” dedi.”

“Peygamberimize “İman nedir?” diye sordular, “Ateşten çıkan birisi nasıl ateşe tekrar girmek istemezse, biri Müslüman olduktan sonra geri dönmüyorsa iman lezzeti budur.”

Buyurulmaktadır. Bu konuda Mehdi (a.s.);

“Bana biat eden herkese bir yetenek verilir (Allah (c.c.)’a ilerleme yeteneği). Eğer birinin gelip gitmesi bir fark etmiyorsa, o yetenek ondan geri alınır. Bu nimet ancak sohbetle verilir. Allaha yakın olana yakınlık aslında Allaha yakınlıktır.”

Mehdi (a.s.);

“Sadıkların sohbetinde bulunun ayetine uymadıkça insan nurdan ve bereketten faydalanamaz. Çünkü Allah (c.c.) ehli insanlar maya gibidir. Az bir maya birçok sütü nihayetinde yoğurt yapar. Yani etkisini bir süre sonra mutlaka gösterir.

Günahınız ne kadar çok olursa olsun, siz iyi niyetle gelirseniz, o maya mutlaka etkisini gösterir. İnsan hiç fark etmez ancak Allah (c.c.)’a o kadar yaklaşır ki, kendiside maya olur.”

Kur’ân-ı Kerim bir hazinedir ama ihlâs ve sadakat ile sadıkların sohbetinde oturanlar, bu kitabın sırlarından haberdar edilir. Ebu Cehil’de sohbetlere gelirdi ama bu iki şart, ihlâs ve sadakat olmadığı için bir nasip alamadı.

İman ve takvanın derecelerini tam olarak elde etmenin bir tek şartı vardır. O da sohbet. Siz eğer bir sadığa bağlı iseniz onun bütün sıfatlarını taşımadığınız müddetçe ilerleme devam eder. Müminin gerçek sadığı Peygamber Efendimizdir ve O’nun sıfatları sonsuzdur. Dolayısıyla müminin ilerlemesi sonsuzdur.

Mehdi (a.s.);

“Kim, Allah ehli insanların sohbetinde oturursa, o, onun iyi vasıflarından etkilenir” diyor. Bu insan hiç konuşmasa dahi, sadece gelip oturmasıyla bile kesinlikle Allah ehlinin iyi vasıflarından etkilenecektir.

Mehdi (a.s.)’ın ashaplarından biri;

“Mehdi (a.s.)’ın ashabı ile oturmuştuk ve çok sessizdiler ama onların sessizliği bile konuşurdu. O bizim kalplerimizi etkiler ve maneviyatta ilerlememizi sağlardı.” dedi.

“Bazı insanlar mektupla biat ettik, inşallah geleceğiz diyorlar. Bu insanlar peygamberimizden 1400 yıl sonra kurulan bu ilahi cemaatin sohbetinde bulunmadan nasıl kurtulacaklar,” diyor Mehdi (a.s.).

Bugün cemaat milyonlara ulaştı. Bugün herkes, Huzur’un yanına gelemez. Ama Allah (c.c.) cemaate televizyon verdi. Bu insanlar evlerinde sadece hutbeyi dinleseler, Mehdi (a.s.)’ın bu sözünü yerine getirirler.

Allah (c.c.) insanoğluna insan dedi. Bu kelimenin manası iki sevgi taşıyan demektir. Bunlar Allah (c.c.) ve insan sevgileridir. İnsanoğlu Allah (c.c.)’ı görmediği için gönlü paslanıyor. Bunun için sadığın sohbetine nur verilir ve bu sohbette bulunanlar bu pastan korunurlar.

“Allah (c.c.)’a yönelmek istediği zaman, yolun başındaki müminin bir çabası vardır. Kendini zorlar. Asıl takva bu değildir. Ancak bir gün, bu çabadan sonra, bu başka bir renk alır ve gerçek takvaya ulaşır. Bunun için ise sadığın sohbeti şarttır. Çünkü Allah (c.c.) ehli kimseler, bu insanların çırpınışlarını görünce coşarlar. Bu insanlar için secdeye kapanırlar ve dua ederler. Ondan sonra bu insanlar o takvaya erişirler ve onlara nur lambası verilir. Bu nur lambası kul ve Rabbinin sımsıkı bir ilişkisinden sonra nasip edilir. Bu ilişki neticesi kul Allah (c.c.)’ın sıfatlarını taşır ve Allahü Teala günahtan ne kadar nefret ederse, bu insan da o kadar nefret eder. Artık bu kul için Allah (c.c.)’tan başka hiçbir şeyin anlamı yoktur.”

Şu anda da olduğu gibi Jalsa toplantılarımız bu sohpet ortamını bulduğumuz ve ciddi şekilde istifade edebileceğimiz toplantılardır. Burada her anımızı dolu dolu geçirmeye çalışmalıyız.

K. Çil

4. Jalsa Salana Türkiye

Önceki

İslam’ın bizden istedikleri

Sonraki

İhsan veya iffet