Müslüman Ahmediye Cemaati Başkanı Mirza Tahir Ahmed Hazretleri’nin 15 Şubat 1985 Cuma günü Londra’nın Fazl Camiin’de verdiği Cuma hutbesi metnidir.
Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti’nin yayınladığı resmi dergide Vadedilen Mesih’e (A.S.) atfedilen önemli suçlamalardan birisi de, el-iyazü-billah, kendisinin İngilizler’in eliyle dikilmiş bir fidan olmasıdır. Güya Müslüman Ahmediye Cemaati, İngilizler’in kurdurduğu bir Cemaat’miş. Geçen hutbemde bu suçlamanın bir yönü hakkında arkadaşlarıma bilgi vermiş ve değişik yönlerinden değişik parçalarını aydınlatmıştım.
Bugün ise ben bu suçlamanın daha değişik birtakım yönlerini ele almak istiyorum. Bu suçlama ile alâka kurarak Vadedilen Mesih’in (A.S.) Cihad’ı iptal ettiği söylenmiştir. Bu suçlamayı ispat etmek için şöyle bir delil uydurulmuştur: Kendisi İngiliz çıkarlarını korumak için yine İngilizler tarafından seçilmişti. Bu çıkarlardan bir tanesi de Cihad’ı iptal etmek idi. Pakistan Hükümeti’nin Cemaatimiz aleyhinde yayınladığı kitapçıklardaki iddiaya göre Vadedilen Mesih muhtelif yazılarında sık sık Cihad’ı iptal ettiğinden bahsediyormuş. Böylece, kendisinin İngiliz çıkarlarını korumak gayesiyle İngilizler tarafından seçilmiş bir İngiliz temsilcisi olduğunun ispatlandığı ileri sürülmektedir. Bu delili yakından daha detaylı olarak incelemeliyiz ve aşağıdaki noktaları araştırmalıyız:
İlk olarak incelenmesi gereken nokta şudur: Eğer Vadedilen Mesih İngiliz çıkarları uğruna Cihad’ı iptal ettiyse, acaba bu çıkarlar neydi ve kendi kişiliği vasıtasıyla nasıl tamamlanmış oldu?
İkincisi de: Vadedilen Mesih’in (A.S.) Cihad’ın iptalini ne durumda ilân ettiğidir? İngilizler’in gerçekten karşı karşıya bulunduğu tehlikeler ve onların siyasî arka plânı neydi?
İşte bu ve buna benzer birçok meseleyi zihnimde düşündüğüm gibi, Allah nasip ederse, teker teker aydınlatacağım. Bu konuda ilk olarak hatırlanması gereken nokta şudur: Eğer İngilizler gerçekten Vadedilen Mesih (A.S.) vasıtasıyla Cihad’ın iptalini ilân ettirmek ve Müslümanlar’ı cihad düşüncesinden uzaklaştırmak isteselerdi, bütün milleti can düşmanına çevirecek dinî iddiaları da kendisine yaptırmazlardı. Bir zamanlar bütün din bilginleri kendisini olağanüstü bir şekilde methetmekte, İslâm âleminde Resulüllah’ın (S.A.V.) ölümünden sonra o güne kadar kendisi gibi başka bir İslâm mücahidinin ortaya çıkmadığını söylemekteydiler. Her şeyi birden bire altüst eden bu iddiaları sonucu düşmanları bir yana, arkadaşları hatta akrabaları bile kendisine düşman kesildi. Bir gecede, bir tek iddiası neticesinde her şey öyle ters döndü ki bütün dünyada güya bir tek yandaşı bile kalmadı. Bütün dünyayı can düşmanına çevirecek bir iddia yaptırdıktan sonra İngilizler, Vadedilen Mesih’ten (A.S.) ne bekleyebilirlerdi. Ondan sonra kendisi Cihad’ı iptal etmek için seçilmektedir. Fakat az çok kendisiyle alâkası olan kişileri bile can düşmanına çevirecek olan iddialar kendisine yaptırılmaktadır. Bu gibi cahilane bir sözü ancak Müslüman Ahmediye Cemaati baş düşmanlarından olan birisi kabul edebilir. Dünyada hiçbir mantıklı insan bunu asla kabul edemez. Yani İngilizler:- Kendisinden, İsa’nın (A.S.) ölmüş olduğu iddiasını ortaya atmasını isteyerek, kendi Tanrılarını öldürmüş oldular.- Ümmetî Peygamber olduğunu iddia ettirerek bütün Müslümanlar’ı can düşmanına çevirdiler. – Sih dininin kurucusu Baba Nanık ile ilgili (Müslüman olduğuna dair) propaganda yaptırarak, Pencap civarında yaşamakta olan bütün Sihler’i ona düşman ettirdiler.- Budistler hakkında kabul edemeyecekleri bir ilân yaptırdılar.
– Bir dine inanan dünyanın bütün milletlerine meydan okumasını sağladılar ve onların hoşuna gitmeyen bir söz söylettiler.
Herkese acı verecek sözler söyleyen, mamafih bütün dünya insanlarını yandaşlarına çevirmek ve düşüncelerini değiştirmek isteyen böyle bir iddiacı dünyada hiç görülmüş müdür? Peygamberler dışında bu gibi kişiler hiç ortaya çıkmazlar. Kur’an-ı Kerim tarihini incelediğimiz zaman şunu açık olarak görüyoruz ki birisi bütün dünyayı kendisine çevirmek ister. Mamafih onların hoşuna gitmeyen bir iddiada bulunur. Şu bir gerçektir ki, zamanın en acı iddiası daima şu olmuştur: “Allah beni göndermiştir ve ben Allah tarafındanım” Böyle bir iddia neticesinde, düşmanlar bir yana, insanın kendi arkadaşları bile onu terkederler. O yüzden İngilizler’in kendisine, muhaliflerinin kabul edemeyeceği bir iddia yaptırdığına, ondan sonra da Cihad’ı iptal ettiğini ilân eder etmez bütün Müslümanlar’ın hemen sözünü kabul edeceğine ve İngiliz İmparatorluğu’nun bütün problemlerinin tamamen halledilmiş olacağına inanmak tamamen mantık dışıdır. Aklı başında bir insan aslâ bunu kabul edemez.
HİNDİSTAN’DA İNGİLİZ HAKİMİYETİ VE POLİTİKASININ ARKA PLÂNI
İngilizler’in tehlikeli gördükleri mesele ve korktukları durum neydi? Biraz da o zamanki politik durumun arka plânını incelememiz gerekir. İngilizler Hindistan’a girdikleri ve orada hakimiyet kurdukları zaman, Hindistan’daki Müslümanlar’ın durumları neydi? İngilizler’in korktuğu güçler nelerdi? Mesut Alem Nedevi o devir hakkında şöyle demektedir:
“O zaman Pencap’ta Sih üstünlüğü vardı. Müslüman kadınların namusları emniyette değildi. Müslümanlar’ın kanı mubah sayılıyordu. İnek kesmek yasaktı. Camiler ahır olarak kullanılmaktaydı. Kısacası zulüm ve haksızlıkların bir seli vardı ki beş suyun (Pencab’ın) Müslüman halkını götürmekteydi. Gözler her şeyi görmekteydi fakat amel ve hareket gücü felce uğramıştı.[1]
Bakınız, bütün Hindistan mevcut olmasına rağmen hareket güçleri felç halindeydi. Kuzeyden Güneye kadar yaşamakta olan Müslümanlar’a, kendi Müslüman kardeşlerinin kanının akıtılmasını reva görenlere karşı cihad ilân edebilmeleri nasip olmadı. Onların yanında inek kanı haram idi fakat Müslümanlar’ın kanı helâldi. Onların gözünde Müslüman kadınların namusunun hiçbir değeri yoktu. İşte o zaman o anaların, bacıların ve kızların namusunu korumak için hiçbir Müslüman el uzanmadı. O zaman onları bu dunumdan kim kurtardı? Onları kurtaran işte İngiliz İmparatorluğuydu. İngilizler gelince Müslümanlar rahat ettiler. İngilizler, durum böyle iken neden Delhi’de hükümet kurarak eğlenceye dalmış olan Müslümanlar’dan korksunlar ki? Bütün Hindu derebeylikleri bağımsızlığa kavuşmuştu. Her tarafta zulme maruz kalan Müslümanlar, kendilerini bile korumaktan âciz idiler. Hiç güçleri kalmamıştı. “East İndia Company” adlı ticarî bir şirket bile tek başına onlardan hükümet yetkisini gaspetmişti. İngilizler acaba onlardan mı korkuyor, bu zayıf Müslümanlar bizi mahvedip yok edecekler mi diyorlardır?
