İslam’ın Gerçek Barışı Tesis Eden Esasları 2. Bölüm

26 Aralık 2021

Gıybet de Zulmün Bir Şeklidir

Bu ayet-i kerimede Yüce Allah, zulmü şu sözlerle yasaklamıştır:

وَ لَا یَغۡتَبۡ بَّعۡضُکُمۡ بَعۡضًا 

‘Bazılarınız bazılarını çekiştirmesin.’

Gıybet de başkalarının şerefine saldırıda bulunan bir tür zulümdür. Sonrasında çekiştirilen kişi, gıybet edenin zaaflarından bahseder ya da onlar karşı karşıya gelip, kavga ederler. Her halükârda, toplumun huzuru mahvolur. Bu nedenle, birbirini çekiştirmek haram kılınmıştır, keza gıybete karşı bir nefret oluşturmak adına denmiştir ki, birbirini çekiştirmek, birinin ölü kardeşinin etini yemesi gibidir ki bu herkese tiksinti verir. Bunlar, İslam tarafından saptanmış barış ve uyumun standartlarıdır. Bu konuda Vadedilen Mesihas şöyle buyurmaktadır:

‘Kimi günahlar öyle gizlidir ki, insan ne zaman içine düştüğünü bile anlamaz. Genç birisi yaşlansa da, yine de günah işlediğini fark etmez. Mesela, sıkıntıları dile getirme huyu vardır. İnsanlar bunun önemsiz olduğunu düşünürlerken, Kuran-ı Kerim ise bunu son derece ciddi olarak dikkate almıştır. O, şöyle buyurmaktadır:

اَیُحِبُّ اَحَدُکُمۡ اَنۡ یَّاۡکُلَ لَحۡمَ اَخِیۡہِ مَیۡتًا 

‘Aranızdan bir kimse, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?’

Bir kimsenin kardeşi ile ilgili küçük düşürücü bir söz söylemesi yahut da kendisine zarar verecek bir girişimde bulunması, kardeşine karşı gizlice utanç ve düşmanlık duygularını harekete geçirecek, onu cahil ve aptal gösterecek şeyler beyan etmesi, Yüce Allah’ın hoşuna gitmez. Bunların tamamı kötü davranışlardır.’

Bütün Davranışlarda Dürüstlüğü Benimsemek

Sonra, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

وَ لَا تَاۡکُلُوۡۤا اَمۡوَالَکُمۡ بَیۡنَکُمۡ بِالۡبَاطِلِ

‘Ve kendi (kardeşlerinizin) mallarını, aranızda sahtekârlık ve (haksızlıkla) yemeyin.’ [Bakara suresi, 2:189]

Böyle yapmak zalimce olurken, ancak düşmanlık ve kavgalara götürür. Anlıyoruz ki, toplumda dünyaperestlik alıp yürümüştür ve insanlar hileli yöntemlerle başkalarının servetini silip süpürmeye çalışırlar. Aslında, bu adaletsizlikler uluslararası seviyede bile yapılmaktadır. Varlıklı uluslar, daha fakir ulusların zenginliklerini zorla ele geçirmek üzere, çeşitli entrika ve hilelere başvuruyorlar. Şimdilerde kimi Afrika ulusları, kendilerine bağımsızlık tanındıktan sonra zengin ulusların, bunları onların ilerlemeleri ve güvenlikleri için kullandıkları bahanesiyle, haksız bir şekilde kendi zenginlikleri üzerinde hak iddia ettiklerinden şikâyet etmekteler. Bu yolla her yıl milyonlarca dolar alınmaktadır ki, bu da böyle uluslarda, gelişmiş uluslara karşı gitgide artan bir nefrete yol açmaktadır. Bunun sonuçları feci olabilir, çünkü varlıklı uluslar, bu zenginliği alıp o ülke için harcamak yerine, kendilerine saklarlar.

