Beni Kureyza’nın, evvelce belirttiğimiz gibi, Müslümanlarla ittifakı vardı. Müslümanların yanında savaşa katılmasalar bile, hiç olmazsa kendi topraklarından düşmana geçit vermeyecekleri bekleniyordu. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (S.A.V.), Medine’nin Beni Kureyza ittifakı ile korunan kısmını tamamen savunmasız bırakmıştı. Beni Kureyza, kendine Müslümanların itimat ettiğini biliyordu. Binaenaleyh müşrik Arapların ittifakına katılmaya karar verince, bunu Müslümanlara belli etmemek için, müşriklerle anlaştı. Çünkü o zaman Müslümanlar şüphelenip Medine’nin Beni Kureyza tarafına düşen kısmında müdafaa tedbirleri alacaklardı. Yahudilerin bu hareketi çok tehlikeli bir suikasttı.
Müslümanlara iki taraftan hücum etmek konusunda mutabakata varılınca, Arap ordusu hendeğe saldırdı. Ancak, birkaç gün geçtiği halde bir netice çıkmadı. Bunun üzerine, yüksek bir tepeye okçular yerleştirip hendeği müdafaa eden Müslüman gruplarına buradan oklarla hücum etmeyi düşündüler. Müdafaadaki Müslüman grupları, birbirlerinden kısa fasılalarla ayrılmış olarak, hendeğin kenarında duruyorlardı. Müslüman müdafaasında gevşeme alâmetleri belirdiği vakit, müşrikler en iyi süvarilerinin yardımıyla hendeği aşmaya çalışacaklardı. Müşrikler, bu çeşit saldırıların tekerrürü halinde, hendeğin Müslümanlar tarafındaki kısmında bir köprü başı ele geçirebileceklerine ve buraya bütün kuvvetlerini aktarıp kasabaya karşı umumî taarruza kalkabileceklerine inanıyorlardı. Binaenaleyh, birbiri ardınca hücumlar yapıldı. Müslüman müdafiler durmadan dinlenmeden dövüşmeye mecbur kalıyorlardı. Bir gün bu saldırıları püskürtmek için o kadar meşgul olmuşlardı ki, bazı namazları vaktinde kılamamışlardı. Allah’ın Habibi Hz. Peygamber (S.A.V.) buna çok üzüldü ve “Allah bu kâfirlerin cezasını versin! İbadetimize manî oldular” dedi. Bu olay düşmanın hücumunun ne kadar şiddetli olduğunu göstermektedir. Fakat, aynı zamanda, Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın Allah’a ibadeti her şeyden üstün tuttuğunu da göstermektedir. Medine dört yandan kuşatılmıştı. Yalnız erkekler değil, kadınlar ve çocuklar da muhakkak bir ölümle karşı karşıya bulunuyordu. Bütün kasaba endişe içinde idi. Buna rağmen Allah’ın Habibi yine de namazların vaktinde kılınmasını düşünmekten geri kalmıyordu. Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Hindular gibi, Allah’a yalnız haftada bir gün ibadet etmezler. Günde beş vakit ibadet etmek şöyle dursun; bir defa bile ibadet etmek bile zordur. Fakat Hz. Peygamber (S.A.V.) savaş esnasında dahi her gün cemaatle beş vakit namaz kıldırırdı. Bu namazlardan biri düşman hücumu yüzünden geri kalırsa, çok müteessir olurdu.
