Vadedilen Mesih ve Mehdi’nin Dördüncü Halifesi Hz.Mirza Tahir Ahmed’in 8 Mart 1985 Cuma günü verdiği hutbenin metnidir.
Kelime-i Şahadet ile Fatiha Suresi’ni okuduktan sonra Mirza Tahir Ahmed Hazretleri, Âl-i İmran Suresi’nin şu ayetini (3:65) okudular. Daha sonra söze şöyle başladılar:
“Demin okuduğum ayet-i kerime, Âl-i İmran Suresi’nin 65.’inci ayetidir. Hak Teala (C.C.) Hz.Muhammed’e (S.A.V.) hitaben şöyle buyurur: “Ey Habibim! Kitap Ehli’ne de ki, hiç olmazsa aramızda ortak olan kelimeye doğru yöneliniz.”
Yani Allah’tan başka hiç kimseye ibadet etmeyeceğimiz ve O’na ortak koşmayacağımız üzerine birleşelim. Keza aramızdan bazı varlıkları Rab kabul etmesinler. Ancak eğer onlar yine de yüz çevirirlerse ve sözünüze önem vermezlerse, onlara de ki artık siz, bizim Müslüman olduğumuza şahit olunuz. (Yani artık bu sesi duyduktan sonra yine de yüz çevirenlerin din ile hiçbir alâkaları kalmamıştır.)
Kur’an-ı Kerim çok hikmet dolu bir kelâmdır ve bütün anlaşmazlıkları bir tarafa iterek, Kitap Ehli ile Kur’an Ehli arasında bir merkez teşkil eden birliğe doğru insanları davet etmektedir. Kur’an-ı Kerim, Kitap Ehli’nin Hz.Muhammed’i (S.A.V.) haşa, yalancı saydıklarını; kendisine can düşmanı olduklarını; dinine de azılı düşman kesildiklerini belirtmekte ve İslâm dini ile kurucusuna zarar vermek üzere hiçbir fırsatı kaçırmadıklarına da ehemmiyet vermemektedir. Bunca davete rağmen Kur’an-ı Kerim, Kitap Ehli’ni birliğe davet etmektedir ve bütün anlaşmazlıkları bir tarafa atmaları için onlara çağrı yapmaktadır. Bu bakımdan bile bu kitap hayret vericidir. Bu doğruluk ruhundan çıkmış olan yüce bir kelâmdır. Bir yönden kullarla diğer yönden Yaratıcıları’yla derin bir alâka bulunmadıkça böyle bir kelâm hiçbir ağızdan çıkamaz. Yüce Rabbimiz’in, kullarla, renk ve nesillerine yahut dinle milletlerine bakmadan ve dinden bile daha yüce olan bir alâkası bulunmaktadır.
O da yaratan ile yaratılmış olanlar arasındaki alâkadır. Yüce Rabbimiz’in bu Kelâmı eğer vahiy edilmeseydi, böyle bir düşünce bile insanların aklına gelemezdi. Bu kelâma itaat etmekle dünyanın bütün anlaşmazlıklarını yokedebiliriz. Ortak bir değere davet etmek demek, insanları hayra davet etmek demektir. Kötülükler ile zulümleri görmemezlikten gelerek bir düşmanın, düşmanlığında ne derece ilerlediğine bile önem vermemek bize büyük bir ders vermektedir. O da şudur ki eğer bir tek ortak değer varsa insanları ona doğru davet etmelidir. Bu çok yüce bir ders olup, hem din hem politika ve hem de iktisat dünyasında bütün kilitleri açabilecek bir anahtar mahiyetindedir. Ancak maalesef dünya insanları ve milletleri bu yüce talimatı unutarak dünyadaki hayatlarını cehenneme çevirmişlerdir. Hem kendileri değişik musibetlere yakalanmışlardır, hem de dost olsun düşman olsun, bütün insanların türlü problemlerle karşı karşıya bulunmalarına sebep olmuşlardır. Şüphe yoktur ki bugün dünyanın bütün problemlerinin çaresi ortak değerler üzerinde birleşmektir. Diğer milletler bir yana, maalesef İslâm adına kurulmuş olan Pakistan hükümeti bile İslâm sevgisini iddia etmesine rağmen bu temel dersi anlayamamaktadır.
Şu son günlerde Pakistan’da Müslüman Ahmediye Cemaati aleyhinde büyük bir hareket başlatılmıştır. Bu hareketin özeti şudur: Bütün ortak değerleri yokediniz. Kur’an-ı Kerim’in talimatı da bunun tam tersidir. Özeti ise şöyledir: Bütün anlaşmazlıkları unutunuz ve insanları varolan ortak değerlere davet edinizdir.
