Hz. Peygamber (S.A.V.) yalnız kendi nesline mensup Araplara değil, kıyamete kadar bütün insanlığa da yarayacak kanunların fiilen başlatılması için plan yaparken, Medineliler de kendi harp planlarını yapmışlardı. Hz. Peygamber (S.A.V.) yalnız kendi kavmine değil başkalarına da barış, şeref ve gelişme imkânları getirmesi mukadder olan bir kanun tasarlıyordu. Onun Mekkeli düşmanı ise bu kanunu ortadan kaldırmayı tasarlamakla meşguldü. Mekke planları en sonunda Bedir Muharebesine yol açtı. Hicretin üzerinden on sekiz ay geçmişti. Ebu Süfyan’ın başında bulunduğu bir ticaret kervanı Suriye’den dönüyordu. Bu kervanı korumak bahanesi ile, Mekkeliler büyük bir ordu topladılar ve bununla Medine üzerine yürümeye karar verdiler. Hz. Peygamber (S.A.V.) bu hazırlıkları haber aldı. Aynı zamanda düşmanın yaptıklarına aynı ile mukabele edilmesi için Allah’tan vahiy geldi. Bir grup taraftarı ile birlikte, Hz. Peygamber (S.A.V.) Medine’den çıktı. O zaman, bu Müslüman grubunun Suriye’den gelmekte olan kervan ile veyahut da Mekke’den gelmekte olan ordu ile, çatışmak zorunda kalacağını kimse bilmiyordu. Bu grup üç yüz kişi kadar vardı. O günlerde, bir ticaret kervanı sadece ticarî eşya yüklü develerden ibaret değildi. Kervanı koruyan ve seyahat boyunca ona refakat eden silahlı muhafızlar da vardı. Mekkelilerle Medineli Müslümanlar arasında gerginlik baş gösterdiği günden beri, Mekke reisleri silahlı muhafızlara özel bir önem vermeye başlamışlardı. Kısa bir müddet önce, bu yoldan iki tane başka kervan daha geçtiğini tarih kaydetmektedir. Bunlardan birinde refakatçi muhafız olarak iki yüz, ötekinde üçyüz silahlı adam vardı. Hıristiyan yazarların iddia ettiği gibi, Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın silahsız ve müdafaasız bir ticaret kervanına vurmak için, üçyüz taraftarı ile yola çıktığını söylemek yanlıştır. Bu iddia garazkâranedir ve temelsizdir. Suriye’den gelmekte olan söz konusu kervan büyük bir kervandı ve onun büyüklüğü ve başka kervanlara verilen silahlı muhafızların dört yüz, beş yüz kadar olduğunu düşünmek akla yakın geliyor. İyi silahlanmamış üç yüz kişilik Müslüman grubunun, talan ve yağma ümidiyle, Hz. Peygamber (S.A.V.) kumandası altında böyle iyi silahlanmış bir kervana saldırdığını söylemek son derece insafsızlıktır. Böyle bir düşünceyi, ancak İslâmiyete karşı şiddetli garaz ve düşmanlık ve düşmanca kötü niyet doğurabilir. Müslümanların grubu yalnız bu kervanla karşılaşmak için yola çıkmışsa, göze aldıkları bu teşebbüsü bir harp, fakat müdafaa-i nefis harbi diye tarif edebiliriz. Çünkü onlar sayıca azdı ve iyi silahlanmış değillerdi. Halbuki Mekkelilerin kervanı kalabalıktı ve silahları üstündü. Üstelik, uzun zamandan beri Medineli Müslümanlara karşı bir düşmanlık kampanyası devam ettiriyorlardı.
Gerçek şudur ki bu küçük Müslüman grubu Medine’den çok ciddi şartlar altında yola çıkmıştı. Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, Suriye’den gelen kervanla mı yoksa Mekke’den gelen ordu ile mi karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Müslümanların içinde bulunduğu bu belirsiz durum Kur’an-ı Kerim’de imâ edilmiştir. Ancak, Müslümanlar her iki ihtimale karşı çıkmaya da hazırdılar. Müslümanların Medine’den meçhul şartlar içinde ayrılmış olması, taşıdıkları yüksek iman ve samimiyet hesabına iftiharla kaydedilecek bir durumdur. Medine’den biraz uzaklaştıktan sonra idi ki, Hz. Peygamber (S.A.V.) onlara, nispeten küçük Suriye kervanı ile değil de büyük Mekke ordusu ile karşılaşmalarının daha fazla ihtimal dahilinde olduğunu söylemiştir.
