Hateme’n Nebiyyin’in anlamı - Müslüman Ahmediye Cemaati

Hateme’n Nebiyyin’in anlamı

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلٰـكِنْ رَسُولَ اللّٰهِ وَخَاتَمَ النَّبِيّٖنَ

“Muhammed, sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir. Ancak o, Allah’ın Resulü’dür, (hatta daha da üstündür. Yani o,) peygamberlerin mührüdür. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.[1]

Bu ayet-i kerime sunularak her çeşit peygamberliğin sona erdiği iddia edilmektedir. Ama Kuran-ı Kerim’de “Hatem” kelimesinin, Allahcc tarafından kesr (esre) ile değil, fetha (üstün) ile kullanıldığı unutulmaktadır. Yani ayet-i kerimede kullanılan kelime “Hatim” değil, “Hatem”dir. “Hatem” ise son şahıs veya sonuncu manasında değil, “mühür” demektir. Mühür ise tasdik için kullanılır. Nitekim söz konusu ayet-i kerime “Muhammedsav peygamberlerin mührüdür”, manasını taşımaktadır. İmam Buharira bu ayetteki hatem kelimesini tefsir ederken, bunu mühür diye açıklamıştır ve görüşünü desteklemek için peygamberin mübarek vücudu üzerindeki bir nişandan bahseden hadisleri yazmıştır. Bu hadislerden anlaşıldığına göre bu nişana, “Nübüvvet Mührü” adı verilmiştir.[2]

Keşke insanlar, Kuran-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde durup düşünmüş olsalar, o zaman yanılmazlardı. Bu ayette beyan edilen konuya dikkat ettikleri takdirde görecekleri şu olurdu: Burada Peygamber Efendimizinsav hiçbir erkeğin babası olmadığı beyan edilmektedir. Ayet bundan sonrasında da, Peygamber Efendimizinsav erkek evlada sahip olmamakla beraber, bir peygamber, hem de yalnız peygamber değil bütün peygamberlerin mührü olduğunu söylemektedir. Açıkça görüldüğü üzere, ayetin birinci kısmından sonra “lâkin” (ancak) kelimesi kullanılmıştır, bu kelime ise Arapçada önceki beyandan ortaya çıkabilecek bir şüphenin ortadan kaldırılması maksadıyla kullanılır. Her Müslüman’ın bildiği gibi, Kevser suresinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ

“Şüphesiz, ancak senin düşmanın erkek evlattan mahrum kalacaktır.[3]

Bu ayet-i kerimede aksi beyan edildiği halde, Ahzap suresinde yer aldığı şekilde, “Muhammed, sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir” demekle, sanki Peygamber Efendimizinsav (hâşâ) zürriyetsiz kalacağı anlaşılmaktadır. Bu şüpheyi ortadan kaldırmak için, Allah-u Teâlâ “lâkin” kelimesini kullanmıştır ve böylece şunu açıklamıştır: Hz. Muhammed’insav maddi anlamda bir erkek evladın babası olmadığı doğru olduğu halde, o zürriyetsiz kalmayacak, çünkü o Allah’ıncc peygamberi olduğu için onun manevi feyzi gitgide yayılacak ve haddi hesabı olmayan bir ölçüde manevi evlada sahip olmasını sağlayacaktır. Bu ayette peygamber kelimesini kullandıktan sonra Allahcc, ona “Hateme’n Nebiyyin” demek suretiyle, konuyu daha da genişletmiştir. Yani yalnızca sıradan müminler onun zürriyetinden olmayacaklar, ancak o peygamberlerin mührü olduğu için, onun nuru ile ona tabi olan insan nübüvvet makamına erebileceğinden dolayı, o peygamberlerin dahi babası olacaktır.

Kısacası bu ayet-i kerimede, bizim zikrettiğimiz şekilde peygamberlik makamının devam edeceğinden bahsedilmektedir. Şüphesiz bu ayet-i kerime, yeni şeriat getiren,  müstakil ve bağımsız olan her çeşit peygamberliğin kapısını kapatmaktadır, çünkü böyle bir peygamberliğin devamı onun açıklanan manevi Babalığının ve Cedliğinin sona erdiği anlamına gelecektir.