Sonra o cihatta ne mantık olacaktı? Biraz düşünmeniz lâzım. İngilizler geldiler ve Müslümanlar’ı Sih zulmünden kurtardılar. Ondan sonra diyorsunuz ki “Bizi Sih zulmünden niye kurtardınız” diye Müslümanlar birden ayaklanmalıydılar ve sizi artık cezalandıracağız diyerek İngilizler aleyhinde isyan etmeliydiler.
Sizin cihad düşünceniz bu mudur? Biraz mantıklı olun ve aklınızı başınıza toplayın. Ne iddialarda bulunuyorsunuz? Dünyaya hangi yüzünüzü göstereceksiniz? İddialarımız budur; “Sih zulmünden bizi kurtaran İngilizler’e karşı cihad etmek istiyorduk. Ancak İngilizler, bize düşman olan bir ajanları vasıtasıyla Cihad’ın iptal edildiğini ilân ettikleri için biz İngilizler’e karşı cihadı başlatamadık” mı diyeceksiniz? Böyle mantık dışı sözlerinizi kim kabul edecektir?
CİHADIN YANLIŞ DÜŞÜNCESİNE KARŞI YÜKSELEN BİR SES
Bu problemin üçüncü yönü şudur: Vadedilen Mesih acaba hangi Cihad’ın haram veya yasak olduğunu açıklamıştır. Cihad birkaç çeşittir:- Kılıçla yapılan cihad- Vaktini din uğruna feda etmek suretiyle yapılan cihad
– İslâmiyet’i yayma cihadı vs. vs.
Bu çok geniş bir konudur. Vadedilen Mesih acaba hangi Cihad’ın yasak olduğunu açıkladı? İslâmî Cihad’ı mı yasak ilân etti yoksa halkın cihad hakkındaki yanlış düşüncelerinin yasak olduğunu mu açıkladı? Bunu kendi lisanından öğrenelim ve neyin yasak neyin caiz olduğunu açıkladığını görelim. Size Vadedilen Mesih’in (A.S.) bir yazısını okumadan önce, içinde zikredilmiş olan papaz hakkında biraz bilgi vermek istiyorum. Vadedilen Mesih zamanında papazlar (özellikle İslâmiyet’ten vazgeçip Hıristiyanlığı kabul edenler) çok şiddetli bir şekilde İslâm’a saldırmakta, İslâm kılıçla cihad etmeyi emrediyor diye propaganda yapmaktaydılar. Diğer yönden İngiliz Hükümeti’ni de, Müslümanlar’ı ezip geçmeleri ve tekrar dirilmemeleri için aralarında hiçbir kuvvet bırakmamaları konusunda uyarmaktaydılar. O devirde Hıristiyan papazlar çok şiddetli bir şekilde İngilizler’i Müslümanlar’a karşı cihad inançları yüzünden kışkırtmaktaydılar. Gerçi İngiliz iktidarından sonra zavallı Müslümanlar’ın tekrar dirilme istekleri yok olmuştu. Onların durumunu size anlatırsam hayret edersiniz. Onlar ne düşünmekteydiler? Öğrenirseniz hayretten parmaklarınızı ısırırsınız. Fakat yine de papazlar tek yönlü olarak İslâm’a saldırmaktaydılar. Bu da onların İslâm düşmanlığını ispat etmekteydi. Onlar bu bahaneyle Hindistan’da Müslümanlar’ı ezmek ve Hindular’dan yana çıkmak ve onları güçlendirmek istemekteydiler. Hindular bile, sık sık İngilizler’i kışkırtmakta, asıl tehlikenin Müslümanlar’dan gelebileceğini ileri sürerek zaten ezilmiş olan bu zavallıları daha da ezip mahvetmeleri ve aralarında tekrar uyanma hevesi bırakmaları gerektiğini ileri sürmekteydiler. Daha önce de ima edilen, Agara Camii’nin eski imamı ve vaizi İmadüddin adlı papazın bu gibi suçlamalarını cevaplayarak Vadedilen Mesih şöyle diyor:
“Bu eleştirici, İslâm cihadından bahsetmiş Kuran’ın bir şart gözetmeden cihada teşvik ettiğini sanmıştır. Bundan daha büyük bir yalan ve iftira yoktur. Kur’an-ı Kerim ancak Allah kullarının ona iman etmelerine mani olan ve böylece dine karışan kimselerle savaşmayı emreder. O insanların Allah’ın (C.C.) buyruklarına uymalarını ve O’na ibadet etmelerini yasaklayanlarla, aynı şekilde sebepsiz olarak Müslümanlar’la savaşan ve müminleri evlerinden ve yurtlarından çıkaran; Allah’ın (C.C.) kullarını zorla kendi dinlerine çekmek isteyen; İslâm dinini yok etmek isteyen ve insanların Müslüman olmalarına mani olan kimselerle savaşmayı emreder. Allah’ın (C.C.) gazabına uğrayanlar da işte onlardır….. Vazgeçmedikleri taktirde müminlerin onlarla savaşmaları lâzımdır.”[2]
Vadedilen Mesih’in (A.S.) “Cihad İptali” işte budur. Biraz daha dinleyiniz. Neyi yasak etti ve neye karşı cihad bayrağını açtı? Bir takım cahil ulema ve papazların yanlış düşüncelerine karşı sesini yükseltti. Bu din âlimlerinin yanlış cihad düşünceleri neticesinde İslâmiyet’in bir faydası yoktu. Çünkü bu çeşit hocaların zaten savaşabilecek güçleri yoktu. Bunun yanında zarara girme tehlikeleri çoktu ve tehlike her tarafı sarmıştı. Vadedilen Mesih bakınız ne demektedir:
“(Sahabeler) ne kadar doğru kimselerdi. İçlerinde peygamber ruhu vardı. Allah onlara Mekke’de, paramparça edildikleri halde bile kötülüğe karşılık vermemelerini emrettiği zaman onlar, bu emirden sonra, süt çocukları gibi güçsüz ve zayıf durumuna girdiler. Ne ellerinde güç ne de kollarında takat vardı. Bazılarının ayakları sıkı sıkıya iki deveye bağlanarak develer ters istikâmetlere doğru koşturuldu. Onlar böylece birden turp yahut “Muli”[3] gibi ikiye bölünerek öldürüldüler. Fakat ne kadar acıdır ki Müslümanlar, özellikle din bilginleri, bütün o hadiseleri unuttular ve artık bütün dünyayı av olarak görmektedirler. Bir avcının bir korulukta sinsice bir ceylana yaklaşarak, fırsat kollayıp tüfeğiyle onu vurduğu gibi, hocaların çoğu da aynı şekilde hakaret etmektedir. Hümanistlik dersinden bir tek harf bile okumamışlardır. Onların fikrince hiçbir sebep yokken, gafil bir insana tabanca yahut tüfek ile saldırmak İslâm’dır!.. Ashab-ı Kiram gibi dayak yiyip sabreden insan nerede? Acaba Allah bize, hiç bilmediğimiz ve tanımadığımız birisini elimizde suçlu olduğuna dair hiçbir delil yokken, gafil avlayalım ve bıçakla onu