Ancak Pakistan’da Müslüman Ahmediye Cemaati aleyhinde yürütülen kampanya bunun tam tersinedir. Bizim düşmanlarımız Allah’ın (C.C.) sözüne ve meleklerin sözlerine aykırı inanmaktadırlar ve gidişatları Allah’ın (C.C.) yüce kaderine aykırıdır. Müslüman Ahmediye Cemaati düşmanları bütün ortak değerleri yokedecek ve bütün anlaşmazlıkları körükleyecek gibi görünmektedirler. Sanki onlar bu Cemaat’in düşmanlığından dolayı körlere dönmüşlerdir. Nitekim onların bu Cemaat’e yönelttikleri suçlamaların gerçekle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Geçen hutbemde ben, bugün bizi suçlamakta olanların kendi lisanından Müslüman Ahmedi Cemaati’nin İslâm’a ve Müslümanların çıkarlarına daima bağlı kaldığını ve bunları daima koruduğunu ispat etmiştim. Keza bizi suçlayanların kendilerinin suçlu olduklarını açıklamıştım. Bu arada Pakistan’ın kuruluşundan önceki tarihten ve değişik gazete ve dergilerden referanslar vermiştim. Müslüman Ahmediye Cemaati, Allah’ın (C.C.) lütfuyla, bütün tehlikelerde daima İslâm ile Müslümanların çıkarlarını savunanların ilk saflarında bulunmuş ve düşmanların saldırılarına daima büyük bir kuvvetle karşılık vermiştir. Buna mukabil bugün bu Cemaat’i suçlamakta olan Ahrar ile Cemaat-i İslâmi’nin çabaları daima İslâm çıkarlarına ters olmuştur. Bu bir suçlama olmayıp tarih gerçekleri bunu açık olarak kanıtlamaktadır. Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti’nce yayınlanan broşürde birçok suçlamalar yapılmış, ancak detayları açıklanmamıştır. Meselâ Ahmedi Cemaati’nin İslâmiyet ve İslâm âlemine düşman bir cemaat olduğu iddia edilmiştir. Şimdi bu suçlama, sözde Cemaat-i İslâmi ile Ahrar tarafından ileri sürülen ve sık sık tekrarlanan, ayrıca değişik broşürler şeklinde propaganda edilen birçok suçlamayı kapsamaktadır. Bu konuda Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti’nce zekât ile diğer İslâmî fonlardan para sarfedilerek hazırlanan birçok kitap neşredilmiştir. Bununla birlikte Hükümet bu çirkin hareketleri desteklemekle övünmüştür.
Bu arada Müslüman Ahmediye Cemaati’ne yöneltilen suçlamalar bile çok tuhaftır. Meselâ bu Cemaat’in Hindistan’la Hindu dininin ajanı olduğu iddia edilmiştir. Aynı şekilde Ahmediler’in hem komünizm ile komünistlerin, hem de sömürgecilerin ve kapitalizmin ajanları olduğu dile getirilmiştir. Şimdi Ahmediler’in hem Rusya’nın hem de İsrail’in ve birbirine ne kadar çelişkili olursa olsun, dünyanın bütün güçlerinin ajanları olduğunu iddia etmek ne büyük akılsızlıktır! Bu suçlamayı analize ettiğimiz zaman bambaşka bir gerçek gözümüze çarpmaktadır.
Hindistan’la Hindu dinin ajanı olduğumuza gelince bu tamamen bir uydurmadır. Bu suçlama baştanbaşa uyduruk hikâyelere dayanmaktadır. Gerçek şudur ki, Müslüman Ahmediye Cemaati, Kur’an-ı Kerim ile Sünnet-i Seniye’ye dayanan açık ve kesin bir inanca sahiptir. Bizim inancımıza göre bir Ahmedi Müslüman, hangi ülkede yaşıyorsa ve hangi ülkeye ait ise, o ülkeye bağlı ve vefalı olacaktır. İngiltere’deki Ahmedi İngiltere’ye, Pakistan’daki Ahmedi Pakistan’a bağlı olacaktır ve ülkesine sadık kalacaktır. İşte bizim inancımız budur ve bunun dışındakiler hep safsatadır. Eğer muhaliflerimiz, Pakistan’ın çıkarları uğruna, diğer ülkelerde yaşamakta olan Ahmediler’in yaşadıkları ülkelere hainlik yapmalarını istiyorlarsa, bu da İslâmiyet talimatlarına aykırıdır. Böyle bir istekte bulunmak, Pakistan dışında yaşayan Ahmediler’i, bütün dünyada ülkelerinin hainleri haline getirmek demektir. Bu suçlamayı yapanlar bile böyle bir inanca sahip değildirler. Acaba İngiltere, Arap ülkeleri, Afrika ve diğer kıtalarda yaşayan Müslümanlar kendi ülkelerinin hainleri midirler?