Başka bir iddiaya göre, peygamberliğin devam ettiği inancı Peygamber Efendimizinsav bazı hadislerine de aykırıymış. Onlar hadislerde yer alan şu ifadeleri kullanırlar:

فَاِنِّى اٰخِرُ الْاَنْبِيَاءِ

“Ben peygamberlerin sonuncusuyum.[4]

لَا نَبِىَّ بَعْدِى

“Benden sonra peygamber yoktur.[5]

Onlara göre bu hadislerden, Peygamber Efendimizdensav sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği neticesi çıkmalıymış. Oysa Peygamber Efendimizinsav hadislerini delil olarak zikredenler aynı hadiste, “Ben Peygamberlerin sonuncusuyum” kelimelerinin ardından,

وَاِنَّ مَسْجِدِى اٰخِرُ الْمَسَاجِدِ

Yani “Ve benim mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerinin de yer aldığını unutmaktadırlar.[6]

Dolayısı ile eğer Peygamber Efendimizsav zaman bakımından peygamberlerin sonuncu ise, o zaman Mescid-i Nebevi de hakiki manada mescitlerin sonuncusudur. Ancak “Ben peygamberlerin sonuncusuyum,” hadisini ileri sürüp peygamberliğin sona erdiğini iddia edenler, aynı hadiste “Ve mescidim mescitlerin sonuncusudur” kelimelerini okumalarına rağmen camiler inşa etmektedirler. İnşa edilen camilerin fazlalığından dolayı bunların birçoğu viraneye dönmüştür. Eğer “Peygamberlerin sonuncusu” tabiri peygamberliğin sona ermesini gerektiriyorsa, “Mescitlerin sonuncusu” tabiri de Peygamber Efendimizinsav mescidinden sonra cami ve mescit inşasının yasak olmasını gerektirir. Ancak buna rağmen neden her gün camiler inşa edilmektedir?

Bu sorumuza cevaben bize deniliyor ki, Peygamber Efendimizinsav zamanından sonra inşa edilen mescitler, aslında Peygamber Efendimizinsav mescitleridir, çünkü Peygamber Efendimizsav Mescid-i Nebevi’yi hangi maksat için inşa etmişse, onlar da aynı maksat için inşa edilmiştir ve sonradan inşa edilen camiler ise asıl mescidin gölgeleridir. Nitekim bu durum, Peygamberinsav mescidinin sonuncu olduğu keyfiyeti ile de tezat teşkil etmez. Verdikleri bu cevap doğrudur.

Aynı şekilde, ahlakını Peygamber Efendimizinsav ahlakından alan, onun öğretilerini yaymak işi ile görevlendirilen, feyzinden feyiz almış, tıpkı gölgesi gibi ona tabi olan bir peygamberin gelmesine de, “Son peygamber” tabiri engel değildir.

“Benden sonra peygamber yoktur” hadisine gelince, bu hadis de Peygamber Efendimizinsav zaman açısından son peygamber olup, kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği manasında değildir. Bunun anlamı, onun şeriatını ortadan kaldıracak hiçbir peygamberin gelemeyecek olduğudur. Peygamber Efendimizinsav bu hadisi, “sonra” kelimesine dayanıyor ve ona bağlıdır. Bir şeyin diğer bir şeyden sonra gelmesi, ancak birinci şey ortadan kalktığı ve ikinci şey onun yerini aldığı zaman mümkün olur. Nitekim Peygamber Efendimizinsav peygamberliğini desteklemek üzere gelen nebi, kendisinin dışında değildir, aksine Peygamber Efendimizinsav nübüvvetinin içine dahildir.  Ancak onun şeriatını, (hâşâ) kaldırmak için biri gelmiş olsaydı, ancak ona “Peygamber Efendimizdensav sonra gelmiştir” denmesi söz konusu olurdu. Aklı başında olan kimse, her konu üzerinde tefekkür eder ve kelimelerin derinliğine inmeye çalışır. Herhalde Hz. Ayşera bu konuda Müslümanların yanılacağını düşündüğü için şu ikazda bulunmuştu:

قُولُوا اِنَّهُ خَاتَمُ الْاَنْبِيَاءِ وَلَا تَقُولُوا لَا نَبِىَّ بَعْدَهُ

“O, Hatemü’l Enbiyadır deyiniz, fakat ondan sonra peygamber yoktur demeyiniz.[7]

Eğer Hz. Ayşe’yera göre, Peygamber Efendimizdensav sonra hiçbir peygamber gelmeyecek idiyse, o zaman o, “Ondan sonra peygamber yoktur, demeyiniz,” şeklinde bir ikazda neden bulunmuştur? Eğer inandığı doğru değil idiyse, ashab-ı kiram neden kendisini yalanlamadı. Hz. Ayşe’ninra bu sözü, ona göre Hz. Resulullah’tansav sonra, onun şeriatını ortadan kaldırmayan ve kendisinden bağımsız olmayan bir peygamberin geleceğini mümkün göstermektedir. Ayrıca ashab-ı kiramın da bu sözü tenkit etmemesi, onların da Hz. Ayşera ile hemfikir olduklarını göstermektedir.