doğrayalım yahut tüfekle onu öldürelim diye emretmiş midir? Acaba Allah’ın (C.C.) günahsız, suçsuz, İslâm dini hakkında tam olarak ikna edememiş kullarını öldürün; böylece cennet’e gireceksiniz diye emreden bir din Allah (C.C.) tarafından olabilir mi? Eskiden beri bir düşmanlığımız bulunmayan hatta belki de hiç tanımadığımız birisine, çocukları için birşeyler satın alırken yahut başka bir meşru işiyle meşgulken sebepsiz olarak, kendisiyle bir ilgimiz yokken, tabancayla ateş ederek birden karısını dul, çocuklarını yetim ve evini de bir matem yeri olarak bırakmamız yazık ve utanç verici değil midir? Hangi Hadis’te yahut hangi ayette böyle yazılıdır. Bu soruya cevap verebilecek bir din adamı var mıdır? Ey cahiller! Siz yalnız cihad adını duymuşsunuz ve onunla nefsanî amaçlarınızı yerine getirmek istemişsinizdir.”[4]
KILIÇ CİHADININ ŞARTLARI EKSİK
Vadedilen Mesih’in (A.S.) yasak olduğunu açıkladığı cihad işte budur. Bugün bile ona caiz diyen bir hoca var mıdır? Demek ki yanlış suçlamalar yapmaktasınız. Vadedilen Mesih’in (A.S.) yasak olduğunu bildirdiği, muhaliflerinin kendi düşünceleriydi. Ancak onların bu düşünceleri şimdi su yüzüne çıkmaktadır. O zaman onlar gizli kapaklı konuşuyorlardı. İngiliz Hükümeti’ne gelince, onlar Vadedilen Mesih’in (A.S.) açıkladığı cihad düşüncesinin aynısını ona açıklarlardı. Biraz sonra size bu konuda bazı yazılar okuyacağım. Vadedilen Mesih’in (A.S.) ne gibi muhaliflerle karşı karşıya bulunduğunu işte o zaman anlarsınız. Allah kullarını rastgele seçip onları sevmez. Aksine O, onları çok şiddetli acılar ve musibetlerle dener. Onlar büyük zalimlerle karşılaşırlar ve sabrederler. Ancak o zaman onlar Allah katında mukaddes ve temiz kimseler olarak kabul görürler ve Allah’ın (C.C.) sevdiği insanlardan sayılırlar. Vadedilen Mesih şöyle demiştir:“Yani:Kılıç cihadının şartları bulunmadığından dolayı bugünlerde kılıç Cihad’ı yoktur.”Daha sonra o şöyle der: “Yani bize, kâfirlerin bize karşı hazırlandıkları gibi hazırlanmamız ve onların bize davrandıkları gibi bizim de aynı şekilde onlara davranmamız, bize kılıç çekmedikçe bizim de onlara kılıç çekmememiz emredilmiştir.”[5]Yine Vadedilen Mesih Mir Nasir Nüvvab’a yazdığı mektubunda şöyle demiştir:
“Bugünlerde cihad ruhanî renge girmiştir ve bugünlerde cihad ancak İslâm talimatını yükseltmeye çalışmak demektir.”(6)
Kısacası Vadedilen Mesih yalnız, ulemanın uydurdukları cihad düşüncesini iptal etmiştir. Cihad şartları tamamlandıkça cihad etmek yasaktır. Aslında bu da cihadın yalnız bir yönüdür ve şartları bulunmadığından dolayı yasaktır.
İSLÂMİYET’İ YAYMA CİHADI
Cihadın daha geniş anlamına gelince, kendi zatında cihad hiçbir zaman iptal olamaz. Cihad her durumda mutlaka daima varolacaktır ve her müminin eda edebileceği herhangi bir şekli mutlaka bulunacaktır. Vadedilen Mesih’in (A.S.) dediği gibi:
“İslâmiyet’i yüceltemeye çalışınız. Muhaliflerin dinî suçlamalarını cevaplandırınız. Güzel bir din olan İslâm’ın güzelliklerini dünyaya ispat ediniz. Allah başka bir durumu dünyaya göstermedikçe cihad işte budur.”[6]
Yani cihadın bu şekli sonsuza kadar değildir. “Başka durum”un anlamı şudur ki İslâm düşmanı din aleyhinde zorlamaya baş vurursa, o zaman siz de cevaben ona karşı savaşabilirsiniz. Fakat böyle bir durum belirlenmedikçe, cihadın karşınızda bulunan öteki şekillerine başvurmalısınız. Vadedilen Mesih yine başka bir yazısında şöyle demektedir:
“Bundan sonra artık kılıçla yapılan cihad sona ermiştir. (Her çeşit cihad sona ermiştir demiyor. Yalnız kılıçla yapılan cihad sona ermiştir diyor. Sebebini ise zaten daha önce açıklamıştır.) Fakat nefislerinizi pak etme cihadı bakidir. Ben bu sözü kendi tarafımdan söylemedim. Allah’ın (C.C.) da istediği odur. Sahih-i Buharî hadis kitabında rivayet edilen Vadedilen Mesih hakkındaki hadisi düşünün. Bu hadis şöyledir: “Yede-ül Harb” yani Mesih gelince din uğruna yapılan savaşları sona erdirecektir.”[7]
CİHAD İLE İLGİLİ KUR’AN TALİMATINA TERS DÜŞÜNCELER
Demin bahsedilen hadis Resulüllah’a aittir. Vadedilen Mesih başka bir yazısında şöyle demektedir:
“Bana öğretilen ikinci usul, bazı cahil Müslümanlar arasında şöhret bulmuş olan cihadın yanlış düşüncesini ıslâh etmektir. Bugün cihad olarak kabul edilen hareketlerin Kur’an talimatına ters düştüğünü Allah (C.C.) bana anlatmıştır. Evet Kur’an-ı Kerim’de savaş emredilmiş idi. Savaşla ilgili o Kur’an emri, Musa’nın savaşlarından daha mantıklı ve Yuşa bin Nun Peygamberi’nin savaşlarından daha hoş idi. Onun dayandığı nokta, yalnız şuydu: Müslümanlar’ı öldürmek için haksız olarak kılıç kaldıran ve haksız olarak kan akıtan ve zulümlerini son haddine erdirenler kılıçlarla katledilsin.”[8]
Hutbenin başında okuduğum ayet-i Kerimelerde zikredilen Kur’an talimatının hülasası ve özü işte budur. Bu sözlerden birisinin batıl olduğunu ispat edebilen ve neresine itiraz edilebileceğini bugün bile açıklayabilen bir din bilgini var mıdır? Bile bile Vadedilen Mesih’e (A.S.) uydurma ve yalan bir söz intisap ettiriyorlar ve kitaplarını okumuş oldukları halde, bütün bu detaylarını gizlerler. Güya İngilizler, Vadedilen Mesih’i (A.S.) cihadın iptali için seçmiş; kendisi olmasaymış İngilizler mahvolacaklarmış. Vadolunan Mesih, Müslümanlar’ı cihaddan vazgeçirmeseymiş onlar İngiliz İmparatorluğu’nu mahvedeceklermiş!!!
