Şehzade Abdullatif Şehid’in Hikayesi

Bundan bir buçuk yüz yıl önce Afganistan’ın Host bölgesinde, Seyyidgah köyünde bir çocuk doğdu. Anne babası onun ismini Muhammed Abdullatif koydu. 

Sonraları o, Şehzade Abdullatif olarak meşhur oldu. Kendisi Hazret Data Ganç Bahş’ın neslindendi ve ataları Hindistan’dan göç ederek Afganistan’a gelip yerleşmişlerdi. Kendisi Seyyid idi, bundan dolayı onun köyünün adı bile Seyyidgah olarak kaldı. O bölgede Şehzade Bey’in ailesi yayılmaya devam etti ve yavaş yavaş çok büyük toprak sahiplerinden sayılmaya başlandı. O devirde bu ailenin, değeri yüzbinlerce rupi olan otuz bin hektara yakın mal varlıkları vardı. Afganistan’ın hükümeti bile bu aileye saygı gösterirdi. Afganistan’ın padişahı Emir Abdurrahman tarafından bu ailenin bir büyüğüne maaş bile bağlanmıştı. Bu ailenin halkı, “Sahipzade” lakabıyla anılırdı. Hazret Mesih-i Mevud as kendisinden “Şehzade” olarak bahsederdi. Bundan dolayı biz de bu kitapta kendisine aynı şekilde Şehzade diyeceğiz. Bu aile dindarlığı ile de meşhurdu. Misafirperverlikleri onların büyük bir özelliği idi. Dini ilimleri bütün bölgede bilinirdi. Şehzade Abdullatif Bey, işte bu zengin ailede doğdu. Evlerinde Allah’ıncc lutfettiği her şey vardı. Hiçbir şey az değildi, fakat Şehzade Bey gençliğinden beri dünya yerine din işlerini çok severdi. Kendisi derdi ki, bende gençliğimden beri salavat okuma şevki vardı ve ben salavat okumaktan çok zevk alırdım. Şehzade Bey, ilk eğitimini kendi bölgesi olan Host’ta aldı. Daha fazla eğitim için Peşaver’e geldi ve burada yıllarca kalıp, büyük hoca ve alimlerden ders aldı. Bundan sonra Liknau’ya geldi ve diğer bazı şehirlerde çeşitli dini medreselerde ilim öğrenmeye devam etti. Liknau’nun meşhur alimi Molvî Abdulhay Liknau Efendi de kendisinin hocalarındandı. O, Şehzade Bey’i çok severdi. Bir seferinde Molvî Efendi’nin öğrencileri, ona çok sevgi gösterdiği için şikayette bulundular. Molvi Efendi, “ben onu şundan dolayı severim ki, onun ismi de zekası da Latifdir, yani o çok zeki birisidir,” diye cevap verdi. Şehzade Bey, Hindistan’da yıllarca kalıp ilim elde ettikten sonra vatanı Afganistan’a dönünce, kendi akrabalarından, namaz ve oruca çok düşkün olan Şah Cihan Bibi ile evlendirildi. Şehzade Bey, evlendikten bir müddet sonra ilim şevki ile ikinci defa Hindistan’a gitti. Dehli ve Liknau’nun büyük medreselerine gidip ilim elde etti. O zaman ailesi, kendinin harçlık vesaire ihtiyaçlarını ulaştırmak için özel adamlarını Host’tan Hindistan’a gönderirlerdi. Kendileri, Hindistan’da en yüksek seviyede dini ilim öğrendikten sonra ülkesine geri döndü ve kendi köyünde Kuran ve Hadis dersleri vermeye başladı. İnsanlar uzaklardan okumak için kendisinin yanına gelmeye başladılar. Böylece Hazret’in şöhreti uzaklara kadar yayıldı. Şehzade Bey, kendi camisinin etrafındaki odaları öğrencilerin kalması için hazırlattırdı ve onların yemeklerini bile kendisi bedava verirdi. Onlara ilaveten birçok misafir, yolcu, gariban ve Hazret’in müritleri onun evinden yemek yerlerdi. Denir ki, bir gün yemek yiyenlerin sayısı az olup seksenin altına inice, Şehzade Bey, niye böyle oldu diye çok düşünmeye başladı. Hazret ev halkını toplayıp, Allah-u Teala’nın misafir ve yolcuların sayısını artırması için dua edin, diye nasihat etti. Hazret, çok büyük bir alimdi ve kendi kütüphanesi vardı. O kütüphanede, büyük ve eski, tefsir, hadis, fıkıh ve tarih kitapları vardı. Kendisinin, kitap okumaya da büyük şevki vardı. Bazen bütün gece kitap okurdu. Hazret’in bu meziyetleri sebebiyle birçok insan onun müridi oldu. Müritlerinin sayısının elli bine yakın olduğu söylenir. İnsanlar kendisine, “Sahipzade” veya “Şehzade” derlerdi. O zaman Afganistan’ın padişahı Abdurrahman idi. Padişah, Hazret’in şöhretini duyunca, kendisini başkent Kabil’e çağırdı. Şehzade Bey, gelip padişah ile görüşünce, ilmi ve ermişliği onun üzerinde büyük bir etki bıraktı ve o, Hazret’in iyi fikirlerini ve güzel konuşmalarını dinlemekten çok mutlu oldu. Kendisini dini konularda ülkenin danışmanı ve kendi oğlu Habibullah Han’ın hocası yaptı. Şehzade Bey’in ilmi padişah üzerinde o kadar etki yaptı ki bir seferinde kendisiyle alakalı olarak şöyle yazdı: Keşke bizim, Sahipzade bey gibi ilme sahip olan üç dört veya daha fazla adamımız olsa. Padişah’ın davetiyle, Şehzade Bey’in hanımı ve çocukları da Host’tan Kabile’e çağrıldı ve orada yaşamaya başladılar. 