Benzer şekilde görüyoruz ki, adaletsizlikler ticaret yoluyla da yapılmaktadır, küçük şirketler ve büyük şirketlerin her ikisinde de. Bu nedenle Yüce Allah, toplumun ve dünyanın barış ve uyumunu bozan böyle adaletsizlikleri yasaklamıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

وَیۡلٌ لِّلۡمُطَفِّفِیۡنَ ۙ﴿۲﴾ الَّذِیۡنَ اِذَا اکۡتَالُوۡا عَلَی النَّاسِ یَسۡتَوۡفُوۡنَ ۫ وَ اِذَا کَالُوۡھُمۡ اَوۡ وَّزَنُوۡھُمۡ یُخۡسِرُوۡنَ 

‘Ölçü ve tartıyı eksik tutanlara azap vardır. Onlar, insanlardan ölçüp aldıklarında, tam alırlar. (Ancak) kendileri onlara ölçüp tartarak verdiklerinde, eksik verirler.’ [Mutaffifin suresi, 83:2-4]

İslam, başkalarının haklarını gasp edenleri lanetler, kendileri için bir şekilde ölçerken, başkaları için farklı bir ölçek kullananları da. İslam, bu münasebetle canı, malı ve şerefi koruma altına alarak, bu ayet-i kerimeler ile haksızlığın her şeklini yasaklamıştır. Peki, Yüce Allah bu öğretileri öylesine mi sundu ya da Müslümanlar bunları gerçekten tatbik ettiler mi? İslam’ın öğretilerinin en güzel olduğunu iddia ediyoruz, ancak bunlara göre davrandılar mı? Günümüzde Müslüman halkın genelinde böyle örnekleri bulmakta zorlanmamız muhtemeldir. Oysa Ahmediler olarak bizler, Vadedilen Mesih’ias kabul edenler olarak, tıpkı sahabelerin yaptığı gibi aynı örnekleri ortaya koymalıyız. ‘Bunlar Vadedilen Mesih’e inanıp, içlerinde hiçbir değişiklik olmadığı halde sadece dilleriyle bizde şu fark, bizde bu fark var diye övünüyorlar,’ diyerek hiçkimse itiraz fırsatı bulmasın. Dolayısıyla benzersizliğimiz belli olmalı, çünkü ancak o zaman iddia edebiliriz ki, Vadedilen Mesih’ias kabul ettikten sonra bizler, ahir zaman ehlinden olduk. Sahabelerin örnekleri nelerdir? Onlar, başkalarının canlarını, mallarını ve emanetlerini nasıl korudular? Gerçek bir müminin, akabinde öldürülüp öldürülmeyeceği hiç umurunda olmadan, yetimlerin ve zayıfların emanetlerini geri vermekle nasıl ilgilendiğinin bir örneğinden zaten bahsetmiştim. Bu seviyedeki güvenlik, belki günümüzün bankaları tarafından büyük şirketler için bile göze alınmamaktadır

Sahabelerin Örnek Dürüstlük Standartları

Bir sahabenin başından geçmiş diğer bir olay vardır. O, bir gün atını satmak üzere pazara gitti ve 200 Dinar olarak bir fiyat belirledi. Pazarda başka bir sahabe ona dedi ki, ‘Bu atı almak istiyorum, ancak fiyatını çok düşük belirlemişsin. Bu atın fiyatı 200 Dinar değil, aslında 500 Dinar olmalı.’ Bunu duyunca ilk sahabe dedi ki: ‘Değerinden fazlasını alarak, sadaka kabul edeceğimi mi sandın? Bu atın gerçek fiyatı 200 Dinar’dır.’ İkisinin arasında bir anlaşmazlık çıktı. Satıcı sadece 200 Dinar alacağı konusunda ısrar ederken, alıcı da 500 dinar vereceği konusunda dayattı. Dolayısıyla, insanların imanlarının böyle yüksek mertebelerde olduğu bir yerde, o toplum ne kadar huzurlu olurdu? Bir kimse, bunun gibi örneklerden İslam’ın geçerli öğretilerini inceleyebilir.

Günümüzün insanları, bedelsiz olarak elde ettiği ek kârı reddeden biri ile alay edebilir. [Onlar düşünebilirler ki,] bu kimse namussuzluk yapmadı, fiyatın ne olduğunu açıkça söyledi, ancak alıcı daha fazlasını teklif etmekte ısrar edince, o da bunu kabul etti ve bunda bir sakınca yoktu. Hâlbuki sahabe, daha yüksek miktarı alacak olursa, bunun İslam’ın öğretilerine aykırı olacağını düşünmüştü ve şüphesiz bu doğruydu. Sahabenin, İslam’ın öğretilerine aykırı bir şekilde davranmayı aklından geçirmesi asla mümkün değildi. Oysa bugünlerde görmekteyiz ki, bir kimse ne kadar zengin ve varlıklıysa, o kadar açgözlü olmakta, keza diğer kimseden zorbalıkla ne mümkünse almak için elinden geleni yapmaktadır. Birkaç kuruş için o kadar tartışırlar ki, insan şaşkınlık içinde kalır.