İNGİLİZLER’LE SAVAŞANLAR MÜFSİD VE HAİN
Bugün bizi suçlamakta olan ulemanın durumunu dinleyiniz. O devirde yukarıda zikredilen talimatı gizli olarak Müslümanlar arasında yaydıklarına şüphe yoktur. Onlar dünya kamuoyuna karşı başka türlü çıkmakta, İngiliz Hükümeti’ne kendi inançları hakkında başka türlü bilgi vermekteydiler. İngilizler’e karşı bu hocaların inançları tamamen değişik olarak ortaya çıkmaktaydı. Vadedilen Mesih’in (A.S.) baş düşmanı ve cihad konusunda en fazla itiraz edici olan Muhammed Hüseyin Batalavî bakın ne demektedir: “İngilizler’e karşı başlatılan 1857 isyanına karışan Müslümanlar, çok günahkâr ve Kur’an ile Hadis’in hükmüne göre hain ve kötü karakterli idiler…. İngiliz Hükümetiyle savaşmak, yahut onunla savaşanlara (velev ki Müslüman olsun) bir şekilde yardım etmek, açık bir hıyanettir ve yasaktır.”[9]
Yine başka bir yerde o, şöyle demektedir:
“Bu delillerle açıkça ispat edildiği gibi Hindistan memleketi, Hıristiyan bir saltanatın idaresi altında olmasına rağmen “Dar-ül İslâm” (İslâm memleketi)’dir. İster Arap olsun ister Acem, ister Sudan’lı Mehdi olsun ister İran şahı yahut Horasan Amiri olsun, hiçbir kralın bu saltanata din uğruna saldırması aslâ caiz değildir.”[10]
Yine memleket içinde yaşayanlara, zamanın padişahına itaat etmek ve işbaşındaki hükümetin emirlerine uymak zaten farzdır. Fakat Muhammed Hüseyin Batalavî adlı bu hoca diğer ülkeler için bile fetva vermekte ve şöyle demektedir: Sizler ki İngiliz iktidarı dışında yaşamaktasınız, sizler bile eğer İngiliz Hükümetiy’le savaşırsanız dinî bir yasağı bozmuş olursunuz.
O, daha sonra şöyle demektedir:
“İslâm ehline, Hindistan uğruna İngiliz Hükümeti’ne muhalefet etmek ve isyan çıkarmak haramdır.”[11]
“Bu çağda şer’î cihadın hiçbir şekli yoktur. Çünkü şu anda Müslümanlar’ın imamlık şartı ve sıfatlarına uygun bir imamları mevcut değildir. Ayrıca Müslümanlar arasında düşmanlarına üstün çıkabilecekleri bir birlik ve beraberlik bile bulunmamaktadır.”[12]
Peki öyleyse bugün öyle bir imam var mıdır? İslâm’da imam olabilmek için (General Ziya-ül Hak gibi) dikta rejimi ve askeri idare mi lâzım? Allah (C.C.) İslâmiyet içerisinde ne zaman askeri idareler vasıtasıyla imam seçtirmiştir?
Hindistan’ın önde gelen liderlerinden olan tanınmış bir ilim adamı Sir Seyyid Ahmed Han, İngilizler’e karşı başlatılan 1857’deki savaşa katılanlar hakkında şöyle demiştir:“Onların hepsi günah işleyen birer piçtir. İslâmiyet’le hiçbir alâkası yoktur.”[13]
Keza, Ehl-i Sünnet Barelevî Cemaati’nin İmamı Seyyid Ahmed Riza Han da şöyle demiştir: “Hindistan “Dar-ül İslâm”“dır. Ona “Dar-ül Harp” demek aslâ doğru değildir.”[14]
İNGİLİZLER’E KARŞI CİHAD YAPMAMANIN ŞER’Î SEBEBİ
Bizzat cihad yapmış olan ve Sihler’e karşı cihad başlatmak gayesiyle Serhad eyaletine gitmiş olan Seyyid Ahmed Barelevî Şehit Hazretleri, mukaddes ve kutsal kalpli bir insandı. O, Müslümanlar’ın namusunun değerini biliyordu. Fakat İngiliz Hükümeti’ne gelince o, bu hükümet hakkında ne düşünüyordu? Bu konuda biyografisini yazmış olan Muhammed Cafer Tanesari şöyle demiştir:“Soru soranlardan biri S.A.Barelevî Hazretlerin’e: İslâmiyet’i doğru bir din olarak kabul etmeyen ve Hindistan’a hakim olan İngilizler’e karşı cihad ederek neden bu memleketi bağımsızlığa kavuşturmuyorsunuz? diye sordu. Kendileri bu soruya şöyle bir cevap verdiler:
“İngiliz Hükümeti İslâmiyet’i kabul etmemesine rağmen Müslümanlar’a zulüm etmemekte, haksızlığa başvurmamakta, dinî vecibelerine ve ibadetlerine mani olmamaktadır. Biz onların memleketinde açıkça vazetmekte ve dinimizi yaymaktayız. Fakat İngiliz Hükümeti hiçbir zaman buna karışmamaktadır. Bizim esas görevimiz Allah’ın (C.C.) birliğini yaymak ve Seyyid-ül Mürselin’in (S.A.V.) sünnetlerini ihya etmektir. İşte bu memlekette biz bu görevi rahatça ve serbestçe yapmaktayız. Öyleyse İngiliz Hükümeti’ne karşı ne sebepten dolayı cihad edelim ve niçin İslâm talimatına aykırı davranarak her iki tarafın kanını akıtalım. Bunun üzerine soru soran kişi böyle güzel ve doğru cevabı dinleyerek cihadın gerçek amacını anladı ve sustu.”[15]
Allame Şibli Numani şöyle demektedir:
“Resulüllah’ın (S.A.V.) güzel devrinden bugüne dek, Müslümanlar daima idaresi altında bulundukları hükümete vefakâr ve bağlı kalmışlardır. Bu yalnız kendi hareket tarzları değildi; ayrıca dinlerinin de talimatı oydu. Bu talim Kur’an-ı Kerim, Hadis, Fıkıh hepsinde kinayeten ve sarahaten mezkurdur.”[16]Hoca Hasan Nizami şöyle der:“Bizde cihad meselesini çocuklar bile bilirler. Onlar, kâfirler dinî işlere karışınca, elinde bütün savaş malzemeleri bulunan adil bir imam savaş fetvası verirse her Müslüman’a savaşa katılmanın vacip olacağını bilirler. Yalnız İngilizler dinî işlerimize karışmadıkları gibi, zulüm olarak tabir edilebilen bir aşırılık da etmemektedirler. Elimizde savaş malzemesi de mevcut değildir. Bu durumda biz kesinlikle hiçbir kışkırtmacıya kulak asmayız ve canlarımızı tehlikeye atmayız.”[17]
MÜSLÜMAN LİDERLERİ VE İNGİLİZLER
Müslüman Ahmediye Cemaati çağdaş düşmanlarından bir kısmı da doğruyu kabul etmeye mecbur olmuşlardır. Meselâ Malik Muhammed Cafer adlı bir avukat bu konuda bir kitap hazırlamıştır. O şöyle demiştir:
“Mirza Gulam Ahmed’in zamanında, Muhammed Hüseyin Batalavî, Pir Mihr Ali Şah, Mevlevi Sanaüllah ve Sir Seyyid Ahmed Han gibi en tanınmış muhalifleri bile en az onun kadar İngilizler’e bağlıydılar. Zaten bu sebepten dolayıdır ki o devirde Mirza Bey aleyhinde yazılan kitaplarda, Onun kendi talimatında İngiliz köleliğini telkin ettiği belirtilmemiştir.”[18]
Kısacası bazı muhaliflerimiz bile Müslüman ulemalarının iki devir yaşadıklarını kabul etmiştir. Birisi İngiliz iktidarı devri, ikincisi de daha sonraki devirdir. Vadedilen Mesih (A.S.) zamanında onlar başka türlü söylerlerdi. Yani o zaman bütün din adamları cihad ile ilgili olarak, Onun ileri sürdüğü talimatın aynısını savunurlardı. Ne var ki bugün onların düşünceleri tamamen değişmiş, Doğu’dan Batı’ya tersine dönmüştür.