1894’de Afganistan ve Hindistan’ın sınırlarını kararlaştırmak için her iki ülke tarafından bazı yetkililer belirlendi. Afganistan heyetlerinin en büyük başkanı, padişahın amcası Serdar Şirindel Han’dı ve onun vekili de Şehzade Bey idi. Padişah bizzat kendisi askerleriyle beraber onları uğurlamak için şehirden hayli uzağa kadar geldiler. Şehzade Bey, bu konuda Hükümetin temsilcisi olarak çok önemli hizmetlerde bulundu. Bununla ilgili olarak, Şehzade Bey’in her iki ülkenin yetkilileri ile birlikte hatıra fotoğrafları da vardır. Afganistan’ın padişahı Abdurrahman vefat edip, çocuklarından kimin padişah olacağı sorusu ortaya çıktığında, Şehzade Bey’in önerisi ile padişahın büyük oğlu Emir Habibullah Han tahta çıkarıldı. O, diğer kardeşlerine nispetle daha fazla ilim ve insaf sahibiydi. Bunun üzerine, insanların uzaklardan gelip katıldığı çok büyük ve görkemli bir tören yapıldı. Afganistan hükümetinin törelerine göre memleketin en saygıdeğer ve en büyük adamı padişahın taç giyme merasimini yaptırırdı. Padişah bu iş için bütün ülke içinden Şehzade Bey’i seçti ve 3 ekim 1902’de Şehzade Bey, Padişaha taç giydirdi. Şehzade Bey, doğru söz söyleyen birisiydi. Emir Habibullah Han padişah olunca bütün insanlar padişaha biat ettiler (itaat edeceklerine dair söz verdiler.) Padişah, Şehzade Bey’i de biat etmesi için çağırdı. Bunun üzerine Hazret, büyük bir cesaretle padişaha dedi ki, “Ben ancak, şeriata (yani İslam’ın hükümlerine) aykırı herhangi bir iş yapmamanız şartıyla biat edeceğim.” Hazret, öyle cesur insandı ki padişahın önünde bile doğru söylemekten çekinmezdi. Şimdi size Şehzade Bey’in nasıl Ahmedi olduğunu anlatacağız. Şehzade Bey’in çok büyük ve meşhur bir alim olduğunu size anlatmıştık. Kendisi, ahir zamanda Müslümanlar doğru yoldan ayrıldığında Allahcc-u Teala’nın onları hidayete kavuşturmak için Mehdi aleyhisselam’ı göndereceğini hadislerde okumuştu. Hazret, devrin durumlarından ve alametlerinden o zamanın geldiğini tahmin etmişti ve bundan kendi ders ve konuşmalarında bahsederdi. Kendisi çok ermiş bir insandı ve genellikle doğru rüyalar görürdü. Allahcc-u Teala rüyalarında kendisine birçok defa İmam Mehdi’nin geldiğini bildirmişti. Bunun üzerine kendisi, dua ve çaba ile Mehdi Aleyhisselam’ı aramaya başladı. Allahcc-u Teala onun dualarını kabul ederek çabucak Mehdi aleyhisselamla ilgili bilgi verdi. Bu olay da çok ilgi çekicidir. Şehzade Bey, 1894’de Afganistan ve Hindistan’ın sınırlarını belirleyen yetkililerin, Afganistan tarafındaki hükümet temsilcisiydi. Her iki tarafın yetkilileri gündüzleri kendi işlerini yapar, akşamları ise bir yerde çadırlarda toplanıp birbirlerini davet ederek sohbet ederlerdi. Hindistan delegesi ile birlikte Peşaver’li bir Ahmedi katip, Seyyid Çen Padişah Bey de vardı. Birgün sohbet sırasında kendisi, Kadiyan’da Hazret Mirza Gulam Ahmed Aleyhisselamın Mesih-i Mevud ve Mehdi olduğunu iddia ettiğinden bahsetti. Şehzade Bey, zaten önceden aramaktaydı, bununla ilgili Seyyid Çen Padişah Bey’e birçok soru sordu ve malumat aldı. Çen Padişah Bey, bu şevki görünce Şehzade Bey’e Hazret Mesih-i Mevud aleyhisselamın “Ayna-yı Kemalat-ı İslam” kitabını okuması için verdi. Şehzade Bey çok mutlu oldu ve Çen Padişah Bey’e hediye de verdi. Şehzade Bey kendisi der ki, “Ben o gece kitabı okumaya başladım. Bütün gece uyuyamadım ve sabaha kadar kitabın büyük bir bölümünü okudum. Kitabı okuyunca benim kalbim Mesih-i Mevud’un iddiasını kabul etti ve ben çok mutlu oldum.” Şehzade Bey, bu kitabı kendi yakın adamlarına anlatarak buyurdu ki, “Bbu, dünyanın beklediği şahıstır, şimdi o gelmiştir. Ben her tarafa baktım. Zaman bir ıslah edici şahsa muhtaçtı fakat herhangi biri görünmüyordu. Ama bu kitabı okumakla anladım ki Hüda Teala onu gönderdi. O, Resulüllah’ınsav, nerede gelirse ona koşun ve benim selamımı ona ulaştırın diye emir verdiği kişidir. Onun için, ben hayatta da olsam ölmüş de olsam, benim sözüme inanana vasiyet ediyorum ki, o mutlaka bu şahsa gitsin ve ona inansın.” Şehzade Bey, Kabil’e geri döndüğünde kendi has öğrencisini durumu görmesi için Kadiyan’a göndermeye başladı. Aralık 1900’de Molvî Abdurrahman Bey’i birkaç öğrencisiyle birlikte, kendi biat mektubunu da vererek Hazret Mesih-i Mevud’unas yanına gönderdi. Ayrıca Huzur için çok güzel ve kıymetli elbiseleri hediye olarak gönderdi. Şehzade Bey’in has öğrencisi Molvi Abdurrahman Bey, Hazretin emriyle birçok defa Kadiyan’a gitmişti ve kendisi de Hazret Mesih-i Mevud’aas biat ederek Ahmediye Cemaati’ne katılmıştı. 1900’de son olarak Kadiyan’a gitti. Dönüşte Hazret Mesih-i Mevud’unas birkaç kitabını da yanına alarak getirdi. Birisi Molvi Bey’i, izin almadan Kadiyan’a gittiği için padişaha şikayet etti. Padişah onun tutuklanmasına karar verdi ve bu muameleyi mollalara bıraktı. Onlar, Molvi Abdurrahman Bey’e küfür fetvası yapıştırdılar ve katledilmesine hükmettiler. Bunun üzerine o hapsedildi ve hapis günlerinde boynuna bir kumaş bağlanıp boğularak şehid edildi. اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّـا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ Emir Abdurrahman’dan sonra onun oğlu Habibullah Han padişah olunca, Şehzade Bey hacca gitmek için padişahtan izin istedi. Hazret’in öğrencisi de olan padişah, memnuniyetle izin verdi ve hediye olarak birçok deve, at ve para vererek kendisini Kabil’den