Hz. Peygamberin (s.a.v.) dünyaya geldiği tarihte Arabistan'ın durumu - Müslüman Ahmediye Cemaati

Hz. Peygamberin (s.a.v.) dünyaya geldiği tarihte Arabistan’ın durumu

Hz. Peygamber (S.A.V.) Milâdi 570 yılı Ağustosunda Mekke’de doğmuştu. Kendisine övülmüş, meth-ü sena olunmuş anlamına gelen Muhammed (S.A.V.) adı verilmişti. Onun hayatını ve karakterini anlayabilmek için, doğduğu tarihte Arabistan’da hüküm süren şartlara dair bir düşünceye sahip olmak gerekir.

Onun doğduğu sıralarda hemen hemen bütün Arabistan çok tanrılı bir din şekline bağlı idi. Araplar Hz. İbrahim neslinden geldiklerine inanırlardı. Hazreti İbrahim’in tek tanrılı bir dinin öğreticisi olduğunu  biliyorlardı. Buna rağmen, çok tanrılı bir dinleri vardı ve bu tanrılara tapıyorlardı. Bu hareketlerinin doğruluğuna delil olmak üzere, bazı insanların tanrı ile temasa geçmekte başkalarından üstün olduğunu ileri sürerlerdi. Bu çeşit insanların başkaları hakkındaki şefaati, o zamanki Araplara göre tanrı katında makbul olurdu. Tanrıya yaklaşmak alelade insanlar için güçtü. Binaenaleyh, tanrının hoşnutluğunu ve yardımı kazanmak  için başkalarını şefaatçi olarak kullanmak gerekti. Böylece, Hz. İbrahim (a.s)’e karşı olan saygılarını kendi çok tanrılı inançlarıyla uzlaştırıyorlardı. Hz. İbrahim (a.s)’ın kutsal bir insan olduğunu kabul ediyorlardı. O, kimsenin şefaatine muhtaç olmadan Allah’a yaklaşabilirdi. Fakat kendileri, yani alelade Mekkeliler, bunu yapamazlardı. Binaenaleyh Mekke halkı, kutsal ve Salih insanların suretlerini ve heykellerini yapıp onlara tapmışlar, ve bu putlar vasıtasıyla tanrıyı hoşnut kılmak için onlara takdimler sunmuşlar, kurbanlar kesmişleri. Bu davranış çok ilkel ve mantığa aykırı idi. Fakat Mekkeliler buna aldırmazlardı. Onlara uzun müddet tek tanrı dininin bir öğreticisi gelmemişti. Çok tanrılı din bir kere kök saldı mı yayılır ve alabildiğine genişler. Hz. Peygamber (S.A.V.) doğduğu sıralarda İslamiyet’in kutsal mescidi ve Hz. İbrahim (a.s) ile oğlu Hz. İsmail (a.s.)’ın inşâ ettikleri ibadet yeri olan Kâbe’de rivayete göre 360 put vardı. Anlaşıldığına göre Kamerî yılın her günü için, Mekkeliler ayrı bir puta taparlardı. Diğer büyük merkezlerde de başka putlar vardı. Böylece çok tanrılı din Arabistan’ın her tarafına yayılmıştı. Araların dil kültürüne karşı eğilimleri vardı. Konuşma dillerine çok bağlı ve onu geliştirmeye çok istekliydiler. Lâkin entelektüel emelleri ve hevesleri kıttı. Tarih, coğrafya, matematik vs. hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Fakat, bir çöl kavmi olduklarından ve çölde hiçbir yol nişanı ve alâmeti olmaksızın yollarını bulmaya mecbur kaldıklarından, astronomiye karşı keskin bir alâka peyda etmişlerdi.  Bütün Arabistan’da tek bir okul yoktu. Rivayete göre, Mekke’de ancak birkaç kişi okuma yazma biliyordu.

Ahlâk bakımından Araplar tezatlı bir manzara arz ediyordu. Bazı çok büyük ahlâki eksiklikler içinde olmalarına rağmen, bazı iyi ve beğenilen vasıflara da sahiptiler. İçkiye çok düşkündüler. Sarhoş olmak ve içkinin etkisi ile hoyratlık etmek onlarca kusur değil aksine beğenilen bir âdet idi. Onların görüşüne göre, asalet ve efendilik, dostları ve komşuları içki âlemleri ile eğlendirmekti. Her zengin adam günde en az beş defa içki sofrası kurdururdu. Kumar Arapların millî sporu idi. Fakat onlar bunu güzel sanatlardan biri haline getirmişlerdi. Kumarı zengin olmak için oynamazlardı. Kumarda kazananlardan dostlara ziyafet vermesi beklenirdi. Harp zamanında para kumar vasıtasıyla toplanırdı; hatta bugün bile, harp için para toplamak amacı ile ikramiyeli tahvilât müessesesi mevcuttur. Zamanımızda bu müesseseyi canlandıran Avrupalılar ve Amerikalılardır. Lâkin onlar bu hareketleriyle Arapları taklit ettiklerini hatırlamalıdırlar. Kim kazanırsa harp masrafının büyük bir kısmını karşılamaya mecbur idi.