HİNDİSTAN’IN DAR-ÜL İSLÂM OLDUĞUNA DAİR FETVALAR
Müslüman Ahmediye Cemaati baş düşmanlarından Şureş Keşmirî bile şunu kabul etmeye mecbur olmuştur:
“Mekke müftüleri: Abdullah Şeyh Ömer Oğlu Cemal Din (Hanefî) Zihni Oğlu (Şafi’i) ve İbrahim Oğlu Hüseyin (Maliki)’den de fetvalar alındı ve bu fetvalar vasıtasıyla Hindistan’ın “Dar-ül İslâm” olduğu ilân edildi.”[19]
“Hakikat-i Cihad” adlı bir kitap yazmış olan Mevdudi, bu kitapta; ayrıca başka yazılarında, cihad hakkında, hiç aklı başında bir Müslüman’ın kabul edemeyeceği ve Resulüllah’ın (S.A.V.) da böyle zalimane düşünceleri ileri sürmeyeceği talimatını ileri sürmüştür. Bugün cihad hakkında en müteşeddidane ve sert düşüncelere sahip Mevdudi’nin partisidir. İşte bakın Mevdudi, Sud (Faiz) adlı kitabının birinci cildinde ne demektedir:
“İngiliz Hükümeti Hindistan’da İslâm Saltanatını yok etmek istediği zaman Hindistan “Dar-ül Harp” idi. O zaman İslâm Saltanatını savunmak amacıyla can vermek, başaramadıkları takdirde oradan hicret edip gitmek bütün Müslümanlar’a farzdı. Yalnız Müslümanlar yenildikten ve İngiliz Hükümeti yerleştikten sonra, ayrıca Müslümanlar da kişisel hukuk (Personal Law) hürriyetine kavuşarak orada barınmayı kabul ettikten sonra artık bu ülke “Dar-ül Harp” olmaktan çıktı.”[20]
Mevdudi “Dar-ül İslâm” demiyor, “Dar-ül Harp” diyor. İşte aynı şeyi Müslüman Ahmediye Cemaati de savunmaktadır. Yani birisi size saldırdığı zaman onunla çırpışın. Namuslarınızı, mallarınızı ve dininizi muhafaza edin. Çocuklarınız ölüp yok oluncaya kadar silâhı bırakmayın. “Dar-ül Harp”’te her çeşit öz savunma İslâmî cihada girer.Suudi Arabistan eski kralı Celâlet-ül Melek Faysal H.1385 yılında Hac münasebetiyle Mekke Rabıta-tül Âlem-il İslâmî’nin toplantısında şöyle demiştir:
“Saygıdeğer kardeşlerim! Hepiniz Allah yolunda cihad etmek gayesiyle çağrılmışsınız. Cihad ancak tüfek kaldırmak yahut kılıç sallamak demek değildir. Aksine cihad insanları Allah’ın (C.C.) kitabına ve Resulüllah’ın (S.A.V.) sünnetine davet etmek, onlara uymak ve her çeşit zorluklara dert ile ızdıraplara rağmen kuvvetli bir şekilde onlara bağlı kalmak demektir.”[21]
Daha sonra o şöyle demektedir: “(Gayr-i Müslim hükümetlerin idaresi altında bulunan Müslümanlar’a) vacip olan din hizmetini eda etmeleri ve Allah’ın (C.C.) emirlerine uymalarıdır. Biz onlara kendi hükümetleri aleyhinde ayaklanmalarını tavsiye etmeyiz. Yalnız kendi aralarında, kendi inanç ve niyetlerine göre Allah’ın (C.C.) kitabını ve Resulüllah’ın (S.A.V.) sünnetini hakem (kadı) olarak kabul etmelidirler. Kendilerine asayiş bağışlayan hükümetlerle iyi geçinmelidirler. Kendi ülkelerindeki düzeni bozan bir anarşist olmamaları lâzımdır.”[22]
Öyleyse Vadedilen Mesih’i (A.S.), cihad kabul etmiyor hatta Cihad’ı iptal ediyor ve el-iyazü-billah İngilizler’e yağ çekiyor ve onlar uğruna fesat yaratıyor diyerek suçlayan ulema nerededir? Vadedilen Mesih’in (A.S.) o gün söylediği sözlerin aynısını çağdaş din adamları da söylemekteydiler. Vadedilen Mesih yabancılara söylediği sözün aynısını yandaşlarına da söylüyordu. İngilizler’e söylediğinin aynısını kendi Cemaati’ne de bildiriyordu. Kendi zatında ve cemaatinde iki yüzlülük ve münafıklık yoktu. İlan ettiği Cihad’ı zaten yapmaktaydı. Cihadın bu düşüncesi için yalnız lafla değil, hayatı boyunca canla başla mücadele etti ve Cemaati’ne de aynısını telkin etti. Vadedilen Mesih’e (A.S.) intisap edilen bir suçlama da Kraliçe Victoria’yı övmesi ve bir rahmet sebebi olduğunu bildirmesidir. Şimdi bu ulema arasında Kraliçe’ye İslâmiyet’i telkin etmiş olan birisi var mıdır? Fakat Vadedilen Mesih büyük bir cesaretle Hıristiyanlığı tenkit etti ve onun batıl ve ölü bir din olduğunu savunarak zamanın kraliçesini İslâmiyet’i kabul etmeye davet etti. O zaman Kraliçe’nin imparatorluğu üzerinde güneş batmazdı. Vadedilen Mesih bir taraftan Kraliçe’nin Hükümeti’ni övdü. Diğer taraftan da açıkça onu İslâm’a çağırdı. Diğer din adamlarının karakterine de bir bakınız. Onlar Hindistan’a “Dar-ül İslâm” diyorlardı. Lâkin Vadedilen Mesih’in (A.S.) arif billah (Rabbi’ni Tanıyan) gözü onu hiçbir zaman “Dar-ül İslâm” olarak görmedi. Aksine “Dar-ül Harp” sandı. Çünkü o, cihadın gerçek irfanına sahipti ve cihadın anlamını biliyordu. Çünkü her nerede cihad vacip olursa orası “Dar-ül İslâm” değil, ““Dar-ül Harp”“tır. Yalnız hangi manada? Kendisi bu soruyu şöyle cevaplandırmıştır:“Burası ““Dar-ül Harp”“tır. Papazlara karşı rahat durmamalıyız. Yalnız bizim harbimiz de onlar gibi olsun. Onlar hangi silâhlarla meydana çıktılarsa aynı çeşit silâhları biz de ellerimize almalıyız. İşte o silâh kalemdir. Zaten bu sebepten dolayıdır ki Allah bu âcize “Sultan-ül Kalem” (Kalemle hükmeden) ve kalemime de “Zülfikar” ismini vermiştir. Bundaki sır şudur: “Bu cenk ve savaş çağı değildir. Aksine bu kalem çağıdır.”[23]