Şimdi tekrar muharebeye dönelim. Düşman cepheden hücum ederken, Beni Kureyza da Müslümanları gafil avlayacak şekilde arkadan hücuma geçmeyi planlıyordu. Amaçları kasabaya arkadan girip oraya sığınan kadınları ve çocukları kılıçtan geçirmekti. Bir gün Beni Kureyza, kadınlarla çocukları korumak için muhafızlar verilip verilmediğini, verilmişse kaç kişi olduklarını anlamak için bir casus gönderdi. Aileler için etrafı çitle çevrilmiş hususî bir yer vardı ki, düşman burayı hedef olarak seçmişti. Casus buraya gelip çitin etrafında dolaşmaya ve şüpheyi davet edecek şekilde etrafa bakmaya başladı. Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın halası Safiye onu gördü. Orada nöbet bekleyen tek bir erkek muhafız vardı fakat o da hasta idi. Safiye meseleyi nöbetçiye anlattı ve kasabanın bu kısmında kadınların ve çocukların ne kadar müdafaasız olduklarını düşmana haber vermeden önce bu casusu yakalamasını tavsiye etti. nöbetçi Müslüman muhafız hastalığı ve dermansızlığı yüzünden bir şey yapamayacağını söyleyince, Safiye eline bir değnek alıp bu davetsiz misafirle boğuşmaya başladı. Öteki kadınların da yardımıyla casus Yahudiyi yere yıkmaya ve öldürmeye muvaffak oldu. Bu adamın Beni Kureyza tarafından gönderilmiş bir ajan olduğu sonunda meydana çıktı. Müslümanlar, kasabanın o zamana kadar tehlikeden emin sandıkları bu kısmına başka düşman taarruzları yöneltilebileceğinden endişe etmeye başladılar. Lâkin cepheden yapılan taarruz o derece şiddetliydi ki, elde bulunan bütün İslâm kuvvetini bu taarruzun önlenmesi için kullanmak icap ediyordu. Mamafih, Allah’ın Habibi (S.A.V.) kuvvetin bir kısmını kadınlarla çocukların müdafaası için ayırmaya karar verdi. Bu savaşa katılan Müslümanların sayısını incelerken belirttiğimiz gibi, bin ikiyüz kişiden beş yüzünü, Hz. Peygamber (S.A.V.) kasabadaki kadınlarla çocukları korumaya memur etmişti. Binaenaleyh, onsekiz bin ilâ yirmi bin kişilik bir orduya karşı hendeği müdafaa etmek için yalnız yediyüz kişi kalmıştı. Maruz bulundukları zorluklar karşısında, birçok Müslümanların cesareti kırılmıştı. Durumun ne kadar nazik olduğunu ve kasabayı kurtarmanın ne kadar imkânsız göründüğünü Hz. Peygamber (S.A.V.)’a anlattılar ve ondan Allah’a niyaz etmesini istediler. Keza Hz. Peygamber (S.A.V.)’dan, kendilerine bu müşkül anında okuyacakları hususî bir duâ öğretmesini de rica ettiler. Allah’ın Habibi (S.A.V.) “Korkmayın! Allah’a sadece metanetinize halel gelmekten sizi koruması, kalbinize cesaret vermesi ve endişeden sizi kurtarması için dua edin” diye cevap verdi. Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın kendisi şöyle duâ emişti:
Yarabbi! Sen Kur’an’ı bana indirdin. Kimseyi hesaba çekmekte gecikmezsin. Bize saldırmaya gelen şu sürüleri bozguna uğrat. Yarabbi, Sana yine niyaz ediyorum: Onları mağlubiyete uğrat; bizi onlara galip kıl; ve onların kötü niyetlerini hüsranla neticelendir. (Buhari)
Keza şu şekilde de duâ etmişti:
Yarabbi! Dert ve ıstırap içinde iken Senden yardım niyaz edenleri işitirsin. Endişeye kapılmış olanların duâlarını kabul edersin. Istıraptan, endişeden ve korkudan beni kurtar. Benim ve sahabelerimin ne kadar çetin zorluklarla mücadele ettiğimizi Sen bilirsin. (Zurkani)
İslâm ordusu içindeki münafıkların sinirleri başkalarınkinden daha fazla bozulmuş, cesaretleri daha fazla kırılmıştı. Kendi taraflarının şerefini; kendi kasabalarının, kendi kadınlarının, kendi çocuklarının emniyetini zerre kadar düşünmez olmuşlardı. Fakat, kendi hemşehrilerine karşı göz göre göre küçük düşmeyi de istemiyorlardı. Binaenaleyh, asılsız sahte bahanelerle Müslümanları terk etmeye başladılar. Kur’an Ahzap Suresinin ondördüncü ayetinde bundan bahsetmiştir.
Onlardan bir grup Peygamberden izin isteyerek “Evlerimiz açık ve muhafazasızdır” demişlerdi. Halbuki evleri açık ve savunmasız değildi. Onlar sadece kaçmayı düşünüyorlardı.