uğurladı. Şehzade Bey, kendi vatanına uğrayarak Bennu yoluyla Hindistan’a geldi. Bu yolculukta Hazret’in birkaç öğrencisi de kendisiyle birlikteydi. Atak yakınlarında bir yerde Şehzade Bey, bir adamla Hazret Mesih-i Mevudas hakkında konuştu. Öyle anlaşılıyor ki o adam Hazret Mesih-i Mevud’aasinandı ve bundan dolayı çok mutlu oldu. Şehzade Bey, kendi bindiği atı ona hediye etti. Lahor’a ulaşınca, taun (veba) hastalığının yayılması ve diğer bazı sebepler yüzünden hacca gitmekte bazı engeller çıktığı anlaşıldı. Bu yüzden Hazret, Lahor’da beklemek yerine Kadiyan’a gidip Hazret Mesih-i Mevudas ile görüşmeye karar verdi. Şehzade Bey, Lahor’dan Batala’ya geldi ve Batala’dan yürüyerek Kadiyan’a ulaştı. İlk olarak Hazret Mevlana Hafız Nururddin Beyra ile görüştü. Öğle namazından sonra Hazret Mesih-i Mevudas ile görüştü. Kendisi mektup vasıtasıyla daha önce biat etmişti, Huzur’uas görür görmez kendisine eli üzerinden biat etti. Hazret Mesih-i Mevudas onunla ilk görüşmesini şöyle yazdı: “O benimle ilk görüştüğünde, canımı elinde tutan Allah’acc yemin olsun ki, onu itaat ve iddiamı tasdik etmekte öyle kendini kaybetmiş buldum ki daha fazlası insan için mümkün değildir.” Hazret Mesih-i Mevudas, Şehzade Bey’e neden görür görmez iman ettiğini sordu. Bunun üzerine o dedi ki: “Her şeyden önce Kuran-ı Kerim bana bu yolu gösterdi. Ben, devrin insanlarının dinden uzaklaştığını, şirk ve çeşit çeşit günahları işlediklerini gördüm. Diğer dinlerin insanları İslam’a türlü türlü itirazlar yapıyorlar. Onun için şimdi, Allahcc tarafından herhangi bir müceddidin ortaya çıkma vakti gelmiştir. Ben bunları düşünüp dururken aynı günlerde, Kadiyan köyünde birisinin Mesih-i Mevud olduğunu iddia ettiğini duydum ve çaba sarfederek sizin birkaç kitabınızı aldım. Onları dikkatlice okuyunca sizin her sözünüzü doğru ve Kuran-ı Kerim’e uygun buldum. Onun için sizin doğru olduğunuza iman ederek kabul ettim.” Şehzade Bey, 1902’de Kadiyan’a geldi ve yaklaşık üç buçuk ay kaldı. Kendisi hergün namazları cemaatle Kadiyan’daki Mübarek camiinde kılardı. Hazret, Kuran-ı Kerim’i çok severdi. Misafirhanede kendi odasının dışında oturur ve Kuran-ı Kerim okumaya devam ederdi. Hazret Mesih-i Mevudas her sabah yürüyüşe giderdi, Şehzade Bey de kendisiyle birlikte olurdu. O, Hazret Mesih-i Mevud’uas çok severdi ve kendisine çok saygı gösterirdi. Şehzade Bey, Huzuras ile birlikte yürüyüşten döndüğünde, Huzur’unas içeri gidip elbiselerini temizlediğini tahmin edinceye kadar kendi elbiselerindeki toz toprağı temizlemezdi. Şehzade Bey, Huzuras ile birlikte Cehlum’a bir yolculuk ta yaptı. Huzuras bir mahkemede şahitlik yapmak üzere 1903’te Cehlum’a gitmek zorunda kalmıştı. Cehlum istasyonunda binlerce insan Huzur’uas muhteşem bir şekilde karşıladı. Huzuras Cehlum’da üç gün kaldı ve bin beş yüz kişi biat ederek o günlerde Ahmedi oldu. Huzuras 18 Ocak’ta Cehlum’da mahkemeye teşrif etti. O gün orada çok insan toplanmıştı. Hazret Mesih-i Mevudas bir sandalyede oturmuştu ve Şehzade Bey Huzur’unas ayaklarının dibinde oturmuştu. Şehzade Bey, çok güzel bir soru sordu: Huzuras! Ben sizin doğruluğunuzu güneşin ışıkları gibi parlar gördüm, bu konuda bende herhangi bir şüphe yoktur. Bana sevap verilecek mi? Huzuras da ne kadar sevgiyle cevap verdi. Buyurdu ki; “Siz hiç kimsenin görmediği bir zamanda gördünüz. Ve siz kendi kendinizi tehlikelere attınız. Bu yolda her acı ve zorluğa katlanmaya hazır oldunuz. Onun için Yüce Allahcc sizin ecrinizi zayi etmeyecek.” Aynı yolculuk sırasında Şehzade Bey, bir gece beraberindekilerin yanına gelerek, “Bana sık sık ‘Başını ver, başını ver’ diye vahiy geliyor” dedi. Şehzade Bey, bu yolculuktan döndükten sonra birkaç gün Kadiyan’da kaldı ve sonra ülkesine geri döndü. Huzuras, onunla ilgili dedi ki: O, benim yanımda fazla kalma şansı bulamamasına rağmen, ne kadar zaman kaldıysa benden çok istifade etti. Şehzade Bey, sonradan Ahmediye Cemaati’nin birinci halifesi olan Molvî Nuruddin Bey’i çok severdi ve ona da çok saygı gösterirdi. Kendisi, ülkesine geri dönmeden hemen önce Hazret Molvî Bey’e, Buhari’nin herhangi bir hadisini okutmasını rica etti. Çok ısrar ederek, Buhari (Hadis kitabının) iki-üç sayfasını kendisinden okudu. Sonradan kendi öğrencilerine dedi ki: “Ben bu sayfaları Molvi Bey’in öğrencilerinden olayım diye okudum. Çünkü Hazret Sahip’tenas sonra o birinci halife olacak.” Şehzade Bey, Hazret Mesih-i Mevud’danas dönüş izni alıp gitmeye hazırlanınca Huzuras ve bazı insanlar, kendisini uğurlamak için Kadiyan’dan bir buçuk mil uzaklıktaki Batala nehrine kadar yürüdüler. Şehzade Bey, ayrılık zamanı gelince Hazret Mesih-i Mevud’unas ayaklarına kapandı ve her iki eliyle Huzur’unas ayağına sarılarak, benim için dua edin diye yalvardı. Huzuras, “Peki! Sizin için dua ederim, benim ayağımı bırakın,” buyurdu. Şehzade Bey, ayrılığın üzüntüsü ve sevgiden dolayı ayağını