Üzülerek ifade etmeliyiz ki, insanlar Kuran-ı Kerim üzerinde tefekkür etmemektedirler. Böylelikle onlar, kendileri yanıldıkları gibi başkalarını da yanıltırlar ve doğru yoldan sapmayanlara da dinsiz ve kâfir diyerek öfke duyarlar. Ancak, bir mümin insanlardan değil, yalnız Allah’tancc korkar. Bir insan bir diğerine nasıl zarar verebilir? Yapabileceği en büyük fenalık onu öldürmektir, ama bir mümin ölmekten asla korkmaz. Onun için ölüm, sevgilisi olan Allah ile görüşme günüdür. Keşke yanılgı içinde olanlar, Kuran-ı Kerim’in tükenmeyen bir hazine olduğunu ve ebediyete kadar insanların ihtiyaçlarını karşılamaya devam edeceğini bilebilseler. O, insanların manevi ilerlemesi için öyle şeyler öğretmektedir ki, kendisinden önceki kitaplar bunun bir zerresini bile içermemektedir. Eğer onlar bu gerçeği kavramış olsalardı, bir su birikintisinde yaşayan kurbağa gibi durumlarına sevinmezlerdi. Onlar Allahcc ile ilişki kurmak ve Kendisine yakın olmak için çaba sarf ederlerdi. Eğer onlar kelimeler yerine, gönüllerin düzeltilmesinin önemine vakıf olsalardı, zahirî ilimle yetinmezlerdi. Aksine onlar, Allahcc ile ilişki kurma çabasına girerlerdi. Gönüllerinde böyle bir istek bulunsaydı, Kuran-ı Kerim’in insanoğlunun ilerlemesi için öğrettiği yolları öğrenme çabasına düşerlerdi. Bunu yaptıkları takdirde, bir kabuğa rıza gösterdiklerinin ve boş bir kadehi dudaklarına değdirmekle sarhoş olmayı arzu ettiklerinin de farkına varırlardı. Onlar Fatiha suresini okudukları halde, onda beyan edilen nimetleri elde etmek için gönülleri neden hiç istek duymamaktadır? Gün boyunca yaklaşık elli defa şöyle dua ediyorlar :

اِھْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ

“Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiklerinin yoluna…[8]

Buna rağmen onlar hangi nimetlere talip olduklarını hiç düşünmüyorlar. Bir kereliğine namazı düşünerek eda ediyor olsalardı, doğru yol ve nimetten neyin kastedildiği hakkında kendi kendilerini sorgulayacaklardı. Bunu yaptıkları zaman dikkatleri Nisa suresinde şu ayete çevrilmiş olacaktı :

وَلَوْ اَنَّهُمْ فَعَلُوا مَا يُوعَظُونَ بِهٖ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاَشَدَّ تَثْبٖيتًا ۞وَاِذًا لَاٰتَيْنَاهُمْ مِنْ لَدُنَّـا اَجْرًا عَظٖيمًا ۞وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطًا مُسْتَقٖيمًا ۞وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُولٰئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَالصِّدّٖيقٖينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحٖينَ وَحَسُنَ اُولٰـئِكَ رَفٖيقًا ۞ذٰلِكَ الْفَضْلُ مِنَ اللّٰهِ وَكَفٰى بِاللّٰهِ عَلٖيمًا ۞

“…Öğütlendiklerini yerine getirmiş olsalardı, haklarında daha hayırlı olur (ve bu imanlarının) güçlenmesine (de) vesile olurdu. O zaman, şüphesiz Biz (de) kendilerine, tara­fımızdan büyük bir mükâfat verirdik. Onlara (da) mutlaka doğru yol göste­rirdik. Kim Allah’a ve bu Peygamber’e itaat ederse, onlar Allah’ın nimetlendirdiği nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihlerden ola­caklardır. Onlar, ne güzel arkadaştırlar! Bu lütuf Allah tarafındandır. Al­lah, her şeyi bilen olarak yeterlidir.[9]

Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığına göre, nimet verilenlerin yolunu göstermekten kastedilen, onları nebilerin, sıddîklerin, şehitlerin ve salihlerin cemaatlerine dahil etmektir. Allahcc, Peygamberisav vasıtasıyla bize, günde yaklaşık elli kez doğru yolu talep etmek üzere dua etmemizi tembihlemiştir. Diğer taraftan O, doğru yolu, nebiler, sıddîkler, şehitler, ve salihlerin cemaatine katılmak olarak açıklamıştır. O taktirde, bu ümmet için nübüvvet kapısının her açıdan kapanmış olması nasıl mümkün olabilir ki? Allah’ıncc şanı, böylesi gülünç bir duruma düşmekten çok yücedir. Bir taraftan nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihler arasına dahil edilmemiz için bizi dua etmeye teşvik ederken, bu nimetin ebediyete kadar Hz. Muhammed’insav ümmetine yasak edildiğini söylemesi mümkün olabilir mi? Böyle bir şey, hâşâ mümkün değildir. Allahcc bütün eksikliklerden münezzehtir. Eğer O, bu nimeti yasaklamış olsaydı, Fatiha suresinde nimetlendirilen kimselerin yolunu talep etmemiz için bize dua öğretmezdi. Ayrıca nimet verilenlerin yolunu açıklarken, Peygamber Efendimizesav itaat edenlerin peygamberlerden olabileceğini de söylemezdi.

Diyorlar ki, bahis konusu ayette “min” (-de,-den) kelimesi değil, “ma’a” (ile) kelimesi bulunmaktadır. Bundan dolayı, Peygamber Efendimizesav itaat edenler, peygamberlerden olmayıp, sadece peygamberler ile beraber olacaklarmış. Ancak onlar, ayetin yalnız peygamberlerden değil sıddîkler, şehitler ve salihlerden de bahsettiğini unutuyorlar. Şayet ayetteki “ma’a” kelimesinden dolayı onların bu ayete verdikleri anlamı kabul edecek olursak, o zaman şunları itiraf etmek zorundayız. Bu ümmette hiçbir sıddîk olmayacak, ama bazı kimseler sıddîkler ile beraber kalacaklardır. Hiç kimse şehit olmayacak, fakat bazıları şehitler ile beraber olacaklardır. Hatta hiç kimse salih olmayacak, ancak bazı kimseler salihler ile beraber bulunacaklardır. Başka bir ifade ile, bu ümmetin bütün fertleri iyilik ve takvanın tüm mertebelerinden mahrum bırakılacaklar, ama kendilerinden önceki ümmetlerden bu mertebelere erişmiş olan bazı kimseler ile de bir arada bulunabileceklerdir. Hiçbir Müslüman böyle bir düşünceyi aklının ucundan bile geçiremez. Böyle bir düşünce, ancak İslam’a, Kuran’a ve Peygamber Efendimizesav büyük bir saygısızlıktır. Özetle bu ayetteki “ma’a” kelimesi, dedikleri gibi tefsir edilecek olursa, yalnız nebilik değil sıddîklik, şehitlik, salihlik kapıları da böylece kapanmış olacaktır.

Gerçek şu ki, “ma’a” kelimesi sadece zaman ve mekân bakımından beraber olma manasına gelmez, aslında bu kelime, iki kişinin aynı dereceyi paylaşmasını da ifade eder. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ فِى الدَّرْكِ الْاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصٖيرًا ۞ اِلَّا الَّذٖينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللّٰهِ وَاَخْلَصُوا دٖينَهُمْ لِلّٰهِ فَاُولٰئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنٖينَ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللّٰهُ الْمُؤْمِنٖينَ اَجْرًا عَظٖيمًا ۞

“Şüphesiz münafıklar, (Cehennem) ateşinin en alt derinliklerinde olacaklar. Sen (de) onlara bir yardımcı bulamayacaksın. Ancak tövbe edip kendilerini ıslah eden, Allah’a sımsıkı sarılan ve dinlerini (de) Allah için halis edenler, (bundan) müstesnadır. İşte müminler ile birlikte olanlar (da,) bunlardır. Allah müminlere pek yakında, büyük mükâfat verecektir.[10]

Bu ayette önceden münafık iken tövbe edip, kendilerini ıslah edenlerden, Allah’acc sımsıkı sarılarak dinlerinde halis olanlardan bahsedilirken, haklarında “ma’a” kelimesi kullanılmıştır. Burada “ma’a” kelimesi sadece zaman ve mekân bakımından beraber olmak manasında alındığı takdirde, münafıkların tövbe ettikten sonra ayette belirtilen meziyetlere sahip olmalarına rağmen, onlar müminlerin mertebesine erişemeyecekler, ama onlar ile beraber olacaklar, şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Bu açıkça batıl bir manadır. Buradan da anlaşılması gerektiği gibi, “ma’a” kelimesi bazen iki kişinin aynı dereceyi paylaşması anlamına gelmektedir. Buna göre bahis konusu olan Nisa suresi, 67 ile 71. ayetleri içeren bölümde geçen “ma’a kelimesi, ancak bu ümmetteki müminlerin önceki ümmetteki müminler ile aynı dereceleri paylaşacakları anlamına gelmektedir.