Demek ki bu tamamen aldatmacadır ve bu suçlamayı ileri süren Ahrar ile Cemaat-i İslâmi mollaları kendileri haindirler. Dış dünyası Pakistan Hükümeti’nin niçin bu çeşit cahilane hareketler peşinde olduğunu sorduğu zaman, Hükümet bu partilerin Pakistan halkını kışkırtarak hükümeti baskı altında tuttuğunu ileri sürmektedir. Ancak aslında Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti bu iki partiyi kendi çıkarları uğruna kullanmakta, bu partiler bile kendi menfaatleri uğruna Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti ile işbirliği yapmaktadırlar. Her ne zaman hükümet ile bu partilerin çıkarları birbirleriyle çelişecek ise, o zaman onlar birbirinden hemen ayrılacaklardır. Bu dostluk, çıkarlar dostluğu olup daha önce olduğu gibi, şimdi bile her an bozulmaya mahkumdur. Sözde Cemaat-i İslâmi ve Ahrar Cemaati’ne mensup mollalar, Pakistan kurulmadan önce ne durumdaydılar? Onların düşünceleri ve hareket tarzları nasıldı? Müslüman ülkelere karşı davranışları nasıldı?
Bu sorulara gelince, bazı örnekler vererek bu soruları cevaplandırmak istiyorum. İlk olarak Ahrar Cemaati’ni ele alıyorum. Bu Cemaat nasıl kuruldu? Keşmir bağımsızlığı için harcanan mücadeleleri ele alan “Freedom Movement In Kashmir” adlı meşhur eserinde yazarı Gulam Hasan Han bu soruyu şöyle yanıtlamaktadır:
“Meclis-i Ahrar, Hindu Kongre Partisi’nin yıllık toplantısında, Hindu Kongre Partisi kürsüsünde kurulmuştur. Ataüllah Şah Buharî adlı meşhur hoca bunun ilk başkanı seçilmiştir ve bu partiye “Meclis-i Ahrar-i İslâm-i Hind ismi verilmiştir….. Hindu panditleri (din adamları) Müslümanlar’ın hep birlikte yürüttükleri harekete zarar vermek üzere bu partiyi kullanarak Müslümanların anlaşmazlıklarını kışkırttılar.”
Demek ki Hindu Kongre Partisi’nin, Ahrar Meclisi’ni kurduğu ve özel menfaatleri için kullandığı bilinen bir gerçektir. (Ahmediler’in koyu bir düşmanı) Zamindar Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Zafer Ali Han, Ahrar Partisi’nin ileri gelen liderlerinden birisidir. Bu zat daha sonra bu partiden ayrıldıysa da ilk günlerde kendi gazetesinde bu partiyi en iyi şekilde temsil etmiştir. Hindistan’da “Hilafet Hareketi” adı altında büyük bir hareket başlatılmış ve İngilizler’in Osmanlı Hilafetini sona erdirdiği, dolayısıyla Müslümanların İngilizlerle alâkalarını keserek Afganistan’a hicret etmeleri gerektiği propaganda edilmişti. İşte o günlerde Zafer Ali Han, meşhur Hindu lideri Gandi hakkında bir şiir yazmış ve şiirinde şöyle demiştir:
“Gandi bugün savaşı ilân ederek hak ile Batı’lı birbirine çarpıştırmıştır.
Hindistan’a yeni bir hayat aşılayarak vatandaşların bağımsızlıklarını kesin bir duruma kavuşturmuştur.
O, Hilafet uğruna her şeyi feda ederek varını yoğunu Allah yolunda harcamıştır.
İnsanların derecelerini en iyi bilen yüce Rabbimiz, tanıyıp bilerek Gandi’yi bu yüce mertebeye ulaştırmıştır.”
İşte Ahrarlar’ın mürşitleri ve sözde Hilafet muhafızları Hindulardır. Güya Hilafeti koruyabilecek bir tek Müslüman bulunmadığından dolayı, Hak Teala (C.C.) bilerek Gandi adlı bir Hindu’yu bu kutsal iş için görevlendirmiş! Yine Hindularla Müslümanlar arasındaki birlik konusunda bu yazar şöyle der:
“Beş yıl önce bu birliği hayal etmek bile imkân dışındaydı. Hindularla Müslümanlar, bu birliğin Gandi, Lalah Lacpat Ray, Malvi Ci, Moti lal Nehru gibi Hindu liderleri tarafından gerçekleştirildiğini zannederler. Ancak bu liderler daha önce mevcut değil miydiler? Bence bu İlâhî ve manevî bir kuvvettir. Artık Hindularla Müslümanların arasını açmak mümkün değildir. Hindularla Mahatma Gandi’nin Müslümanlara yaptığı minnetlerin mükâfatını verebilmek bizim elimizde değildir.”