Aynı şekilde daha zengin uluslar da, fakir ulusları sömürmek isterler. Önceden bahsettiğim gibi, Afrika’nın daha az gelişmiş ülkeleri, daha zengin ulusların tamamen onların refahı ve korunması adı altında, kendilerini yağmaladıklarını fark etmeye başladılar. Benzer şekilde ticarette de zengin uluslar, fakir yahut az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerden malları düşük bir fiyattan alırlar ve ardından – [yoksul ülkelerin] hammaddeleri kullanılarak üretilmiş – aynı malları çok yüksek bir kârla satarlar. Bu yolla onlar, bu ülkelerdeki ucuz iş gücünü kullanarak mallar hazırlıyor ve sonra da bunları son derece yüksek bir fiyattan satmayı sürdürüyorlar. Bu ulusların alelade insanları da zenginleri de işin içindedirler, öyle ki bunlar çaresiz insanları bu malları son derece düşük ve ucuz işgücü ile üretmeye zorlayanlardır. Sonuçta fakir olanların, aileleri için sofraya iki öğün yemek koymaya güçleri yetmezken, zenginler bu fakir insanlar tarafından üretilen mallardan milyarlar kazanıyorlar. Böyle şeyler rahatsızlık yaratır ve zamanı geldiğinde, fakir halk bir volkan gibi patlayacaktır, çünkü iletişimin türlü biçimleri farkındalığı arttırdı ve bir kimse bir başkası hakkındaki bilgiye kolayca erişebilmektedir. Bu, yoksulların isteklerini çoğalttı ve onlar kendilerine adaletsizce muamele edildiğini gördüklerinde, bu huzursuzluğa sebep olarak, barışa da zarar verecektir. Bu nedenle İslam, bu huzursuzluğun kökünü kurutmak için der ki, kişi bütün iş ve işlemlerinde, diğer kimsenin gereken haklarını yerine getirmelidir. Kalıcı barış ve huzuru sağlamanın tek yolu budur.

Kibir Toplumun Barış ve Uyumunu Bozmaktadır

Bundan başka, [toplumda] barış ve uyumu tahrip eden önemli bir etken de kibirdir. Adaletsizlikler insanlara karşı yapılır ve hakları kibir yüzünden gasp edilir. İslam, kibri kati surette yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

وَ لَا تَمۡشِ فِی الۡاَرۡضِ مَرَحًا ۚ اِنَّکَ لَنۡ تَخۡرِقَ الۡاَرۡضَ وَ لَنۡ تَبۡلُغَ الۡجِبَالَ طُوۡلًا 

‘Yeryüzünde kibirle yürüme. Çünkü (böyle yapmakla,) ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin.’ [İsrâ suresi, 17:38]

Bu yüzden Yüce Allah, insanın neden kibir gösterdiğini sorgulamaktadır, çünkü bir insan dünyayı ne paramparça edebilir, ne de bu dünyadan uzaklara gidebilir. Bir kimse, dünyanın üzerindeki kaynak ve erzakları kullanarak hayatta kalabilir. Etrafındaki fakir kimselerden istifade ederken, [kişi nasıl kibir gösterebilir?] Bir iş adamı, ne denli büyük olursa olsun, ya da bir kimse ne kadar zengin olursa olsun, kendisine yardım edenler bu [fakir] insanlardır. Eğer bu insanlar olmasaydı, zengin birisinin de bir şey yapması mümkün olmazdı. Bundan dolayı, içinde kibir bulunan her birey şunu anlamalıdır ki, kibirle yukardan baktıkları aynı insanlar, onlara yardım edenlerin ta kendisidir, öyle ki onlar olmadan kendilerinin rahat bir yaşam sürmesi mümkün olamazdı. Birisi bu anlayışı geliştirdiğinde, o zaman zengin bir insan, fakirin hakkını gasp etmeyi aklından bile geçirmez. Nitekim Yüce Allah insanoğluna öğüt verirken der ki, bir kimse ne kibirlenmeli, ne de etrafındakilerin aşağılık ve değersiz olduklarını düşünmelidir. Eğer birisi, [dünyevi mertebede] kendisinden daha aşağıda bulunanların haysiyetlerini savunmuyorsa, o halde insanlar böyle birisinden uzaklaşacaktır. Sonuçta, o kişinin huzur içinde yaşaması asla mümkün olmayacaktır.