Kuran-ı Kerim başka ayetlerde de bir çeşit nübüvvetin kapısını açık tutmaktadır. Bu nübüvvet Muhammedi Nübüvvetin zilli, yani gölgesidir. Bu makam ise, Peygamber Efendimizesav itaatin sonucu olarak, onun nübüvvetini yaymak üzere Allahcc tarafından bağışlanan bir mertebedir. Nitekim Araf suresinde, Peygamber Efendimizsav ile ümmetinden bahsedilirken şöyle buyrulmuştur:

قُلْ اِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّىَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْاِثْمَ وَالْبَغْیَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَاَنْ تُشْرِكُوا بِاللّٰهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهٖ سُلْطَانًا وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ ۞وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌ فَاِذَا جَاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَاْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ ۞يَا بَنٖى اٰدَمَ اِمَّا يَاْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ اٰيَاتٖى فَمَنِ اتَّقٰى وَاَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ۞

“De ki: “Rabbim, bütün kötülüklerin açık ve gizlisini, günahı, haksız yere baş kaldırmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir varlığı Allah’a ortak koşmanızı, bilmediğiniz şeyler hakkında Allah’a yalan isnat etmenizi haram kılmıştır.” Her ümmet için belli bir süre tayin edilmiştir. (Sona erme) zamanları gelince, ne bir an gecikebilirler, ne (de) bir an ileri gidebilirler. Ey Âdemoğulları! Eğer aranızdan size ayetlerimizi okuyup anlatacak peygamberler gelirlerse, (onlara uyup) takvayı benimseyenlere (ve kendilerini) ıslah edenlere, ne (geleceğin) bir korkusu, ne (de geçmişin) bir kaygısı olacaktır.[11]

Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, bu ümmetten de peygamberler gelecektir. Çünkü Muhammedi Ümmetten bahsederken Allah-u Teâlâ, eğer aranızdan size ayetlerimizi okuyup anlatacak peygamberler gelirlerse, onlara uyunuz, diye buyurmuştur. Bu peygamberleri kabul etmedikleri takdirde ise onlar, bunun cezasını çekmek durumundadırlar. Ayette “imma” (eğer) kelimesinin bulunduğunu ve bundan dolayı şartlı bir durum ifade edildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Çünkü aynı kelime Kuran-ı Kerim’de Adem’inas Cennetten çıkışını tasvir için de kullanılmıştır. Buna rağmen ayetteki “eğer” kelimesinin bir şarta delalet ettiğini kabul edecek olsak bile, Allahcc nezdinde peygamberliğin kapısı kapanmış değildir. Çünkü sona erdirdiği bir şeyi şarta bağlı bir şekilde zikretmek Allah’ıncc şanına kesinlikle aykırıdır.

Kuran-ı Kerim dışında da Peygamber Efendimizinsav hadis-i şerifleri peygamberliğin koşulsuz ve mutlak olarak sona ermediğini açıkça bildirmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizsav, Vadedilen Mesih’inas peygamber olacağını sıklıkla vurgulamıştır. Eğer peygamberlik koşulsuz olarak sona ermiş olsaydı, ondan “Nebiyullah” yani Allah’ıncc peygamberi şeklinde bahsedilmezdi.[12]


[1] Ahzab Suresi, ayet 41

[2] Buhari, Kitabu’l Menakıb, Bab Hatem-ün Nübuvve

[3] Kevser Suresi, ayet 4

[4] Sahih Müslim; Kitabü’l Hacc, Bab Fadlü’s Salati Bi Mescidi

[5] Sahih Müslim, Kitabü’l Emara, Bab Vücübü’l Vefa be Bey’ati’l Halifa

[6] Sahih Müslim; Kitabü’l Hacc, Bab Fadlü’s Salati Bi Mescidi

[7] Tekmile Mecmau Bihari’l Envar, c.4, s.85, H.1314

[8] Fatiha suresi, ayet 6-7

[9] Nisa suresi, ayet 67-71

[10] Nisa Suresi; Ayet 146-147

[11] Araf Suresi; ayet 34-36

[12] Sahih Müslim; Kitabü’l Fiten, Bab Zikrü’d Deccal

Bir Öncekini Oku

Vahyin devamı ve ümmetî peygamberin gelmesi

Bir Sonrakini Oku

Ahmedi Müslümanlar cihada inanırlar