İşte Müslüman Ahmedi Cemaati’nin, Hinduların ajanları olduğunu savunan insanlar bunlardır. Daha önce de söylediğim gibi her ülkede yaşamakta olan Ahmedi, ülkesine bağlıdır. Hiç çekinmeden Hindistan’da yaşayan Ahmediler’in, Kur’an-ı Kerim talimatlarına göre Hindistan’a bağlı olduğunu ilân edebilirim. Kur’an-ı Kerim’e göre her vatandaş kendi vatanına bağlı olmalıdır. Aslında bizim muhaliflerimiz sanki Pakistan’da yaşamakta olan Ahmediler’in Hindularla Hindistan’ın ajanları olduğunu propaganda ederler ve Pakistan’a bağlı olmadıklarını ileri sürerler. Bu tamamen yalan ve iftiradır. Kaldı ki Hindular’a bağlı olup Hindistan’ın ajanları olanlar kendi yazılarıyla bunu itiraf etmişlerdir. Meselâ sözde Cemaat-i İslâmi’nin İslâmiyet’e ve İslâm ülkelerine ne derece bağlı olduğuna bir göz atalım. Daha önce de söylediğim gibi, Arabistan’da petrol bulunmadığı müddetçe, bu Cemaat’in kurucusu Mevdudi İslâmiyet’in nerede bulunduğunu ve Arap ülkelerinin İslâmiyet’le ne alâkaları olduğunu sanki asla bilmemekteydi. Ancak petrol bulunup o yerler zengin olunca Mevdudi, Allah’ın (C.C.) orada olduğunu ve Arabistan ahalisi ve yöneticilerinin Allah ile alâkaları bulunduğunu görmeye başladı. Petrol bulunmadan önce Mevdudi onlar hakkında şöyle demekteydi:
“Şah Abdül Aziz ile ondan sonra gelen Suudi prenslerin başında bulunduğu Hicaz hükümeti sayesinde Arabistan’a cahiliye musallat olmuştur. Kâbe yöneticileri, (Hinduların kutsal saydıkları) Banaras ile Hardavar’ın Hindu din adamlarına dönmüşlerdir.”[25]
Bu yazıyı okuyunca insan hayrete kapılır. Bu yazı büyük bir inada işaret etmektedir. Sanki uzun zamandan beri düşmanlık beslemekte olan Mevdudi bu yazıyla kalbinde yatmakta olan düşmanlığını açığa vurmuştur.Kendisinin haktan yana olduğunu zanneden, dolayısıyla gördüğünü olduğu gibi açığa vurduğunu düşünen birisi, Mevdudi’nin belki de diğer Müslümanlara karşı sevgi beslediğini hayal edebilir. Ancak Mevdudi diğer İslâm âlemine karşı bile aynı düşmanlığı beslemekte olup hiçbir zaman ondan asla vazgeçmemiştir. Bir yazısında o, şöyle der:
“Gerçek bir Müslüman olarak dünyaya bir göz attığım zaman Türklerin Türkiye’ye; İranlıların İran’a; Afganların Afganistan’a hakim olduklarında sevindirici hiçbir sebep görmemekteyim.”
Demek ki eğer bu İslâm ülkelerine Hindular, Rusya’daki komünistler yahut İngilizler hakim olsaydılar o zaman Mevdudi memnun olabilirdi. Ancak Mevdudi Türkiye’nin Türk idaresi altında olduğunu; keza Afganistan’ın Afganlar ve İran’ın da İranlılar tarafından idare edildiğini görmekteydi. Bu ülkeler ne Mevdudi’nin ne de diğer yabancı milletlerin idaresi altında bulunmamaktaydı. Dolayısıyla Mevdudi o ülkenin kendi vatandaşları tarafından idare edildiğinden nasıl memnun olabilirlerdi. Daha sonra o, sanki İslâmî bir mazeret ileri sürerek şöyle demektedir:
“Bir Müslüman olarak ben insanların, insanlar uğruna yine insanlar tarafından idare edilmesini asla kabul etmemekteyim.”
Güya Mevdudi’ye göre demokratik idareler İslâmî değilmiş ve dolayısıyla o, İslâm ülkelerindeki demokratik idarelere sevinemezmiş. Belki Mevdudi’nin bir karşılaştırma yaptığı ve kâfirlerle müşriklerin demokratik idarelerinin Müslümanların demokratik idarelerinden daha üstün olduğundan dolayı, böyle bir fikir ileri sürdüğü akla gelebilir. Ancak Mevdudi’nin aşağıdaki fetvası bu düşüncenin batıl ve temelsiz olduğunu ilân etmektedir. “Gayr-i Müslimler “Addâlliyn” (doğru yoldan sapmış olanlar) hükmünde iseler, Müslümanlar da “Mağdubi Aleyhim” (Allah’ın (C.C.) gazabına uğramış olanlar) durumundadırlar.”
Mevdudi, Mısır hakkındaki fikrini şöyle sergilemektedir:
“Bugün Mısır’ın orduya dayalı diktatörlerin halka yaptığı zulüm, geçmiş Firavunları, aklımıza getirmektedir.”