Muharebenin o andaki durumunu ve o vakit Müslümanların ne gibi şartlar içinde bulunduğunu Kur’an aşağıdaki ayetlerde anlatıyor:
Onlar yukarıdan ve aşağıdan üzerinize gelmişlerdi ve gözleriniz yılmış ve yürekleriniz ağızlarınıza gelmişti ve Allah hakkında türlü türlü düşüncelere kapılmıştınız. İşte o zaman müminler büyük imtihan karşısında kalmışlar ve çok şiddetli bir sarsıntı geçirmişlerdi. Münafıklar ve hasta yürekliler “Allah ve Resulü bize sadece boş vaatlerde bulundular” demişlerdi. Yine onlardan bir grup “Ey Medine halkı! Düşmana karşı tutunacak yeriniz yoktur, binaenaleyh geri dönün” demişlerdi (33:11-14)
Burada Müslümanlara, cepheden müttefik Arap kabileleri ordusunun ve arkadan Yahudilerin hücumlarına nasıl maruz kaldıkları ve o zaman nasıl feci bir durumda oldukları hatırlatılıyor. Gözleri korkmuş ve yürekleri ağızlarına gelmişti. Allah’tan bile şüphe etmeye başlamışlardı. Müminler o zaman imtihan geçiriyorlardı. Hepsi de çok sarsılmışlardı. Münafıklar ve maneviyat hastası olanlar “Allah ve Resulü hepimizi yalan vaatlerle aldattılar” demeye başlamışlardı. Hatta onlardan bir grup “Artık savaş edilmez. Geri dönmekten başka yapacak şey yoktur” diyerek İslâm askerinin cesaretini kırmaya kalkışmışlardı.
Bu münasebetle gerçek müminlerin nasıl davranmış olduğunu Kur’an anlatıyor:Müminler müttefik askerlerini görünce “Allah ve Resulü bize bunu va’dettiler; ve Allah ve Resulü doğru söylediler” demişlerdi. Bu sadece onların imanını ve Allah’a bağlılıklarını arttırdı. Müminler içinde Allah’a karşı giriştikleri taahhüde bağlı olanlar vardır. Onlardan bir kısmı taahhütlerini yerine getirdiler, bir kısmı da yerine getirmek için bekliyor ve durumlarında katiyen bir değişiklik olmamıştır. (33:23,24)
Yani, gerçek müminler münafıklardan ve metanetsizlerden farklı idi. Düşmanın sayıca kat kat üstünlüğünü görünce, Allah’ın ve Resulünün kendilerine esasen bildirmiş olduğu şeyi hatırladılar. Arap kabilelerinin hep birlikte yaptığı bu hücum Allah’ın ve Resulünün gerçekliğine delildi. Hakikî müminlerin maneviyatı sarsılmamıştı. Onlardaki Allah’a teslimiyet ruhu ve iman gayreti bilâkis artmıştı. Gerçek müminler Allah’a karşı giriştikleri taahhüde bağlı kaldılar. Onlardan bazıları şehit olmak suretiyle gayelerine ulaşmışlardı. Bazıları da, sadece Allah yolunda ölmeye ve böylece gayelerine erişmeyi bekliyorlardı. Düşman hendeğe ardı arkası kesilmeyen şiddetli hücumlar yapıyor ve bazen onu aşmaya muvaffak oluyordu. Bir gün düşmanın mühim komutanları karşıya geçmeye muvaffak oldular. Fakat, Müslümanların çok cesurane bir karşı hücumuyla çekilmeye mecbur kaldılar. Bu çatışmada müşriklerin büyük reislerinden Nevfel öldürülmüştü. Bu öyle büyük bir lider idi ki, müşrikler onun cesedinin bile hakarete maruz kalması ihtimalinden dehşete düşmüşler ve ceset kendilerine iade edildiği takdirde on bin dirhem para ödeyeceklerine dair Hz. Peygamber (S.A.V.)’a haber göndermişlerdi. Bu, bir cesedin iadesi için çok yüksek bir bedel idi. Müşrikler suçluluk duygusunun tesiri altında böyle bir teklif yapmışlardı. Uhud muharebesinde Müslüman ölülerini kesip parçaladıkları için, Müslümanların da aynı şeyi yapmasından korkuyorlardı. Fakat İslâmiyetin talim ve telkinleri bambaşka idi. Bir ölüyü, kesip parçalayarak, hakarette bulunmayı İslâmiyet haram kılmıştır. Hz. Peygamber (S.A.V.) bu teklifi alınca, “Bu cesedin bize ne lüzumu var? İstiyorsanız onu alınız. Karşılık olarak bedel ödemenizi istemeyiz” demişti (Zurkani, Cilt 2, Sayfa 114)
Muir “MUHAMMEDİN HAYATI” adlı eserinde (Londra, 1878, sayfa 322) Müslümanlara karşı yapılan taarruzun şiddetini belâgatla ifade etmiştir. Buna dair olan parçayı aşağıya iktibas ediyoruz ve bunu yaptığımız için kimseden özür dileyerek kendisini razı etmek mecburiyetini duymuyoruz:
Ertesi sabah, Muhammed, bütün müttefik kuvvetinin kendisine karşı savaş düzeninde tertiplenmiş olduğunu gördü. Düşman manevralarını başarısızlığa uğratmak için kendi tarafında çok süratli hareket etmek ve devamlı surette uyanık bulunmak icap ediyordu. Düşman şimdi umumî bir taarruza kalkacak gibi davranıyor, biraz sonra tümenlere ayrılarak muhtelif mevzilere birbiri arkasına hızlı ve şaşırtıcı saldırılara geçiyor ve en sonunda fırsat kollayıp sürekli ve bunaltıcı okçu hücumları himayesinde hendeği zorlamaya teşebbüs ediyordu. Şehre karşı ve Muhammed’in çadırına karşı, Halid ve Amr gibi tanınmış komutanlar tarafından tekrar tekrar cesurane hamleler yapılıyor ve bunlar mütemadi karşı hamlelerle ve yorulma bilmez oklu ve yaylı askerlerle ancak tardedilebiliyordu. Bu hal bütün gün devam etti; ve Muhammed’in ordusu uzun cephe hattını korumaya ancak yettiği için, savaşa dinlenmiş taze ihtiyatlar sürmek bahis konusu olamazdı. Hatta geceleyin bile Halid, kuvvetli bir süvari müfrezesiyle, tehlikeli durumu devam ettiriyor ve savunma hattını yine tehdit ederek Müslümanların sık fasılalarla nöbetçiler ve öncüler tutmaya mecbur bırakıyorlardı. Fakat düşmanın bütün gayretleri etkisiz kalmış ve hendek aşılamamıştı. Savaş dört gün sürmüş olduğu halde göğü göğse çarpışma cereyan etmemiş, fazla kan dökülmemişti. Yirmi dört saatlik çarpışmalarda düşmandan sadece üç ve Müslümanlardan da beş kişi ölmüştü. Eva kabilesi reislerinden ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın çok sadık taraftarlarından Sa’d bin Muaz yaralanmıştı. Mamafih, yapılan üst üste saldırılarda hendek kısmen zarara uğramış ve bu durum yeni saldırıları kolaylaştırmıştı. Büyük şecaat ve sadakat sahneleri müşahede edilmişti. Gece soğuktu ve belki de Arabistan’ın en soğuk gecesi idi. Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın kutsal eşi Hz. Ayşe (R.A.)’nin ifadesine göre, Hz. Peygamber (S.A.V.) hendeğin hasar gören kısmını korumak üzere defalarca uykusunu terk etti. takati kesilince tekrar uyumaya geldi, fakat biraz ısındıktan sonra yine hendeği müdafaa etmeye koştu. Bir kere o kadar yorgun ve bitkin bir halde idi ki, kımıldamaya bile takati yok gibi görünüyordu. Bunun üzerine, gecenin ayazında hendekte nöbetçilik görevini sâdık bir Müslümana devretmek arzusunu izhar eyledi. Çok geçmeden bir ses duydu. Bu, Sa’d bin Vakkas’ın sesi idi. Hz. Peygamber (S.A.V.) niçin geldiğini sordu. O da “Şahsınızı korumak için” diye cevap verdi. Hz. Peygamber (S.A.V.) “Benim şahsımı korumaya hacet yok. Hendeğin bir kısmı zarara uğradı, git ve onu koru ki, Müslümanlar emniyet ve selâmette olsunlar” dedi. Sa’d gitti ve Hz. Peygamber (S.A.V.) biraz uyuyabildi. (Bu bir tesadüf eseri idi. Çünkü, Hz. Peygamber (S.A.V.) Medine’ye ilk geldiğinde ve şahsı büyük bir tehlikeye maruz kaldığında, onu korumak üzere muhafızlık yapmayı teklif eden yine Sa’d bin Vakkas idi.) bu çetin günlerde Hz. Peygamber (S.A.V.), başka bir defa, bir silah şakırtısı duydu. “Kim var orada?” diye sordu ve “İbad bin Bişr” cevabını aldı.“Yanında birisi var mı?” diye sordu Hz. Peygamber (S.A.V.)“Evet Ya Resul Allah! Sahabelerden bir grup var. Çadırını koruyacağız” diye cevap verdi İbad (R.A.). bunun üzerine Hz. Peygamber (S.A.V.):
“Benim çadırımı bırakın. Müşrikler hendeği aşmaya çalışıyor. Gidip onlarla dövüşün” buyurdu. (Halbiyya, Cilt 2)
Evvelce belirttiğimiz gibi, Yahudiler kasabaya gizlice sokulmaya çalışmışlardı. Buna teşebbüs eden bir Yahudi casusu da yakalanıp öldürülmüştü. Yahudiler çevirdikleri entrikanın meydana çıktığını görünce, müttefik Arap kabilelerine açıktan açığa yardım etmeye başladılar. Lâkin, arka taraftan müşterek bir taarruza teşebbüs etmemişlerdi. Zira bu taraftaki saha dardı ve oraya Müslüman nöbetçiler ve muhafızlar yerleştirilince geniş ölçüde bir taarruz imkânsızlaşmıştı. Ancak, birkaç gün sonra, Yahudiler ve müşrik Araplar Müslümanlara aynı zamanda birden bire hücum etmeyi kararlaştırmışlardı.