bırakmıyordu. O zaman Huzuras: “Emir, edepten üstündür. Ben emrediyorum, ayağımı bırakın,” buyurdu. Bunun üzerine Şehzade Bey, Huzur’unas ayağını bıraktı. Öyle anlaşılıyor ki, Yüce Allahcc tarafından kendisine, bunun Huzuras ile son görüşmesi olduğu bildirilmişti ve belki bir daha Huzuras ile görüşemeyecekti. Bu yolculukta da Şehzade Bey ile birlikte bazı öğrencileri vardı. Şehzade Bey, Lahor’a geldi ve üç dört gün küçük bir camide kaldı. Lahor’dan birkaç kitap satın aldı ve sonra tren ile Kubat’a gitti. Lahor’dan Kubat’a kadar bütün yol boyunca Kuran-ı Kerim okumaya devam etti. Kubat’tan bir fayton kiralayarak Bennu’ya gitti. Faytonda da aynı şekilde Kuran-ı Kerim okumaya devam etti. İlkindi namazı vakti olunca faytonu durdurup namaz kıldırdı. O sırada yağmur başladı fakat Hazret mutlulukla namazını tamamladı. Yolda “Herram” adlı köyde geceyi bir handa geçirdi. Hanın adamlarından keçi istettirerek kestirdi ve kendisi de yedi hanın adamlarına da yedirdi. Sonunda kafile, içinde Hazret’in kendi arazisi de olan Bennu’ya ulaştı. Birkaç gün orada kaldıktan sonra Host’a gitti. Bu yol üzerinde “Dor” adlı köye geldi. Oranın ağası Şehzade Bey’in gelişinden çok mutlu oldu ve keçi kesip Hazret’e ziyafet verdi. Şehzade Bey, burada konuşma yaparak nasihatlerde bulundu. Gece, kendi köyünün ahalisi Hazret’in geldiğini haber alınca sabah olur olmaz atlara binerek kendisini almaya geldiler ve böylece bu atlı süvarilerin kafilesiyle birlikte Hazret, kendi köyü Seyyidgah’a ulaştı. Şehzade Bey’in Kabil Derebeyliğine Varışı Şehzade Bey, Kabil’e gitmeden önce, kendi müridi ve Afganistan askerlerinin en yüksek rütbeli başkanı olan Muhammed Hüseyin’e şöyle bir mektup yazdı: Siz padişahtan benim Kabil’e gelmem için izin alıp bana yazın ki ben padişahın yanına geleyim. İzin almadan şundan dolayı gidemem ki yola çıkarken padişahtan hacca gitmek için izin almıştım fakat hacca engel çıktığı için gidememiştim ve Kadiyan’a gitmiştim. Hazret bu mektupta, “Ben hac için gitmiştim. Yolda Mesih-i Mevud’u görme fırsatı buldum ki ona uymak Allahcc ve Resulü’nünsav emridir. Bundan dolayı Kadiyan’da beklemek zorunda kaldım.” Hazret, bunların padişaha münasip bir vakitte söylenmesini de yazdı. Mektup Muhammed Hüseyin’e ulaşınca o mektubu padişaha hemen göstermedi ve münasip bir vakit aramaya başladı. Fakat ondan önce Padişahın kardeşi Serdar Nasrullah Han’ın bir şekilde bu mektuptan haberi oldu. Serdar Nasrullah Han, Padişahın vekili idi ve Şehzade Bey’in de büyük bir muhalifi idi. Onun için o, bu mektubu alıp padişaha şikayet etti. Büyük devlet yetkilileri ve başkanlar Hazret’in dostu idi. Şehzade Bey, onlara da mektup yazdı ve şöyle dedi: Birisi Kadiyan’da Mesih-i Mevud ve İmam Mehdi olduğunu iddia etti. Ben onun yanında kalıp onu gördüm ve doğru bularak ona inandım. Benim tavsiyem, siz de ona inanın ve Allah’ıncc azabından korunun. Bütün bu mektuplar bile padişaha verildi. Padişah büyük mollaları çağırdı ve onların fikrini sordu. Onlar, bu kafir ve mürtedir dediler. Bunun üzerine padişah tarafından Host’un valisine, Şehzade Bey’in tutuklanarak elli suvari ile buraya getirilmesi emri gönderildi. Bu emri, Padişahın kardeşi Nasrullah Han Host’un valisine göndermişti. Şehzade Bey’e, tutuklanacağı ve Allahcc yolunda şehid olacağı haberi Yüce Allahcc tarafından önceden haber verilmişti. Biz, Hazret’e, “Allahcc için başını ver” ilhamının indiğini zaten söylemiştik. Onun için Hazret sık sık buyururdu ki, “Kabil’in toprağının benim kanıma ihtiyacı var.” Tutuklanışından önce bir gün Hazret, müritleriyle yürüyüş yapıyordu. Yolda kendi ellerine bakarak buyurdu ki, “Sizin kelepçeye giymeye takatiniz var mı?” Sonra, müridi Ahmed Nur Kabili’ye, “ben öldürüleceğim. Sen benim ölüm haberimi Hazret Mesih-i Mevud’aas vermelisin,” dedi. Bunun üzerine müridinin gözlerinden yaşlar aktı ve ben de sizinle birlikte olayım dedi. Hazret buyurdu ki; Hatırlarsan, sen Afganistan dönüşünde Hazret Mesih-i Mevud’aas, ben Kadiyan’dan dışarı gidemem dediğinde Huzuras buyurdu ki; “Onunla git! Sen geri geleceksin.” Kısacası seninle ilgili Mesih-i Mevudas geri geleceğini söyledi. Benimle ilgili ise bunu söylemedi. Padişahın emrinin gelişinden önce tutuklanacağı haberini beraberindekilere söyleyince, hepsi, siz Bennu’ya gidin, orada sizin arazileriniz de var, dediler. Fakat Hazret, gitmedi. Şehzade Bey’in Tutuklanışı Şimdi Şehzade Bey’in tutuklanma vakti yaklaşıyordu. Hazret tutuklandığı gün, o vakte kadar ki bütün olayları ve durumları anlattığı bir mektubu Huzur’aasyazdı. Hazretin saygı ile yazdığı kelimeler öyle sevgi doluydu ki, müridi Ahmed Nur Kabili, “Siz bu mektubu bana verin, ben bir kopya yapıp size geri vereceğim,” dedi. Hazret o mektubu cebine koydu ve “bu mektup senin eline geçecek,” buyurdu. İlkindi vakti olunca, Hazreti tutuklamak için elli süvari Host valisi tarafından geldi. Host bölgesinin