Medenî hayatın zevklerinden Araplar bihaberdiler. Başlıca meşgaleleri ticaretti ve bu amaçla Habeşistan, Suriye, Filistin ve hatta Hindistan gibi uzak yerlere kervanlar gönderirlerdi. Arapların zenginleri Hint kılıçlarını çok beğenirlerdi. Giyecek ihtiyaçlarını umumiyetle Yemen ve Suriye’den tedarik ederlerdi.  Ticaret merkezleri kasabalar ve şehirlerdi. Yemen’deki ve kuzeydeki bazı yerler dışında Arabistan’ın geri kalan kısımları bedevî, göçebe idi. Devamlı olarak bir yerde ikâmet etmezlerdi. Kabileler memleketi kendi aralarında bölmüşlerdi ve her kabilenin mensupları memleketin kendilerine ait kısmında serbestçe dolaşırlardı. Bir yerde su tükenince, başka bir yere göçüp orada otururlardı. Servetleri koyun, keçi ve deveden ibaretti. Yünden kumaş ve deriden çadır yaparlardı. İhtiyaçtan arta kalanı da pazarda satarlardı. Altın ve gümüşü bilmez değillerdi fakat bunlara sahip olanlar muhakkak ki pek nadirdi. Fakir halk deniz böceği kabuklarından ve güzel kokulu maddelerden ziynet eşyası yaparlardı. Karpuz çekirdekleri temizlenir, kurutulur, ipe dizilir ve gerdanlık gibi kullanılırdı. Cinayet ve her çeşit ahlâksızlık yaygındı. Hırsızlık nadir ise de, haydutluk ve eşkıyalık olağan şeylerdendi. Birbirine saldırmayı ve birbirlerinin malını, mülkünü zaptetmeyi doğuştan kazanılmış bir hak sayarlardı. Fakat aynı zamanda, verdikleri söze başka kavimlerden daha sâdık kalırlardı. Bir şahıs bir kuvvetli lidere veya kabileye sığınıp himaye talep ederse, o lider ve kabilenin mezkûr şahsı himaye etmesi şeref ve namus borcu idi. Bu suretle hareket etmediği takdirde, o lider ve kabile bütün Arabistan’da mevkî ve itibarını kaybederdi. Şairlerin prestiji çok yüksekti ve millî liderler gibi  hürmet görürlerdi. Liderlerden, yüksek derecede güzel söz söyleme ve hatta şiir yazma yeteneği beklenirdi. Misafirperverlik millî bir fazilet haline gelmişti. Kimsesiz, hâmisiz bir yolcu kabilenin karargâhına vardığında kendisine şerefli bir misafir muamelesi yapılırdı. En tavlı hayvanlar onun için kesilir ve ona çok saygı gösterilirdi. Yolcunun, ziyaretçinin kim olduğuna bakılmazdı. Bir ziyaretçinin yalnız, gelmesi yeterliydi. Ziyaret kabile şeref ve itibarının artması anlamına gelirdi. Binaenaleyh, ziyaretçiye ikram etmek ve saygı göstermek kabilenin vazifesi idi. Ziyaretçiye itibar etmek suretiyle kabile kendi itibarını artırırdı. Kadının Arap toplumunda yeri ve hukuku yoktu. Yeni doğan kız çocuklarını öldürmek şeref ve büyüklük gereği sayılırdı. Ancak çocuk öldürmenin bütün memleket ölçüsünde varolduğunu düşünmek yanlıştır. Böyle tehlikeli bir müessese bir memleketin her tarafında gelişemez, çünkü insan neslinin ve bir ırkın yok olmasına sebep olur. Gerçek şudur ki; Arabistan’da, Hindistan’da veya çocuk öldürmenin var olduğu herhangi bir memlekette, bu alışkanlık sadece belli ailelerle sınırlı kalmıştır. Bu alışkanlığın var olduğu Arap aileleri ya kendi sosyal mevkileri hakkında mübalağalı bir düşünceye sahiptiler veyahut da başka sebeplerden ötürü bu suretle harekete mecbur kalırlardı. Bekli de kızlarını evlendirmek için uygun gençler bulamıyorlardı. Bunu bildiklerinden, kız çocuklarını daha bebek iken öldürürlerdi. Bu müessesenin kötülüğü, bir milletin nüfusu bakımından yaratacağı sonuçlar dolayısıyla değil vahşiyane ve zalimane bir hareket olması dolayısıyladır. Kız bebekleri öldürmek için diri diri gömmek veya boğazını sıkarak boğmak gibi metotlar kullanırlardı.