O halde, diğerlerine kırıcı şekilde muamele etmek yahut başkalarını değersiz görmek ve onların doğmuş haklarını yerine getirmemek, yoksulların böyle bir kimseye düşman kesilmesiyle neticelenecektir, keza halk, liderlere ya da hükümete düşman olduğunda da, bu bir başkaldırıya dönüşecektir. Bu, toplumda ve memlekette barış ve nizamı mahvedecektir.

Yüce Allah ardından şöyle buyurmaktadır: 

وَ لَنۡ تَبۡلُغَ الۡجِبَالَ طُوۡلًا 

‘ne de dağların boyuna erişebilirsin.’ [İsrâ suresi, 17:38]]

Hatırda tutulmalıdır ki, insanların haklarını gasp ederek ve insanlardan uzak durarak, bir kimsenin halkın lideri olması mümkün değildir. ‘Cibal’ kelimesi, aynı zamanda liderlere ya da önde gelen insanlara işaret edebilmektedir. Bu nedenle kibir, bir kimseye asla gerçek bir mertebe veya mevki kazandırmaz. Bir insana kumanda veren ve onu gerçek bir lider yapan sadece alçakgönüllülüktür, keza kalıcı barışı tesis edebilecek olan da bu otoritedir.

Bir ulusa karşı adaletsizliklerden bahsederken Muslih-i Mevudra Hazretleri buyurmuştur ki: ‘Bir kavime karşı işlenen derin bir ahlaki adaletsizlik, kişinin kendi halkının ahlakını bozmasıdır.’ Yüce Allah, şunu buyurarak, insanoğlunu bunu yapmaktan alıkoymuştur:

لَا یُحِبُّ اللّٰہُ الۡجَھۡرَ بِالسُّوۡٓءِ مِنَ الۡقَوۡلِ اِلَّا مَنۡ ظُلِمَ ؕ وَ کَانَ اللّٰہُ سَمِیۡعًا عَلِیۡمًا 

‘Allah, kötü bir sözün açıkça ifade edilmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan birisi, (bundan) müstesnadır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve bilendir.’ [Nisâ suresi, 4:149]

Bu ayet-i kerimenin manasını detaylandırarak Muslih-i Mevudra Hazretleri şöyle beyan etmiştir: ‘İnsanlar genellikle bu ayetin anlamını şöyle alırlar, eğer bir kimse haksızlığa uğramışsa, o halde kendisine istediğini açıkça yapması ve dilediğini söylemesi için izin verilir, ancak başkalarının aynı şeyi yapmasına müsaade edilmez. Oysa bana göre bu ayet-i kerimenin anlamı şöyledir, bir kimseye haksızlık edilmiş olsa bile, başkalarının önünde gayriahlaki davranışlardan bahsetmesi uygun değildir. Yüce Allah herkesi bunu yapmaktan men ederek buyurur ki, eğer bir kimse kendisine yapılan adaletsizliğe karşı bağırıp çağırırsa, o takdirde bu kimse haksızlığa karşı sesini yükseltir ama aynı zamanda halkının maneviyatını da mahveder. Örneğin bir kimse küfürlü bir dil kullanacak olsa, kadınlar ve kibar insanlar yanından geçerken, ‘İnsanların ahlakını bozuyor, bunun hiç utanması yok mu?’ diyerek, onu durdururlar. İçlerinde kadın ve çocukların bulunduğu, yanından geçmekte olan insanlar vardır, keza utanç veren davranışları hoş görmesi mümkün olmayan başkaları da.’ Bu şekilde [sanki] Yüce Allah, neden birisi böyle bağrış çağırışta bulunuyor diye sorgulamaktadır. Haksızlığa uğradığı için mi? Hâlbuki bu kimse, kendisine karşı yapılan haksızlığa sesini yükseltirken, böyle yapmakla herkesin maneviyatını bozduğunun farkında değildir. Bu öğretide Yüce Allah, mazlum kimseye bildirmektedir ki, eğer onlar haklarını elde etmek ve kendilerine yapılan adaletsizliğin cezasının peşine düşmek istiyorlarsa, o halde ilgili mercilere gidip onların hükmünü beklemelidirler. Bu, o kimse duruma minnettar olmak yerine suç işlemesin diyedir, yoksa kendisi diğerlerine karşı zulmeden olur ki, bunun da olması mümkündür. Burada haksızlığa uğrayan kişiye, kendisine karşı haksızlıkta bulunulmuş olsa da, zalimlere dönüşmemesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu yolla İslam, birinin hakkını teslim ederek, diğerinin hakkını da güvence altına almaktadır, böylelikle de bir barış ve huzur ortamı tesis edilmektedir.