Mekke ordusunun büyüklüğü hakkında yürütülen tahminler Müslümanların kulağına kadar gelmişti. Bu tahminlere göre, Mekke ordusu en az bin kişiden müteşekkildi ve bunların hepsi de harp görmüş ve iyi yetişmiş askerlerdi. Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın maiyetinde ise sadece üç yüz on üç kişi vardı. Bunların çoğu tecrübesiz olduğu gibi silahları da yetersizdi. Bütün Müslüman ordusunda yalnız iki atlı vardı; büyük çoğunluk piyade idi veya develi askerdi. İşte bu silahları kifayetsiz ve tecrübesiz Müslüman grubu, ekserisi harp darp görmüş tecrübeli dövüşçülerden ibaret bulunan üç misli daha büyük bir kuvvetle çatışmaya mecbur kalmıştı. Bunun, tarihte girişilmiş bulunan en tehlikeli teşebbüs olduğu aşikârdır. Hz. Peygamber (S.A.V.) maiyetinde buluna herkesin bu kavgaya, durumu iyice bilerek ve can ve gönülden arzu duyarak, katılmasını garanti edecek kadar âkilâne hareket etmişti. Onlara artık kervanla değil, Mekke ordusu ile karşılaşacaklarını açıklamıştı. Onlardan fikir sordu. Mekkeli olanlar, bir bir ortaya çıkıp sadakatleri ile şevk-u tehalükleri ve Medine Müslümanlarına yurtlarında saldırmaya gelen Mekke ordusuyla sonuna kadar dövüşmeye azimleri, hakkında Hz. Peygamber (S.A.V.)’a teminat verdiler. Hz. Peygamber (S.A.V.) her Mekkeliyi dinledikten sonra, başkalarından da fikir ve mütalaâ beyan etmelerini istiyordu. Medineli Müslümanlar ses çıkarmamıştı. Hz. Peygamber (S.A.V.) ile Medine’ye göç eden ve şimdi bu küçük askerî grup içinde bulunan Müslümanlardan çoğunun saldırmaya kalkan Mekkelilerle kan akrabalığı vardı. Binaenaleyh, Medineli Müslümanlar, Mekkeli düşmana karşı dövüşmek için besledikleri şiddetli meyil ve arzudan Mekkeli din kardeşlerinin hisleri rencide olur diye çekiniyorlardı. Lâkin, Hz. Peygamber (S.A.V.) mütemadiyen yeni fikir ve mütalaâ beyan olunması hususunda ısrar edince, Medinelilerden biri ayağa kalktı ve “Ya Resul Allah! Sana her türlü rey ve mütalaâ beyan edildiği halde, sen yine başkaları tarafından da rey ve mütalaâ ileri sürülmesini istiyorsun. Belki de bununla biz Medine Müslümanlarını kastetmektesin, değil mi?” dedi. Hz. Peygamber (S.A.V.) “Evet” cevabını verdi.
Medineli bunun üzerine şöyle dedi: “Bizden rey ve fikir soruyorsun; çünkü seninle birlikte dövüşmek için yaptığımız anlaşmanın ancak Medine dahilinde sana ve Mekkeli muhacirlere tecavüz vaki olması haliyle sınırlı olduğunu sanıyorsun. Lâkin şimdi Medine’den dışarı çıktığımıza göre, anlaşmamızın bugün içinde bulunduğumuz şartlara uygulanmayacağını düşünüyorsun. Fakat, Ya Resul Allah, o anlaşmayı yaptığımız zaman seni şimdiki kadar tanımıyorduk. Şimdi senin ne kadar yüksek bir manevî rütbeyi haiz olduğunu biliyoruz. Anlaşma ile kabul ettiğimiz şartlara baktığımız yok. Bu anda sana yardıma, bizden istediklerini yapmaya hazırız. Biz, “Sen ve Allah’ın gidiniz de düşmanla dövüşünüz. Biz burada kalıyoruz” diyen Musa’nın ümmeti gibi davranmayacağız. Dövüşmemiz gerekiyorsa, senin sağında, solunda, önünde ve arkanda, her tarafta dövüşeceğiz. Gerçi düşman seni ele geçirmek istiyor amma, seni temin ederiz ki, biz son ferdimize kadar can vermeden onlar bunu yapamayacaklardır. Ya Resul Allah! Sen bizi dövüşmeye çağırıyorsun. Bundan fazlasını da yapmaya hazırız. Deniz buradan uzak değil. Onun içine atlamamızı emretsen, bunu dahi yapmaktan çekinmeyeceğiz. (Buhari, Kitab el-Mağazi ve Hişam)