hakimi Şehzade Bey’e çok saygı gösterirdi. O, süvarilere de aynı emri verdi. Şehzade Bey, ilkindi namazını kılınca o süvariler Hazrete şu haberi ilettiler: “Host’un hakimi diyor ki, benim sizinle görüşmem lazım. Siz kendiniz gelir misiniz yoksa ben mi huzurunuza geliyim?” Hazret buyurdu ki, “Hayır! O bizim başkanımızdır. Ben kendim gelirim.” Bunun üzerine Hazret kendi atının eğerlenmesini istedi. Fakat süvarilerden birisi inip kendi atını binmesi için Şehzade Bey’e sundu. Gitmeden önce kendi ev halkına nasihat etti. “Ben şimdi gidiyorum. Dikkat edin, benden sonra herhangi başka bir yol seçmeyin. Benim üzerinde olduğum iman ve inanç sizin de yolunuz olmalı. Hazret gideceği zaman, Hazret Mesih-i Mevud’aas yazdığı mektubu cebinden çıkarıp müridi Ahmed Nur Kabili’ye verdi ve bir şey söylemedi. Köyden dışarıya kadar Hazret’in müridi yanında geldi. Bunun üzerine Hazret, “şimdi sen geri git” buyurdu. O, hizmet için kalma izni istedi. Hazret, Kuran-ı Kerim’den “Kendi kendinizi musibete sokmayın” mealindeki ayeti okudu. Ve, bu köyden kendi evine geri dön buyurdu. Kendisi süvarilerle birlikte Host’un sınır kapısına gitti. Vali Hazret’e, Kabil’den gelen karara göre kimsenin kendisiyle görüşmeyeceğini, kendisinin de kimseyle görüşmeyeceğini, onun için kendisine ayrı bir ev verileceğini ve bu evin önünde nöbet tutulacağını söyledi. Fakat vali, Hazret’in yakın akrabalarının bu eve gelip kendisiyle görüşmesine izin verdi. Birgün Hazret’in müritleri kendisiyle görüşmek için geldiler ve dediler ki, biz sizi buradan çıkarıp götürürüz, bu insanlar bize karşı koyamazlar. Hazret, herhangi bir plan yapmayın,Yüce Allahcc benden kendi dinine hizmet etmemi istemektedir, buyurdu. Birkaç gün sonra Host’un hakimi, Hazretin, müritlerine barış talimatı verdiğini ve herhangi bir tehlike kalmadığını anlayınca, Şehzade Bey’i sekiz atlı süvari ile Kabil’e gönderdi. Oradayken Şehzade Bey’e de Padişah tarafından bir mektup ulaşmıştı. O, siz hiç kimseden korkmadan geliniz, eğer o mesih’in iddiası doğruysa ben de iman edeceğim, diye yazmıştı. Hazret’in Kabil’e ulaşmasından önce meşhur olmuştu ki kendisi kandırılarak çağrıldı. Hazret, Kabil’e gelince çarşıdan geçerken arkasında sekiz atlı süvari vardı. Birçok aylak takımı arkalarına takıldı ve Şehzade Bey, divana çıkarıldı. Şehzade Bey Hapiste Padişaha Hazret aleyhinde çok dedikodu yapılmıştı ve o çok sert davrandı ve onu Ark kalesinde hapsedin, dedi. Bu, bir bölümünde padişahın kendisinin kaldığı büyük bir kaleydi. Hazret’e, gargarab denilen bir zincir de takılması emredildi. Bu, boyundan bele kadar sarılan, kelepçeleri de olan yaklaşık yetmiş kiloluk bir zincirdi. Ayrıca Hazret’in ayaklarına sekiz kiloluk pranga da takıldı. Bu şekilde Hazret, dört ay ağır hapis yattı ve çok sıkıntıya katlandı. Fakat bu çok ağır hapis şartlarında bile Hazret, Rabbini zikrederek ve Kuran-ı Kerim okuyarak vaktini geçirdi. Hazret, bu kalede bir odada tutularak kapısı dışarıdan kapatılır ve kimseyle görüşmesine izin verilmezdi. Gece gündüz askerler bu odayı beklerlerdi. Bu nöbetçilerin açıklarlar ki, “Hazretin odasından bize gece gündüz Kuran-ı Kerim okuma sesi gelirdi ve biz bunca zorluklara rağmen Hazret ihtiyaçlarını nasıl karşılıyor diye şaşırırdık.” Bütün nöbetçiler Hazret’in büyük bir evliya olduğuna inanırdı ve onların kalbinde Hazret’e karşı büyük bir sevgi vardı. Hapishane günlerinde bir defa Hazret harçlık göndermeleri için kendi evine bir şekilde haber gönderdi. Hazret’in müridi Ahmed Nur, sert kış mevsiminde tehlikeli bir yolculuk yaparak Host’tan Kabil’e yaya geldi ve Şehzade Bey’e harçlık getirdi. Şehzade Bey’in Sabrı Hapishane günlerinde Afganistan Padişahı Şehzade Bey’i yanına çağırdı ve “Bu şahsın Mesih-i Mevud olduğunu inkar etseniz ve bu musibetten kurtulsanız ne iyi olur,” dedi. Fakat Şehzade Bey, “Kuran ve Hadisten doğru olduğuna inandığım şeylere nasıl yanlış ve yalan derim. Bunu yapmaktansa ölmek daha iyidir, fakat inkar edemem,” diye cevap verdi. Şüphesiz Padişah bundan önce Hazret’e çok saygı gösterirdi ve kendisinin günahsız olduğuna inanırdı fakat diğer taraftan mollalardan da korkardı. Bu yüzden o, hapisteki üç dört ay boyunca Şehzade Bey’e sık sık “Mesih-i Mevud’u inkar edersen saygınlıkla birlikte salıverileceksin,” dedi. Fakat bu cesur Şehzade her seferinde şu cevabı verdi: “Ben tam olarak araştırarak ve itminan ile bir kişinin doğruluğuna iman ettim. Şimdi ister canım gitsin, ister evlatlarım helak olsun umurumda değildir. Ben din ve imanı canımdan üstün tutarım.” Kabil halkı, Şehzade Bey’in imanını görüp, din için böylesine cesurca sözler söylediğini duyunca şaşırıyorlardı. Elli bin müridi olan, otuz bin hektar araziye sahip ve elli yıldan beri çok rahat bir hayat geçirmiş olan Kabil’in bir Şehzadesinin bu kadar ağır ve zor hapiste bile sabır ile doğru inanç üzerinde sebat göstermesi ve büyük bir