Yüce Allah, sonra şöyle buyurmaktadır:

وَ اعۡبُدُوا اللّٰہَ وَ لَا تُشۡرِکُوۡا بِہٖ شَیۡئًا وَّ بِالۡوَالِدَیۡنِ اِحۡسَانًا وَّ بِذِی الۡقُرۡبٰی وَ الۡیَتٰمٰی وَ الۡمَسٰکِیۡنِ وَ الۡجَارِ ذِی الۡقُرۡبٰی وَ الۡجَارِ الۡجُنُبِ وَ الصَّاحِبِ بِالۡجَنۡۢبِ وَ ابۡنِ السَّبِیۡلِ ۙ وَ مَا مَلَکَتۡ اَیۡمَانُکُمۡ ؕ اِنَّ اللّٰہَ لَا یُحِبُّ مَنۡ کَانَ مُخۡتَالًا فَخُوۡرَا

‘Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir varlığı ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, öksüzlere, düşkünlere, komşunuz olan akrabalara, akraba olmayan komşulara, sohbetinizde bulunan dostlara, yolculara ve sahibi bulunduğunuz (köle ve cariyelere) iyilik edin. Allah, kibirlenip böbürlenenleri hiç sevmez.’ [Nisâ suresi, 4:37]

Allah’ın Tevhidine İnanmak Barışı Kurmanın Anahtarıdır

Bu ayet-i kerimede belirtildiği üzere, kişi Allah’a ibadet etmeli ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalıdır. Bu demektir ki, kişi Allah’ın birliğini tesis etmelidir. Öyle ki, bir kimse Allah’ın birliğine gerçekten iman ederse, o asla bir başkasına karşı haksızlıkta bulunamaz. Bununla beraber Allah, müminin lütuf göstermesi gereken kimselerin bir listesini de özetlemiştir. Eğer insan hayatını buna göre yaşayacak olursa, barışı mahveden bütün o vesilelere de son verecektir. Toplumda bir kimsenin ilgisinin bulunduğu bütün insanlara, ana-baba ve onlarla olan ilişki ile ilgili, keza diğer münasebetlerin öneminden de bahsederek, [bu listede] yer verilmiştir. Sonunda Yüce Allah uyarmıştır ki, Allah kibirlileri ve kendini beğenmişleri sevmez.

Kibirden öncesinde bahsedilmişti. Yüce Allah, insanların haklarını yerine getirmenin barış ve huzurun yegâne garantisi olduğu hakkında kibirli olanları nasıl da uyarıyor. Toplumda görüyoruz ki, sorunlar, tartışma ve galeyanların çoğu, biri diğerine kızdığında ortaya çıkmaktadır. Kişi öfkesine yenik düştüğünde, kavga ve tartışmalar baş gösterir. Yüce Allah, Müslümanlara tek bir temel ilkeye yol göstererek, belli hususiyetlerden bahsetmekte [ve demektedir ki,] onlar اُمَّۃً وَّسَطًا (ummetev vesetan) olarak, yani bütün işlerinde orta yolu benimseyen bir ümmet olarak yaratılmışlardır. Bundan dolayı, sevgi ve öfke durumlarının her ikisinde de bu ilkeye uyulmalıdır. Bir öfke durumunda, affedemeyeceğiniz şekilde aşırıya gitmeyin yahut da bir sevgi durumunda, bundan dolayı büyük ıstırap çekeceğiniz şekilde ifrada kaçmayın. Böyle bir sevgi durumunda, insan vazifelerini adaletli bir şekilde yapamaz. Bu sebeple tavsiye edilir ki, bir kimsenin öfkesinin bir hududu, sevgisinin de bir sınırı olmalıdır. Bunun Müslümanlar arasında azalmış olması büyük bir talihsizliktir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

وَ الۡکٰظِمِیۡنَ الۡغَیۡظَ وَ الۡعَافِیۡنَ عَنِ النَّاسِ ؕ وَ اللّٰہُ یُحِبُّ الۡمُحۡسِنِیۡنَ

‘Ve onlar öfkelerini yenenlerdir, keza İnsanların kusurlarını affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.’ [Âl-i İmrân suresi, 3:135]

The Review of Religions dergisinden tercüme edilmiştir.

Tercüme Eden: Mehmet Önder – 04.01.2021

Önceki

Tercih yapmadan önce rüya görmek için istihareye yatmak diye bir şey var mı?

Sonraki

İslam’ın Gerçek Barışı Tesis Eden Esasları 3. Bölüm