İlk Müslümanlarda bağlılık ve fedakârlık ruhu işte böyle idi ve bunun benzeri dünya tarihinde görülmemiştir. Musa (A.S.)’nın ümmetinin davranışından az evvel bahsedildi. İsa (A.S.)’nın havarilerine gelince, onların en nazik bir anda İsa (A.S.)’yı terk ettiklerini biliyoruz. Hatta onlardan biri cüz’i bir para mukabilinde İsa (A.S)’yı ele verdi. Diğer bir havari, de İsa (A.S)’yı lânetledi ve geri kalan on tanesi de sıvışıp kaçtı. Medine’de İslâmiyete iltihak eden Müslümanların Hz. Peygamber (S.A.V.) ile tanışıklığı bir buçuk seneden fazla değildi amma onlardaki iman kuvveti öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, Hz. Peygamber (S.A.V.) emretseydi kendilerini engine atmaya hazırdılar. Hz. Peygamber (S.A.V.) sahabelerine danıştı ve onlarla istişare etti. lâkin onların sadakat ve bağlılığından zerre kadar şüphesi yoktu. İstişareden maksadı yüreksizleri ayıklamak ve geri göndermekti. Fakat Mekke ve Medine Müslümanlarının bağlılık göstermekte birbirleriyle yarış ettiğini müşahede eyledi. Her iki grup da, düşman sayı bakımından üç misli daha kalabalık ve silah, teçhizat ve tecrübe bakımından daha üstün olsa bile, düşmanın karşısından kaçmamaya azimli idiler. Allah’ın vaidlerine güvenmeye, İslâmiyete saygı göstermeye ve onu müdafaa yolunda can vermeye hazırdılar.
Gerek Mekkeli ve gerekse Medineli Müslümanlar sadakatinden emin olunca, Hz. Peygamber (S.A.V.) ilerlemeye karar verdi. Bedir denilen bir yere vardıklarında sahabelerden birinin ileri sürdüğü fikri kabul ederek adamlarına Bedir çayı yanında mevzilenmelerini emretti. Müslümanlar bu su kaynağını ele geçirdiler. Fakat mevzilendikleri arazi hep kumluktu ve binaenaleyh manevraya müsait değildi. Sahabeler bu mahsur dolayısıyla endişe izhar ettiler. Hz. Peygamber (S.A.V.) da onların bu endişelerini paylaşmış ve bütün geceyi duâ ve ibadetle geçirmişti. Tekrar tekrar şöyle diyordu:
Ya Rabbi! Şimdi bütün dünya yüzünde şu üçyüz kişiden başka sana bağlı, ve sana ibadet etmeyİ temelleştirmeye azimli kimse yok. Ya Rabbi! Bu üç yüz insan bu muharebede düşmanlarının elinde helâk olursa, geride Senin adını yükseltecek kim kalır? (Tabari)
Allah (C.C.) Resul (S.A.V.)’ünün niyazını işitti. Geceleyin yağdı. Muharebe meydanının kumluk kısımları ıslandı ve katılaştı. Düşmanın işgal ettiği kuru ve sert kısım ise çamurlu ve kaygan bir hale geldi. İhtimal ki Mekkeli düşman, muharebe meydanının bu kuru ve sert kısmını piyade ve süvarinin harekatını kolaylaştıracağı için keskin gözüyle seçmiş ve öteki kısmını Müslümanlara bırakmıştı. Lâkin, Allah’ın tam vaktinde müdahalesi ile vaziyet tamamen onların aleyhine döndü. Geceleyin yağan yağmurla harp sahasının Müslümanlar elindeki kumlu kısmı sertleşti ve Mekkelilerin ordugâh kurduğu sert kısmı kayganlaştı. Geceleyin, Hz. Peygamber (S.A.V.) düşman ordusundaki mühim şahsiyetlerin telef olacağına dair Allah’tan açık tebliğ aldı. Hatta onların isimleri bile vahiy ile kendisine bildirildi. Düşüp ölecekleri yerler dahi kendisine vahyolundu. Bu vahiyler aynen gerçekleşti.