Aynı şekilde o, Kraliçe Viktoriya’ya şöyle demiştir: “Ey saygıdeğer Kraliçe! Kemal-i fazilet, ilim ve ferasetine rağmen İslâm dinini kabul etmediğine hayret ediyorum. Sen saltanat işlerini yürüttüğün gibi aynı feraset ve aynı gözle neden İslâmiyet’i incelemiyorsun? Zifiri karanlıktan sonra artık tekrar güneş doğmuştur. Bunu görmüyor musun? Allah yardımcın olsun! Bil ki İslâm dini nurlardan oluşmuştur. O, nehirlerin doğup aktığı pınardır; meyveli bir bostandır. Bütün dinler onun bir parçasıdırlar. Sen bu güzelliği gör ve bundan bolca rızıklandırılanlardan ve bahçelerinden istifade edenlerden ol. Hiç şüphesiz ancak bu din diridir; bereketlerle dolu olup mucizeleri göstermektedir. O iyi işleri emreder ve kötü işlerden vazgeçirir. Ona karşı duran yahut emrine uymayan muradına erişemez.Ey saygıdeğer kraliçe! Dünya nimetleri bakımından Allah’ın sana büyük bir lütfu vardır. Sen artık ahıret krallığıyla da ilgilen ve tövbe et; doğrulmuş olmayan ve krallıkta da bir ortağı bulunmayan Tek ve Bir Allah’a (C.C.) boyun eğ. Sen onun yüceliğini beyan et. O’nun dışında da, hiçbir şeyi yaratamayan ve kendi yaratılmış olanları tanrı olarak mı kabul ediyorsunuz? Eğer bir şüphen varsa bana gel. Sana O’nun doğruluğuna dair mucizeler göstereyim. O her hal-ü kârda benimle birliktedir. Ben O’nu çağırdığım zaman O, çağrıma cevap vermektedir ve O’nu yardıma çağırdığım zaman daima yardıma gelir. O’ndan yardım talep ettiğim zaman bana yardımcı olur. Ben, her yerde bana yardımcı olacağına ve beni zayi etmeyeceğine inanıyorum. Hesap gününden korktuğun için benim mucizelerimi ve doğruluğumun kanıtını görmek ister misin? Ey Kraliçe! Tövbe et; tövbe et; ve kulak ver ki Allah malına ve sahip olduğun her şeye bereket versin ve Allah’ın (C.C.) rahmet gözüyle baktığı insanlardan olasın.”[24]
Şimdi bu bir yağcının konuşma tarzı mıdır? Siz yağmacı değil idiyseniz size bu konuşma tarzı niçin nasip olmadı?
VADEDİLEN MESİH’İN YAPTIĞI İSLÂMÎ CİHADIN İTİRAFI
Vadedilen Mesih’in (A.S.) sözü ve cihad düşüncesi ve ona bağlı kalması işte budur. Çağdaş olan hiçbir din bilgininin Kraliçe’ye yağ çekmesi dışında başka türlü hitap ettiğini duyamazsınız. “Tövbe et” kelimeleri o devirdeki bir saltanat için bomba niteliğini taşımaktaydı. Bu çok yüce bir kelâmdır. Kraliçe Victoria açık bir şekilde İslâmiyet’e davet edilmiştir. Batıl bir dinden tövbe etmeye ve İslâm’a çağırılmıştır. İşte gerçek cihad budur. Vadedilen Mesih cihadın bu ruhunu anladığından Cemaati’ne bitmeyen bir cihad yolunu göstermiştir. Bizim geceyle gündüzümüz, her anımız cihad olmuştur. Pakistan’ın tanınmış tarih yazarı Şeyh Muhammed Ekrem Bey, bunu hissederek şöyle demiştir:
“Dünya Müslümanlar’ı arasından ilk önce Ahmedi Müslümanlar şu gerçeği kavramışlar: Gerçi bugün İslâm siyasî bakımdan zeval halinde ise de, yine de Hıristiyan ülkelerde propaganda faaliyetleri serbest olduğundan Müslümanlar’ın ellerine din tarihinde yeni olan bir fırsat düşmüştür ve biz bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeliyiz.”[25]
“Müslümanlar genelde cihad bisseyf (kılıç ile cihad) inancına hayalî olarak inanmaktadırlar. Onlar ne gerçek olarak cihada katılırlar ne de İslâmiyet’i yayma cihadını dinî vecibe olarak kabul ederler ve onlar bu işte bir hayli başarıya! ulaşmışlardır.”[26]
MEVDUDİ’NİN CİHAD DÜŞÜNCESİ
Sonunda size Vadedilen Mesih’in (A.S.) cihad düşüncesiyle Mevdudi’nin cihad düşüncesi arasında bir mukayese yapmak istiyorum. Ulemanın iki tane cihad düşüncesi olduğu bellidir. İngiliz Hükümeti zamanında söyledikleri başkaydı. İngiliz Hükümeti sona erdikten sonra söyledikleri başka türlüdür. Demek ki onların iki tane terazileri vardır. Onlar, namuslu bir Müslüman’ı eziyete boğan bir cihad düşüncesini Resulüllah’a (S.A.V.) intisap ettirirler. Onların cihad düşüncesi sinir bozucudur. Vadedilen Mesih’e (A.S.) itiraz edenler arasında ve kendisini suçlamak konusunda Mevdudi’nin Cemaati ilk başta gelir. Mevdudi’nin cihad düşüncesini size sunmadan önce Gayr-i Müslim olan Binbaşı Ausbur’un bir yazısını okumak isterim. O Resulüllah’a (S.A.V.) eziyet edilirken emrettiği talimatı şöyle özetlemiştir:
“Teklif ettiği usullerden bir tanesi de dinde zorlama yapılmamasıdır. Fakat (eliyazübillah) başarının kendisine verdiği sarhoşluk, iyi düşüncelerinin sesini çok önce susturmuştu. O, savaş için bir genel emir vermişti. (Bunun neticesinde) Arabistan ahalisi bir elinde Kur’an, diğerinde kılıç tutarak, yanan şehirlerin alevleri ve mahvolmuş ailelerin çığlıkları arasında kendi dinlerini yaydılar.”[27]
İslâmiyet’in yayılışının bu ne zalimane ve pis bir düşüncesidir. Bu düşünceyi İslâm düşmanı bir müsteşrik savunmaktadır. Mevdudi bile aynı düşünceyi sanki ince bir iplikle kumaşı işler gibi sözünü fesahat ve belagat perdesi arkasında saklayarak şöyle ileri sürmektedir:“Resulüllah on üç yıl Arapları İslâm’a davet etti; vaaz ve nasihatin en etkileyici yollarına başvurdu. Kuvvetli deliller ileri sürdü. Açık olarak ispat etmeye çalıştı. Fesahat ve belagata dayanan konuşma gücüyle onların kalplerini ısındırdı. Allah tarafından akıllara durgunluk veren mucizeler gösterdi. Kendi ahlâkı ve temiz hayatında iyiliğin en güzel örneğini verdi. Doğruluğunu ispat eden ve bu konuda faydalı olabilen hiçbir yol bırakmadı. Fakat kavmi, doğruluğunun güneş gibi aydınlanmış olmasına rağmen davetini kabul etmedi. Doğruluk onlara açık olarak belirlenmiş idi. Onlar gözleriyle hadilerinin çağırdığı yolun doğru olduğunu görmüşlerdi. Bununla birlikte o yolu benimsemelerini, kâfirlikteki serbest yaşayışlarında alıştıkları lezzetleri bırakmaya hazır olmayışları engelliyordu. Fakat vaaz ve nasihatlerinden başarısız kaldıktan sonra….. (eliyazübillah! Demek ki Resulüllah vaaz ve nasihatlerinde başarısız kaldı! Mevdudi’nin kaleminden çıkmakta olan bu söz ne kadar cahilane, tehlikeli ve zalimane sözdür. O Allah’tan (C.C.) hiç korkmamaktadır. Bir taraftan onun sesini dinleyin, öte yandan Kur’an-ı Kerim’in şu sesine (87:10) kulak verin:
“Ey Muhammed! Nasihat et, çünkü senin nasihatin hiçbir zaman başarısız olamaz. Senin tavırların değişiktir. Senin nasihatinde, başarısızlığa uğramayan bir kuvvet vardır. Yalnız nasihatine rağmen birisi ikna olmazsa biz yine de sana zor kullanma izni veremeyiz. Neden? Çünkü Allah (88:22-25’de) şöyle buyurur: Yani senin nasihatinde bir güzellik, bir sevgi, bir melahat vardır. Sözlerin çekicidir ve tesir yaratmamasına bir sebep yoktur. Biz sana kesin olarak söyleriz ki eğer bir bedbaht sözlerinden yüz çevirirse ve onları kabul etmezse, yine de biz sana zor kullanma izni veremiyiz. Biz seni zorlayıcı yapmadık. Sen yalnız nasihat edicisin. Ondan sonra da kabul etmeyeni biz yakalarız ve cezalandırırız. İşte bu Allah’ın Kelâmı’dır. Fakat o Mevdudi’nin Kelâmı’dır:
“Vaaz ve nasihatlerinden başarısız… “İnna lillahi ve inna ileyhi raci’un” Üzüntüden dolayı bu cümleyi okumak zordur. Mevdudi’nin sözü şöyle devam ediyor.) İslâm daisi (çağrıcısı) eline kılıç aldı ve:[28] diyerek nesilden nesile gelen bütün üstünlükleri sona erdirdi. Namus ve iktidarın bütün geleneksel putlarını kırdı. Memlekette düzenli ve kuvvetli bir hükümet kurdu. Ahlâk yasalarını zorla yürürlüğe koyarak onları sarhoş etmiş olan kötülük ve günah serbestliğini yoketti ve ahlâk güzellikleri ve insanın iyi adetleri için daima gerekli olan asayişi sağladı….. (Ausburn aynı sözü şöyle söylemiştir: “Dullarla yetimlerin tehlikeli çığlıkları arasında kendi dinini yaydı. Ondan sonra ise ağlayıp sızlayanlar en sonunda zaten uyuyup kalırlar.” Mevdudi bu duruma “Teskin” ismini vermiştir. Yani artık hiçbir taraftan muhalifane bir ses yükselmemekteydi.) İşte o zaman kalplerden yavaş yavaş pas tutmuş kötülük ve fesat yok olmaya başladı; huylardan fasit maddeler kendiliğinden çıkıp gitti ve ruhların kesafetleri sona erdi. (Kuvvet-i kudsiye, nasihat, hatırlatma hepsi külliyeten başarısız kaldı (böyle bir söz söylemektense Allah’a (C.C.) sığınırız) ve Mevdudi’nin sözüne göre o zaman kılıç sallandı ve bütün işler başarıldı.)
Gözlerden perdeler kalkarak doğruluk nuru aydınlanmış oldu. (Hangi perde vardı? Allah bu konuda (2:7-8) şöyle der: Burada hiç imanı olmayanlar zikredilmişlerdir. Allah’ın (C.C.) dediği gibi zulüm ve haksızlık perdeleri yırtılmaz. Fakat Mevdudi der ki Allah ne bilecek!!! Ben daha iyi bilirim. Kılıç kullanılıncaya kadar perdeler yırtılmamıştı ve o ana kadar Allah’ın (C.C.) dediği doğruydu. Fakat kılıç kullanılınca bütün bu perdeler yırtılmış oldu!!!) Hatta boyunlardaki hak belirlendikten sonra insanları Allah’a (C.C.) boyun eğmekten alıkoyan eskisi gibi şiddet ve başlardaki, o eski bencillik baki kalmadı. Arabistan gibi diğer ülkelerin İslâmiyet’i bu kadar süratle kabul etmelerinin yani bir çeyrek asırda bütün dünyanın Müslüman oluşlarının sebebi ise, İslâm kılıcının onların kalpleri üzerindeki perdeleri yırtmış olmasıdır.”[29]
RESULÜLLAH’IN KUVVET-İ KÜDSİYESİ VE DUALARI
Bu yazı ancak tarih bilgisinden yoksun birisine ait olabilir. Endonezyalı her Müslüman bu yazının her kelimesini yalanlamaktadır; Çin’in tamamen İslâmiyet’e girmiş olan dört eyaleti de bu yazının yanlış olduğunu kanıtlamaktadır. İslâm’ın hiçbir kılıcı ne Endonezya’ya , ne de Malezya’ya ne de Çin’e ulaşmamıştır. Onların her çocuğu; her kadını her erkeği; her genci ve her yaşlısı; Mevdudi’nin bu ilânını yalanlamaktadır. Vallahi Muhammed’in kılıcı değil, onun güzelliği bizi çekmiştir; Muhammed’in kuvvet-i küdsiyesi ve ruhanî gücü bizim kalplerimizi fethetmiştir diye ilân etmektedir. Bu inkılap nasıl gerçekleşti? Resulüllah hangi cihad neticesinde o kadar muazzam bir zafer elde etti? Vadedilen Mesih’in (A.S.) dediğine göre, Resulüllah’ın (S.A.V.) yarattığı inkılap, Hz.Resulüllah’ın (S.A.V.) duaları neticesinde gerçekleşmiş idi. O, bu konuda şöyle demektedir:
“Arabistan gibi viran bir memlekette cereyan eden o fevkalade hadise, yani yüzbinlerce ölünün birkaç günde tekrar dirilmesi ve nesillerin bozulmuş olanlarının İlâhî bir renkle renklenmiş olması; gözü kör olanların tekrar görme kuvvetine kavuşmuş olması; dilsizlerin de İlâhî bilgileri izah etmeye başlamış olmaları; kısacası dünyada daha önce hiç kimsenin ne gördüğü ne işittiği bir inkılabın birden gerçekleşmiş olması; biliyor musunuz o neydi? Onlar bir fani fillah’ın (Allah’a ermiş birisinin) karanlık gecelerinin dualarıydı ki dünyada o kadar büyük yankılar uyandırdı ve o güçsüz ve Ümmi’den (tahsil görmemiş olandan) beklenemeyen olağanüstü mucizeler gösterdi. Allahümme salli ve sellim ve barik aleyhi ve alihi.”[30]
Vadedilen Mesih’in (A.S.) bu yazısını okuyarak Mevdudi’nin yazısıyla bir karşılaştırma yapınız. Her ikisi arasında belli bir fark, kutuplar yani Doğu ile Batı arasındaki fark gibi bir ayrılık vardır. Bir tarafta, Vadedilen Mesih’in (A.S.) temiz kalbi üzerinde belirlenen ve pak sözler olarak kutsal lisanından cereyan eden Hak ile İslâm ruhu konuşmaktadır. Bize İslâm üstünlüğünün kuvvet kaynağının yolunu gösteren ve susamış ruhlarımızın susuzluklarını gideren ses işte budur. Bu ses bize Hz.Muhammed’in (S.A.V.) üstünlüğünün, kuvvetinin, ululuğu ile yüceliğinin sırının kuvvet-i küdsiyesinde olduğunu bildirdi. Bu kuvvet, bir sağanak halini aldı ve Arabistan çölünü ve kuru ile yaşı, deniz ile karayı suladı. O çölleri çimenlere ve viraneleri bağlara döndüren ve cansız toprakları yeniden dirilten ab-ı hayatı (hayat veren su) yağdırdı.