Kısacası, Mevdudi, Müslüman hükümetler aleyhinde büyük bir öfke ve kin beslemektedir. İşte Cemaat-i İslâmi (Mevdudi’nin Cemaati) bugün Mevdudi’nin bu düşüncelerine tabidir. Maalesef bunlar kendi davranışlarını unutarak Müslüman Ahmediye Cemaati’ni suçlamaktadırlar. Müslüman ülkeler hakkında, Ahmedi Cemaati’nin düşüncesi ve davranışı nasıldır? Geçmişte olduğu gibi bugün bile bu Cemaat’in İslâm âlemi lehinde yaptığı hizmetler nelerdir ve bundan böyle ne olacaktır? Tarih sayfaları bu soruları en iyi şekilde cevaplandıracaklar.
Broşürde Müslüman Ahmediye Cemaati açık bir şekilde vatan haini bir Cemaat olarak suçlanmış ve bu Cemaat’in tanınan bir üyesi Olan Muhammed Zaferullah Han’ın, Keşmir çıkarlarına hıyanet ettiği ileri sürülmüştür. Keza Ahmedi Cemaati’nin Keşmir aleyhinde çaba sarfettiği iddia edilmiştir. Bu suçlama tamamen iftira ve yalandır. Muhaliflerimiz Yüce Rabbimiz’den asla korkmayarak böyle bir suçlamayı yapmışlardır. Pencap Yüksek Mahkemesi üyesi Sn. Münir Bey, 1953 Ahmediye aleyhtarı olaylar hakkında hazırladığı raporda özellikle bu konuya değinmiş ve muhaliflerimizin bu suçlamasını hayretle yalanlamıştır. Bu yüce hakime göre, Keşmir ile Pakistan’ın başta gelen mücahitleri, düşmanlık ve hainlikle suçlanmışlardır!
Gerçek şudur ki, Pakistan’ın kurulmasından sonraki durumu incelediğimiz zaman Keşmir’in bağımsızlığı için hiçbir Müslüman Cemaat’in Müslüman Ahmediye Cemaatin’den daha yüce hizmetler sunduğunu görmemiz mümkün değildir. Meselâ “Tulu-i İslâm” adlı dergi Mart 1948 sayısında, Muhammed Zaferullah Han’ın Keşmir için yaptığı yüce çabaları inceleyerek şöyle bir yorum ileri sürmüştür:“Tesadüfen Pakistan’a çok yetenekli bir hukukçu nasip oldu. O, hakka dayanan bu davayı en iyi şekilde ileri sürdü. Onun delilleri ve ispat ettiği gerçekler Musa’nın asası gibi muhaliflerin yılanlarını yutuverdi. Dünya kamuoyu, batılın hakka karşı duramayarak kaçtığını kendi gözleriyle müşahede etti.
”Sn.Münir Bey, sınırlar komisyonunda bir üye olarak kalmıştı. 1953’de Müslüman Ahmediye Cemaati aleyhinde yürütülen hareketleri incelemek üzere kurulan özel mahkemede, bu Cemaat’in muhalifleri, Zaferullah Han aleyhinde bazı suçlamalar ileri sürdüler. Sn.Münir bunları enine boyuna değerlendirerek şöyle demiştir:“
Zaferullah Han Bey, Müslümanlara çok halisane bir şekilde hizmet etmiştir. Buna rağmen bazı dinî cemaatler mahkemede, onun ismini büyük bir nankörlükle utanılacak bir şekilde zikrettiler.
”Keşmir’in bağımsızlığı için ilk olarak bir cihad başlatan Müslüman Ahmedi Cemaati’nin İkinci Halifesi’dir. Keşmir uğruna çabaların sarfedilmesini sağlayanlara öncülük de o, yapmıştır. Müslüman Ahmediye Cemaati gençleri ve yaşlıları; tecrübelisi ve tecrübesizi; kısacası Cemaat’in bütün üyeleri bu cihada katıldılar. Onlara Cemaat tarafından hem silâhlar sağlandı, hem de parayla yardım yapıldı ve bir düzen kuruldu.”
Böylece Keşmir’in bağımsızlığı için cihad yapıldı. Bu tarih gerçekleridir. Muhaliflerimiz isterlerse de bu gerçekleri unutamazlar ve bu tarihî yokedemezler. Bu arada Keşmir’in bağımsızlığı için yapılan bu cihad ve onu gerçekleştirenler aleyhinde Mevdudi’nin fetvalar savurduğunu da unutmamamız gerekir. Ona göre bu asla cihad değilmiş! Buna katılmak haram imiş! Buna her ne denilirse denilsin, asla cihad olarak adlandırılamazmış! Demek ki mazlum bir ülkede Müslümanlar ölüm kalım savaşı versinler. Bütün çevre Müslümanları kardeşlerine yardım etmek üzere harekete geçsinler ve ellerinden geldiğince kardeşlerini korumaya çalışsınlar. Tam o arada Mevdudi bu çabaların cihad sayılamayacağına ve Müslümanların buna yanaşmamaları gerektiğine; bu cihadı yaparken ölenlerin bile şehit değil aksine hain sayılacaklarına dair fetva versin! Artık bu duruma ne diyebiliriz? İşte bu fetvalar neşredilirken Müslüman Ahmediye Cemaati kendi hesabına düşmanlarla savaşmak üzere hükümete bir alay sağlamıştır. Bunun bütün masraflarını Cemaatimiz kendi üzerine almıştır. Bu alay Pakistan hükümeti tarafından tanınmıştır ve savaş anında büyük işler becermiştir. Bazı anneler tek evlatlarını bile bu alaya vermişlerdir. Bu gerçekler tarih evraklarında saklıdır.