MÜTTEFİK ARAP KABİLELERİ ORDUSU DAĞILIYOR
Fakat, bu tehlikeli plân, Allah tarafından mucizevî bir şekilde başarısızlığa uğratıldı. Bunun ne tarzda cereyan ettiğini anlatalım: Gatafan kabilesinden Nuaym isminde birisinin İslâmiyete meyli vardı. Gerçi kendisi müşrik Arap ordularına katılıp hendeğe kadar gelmişti amma, Müslümanlara yardım etmek için fırsat kolluyordu. Yalnız başına bir şey yapamazdı. Lâkin, Yahudilerin müşrik Araplarla ittifak yaptığını ve Müslümanlar için muhakkak surette mahvolma tehlikesi belirdiğini görünce, Nuaym Müslümanları kurtarmak için elinden geleni yapmaya karar verdi. Beni Kureyza’nın gidip reisleriyle görüştü. Arap orduları çekilecek olursa, Yahudiler Müslümanların kendilerine nasıl bir muamele yapacağını düşünüyorlardı. Yahudiler Müslümanlara karşı bir anlaşma ile taahhüt altına girdiklerinden, taahhütlerine bağlı kalmayanların hak ettiği cezaya maruz kalmayacaklar mıydı? Bu çeşit sualle Yahudilerin ileri gelenlerini korkuttu. Yerimizde sen olsaydın ne yapardın diye kendisinden sordular. Nuaym onlara müşrik Araplardan yetmiş kadar rehine istemelerini tavsiye etti. müşrik Arapların Yahudilerle beraber taarruza geçmek hususundaki niyetleri halisane ise, böyle bir isteği reddedemezlerdi. Kendileri arkadan Müslümanlara hücum edince, bölgelerindeki stratejik noktaları bu yetmiş kişinin müdafaa edebileceğini müşrik Araplara söyleyebilirlerdi.
Nuaym bu görüşmeden sonra müşrik Arap liderlerine gitti. Yahudiler giriştikleri taahhüde riayet etmezlerse müşrik Araplardan evvela rehineler isteyip sonradan Müslümanları yatıştırmak için bu rehineleri onlara teslim ederlerse, ne yapacaklarını bu liderden sordu. Yahudilerin dürüst olup olmadıklarını denemek ve müşterek taarruza derhal katılmalarını onlardan istemek müşrik Arap liderleri için mühim değil miydi? Müşrik Arap liderleri çok makul buldukları bu tavsiyeye uyarak Yahudilere haber gönderdiler ve planlanmış taarruz için müttefik Arap kabilelerinin hazır olduğu bu anda Yahudilerin de kasabaya arkadan hücum edip etmeyeceğini sordular. Yahudiler, ertesi günün kendileri için istirahat ve ibadet günü olduğunu ve o gün harp edemeyeceklerini bildirdiler. Saniyen, kendilerinin Medineli, ve Arap kabilelerini ise başka şehir ve kasabalara mensup taşralı, olduklarını ve bu müttefik kabileler muharebeden kaçtığı takdirde Yahudilerin kötü durumda kalacağını söylediler. Binaenaleyh, Araplardan kendilerine yetmiş kişinin rehine olarak verilmesi lüzumunu belirttiler. Buna muvafakat edildiği takdirde, Yahudiler planın kendilerine ait kısmını tatbik etmeye hazırdılar. Karşılıklı şüphe ve tereddüt esasen belirmeye başlamıştı. Müşrik Araplar Yahudilerin talebini kabul etmediler. Yahudiler müttefik Araplarla yaptıkları antlaşmaya dürüstlük ve iyi niyetle bağlı iseler, bu kabil teklifleri ileri sürmekte bir mana yoktur, dediler. Şüphe cesareti zedelediği için, Arap ordularının şevki kırıldı ve gece karanlığı bastığında şüpheler ve zorluklardan duydukları sıkıntı ve üzüntü ile uykuya