Yalnız öz ana, Arap toplumunda, ana sayılırdı. Üvey analara ana gözüyle bakılmazdı, ve babanın ölümü üzerine erkek çocuğun üvey ana ile evlenmesi yasaklanmış değildi. Birden fazla kadınla evlenmek âdeti mevcut idi ve bir erkeğin alabileceği karıların sayısı sınırlandırılmamıştı. Aynı erkek aynı zamanda birden fazla kardeşleri ile evlenebilirdi.

Savaşta savaşan taraflar birbirlerine en kötü muameleyi yaparlardı. Nefret hissi çok kuvvetli olduğu zaman, savaşanlar yaralıların gövdelerini parçalayıp iç uzuvları çıkarmaktan ve yamyamlar gibi bunları yemekten çekinmezlerdi. Burun veya kulak kesmek, göz çıkarmak alışık olarak yaptıkları bir zulüm ve işkence şekli idi. Kölelik yaygındı. Zayıf kabileler esir edilip köle yapılırdı. Kölelerin durumu hakkında kabul edilmiş bir kaide yoktu. Efendi kölelerine dilediği yapardı. Kölesine fena muamele yapan efendi aleyhinde bir işlem yapılmazdı. Efendi kimseye hesap vermeye mecbur olmadan kölesini öldürebilirdi. Bir efendi başkasının kölesini öldürürse, bunun cezası idam değildi. O, sadece kölesi öldürülen mağdur efendiye uygun tazminat  ödemekten sorumlu tutulurdu. Kadın köleler cinsî arzuları tatmin için kullanılırdı. Böyle cinsî münasebetlerden doğan çocuklara da köle muamelesi yapılırdı. Ana olan kadın köleler, köle olarak kalırdı. Medeniyet ve toplumsal gelişme bakımından Araplar çok ilkel idi. Karşılıklı şefkat ve saygıdan haberleri yoktu. Durumu en kötü olan kadındı. Mamafih, Arapların yine de bazı meziyetleri vardı. Meselâ, kişisel cesaret bazen çok yüksek bir dereceye ulaşırdı.

İslâmiyet’in kutsal Peygamberi (S.A.V.) işte böyle bir kavmin arasından zuhur etti. babası Abdullah, o doğmadan ölmüştü. Bu sebepten dolayı ona ve anası Amine’ye büyük baba Abdul Muttalib’in bakması icap etti. Bebek Muhammed (S.A.V.)’i Taif civarında oturan bir kadın emzirmişti. O zamanlar Arabistan’da doğan çocukları köylü kadınlara teslim etmek âdetti. Bu kadınların görevi çocukları büyütmek, konuşmayı öğretmek ve hayata sağlam bir sıhhatle başlatmaktı. Hz. Peygamber (S.A.V.) altı yaşında bulunduğu sıralarda, annesi Medine’den Mekke’ye giderken ölmüş ve yolda gömülmüştü. Çocuğa bir kadın hizmetçi Mekke’ye getirmiş ve büyük babasına teslim etmişti. Hz. Peygamber (S.A.V.) sekiz yaşında iken büyük babası da ölünce amcası Ebu Talip, büyük babasının vasiyeti gereğince onu himayesi altına aldı. Hz. Peygamber (S.A.V.) Arabistan dışında iki üç defa yolculuk etmek fırsatını ele geçirmişti. On iki yaşında iken, böyle bir yolculuk esnasında, Ebu Talib’le beraber Suriye’ye gitmişti. Bu yolculuğunda Suriye’nin sadece güneydoğu kasabalarına gittiği anlaşılıyor; zira bu yolculukla ilgili tarihî kayıtlarda Kudüs gibi yerlerden bahsedilmemiştir. Bu andan itibaren gençlik çağına kadar Peygamber (S.A.V.) Mekke’de kalmıştı. O, tâ çocukluğundan beri tefekkür ve murakabeye düşkündü. Başkalarının kavgalarından ve rekabetlerinden uzak kalır ve bu kavgalara ve rekabetlere, ancak onları yatıştırmak için karışırdı. Rivayete göre, Mekke’de ve Mekke civarında yaşayan kabileler, ardı arkası gelmeyen kan davalarından usanarak, gayesi haksızlık ve tecavüzkârlık mağdurlarına yardım etmekten ibaret olan bir cemiyet kurmaya karar verdiler. Hz. Peygamber (S.A.V.) bunu işitince memnuniyetle cemiyete katıldı. Bu cemiyetin üyeleri “Denizde bir damla su kalıncaya kadar, zulüm görenlere yardımda bulunmayı, haklarını iade etmeyi ve bunu yapamadıkları takdirde kendi mallarından mağdurlara tazminat vermeyi” taahhüt etmişlerdi. (Rauf al-Unuf, İmam Suheyli)