Hz.Mehdi’nin İkinci Halifesi Hz.Muslih-i Mev’ud, Keşmir’in bağımsızlığı için silâhlı bir çabaya girişmek üzere Müslüman Ahmediye Cemaati’ne bir çağrı yaptığı zaman köylüler buna pek aldırış etmediler ve bu çağrının mahiyetini anlayamadılar ve bunun alelade bir çağrı olduğunu sandılar. Dinî, yahut Cemaat hizmeti uğruna yapılan çağrılara daima kulak veren Cemaat üyeleri; Keşmir’in bağımsızlığı için yapılan çağrıyı alelade bir çağrı zannederek, diğer Müslümanlar varken Keşmir cihadına katılmazsak da farketmez diye düşünmüşler. Muslih-i Mev’ud bir köye temsilcisini gönderdi. O, köydeki Ahmediler’e Hz.Muslih-i Mev’ud mesajını iletti. Fakat onlar pek aldırış etmediler. Tam o arada bayanlardan birisi ayağa kalktı ve:
“Halife Hazretleri’nin çağrısına kulak vermediğinizi hayret ve üzüntü ile müşahede etmekteyim. Benim bir tek oğlum vardır. Ben oğlumu asker olarak Keşmir cihadına gönderiyorum. Yüce Rabbim onu şahadete kavuştursun ve yüzünü görmemi bana nasip eylemesin diye Cenab-ı Hak’a dua ediyorum” dedi.Hz.Muslih-i Mev’ud bir konuşmasında bu bayandan bahsetmiştir ve:
“Bu ses kulağıma ulaştığı zaman Allah adına yemin ederim ki, Ya Rabbi! Eğer bu bayanın oğlu için şahadet mukadder kılındıysa, onun yerine benim oğullarımdan birisini al ve bu ananın oğlunu ona geri ver diyerek Yüce Rabbim’e dua ettim” buyurmuştur.
İşte Müslüman Ahmediye Cemaati üyeleri bu hislerle Keşmir’in bağımsızlığı için cihad ettiler. Bugün siz onları suçlamaktasınız. Sizin oğullarınız o zaman neredeydiler? Ataüllah Şah Buharî yahut Mevdudi’nin evlatları ve yandaşları neredeydiler? Onlar savaş meydanından çok uzaklardaydılar. Zaten hiç kimse onların cihad meydanına çıktıklarını asla müşahede etmemiştir. Hz.Mehdi’nin İkinci Halifesi cihadı ilân etmekle kalmayıp fiilen kendi oğullarını Keşmir savaşına gönderdi. Onlar savaş alanında çok büyük zorluklarla karşılaştılar. Büyük hastalıklara tutuldukları halde onların savaştan dönmelerine izin verilmedi. Hatırladığım gibi bazı oğulları çok acınacak durumdaydılar. Durum çok feciydi. Bazıları kanlı ishal hastalığına yakalandılar ve geri dönmek için izin istediler. Ancak Hz.Muslih-i Mev’ud dönmelerine izin vermeyip savaş alanında kalarak vatan ve milletlerine hizmet etmelerini emretti. Müslüman Ahmedi Cemaati’nin bu hizmetleri Ahmedi olmayan birçok Müslüman tarafından bile takdir edildi. Meselâ Cemaat Elmeşaih Sialkot Başkanı Hekim Ahmed Din Bey, “Kaid-i Azam” adlı derginin Ocak 1949 sayısında şöyle der:
“Bugün Ahmediye Cemaati bütün Müslüman Cemaatler arasından birinci durumdadır. Bu Cemaat öteden beri düzenli bir Cemaat olup namaz oruç vb. dinî vecibelere bağlıdır. Bu ülkede olduğu gibi yabancı ülkelerde bile Bu Cemaat’in din adamları başarılı bir şekilde tebliğ görevini sürdürmektedirler. Pakistan’ın kuruluşunda ve Müslim Lig’i (Pakistan’ı Kur’an parti) başarılı kılmak üzere bu Cemaat çok faal bir rol oynamaktaydı. Ayrıca bu Cemaat Keşmir cihadında, Keşmir mücahitleriyle başbaşa savaşmıştır ve büyük bir ihlas ve sevgiyle bu çabalara ortak olmuştur. Başka hiçbir Müslüman cemaat şimdiye kadar bu Cemaat gibi cesaretle Keşmir cihadına adım atmamıştır. O bakımdan harcadıkları bu çabalardan dolayı biz Ahmediye Cemaati büyüklerine teşekkür borçluyuz ve içtenlikle tebrik ederiz. Cenab-ı Hak vatan, millet ve dine daha da hizmet etmeyi bu Cemaat üyelerine nasip eylesin. Yüce Rabbimiz’e bunu niyaz ediyoruz.”