Muharebede bu küçük Müslüman grubu harikulâde cesaret ve sadakat gösterdi. Müslüman ordusunda sadece bir iki general vardı. Bunlardan biri olan Abdurrahman bin Avf Mekke reislerindendi ve kendi kendine yetişmiş tecrübeli bir askerdi. Muharebe başladığı zaman, komutası altında ne biçim askerler bulunduğunu görmek için bir sağına bir de soluna baktı; ve iki tarafında sadece Medineli iki genç bulunduğunu görünce hayrette kaldı. Yeise düşüp kendi kendine “Bir kumandanın, her iki yanında, destek ve yardıma ihtiyacı var. Hele bugün, benim buna ihtiyacım her zamankinden daha fazla. Fakat, yanıma tüysüz iki acemi çocuktan başkası yok. Onlarla ne yapabilirim ki?” diye söylendi. Abdurrahman bin Avf’ın anlattığına göre, kendi kendine söylenmesi henüz bitmeden, bu delikanlılardan biri dirseğiyle ona dokundu. Delikanlının ne dediğini işitmek için ona doğru eğildi. İşittiği şu idi: “Hey amca! Hz. Peygamber (S.A.V.)’a eziyet eden Ebu Cehil adında birisi varmış. Bu herifle dövüşmek istiyorum. Göstersene bana bulunduğu yer neresi?”. Bu çocukça suale cevap veremeden, Abdurrahman bin Avf’ın nazarları aynı suali soran öbür yanındaki ikinci delikanlıya çevrildi. Bu iki delikanlının cesaret ve azmine karşı hayranlık duydu. Kendisi tecrübeli ve yetişmiş bir asker olduğu halde, teke tek dövüşmek için düşman ordusu kumandanını seçmekten çekiniyordu. Abdurrahman bin avf parmağını kaldırıp tepeden tırnağa kadar silahlanmış olarak hatların gerisinde duran Ebu Cehil’i gösterdi. Ebu Cehil’in yanında, onu korumak için, yalın kılıç iki kıdemli general duruyordu.
Abdurrahman bin Avf kaldırdığı parmağını daha indirmeden, bu iki delikanlı kartal hızıyla düşman safları içine daldılar ve seçtikleri hedefe doğru süzüldüler. Hücumları çok ani olmuştu. Muhafızlar ve askerler hayretten dona kaldılar. Kendilerine gelince, delikanlılara hücum ettiler ve bir tanesi kolunu kaybetti. Fakat yılmadılar ve yenilmediler. Ebu Cehil’e öyle şiddetle saldırdılar ki, büyük kumandan ağır yaralı olarak yere yıkıldı. Bu iki delikanlının ateşin azminden, genç ihtiyar bütün sahabelerin, Hz. Peygamber (S.A.V.)’a ve kendilerine yapılan zulüm ve işkenceye karşı nasıl şiddetli bir tepki gösterdiklerini ve nasıl heyecanlandıklarını anlayabiliriz. Biz bunların sadece hikayesini okuduğumuz halde, şimdi bile heyecanı duymaktayız. Medineliler bu zulüm ve işkenceleri bizzat görenlerden işitmişlerdi. Bunlar karşısında neler hissettiklerini tahmin etmek güç değildir. Bir taraftan Mekkelilerin yaptığı zulüm ve eziyetler, diğer taraftan Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın gösterdiği sabır ve tahammül onların kulağına gelmişti. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (S.A.V.)’a ve Mekke Müslümanlarına yapılan haksızlıkların intikamını almak hususundaki azim ve kararları çok sert olmuşsa buna hayret edilmez. Müslümanlar kılıca kılıçla mukabelede bulunmamışlarsa, bunun, âciz olmalarından değil, Allah’ın kılıca kılıçla karşılık vermeye müsaade etmemiş olmasından ileri geldiğini Mekkeli zalimlere bildirmek fırsatını kolluyorlardı. Bu küçük Müslüman ordundaki sonuna kadar dövüşmek azminin ne kadar yüksek olduğu başka bir hadise ile de anlaşılabilir. Muharebe henüz başlamadan, Ebu cehil Müslümanların kaç kişi olduğu hakkında bilgi edinmek üzere İslâm ordugâhına bir bedevî reisi göndermişti. Bu bedevî reisi geri geldi ve Müslümanların üçyüz kusur kişi olduğunu haber verdi. Ebu Cehil ve taraftarları memnun olmuşlar ve Müslümanların kolayca çantaya girecek bir av olduğunu sanmışlardı. Bedevi reisi “Fakat benim size tavsiyem şudur: bu adamlarla dövüşmeyin. Çünkü en büyüğünden en küçüğüne kadar hepsi de ölmeye ant içmiş görünüyor. Develere binmiş olan ölümdü, insanlar değildi” dedi. (Tabari ve Hişam)
Bedevi reisinin sözü doğru çıktı. Ölmeye hazır olanlar kolayca ölmezler.