cesaretle “Ben can, mal ve evlatlarımı terk etmeye hazırım fakat doğruluğu bırakamam,” diye ilan etmesi hayret verici idi. Hazret Mesih-i mevudas “Padişahın vaatlerine karşılık Hazret’in cevabı öyle yücedir ki Kabil onu asla unutamaz ve Kabil’in bütün halkı ömürleri boyunca imanın böyle bir örneğini görmemişlerdir,” buyurdu. Kabil’in Mollaları ile münazara Hapiste dört ay geçince, padişah Hazrete son bir şans verdi ve genel toplantıda onu da çağırdı. Nasihat ederek, şimdi bile Mesih-i Mevud’u inkar edersen canın kurtulacak, dedi. Fakat hazret herkesin önünde şunları söyledi: Doğruluktan tövbe etmem mümkün değildir. Muhalif mollalarla benim aramda bir münazara yaptırın. Eğer benim yalancı olduğum ispatlanırsa bana ceza verilsin. Padişah bunu kabul etti ve Şehzade Sahip ile mollalar arasında Kabil’in büyük camisinde münazara oldu. O gün birçok münazarayı dinlemek için orada toplandı. Şehzade Sahip, zincirlere bağlanarak ve kelepçe takılarak polis gözetiminde camiye getirildi. Orada Kabil’in sekiz büyük müftüsü ve mollalar tartışma için hazırdılar. Onların yanında referans vs. arayıp bulmak için seksen kişi vardı. Şehzade Sahip tek başınaydı fakat Hüda Teala onunla birlikteydi. Tartışmayı izleyenler derler ki, tartışma yazarak yapılıyordu ve herhangi bir söz insanlara duyurulmuyordu. Bu tartışma sabah yediden öğleden sonra üçe kadar sürdü. Münazarada, Mesih-i Mevud’unas doğruluğu, cihad meselesi, Hz. İsa’nınas vefatı üzerinde tartışmalar yapıldı. Münazara sırasında, kılıçlarını kınından çıkarmış yalınkılıç sekiz kişi Şehzade Sahib’in başında bekliyorlardı. Mollalar, Şehzade Sahib’e soru sorulmasına ve Şehzade Sahib’in sadece sorulara cevap vermesine, kendisinin soru sormasına izin verilmemesine karar vermişlerdi. Şehzade Sahib’e birçok soru soruldu ve hazret hepsine iyi bir şekilde cevap verdi. Hazrete, Mesih-i Mevud olduğunu iddia eden şahsa neden inandığı soruldu. Hazret buyurdu ki, ben onun doğru olduğuna inanıyorum. O, Allah’tancc emir alarak bu devrin ıslahı için Kuran-ı Kerim’in önceden verilmiş gaybî haberlerine uygun olarak geldi. Biz bu şahsı gördük, bu zamanda böyle bir insan dünyada asla görünmüyor ve hiç şüphesiz vadedilen Mesih odur. Bunun üzerine mollalar bağrışarak, o da kafirdir sen de kafirsin dediler. O zaman bu cesur Şehzade, bütün mollalara, “Sizin iki rabbiniz var, çünkü siz padişahtan Allah’tancc korkar gibi korkuyorsunuz. Fakat benim Rabbim tekdir. Bu yüzden ben padişahtan korkmam,” dedi. Daha sonra kendisine, Hazreti İsaas ile ilgili olarak, onun geri gelip gelmeyeceği soruldu. Bunun üzerine Hazret, Kuran-ı Kerim onun vefat ettiğini ve ikinci defa gelemeyeceğini ispat etmektedir dedi. O zaman mollalar galeyana geldi ve şimdi bu şahsın kafirliğinde ne şüphe kalmıştır, dediler. Münazaranın başkanı, Şehzade Sahib’in katı muhalifi olan hekim Abdulganî Gucarati idi. O ve bütün mollalar birleşerek karar verdiler ki, münazaranın metinleri padişaha gösterilmeyecek ve halk arasında Şehzade Sahib’in yenilgiye uğradığı yayılacak. Padişaha sadece, Şehzade Sahib’in sözlerinin yanlış olduğu ve bizim onun kafir olduğuna fetva verdiğimiz haber verilecek. Aksi takdirde eğer münazaranın asıl evrakları ve Şehzade Sahib’in cevapları halk tarafından öğrenilirse halkın Ahmedi olması tehlikesi vardır. Nitekim aynı şekilde hareket edildi ve padişaha evraklar gönderilmedi. Bir kişi sonradan, münazaranın gözlerinin önünde olduğunu beyan ederek dedi ki, “Ben kendim oradaydım. Şehzade Sahib’in delilleri Kuran-ı Kerim ve Hadis’e uygundu. Mollalarda birkaç referans dışında bahsedilmeye değer kuvvetli bir söz yoktu. Mollalar Şehzade Sahib’i yenemediler. Çünkü onlarda Şehzade Sahib kadar ilim yoktu. Bilakis, Şehzade Sahip ile münazara yapanların lideri ve Kabil’in kadısı müftü Abdurrezzak kendisi biliyordu ki, bizde Şehzade Sahib’in ki gibi geniş Kuran ilmi yoktur. Münazara bittikten sonra Şehzade Bey, bir yürüyüş şeklinde çarşıdan geçerek Şah kalesine götürüldü ve padişahın önüne çıkarıldı. Mollalar ve halktan büyük bir kalabalık oradaydı. Padişahın kardeşi ve Şehzade Bey’in koyu muhalifi Nasrullah Han da oradaydı. O, ne karar verildiğini sorunca yapılan plana göre mollalar ve halk, Şehzade Bey yenildi, o kafirdir diye bağırıştılar. Padişah Şehzade Sahib’e, “mollaların fetvası kafir olduğun ve recmedilmendir. Eğer tövbe ederseniz cezadan kurtulabilirsiniz,” dedi. Bunun üzerine Serdar Nasrullah Han, ulemanın yazdığı fetvayı halka okudu ve kendisi de aynı şekilde halka, “İçiniz rahat olsun. Padişah, sizin isteğinize aykırı karar vermeyecek. Mutlaka ulemanın söylediği gibi davranacak. O, sadece Şehzade Abdullatif’e az bir mühlet vererek tövbe şansı sunmak istiyor,” dedi. Ondan sonra topluluk dağıldı ve Şehzade Sahip, hapishaneye yollandı. Hazret, hapishanede şöyle dua ederdi: “Rabbena la tuziğ gulubena bağde iz hedeytena ve heblena min ledünke rahmeh. İnneke entel Vehhab.”