Günün Genel Kurmay Başkanı, Furkan Alayı’nın (Ahmedi Cemaati’nin alayı) hizmetlerini takdirle karşıladı ve bu alaya mensup askerlere birer takdirname vererek onların hizmetlerini en yüce bir şekilde methetti. Bu sertifika uzundur. Bundan örnek olarak kısa bir iktibas vermekle yetiniyorum:
“Sizin alayınız toplumun değişik şubelerinden gelen gönüllülerden oluşmaktaydı. (Daha önce de söylediğim gibi bütün gönüllüler bir kuruş maaş almadan askerlik görevlerini yapmaktaydılar.) Genç çiftçiler, öğrenciler, öğretmenler, esnaf, herkes Pakistan’ın hizmeti konusunda birbirleriyle yarış halindeydiler. Sizler gönüllü olarak halisane bir şekilde canlarınızı vatana feda ettiniz ve hiçbir karşılık istemediniz. Hatta herhangi bir şöhret bile istemediniz. Keşmir savaşında önemli bir cephe size teslim edilmişti. Size olan güvenimizi çok geçmeden yerine getirerek ispat ettiniz. Bu savaşta düşmanın kara kuvvetleri bizden kat kat fazlaydı. Keza hava kuvvetleri bile bizden çok üstündü. Buna rağmen sizin alayınız bir karış vatan toprağını bile düşmana teslim etmedi ve görevini en iyi şekilde yerine getirdi.”
İşte bugünkü Sıkıyönetim Hükümeti’nin suçladığı Pakistan, İslâm ve Ümmet hainlerinin hikâyesi budur. Eğer bunlar hain iseler, siz de bunlar gibi hainleri gösterebilir misiniz?Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti en azından kendi askerlerini küçük düşürmemeliydi. Özellikle “Sitare-yi Kaid-i Azam” ve “Hilal-i Cüret” gibi büyük madalyalar kazanmış olan ve Pakistan tarihine cesaretleriyle damga vurmuş olan kahramanlarını unutmamalıydı.
Ancak maalesef bugün sırf Ahmedi Müslümanlardan oldukları için onlara bile dil uzatılmakta; böylece nankörlük yapılmaktadır. Ahmediye Cemaati düşmanlığından dolayı, alelade dergilerde bile onlar aleyhinde yazılar neşredilmektedir. Güya onların hepsi hain imiş gibi bir intiba uyandırılmak istenmektedir. Meselâ General Ahtar Malik ile General Abdül Ali Malik adlı iki (Ahmedi) generalimiz aleyhinde, insanı hayrete düşüren yazılar neşredilmektedir. Halbuki bu generallerin vatana yaptıkları hizmetler unutulacak gibi değildir. “Hilal-i Cüret” madalyasını kazanmış olan (emekli) General Serferaz Han, Pakistan ordusunda isim kazanmış bir generaldir. O, Cang Gazetesi; Lahor: 6 Eylül 1984 sayısında Pakistan’la Hindistan arasındaki savaşı değerlendirerek hatıralarını şöyle sergilemektedir:
“Ahtar Malik’in büyük bir üstünlük ve uzmanlıkla Çamb’a saldırmasına büyük bir zafer dışında başka bir isim verilemez. Çamb cephesinde düşman yenilgiye uğramıştı ve Ahtar Malik, Coriyan şehrini ele geçirmek üzere ilerleyebilme imkânına sahip idi. Düşman ordusu Coriyan şehrini boşaltmak üzere Pakistan ordusunun ilerleyişini beklemekteydi. Ancak maalesef buna izin verilmedi. Hazırlanan plâna göre bu başarı Yahya Han’a mal edilecekti. Bundan dolayı o, Ahtar Malik’in yerine tayin edildi. Fakat böylece Hindistan’ı tam olarak yenilgiye uğratmak imkânı elden çıkmış oldu. Dolayısıyla hangi tarafın zarara uğradığı düşünülebilir.”