MEVDUDİ’LİK RUHU
Kısacası bir tarafta bu Hak ile İslâm ruhunun sesidir ve diğer tarafta Mevdudi ağzıyla konuşmakta ve zulüm ile haksızlığın acayip güllerini açmakta olan Mevdudilik ruhu bulunmaktadır. İslâmî talimatları ömrü boyunca okuyup inceledikten sonra o, özünü şöyle ileri sürmektedir “Vaaz ile nasihatleri başarısız kaldıktan sonra….!” İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. “Mizaç Şinas-i Nübuvvet” (peygamberlerin mizacını ve huyunu bilen ve anlayanın sesi işte bizin duyduğumuz ses midir? Yok, yok! Mizaç Şinas-i Nübuvvet demeyelim. Bu ses İslâm düşmanlarının sesleriyle uyuşmaktadır. Bu ses, Binbaşı Ausburn’un kanında gazap ateşi olarak dolaşanın aynısıdır. Bu ses, binlerce İslâm düşmanını Resulüllah aleyhinde haset ateşinde yakmış olan mekruh yangındır. Benim vücudum ise bu yazıyı okuyarak titremeye , bedenim ise yanmaya başlar. Bu kelâm değil, peygamber aşığı her insanın kalbini yaralayan kesin ve kan akıtan bıçaktır. Bu bıçağın yaraları çok acı ve çok ızdırap vericidir. Bizim duyduğumuz bu ses “Mizaç Şinas-i Nübuvvet”in sesi midir? Hayır, hayır! Müslümanlar’ın kalplerini kan ağlatan bu ses Binbaşı Ausburn ve İmad-üd din adlı papazın sesidir. Allah aşkına buna İslâm ruhu demeyelim; Mevdudilik ruhu diyelim. Buna İslâm ruhu diyenlere yazık! Vadedilen Mesih’in (A.S.) arifane İslâm’ın üstünlüğü düşüncesi ile cihad düşüncesi nerede ve bu çehresini değiştirerek yüzbinlerce perde arkasında saklanmış, fakat bunca perdelere rağmen zehrini saklamayan ve bıçakları bu perdeleri yırtarak bizi yaralamakta olan bu Mevdudi’nin sözleri nerede!
MEVDUDİ’NİN CİHAD DÜŞÜNCESİ VE İSLÂM
Demek ki Resulüllah’a (S.A.V.)ve İslâm’a yapılmış olan en çirkin suçlamalar işte bu sözlerdir. Biz bu cihad düşüncesini nasıl kabul edelim? Bu ortadan silinmeye ve reddedilmeye değer bir cihad düşüncesidir. Bir an için bile böyle bir düşünce Hz.Resulüllah’a (S.A.V.) intisap ettirilemez. Biz aslâ onu kabul etmeye hazır değiliz.Kısacası bu ulemanın durumuna baktığımız zaman kalplerimizi tuhaf bir ürperti kaplar. Bunlar İslâmiyet adına, fakat onun ruhundan tamamen uzak kalarak, Allah’ın (C.C.) seçkin kişilerine zalimane bir şekilde saldırırlar; zamana göre seslerini değiştirirler ve biz ne demekteyiz ve ne yapmaktayız; lisanımız nedir ve hareketlerimiz nasıldır diye hiç korkmazlar.İslâm âlemi zorluklarla karşılaşınca, İslâmiyet uğruna ilk saflarda düşmana karşı çarpışan ve İslâm’ın ızdıraplarını kendi kalbinde hisseden kimdi? Acaba onlar Ahmedi Müslümanlar mıydılar yoksa saf Müslümanlar’ı aptal yerine koyan ve bugün bile onları aptal yerine koymakta olan bu ulemalar mıydı? Zaman çok geçmiştir; o yüzden Allah’ın (C.C.) izniyle ben gelecek hutbemde bu bölümü aydınlatacağım.
[1] Hindistan ki Pehli Tehrik s.5
[2] Nur-ül Hak, Cüz. 1, s.45 Arapça’dan tercüme
[3] Muli, turpa benzeyen beyaz renkte bir sebzedir.
[4] Govt.Angrezi Or Cihad; s.12-13
[5] Hakikat-ül Mehdi, s.19
[6] Darud Şerif; s.26 Yazar Mevlana M.İsmail
[7] Govt.Angrezi Or Cihad; s.15
[8] Tühfe-i Kayseriye, s.10
[9] İşaat-üs Sünne; c.9 No. 10 s.308/48
[10] El-İktisad Fi Mesail-el Cihad, s.16
[11] İşaat-üs Sünne; c.6 No.10 s.187
[12] El-İktisad Fi Mesail-el Cihad, s.42
[13] Detayları için bakınız: Ba?avet-i Hind, S.Seyyid Ahmed Han
[14] Nusret-ül Ebrar, Lahor, s.129
[15] Savanih-i Ahmedi Kalan, s.71
[16] Makalat-yı Şibli, c.1 s.171; Maarif Matbaası Azam Garh, 1954
[17] Şehy Sinnusi Risalesi, s.17
[18] Ahmediye Tahrik (Hareket) s.243 Lahor
[19] Seyyid Ataüllah Şah Buharî, s.131
[20] Sud, c.1 s.77-78; Haşiye, Mekteb-i Cemaat-i İslâmi, Lahor
[21] Ümmelkura, Mekke, 24 Nisan 1965
[22] Ümmelkura, Mekke, 24 Nisan 1965
[23] Melfuzat; c.1 s.232
[24] Ayna-yı Kemalât-i İslâm, s.530-533
[25] Mevc-i Kevser, s.187
[26] A.G.E., s.179
[27] Islam Under The Arab Rule, s.46
[28] Bunun tercümesi şöyledir: Sakın! Her çeşit imtiyaz ve uğruna savaşa teşvik ettirilen kan davaları ve mallar, bugün iki ayağımın altındadır. Resulüllah’ın bu ilânı ne zaman yaptığını biliyor musunuz? O, bu ilânı Hacce-tül Veda (son hac) zamanında yaptıydı. Bu yaptığı son ilândır. Gördünüz mü, hadiseler nasıl birbirine karıştırılmaktadır? Bir din bilgininin bu ilânın ne zamana ait olduğundan haberdar olmayışına imkân yoktur. Fakat görüyorsunuz ki o, bunu hangi duruma yakıştırmak istemektedir.
[29] El-Cihad Fil İslâm, s.137-138
[30] Berekat-üd Dua; s.7