[1] Yani; “Ey bizim Rabbimiz! Kalbimizi sapmaktan koru ve hidayetten sonra bizi (hidayetten) sapmaktan koru. Kendi katından bize rahmet eyle. Çünkü her rahmeti ancak Sen bağışlarsın.” Can Vermeden Önceki Son Şans Ertesi gün, 14 temmuz pazartesi sabahı, Şehzade Bey, birçok insanların bulunduğu padişahın divanına bir kere daha çağrıldı. Padişah bir kere daha tövbe etmesini söyledi. Hazret, tam bir iman ve cesaretle, “Benim doğruluktan tövbe edeceğime dair hiç ümit beslemeyin,” dedi. Bu konuşmaları beyan edenler derler ki, bunlar duyumlar değildir, biz kendimiz de oradaydık ve birçok insan da vardı. Şehzade Bey, padişahın tavsiyesini her defasında şiddetle reddederdi. Öyle anlaşılıyor ki, Hazret, doğruluk yolunda canını vermeye kalbinde karar vermişti. Ölümü önünde görürken bile bu cesur şehzadenin adımları zerre kadar geri gitmedi ve padişahın sık sık söylemesine rağmen imanından vazgeçmedi. Padişah usanarak, uzun uzadıya bir yazı yazdı. O yazıda mollaların fetvasını derleyerek, böyle bir kafirin cezası ölümdür diye yazdı. Fetva Şehzade Bey’in boynuna asıldı ve padişah, Şehzade Bey’in burnunun delinerek bir ip takılmasını ve ip ile çekilerek recmedileceği yere götürülmesini emretti. Nitekim, bu günahsız Şehzade’nin burnu delinerek çok acı vererek ip takıldı ve dalga geçerek ve küfür ederek öldürüleceği yere götürüldü. Şehzade’nin bileklerinde demirden kelepçeler ve burnunda ip vardı. O zalimlerin kendisini böylece çektiği vakit bile, o, öldürülmek için mutlulukla ve hızlıca gidiyordu. Bir molla, kendisine neden böyle neşeli olduğunu sordu. Şehzade Bey şöyle cevap verdi; “Gördüğün bu kelepçeler aslında kelepçe değil, bilakis Muhammed-i Mustafa’nınsav dininin ziynetidir. Şüphesiz ben, canlı canlı toprağa yarıya kadar gömülüp taşlanarak helak edileceğim yeri görüyorum. Fakat ne mutlu bana ki ben Sevgili Mevla’ma kavuşacağım.” Afganistan’ın padişahı da vezirleri, müftüler, mollalar ve saray erkanı ile birlikte bu manzarayı seyretmek için recmedilecek yere kadar geldi. Kabil’in binlerce halkı da bunu seyretmeye geldi. Suçsuz Şehzade’nin Acı Veren Şahadeti Kabil’in meşhur kalesi Bala Hisar’ın güneyinde Kabil’in ileri gelenlerinin eski bir mezarlığı vardır. Bu mezarlıkta iki buçuk fit derinliğinde çukur açıldı. Şehzade Bey, beline kadar oraya sokuldu. Padişah bir kere daha, bu durumdayken Şehzade Bey’in yanına gitti ve dedi ki, “Şimdi bu senin son vaktindir. Eğer şimdi bile, Kadiyanî Mesih’i inkar edersen seni koruyacağım. Kendi canına ve çoluk çocuğuna acı.” Biliyormusunuz, bu, ölüm kesin olarak onun gözlerinin önünde olduğu bir zamandı. Bedeninin yarısı toprağa gömülmüştü ve insanlar emir verilir verilmez taş yağmuruna tutmak için ellerinde taşlar beklemekteydiler. Bu tehlikeli anlarda bile, son anında bu kahraman, cesurane bir şekilde şöyle dedi; “Doğruluk nasıl inkar edilebilir? Can nedir? Çoluk çocuk nedir? Onlar için imanı terk etmek benim için mümkün değildir. Ben hak için can vereceğim.” İlk taşı kadı attıktan sonra bedbaht padişah Hazret’e taş attı. Daha ne söyleyelim! Dört bir taraftan Şehzade Sahib’in üzerine taş yağmuru başladı ve binlerce taş ona isabet etmeye başladı. Öyle bir taş yağmuru oldu ki, şehid merhumun başında taşlardan büyük bir yığın oldu ve Hazret’in bedeni taşlara gömüldü. Böylece onun ruhu sevgili Allah’ıncc katına gitti. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn” Bu şehzade bir keçi gibi boğazlandı ve hak üzerinde olmasına rağmen onun bedeni taşlarla paramparça edildi. Fakat o öyle sabır gösterdi ki, onun ağzından bir tek “ah” bile çıkmadı. Bu olay 14 Temmuz 1903’te oldu. Hazret Mesih-i Mevud’aas bu olayın haberini yirmi yıl önce verilmişti. Huzur’a Hüda Teala buyurmuştu ki, “İki keçi boğazlanacak.” Bundan murat, Şehzade Sahip ve onun müridi Hazret Molvi Abdurrahman Sahip idi. Şehzade Sahib’in şehid olmasından sonra, Hazretin hanımı Şah Cihan Bibi ve onun yetim çocuklarına da çok zulüm yapıldı ve onlar da hapse atıldılar. Fakat o, Şehzade Sahib’in vasiyetine uygun olarak sabretti ve Hazret gibi o da şunu söylemeye devam etti: “Eğer Ahmediyet yüzünden ben ve benim küçük küçük çocuklarım şehid edilirse, ben bundan dolayı Hüda Teala’ya şükredeceğim ve inancımı değiştirmeyeceğim.” Hanımefendinin iki oğlu, Seyyid Muhammed Said Sahip ve Seyyid Muhammed Ömer Sahip, bu sıkıntılar yüzünden Afganistan’da şehid oldu. Sonunda Şehzade Sahib’in perişan haldeki ailesi 2 şubat 1926’da Afganistan’dan hicret ederek Bennu’ya geldi. Şehzade Sahib’in Mezarı Kabil’de Şehzade Sahib’in şehid edildiği yerde üç gün hükümet tarafından nöbet tutuldu. Şehzade Sahib’in şehid oluşundan bir müddet sonra kendisinin müridi, Hazret Ahmed Nur Sahip Kabilî’ye Kabil’in tüccarları tarafından onun şehid olduğu bilgisi verildi. Bunun üzerine Hazret Ahmed Nur Sahip, canı pahasına da olsa Şehzade Sahib’in