Öyle anlaşılıyor ki, bu cemiyetin üyeleri içinde Hz. Peygamber (S.A.V.)’den başkasına cemiyet üyesi sıfatı ile giriştikleri ciddî taahhüdü yerine getirmeleri için, bir talep ve müracaat yapılmamıştı. Böyle bir müracaat Hz. Peygamber (S.A.V.)’e risaletini ilân ettikten sonra yapılmıştı. Onun en büyük düşmanı Mekke Reisi Ebu Cehil idi. Bu Ebu Cehil herkesi Hz. Peygamber (S.A.V.)’e boykot yapmaya ve hakaret etmeye kışkırtıyordu. O sıralarda dışarıdan Mekke’ye bir şahıs gelmişti. Bu şahsın Ebu Cehil’den alacağı vardı. Fakat Ebu Cehil borcunu ödememişti. Mezkûr şahıs bunu Mekkelilere anlattı. Gençlerden biri, sırf muziplik olsun diye, o şahsa Hz. Peygamber (S.A.V.)’e başvurmasını telkin etti. Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, halk ve özellikle Ebu Cehil kendine muhalefet eder korkusuyla, bir şey yapmaktan çekineceği zannedilmişti. Hz. Peygamber (S.A.V.) bu adama yardımdan çekinirse, topluma karşı olan taahhüdünü yerine getirmediği ortaya atılacaktı. Diğer yönden talebi reddetmeyip borcun ödenmesi için Ebu Cehil’in yanına gitse, Ebu Cehil muhakkak surette Peygamber (S.A.V.)’e hakaret edip yanından kovacaktı. Bahis konusu adam Hz. Peygamber (S.A.V.)’e gidip Ebu Cehil’den şikayet etti. Hz. Peygamber (S.A.V.), bir an bile tereddüt etmeksizin, ayağa kalktı ve o adamla beraber Ebu Cehil’in evine gidip kapıyı çaldı. Ebu Cehil dışarı çıktı ve karşısında alacaklısı ile Peygamber (S.A.V.)’i buldu. Hz. Peygamber (S.A.V.) borç para meselesini açtı ve ödemesi tavsiye etti. Ebu Cehil şaşırdı ve hiç geciktirmeden derhal parayı ödedi. Öteki Mekke reisleri bunu işitince Ebu Cehil’i azarladılar, ve kendisine akılsızlık ettiğini ve sözleri ile hareketlerinin birbirini tutmadığını söylediler. Ebu Cehil Hz. Peygamber (S.A.V.)’e umumî boykot yapılmasını telkin eylediği halde, bizzat kendisi  Hz. Peygamber (S.A.V.)’den emir alarak, onun tavsiyesi ile borcu ödemişti. Ebu Cehil bu davranışını haklı göstermeye çalıştı ve “Benim yerimde kim olsa aynı şekilde hareket ederdi, çünkü kapımın önünde duran Muhammed (S.A.V.)’e bakarken onun sağında ve solunda üzerime saldırmaya hazır iki vahşi deve de görmüştüm,” dedi. Bu maceranın ne olduğunu bilemeyiz. Acaba bu, Ebu Cehil’i şaşırtmak için mucizevî bir suret ve hayal mi idi, yoksa Hz. Peygamber (S.A.V.)’in korku uyandıran heybetli görünüşünün  yarattığı bir kuruntu mu idi? Bütün milletin nefret ettiği ve baskı altında tuttuğu bir adam yalnız başına o milletin en büyüğüne gitmek ve bir borcun ödenmesini talep etmek cesaretini göstermişti. İhtimal ki, hiç beklemediği o dehşetli manzara Ebu Cehil’i korkuttu, Ha. Peygamber (S.A.V.)’e yapmaya yemin ettiği muameleyi bir an için ona unutturdu ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in telkin ettiği şekilde harekete onu mecbur etti (Hişam).

Bir Öncekini Oku

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Hz. Hatice (r.a.) ile evlenmesi

Bir Sonrakini Oku

Hazreti Peygamberin (s.a.v.) siretine bir bakış