İşte hain olarak suçladığımız Ahmediler bunlardır. Bu konuda Pakistan’ın değişik gazete ve dergilerinde yazılar çıkmıştır. Şu anda hepsini zikretmek mümkün değildir. Bu konuda şu gazete ve dergilerde detayları bulmak mümkündür: Cang Gazetesi, 10 Eylül, 1984; 12 Nisan 1983; Hikâye Dergisi, Nisan 1973; El-Fatih Dergisi, 20 Şubat 1976. Ayrıca “Vatan Ke Pasban”; Mektebe-yi Aliye; Aybek Road Lahor’da Pakistan’daki Ahmediler’in kahramanlıklarından bahsedilmiştir. Bu da Ahmedi Müslümanların Pakistan’a ne kadar bağlı olduğunu ve vatanları uğruna ne büyük fedakârlıklar yaptıklarını kanıtlamaktadır.Cang Gazetesi 16 Şubat 1983 sayısının verdiği bir habere göre Hindistan Başbakanı Şastari, Ahtar Malik’in Hindistan için büyük bir tehlike olduğunu, dolayısıyla Hindistan Hava Kuvvetleri’nin onu yoketmesi gerektiğini söylemişti. Cang Gazetesi’nin bu yazısı eski bir yazı olmayıp yalnız iki sene önceki yazıdır.Bir Ahmedi, İslâm; Ümmet-i Muhammed (S.A.V.) yahut kendi vatanı uğruna savaş meydanına çıkarak savaştığı zaman, görenlerin göz bebeği haline gelir. Hatta onun düşmanları bile, ona küfrettiği halde, savaş anında onu övmekten geri duramaz. İçten çıkan doğruluk sesine hiç kimse engel olamaz. Meselâ Şureş Keşmirî, ömrünü Ahmediye Cemaati düşmanlığında geçirmiş bir şairdir. Ancak o, bile Ahtar Malik adlı Ahmedi generalin kahramanlıklarını görünce:
“Delhi toprağı bizleri çağırmıştır, arkadaşlar! Ahtar Malik ile elele yürüyelim. Ona yardım ederek ilerleyelim.
Ganga vadilerine bizim kimler olduğumuzu söyleyelim.
Kılıç savurarak Camna vadisi üzerine yürüyelim”
demekten kendini alamamıştır. Savaş esnasında Şureş Keşmiri, elele verebileceği başka hiçbir generali görememektedir. Ona göre Delhi toprağının seslendiği bir tek Ahmedi ananın evladıdır. Bu Ahmediye düşmanının gördüğü tek kahraman, savaş alanında en iyi şekilde savaşan tek asker Ahmedidir. Ahtar Malik, dünya çapında tanınan, cesareti dillere destan olan Ahmedi bir general idi. Artık o, Allah’ın (C.C.) rahmetine kavuşmuştur. Maalesef Ahmediye Cemaati düşmanları vefat etmiş olan bu vatan kahramanının ruhunu rencide etmekten bile geri durmamaktadırlar. Fakat General Abdül-Ali Malik hayatta olup emekli olmuştur. Bu general daha düne kadar kahramanınızdı. Çavindah cephesi tehlikedeyken o, daha üst makamlardan Çavindah’ı savunamayacağı, dolayısıyla geri çekilmesi gerektiği konusunda direktif almaktaydı. Ancak o, geri çekildiği takdirde Pakistan ordusunun Ravalpindi’ye kadar hiçbir yerde duramayacağını, bir karış toprak bile düşmana teslim etmeyeceğini ve gerekirse vatan uğruna canını bile aynı yerde feda etmeye hazır olduğunu ileri sürmekteydi. İşte o zaman o, Hak Teala’nın (C.C.) yardımı ve lütfuyla zaferi elde etti. Bunun üzerine yalnız Pakistan ordusundaki meslektaşları değil, hatta ileri gelen din adamları ve meşaih bile onun gerçek bir kahraman olduğunu ve gerçek anlamda cihad yaptığını söylediler. Meselâ Dai Meclis-i Ulema-yı Pakistan, Elhac İrfan Rüşdi Bey, “Marike-i Hakkü Batıl” adlı eserinde şöyle bir şiir söylemiştir:
”Abdul-Ali, gazilere kumandanlık ederken; düşman saflarında sel gibi akmakta olan da yine Abdül-Ali idi.”
Daha düne kadar o, sel gibi akmaktaydı. Bu gün ise sizin damarlarınızda kan yerine yalan akmaktadır. Hiç çekinmeden, utanmadan suçladığınız bu kahraman kim bilir ne düşünmektedir. Pakistan Sıkıyönetim Hükümeti’nin hain olduğunu ileri sürerek suçladıkları ve küçük düşürmek niyetiyle dil uzattıkları bu vatan kahramanı kim bilir ne kadar rencide edilmekte ve kalbi nasıl kırılmaktadır?
[25] Hütübat Seyyid Ebülala Mevdudi; s.195-197
[26] El-Anba Gazetesi; Bağdat; 21 Aralık 1954
[27] El-Büşra Dergisi; c.13; Aralık 1953; s.115-116
[28] El-Fazl Gazetesi; Lahore; 10 Temmuz 1952
[29] Müslim; Kitab-ül İman
[30] El-Fazl Gazetesi; 21 Mayıs 1948