naaşını taşlar arasından çıkarıp defnetmeye karar verdi. Kırk gün sonra Kabil’li Ahmedilerin yardımıyla Şehzade Sahib’in naaşını çıkarıp yakındaki bir mezarlığa defnetti. Bir yıl sonra Şehzade Sahib’in başka bir müridi Molla Mir Sahib, Mürşidinin naaşını alıp kendi köyünde defnetmeye karar verdi. Nitekim o, Kabil’e gidip Şehzade Sahib’in tabutunu çıkarmaya muvaffak oldu ve bir katıra yükleyip, Şehzade Sahib’in köyü Seyyidgah’a getirdi ve hiç bilinmeyen bir mezar yaptı. Tesadüfen o günlerde Hazret Mesih-i Mevud’unas sahabesi Han Aceb Han Sahib, Meramşah Veziristan’da tahsildar vekiliydi. O, Şehid kardeşinin kabrini öğrenince duyduğu muhabbetten dolayı o mezarın üzerine çok güzel bir türbe yaptırdı. Yavaş yavaş Host’ta Şehzade Sahib’in mezarı meşhur oldu ve kendisinin müritleri buraya çok sayıda gelmeye başladı. Bu haber Serdar Nasrullah Han’a ulaşınca ocak 1910’da onun emriyle Şehzade Sahib’in tabutu çıkarılarak bilinmeyen bir yere defnedildi. Hazret Şehzade Sahib’in mezar taşı, Mesih-i Mevudas tarafından, Kadiyan’daki Behişti Makbara’da hatıra olarak dikilmişti. Şehzade Sahib’in şehid olması üzerine, Hazret Mesih-i Mevudas şöyle yazdı: “Kabil’in toprağı, bu kanın nasıl meyve vereceğini görecek. Bu kan asla zayi olmayacak.” Huzur buyurdu ki, “Üzerinde ne kadar büyük zulüm yapılmış Kabil toprağı, Allah’ıncc gözünden düştü.” Şehzade Sahib de, şehadet vaktinde şu gaybi haberi bildirmişti: Kendisinin katledilmesinden sonra memlekette çok büyük felaket olacak. Nitekim, Şehzade Sahib’in şehid edildiği gün, aynı gece saat dokuzda aniden yarım saat süren çok kuvvetli bir fırtına tufanı ve hortum oldu. Şehadetin ertesi günü 15 temmuz 1903’te korkutucu kolera vebası Kabil şehri ve etrafındaki bölgeleri etkisi altına aldı. Halbuki tahminlere göre dört yıl daha bu hastalığın ortaya çıkmasına imkan yoktu. Kabil ve civarlarında bulaşıcı koleradan hergün üçyüz dörtyüz kişi ölmeye başladı. Padişahın kardeşi Serdar Nasrullah Han’ın karısı da aynı hastalıktan helak oldu. Bunun üzüntüsünden Serdar Nasrullah Han neredeyse aklını kaybetti ve her zaman endişe içinde kaldı. Daha sonra Emanullah Han Afganistan padişahı olunca, onun emriyle Serdar Nasrullah Han tutuklanarak Kabil’e getirildi ve Şehzade Sahib’in hapsedildiği aynı hapishaneye atıldı. Bu üzüntülerden Serdar Nasrullah Han aklını kaybetti ve hapishanedeyken boğazı sıkılarak öldürüldü. Padişah Habibullah Han da Yüce Allah’ıncc azabından kurtulamadı ve 20 şubat 1919’da bir adamı onu öldürdü. Şehzade Sahib’in aleyhinde fetva veren mollalar da kötü sondan kurtulamadılar ve yaptıklarının karşılığını buldular. Şehzade Sahip, Hazret Mesih-i Mevud’uas çok severdi. Kendisi, Hazret Mesih-i Mevud’uas öven Farsça bir kaside yazdı. O kasidede saygı ile kendi sevgisini belirtirken der ki; “Sizin güzelliğinizi gören melekler bile hayran olurlar ve Cennetin güzel insanları bile sizin çehrenizin yanında hiçbir şey değildir…… Siz, daimi padişah Muhammed’insav bereketiyle dünyaya imam olarak geldiniz ve kelamınızla öyle şeyler beyan ettiniz ki daha önce onlar saklıydılar.” Hazret Mesih-i Mevudas da Şehzade Sahib’i çok severdi. Şehzade Sahib’in şehid olmasından sonra Hazret Mesih-i Mevudas özel olarak kendisiyle ilgili bir kitap yazdı ve kitabın ismini “Tezkeretü’ş Şehadeteyn” koydu. Yani, “İki şehadetin hikayesi.” Huzur bu kitapta, Şehzade Sahip ve onun müridi Molvi Abdurrahman Sahib’in şehadetlerini yazdı ve Şehzade Sahib’i methederek onun güzel vasıflarını beyan etti. Huzur bir olaydan da bahsetti. Ekim 1903’te Huzur bu kitabı yazmaya başladığında tesadüfen Huzur’un şiddetli böbrek ağrısı başladı. Huzur diyor ki, ben dua ederek “Ya İlahî! Bu merhum için yazmak istiyorum” der demez ilham geldi: “Selamün kavlen min Rabbin Rahim.” Ve sabah olmadan Hazret iyileşti. Şehadet olayından sonra, Ahmed Nur Kabilî, Şehzade Sahib’in bir saç telini Hazreti Mesih-i Mevud’unas yanına, Kadiyan’a getirdi. Huzur, o saçı ağzı açık küçük bir şişeye koyup kapattı ve şişeyi iple bağlayıp Beytü’d Dua’ya çengel ile astı. Huzur bununla ilgili şöyle der: “Kendisinin bir saçı buraya ulaştırıldı. Ondan şimdiye kadar güzel koku gelmektedir ve bizim Beytü’d Dua’nın bir köşesinde asılıdır.” Huzuras, Şehzade Sahiple ilgili yazarak şöyle buyurur: “Onun yüzü nasıl nurlu ise kalbinin de nurlu olduğunu anlıyordum… Gerçek şudur ki o, dini dünyadan üstün tuttu…. Onun iman kuvveti o kadar ileri seviyedeydi ki eğer ben onu büyük bir dağa benzetirsem korkarım benim benzetmem eksik kalır.” Huzuras, Hazretle ilgili bir defasında şöyle dedi: “Abdullatif sözde öldü, fakat kesin biliniz ki o hayattadır ve hiçbir zaman ölmeyecek.” SON Urducadan Türkçe’ye çeviren Osman Şeker – 01.10.2013 Kitabın Urducasını yayınlayan: Lacna İmaillah, Kadiyan [1] Al-i İmran suresi

Önceki

Sir Zaferullah Han

Sonraki

10.07.2012, Taha Akyol, Hürriyet, “Taliban Sansürü”