daldılar. Müşrik Arapların subayları da, askerleri de bezgin ve neşesiz bir halde çadırlarına çekilmişlerdi. Ondan sonra bir mucize oldu; Müslümanlara gökten yardım indi. Şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Çadırlar söküldü. Kaynayan tencereler ateşlerin üstüne devrildi. Ordugâhda yanan ateşlerden bir kısmı söndü. Putperest Araplar bu ateşleri bütün bir gece yanar bir halde tutmak gerektiğine inanırlardı. Alevler çıkarak yanan bir ordugâh ateşi gelecek için hayırlı bir alâmet sayılırdı. Bir çadırın önündeki ateş sönerse, o çadırda yatan askerler bunu kötüye yorarlar ve o gün muharebeye girmezlerdi. Müşrik Arap komutanları zaten şüphe ve tereddüt içinde bulunuyordu. Ordugâhdaki askerlerden bazısı eşyalarını derleyip, toplayıp savuştuklarında ötekiler Müslümanların bir gece baskını yaptığına kanaat getirmişlerdi. Bu kanaat ve düşünce her tarafa yayıldı. Müşrik Arap ordusu askerlerinin hepsi de eşyalarını derleyip, toplayıp savaş meydanından çekilmeye başladılar. Rivayete göre, Ebu Süfyan çadırında uyuyormuş. Müşrik Arap birliklerinin birden bire savaş meydanından çekilmekte olduğu kendisine haber verilince, telaş ve heyecan içinde yataktan kalkmış ve ayakları köstekli bir deveye binmiş. Ebu Süfyan hayvanı mahmuzlamış, fakat hayvan yerinden kımıldamamış. Dostları hayvanın köstekli olduğunu göstermişler, kösteği hayvanın ayaklarından çözmüşler ve Ebu Süfyan ile dostları da savaş meydanından çekilip gitmişler.
Gecenin üçte ikisi geçmişti. Savaş meydanında kimsecikler kalmamıştı. Yirmi ilâ yirmi beş bin askerden ve yardımcılarından müteşekkil bir ordu ortadan kaybolmuş ve arkasında ıssız bir çöl bırakmıştı. Tam o sırada Hz. Peygamber (S.A.V.)’e düşmanın ilâhi bir müdahale neticesinde kaçmış olduğuna dair vahiy geldi. Olup biteni anlamak için, Hz. Peygamber (S.A.V.) savaş meydanını gözden geçirsin ve kendisine haber getirsin diye bir adam göndermek istedi. Hava buz gibi soğuktu. İncecik eski püskü elbiseler giyen Müslümanlar donacak hale gelmişlerdi ve buna hayret edilemezdi. Hz. Peygamber (S.A.V.)’ın gece karanlığı içinde seslendiğini duyanlar olmuştu fakat soğuk o kadar müthişti ki cevap vermek isteyenler bile ağız açıp konuşamıyordu. Yalnız Huzeyfa yüksek sesle: “Evet Ya Resul Allah, bir emriniz mi var?” diyebilmişti. Allah’ın Habibi (S.A.V.) bir defa daha seslendi. Fakat soğuk yüzünden yine cevap veren olmadı. Yalnız Huzeyfa tekrar cevap verdi. Allah’ın Habibi (S.A.V.) Huzeyfa’ya, savaş meydanına gidip bir göz atmasını zira düşmanın kaçtığına dair Allah’tan kendisine haber geldiğini söyledi. Huzeyfa hendeğin yanına gitti ve muharebe meydanının düşmandan boş olduğunu gördü. Askerler gitmiş, meydanda kimseler kalmamıştı. Huzeyfa, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in nezdine döndü, Kelime-i Şahadet getirdi ve düşmanın kaçmış olduğunu bildirdi. Ertesi sabah Müslümanlar da çadırlarını söktüler ve şehre dönmek için ağırlıklarını toplamaya başladılar. Yirmi gün kadar devam eden çok büyük bir tehlike atlatılmıştı.