İkinci olarak sunmak istediğim sıfat tekellüm sıfatıdır. Eğer bir varlık konuşarak kendi iradesini insana bildiriyorsa o varlığın mevcudiyeti nasıl tartışılabilir.
Her şeye hüküm süren üstün bir varlık yoktur nasıl denebilir?
Kûr’ân-ı Kerîm Allah’ın bu sıfatıyla ilgili buyuruyor ki;[1]
Yani Müminler “Rabbimiz Allah’tır” deyip kararlılıkla bu inanç üzerinde sebat gösterince, Allah ta meleklerine der ki gidin ve benim bu kuluma hakikaten var olduğumun müjdesini verin. Deyin ki hiç korkmanıza veya üzülmenize gerek yoktur. Size vâdedilen cennete nail olduğunuzdan dolayı sevinin.
Yüz binlerce peygambere Allah tekellüm sıfatıyla doğrudan kendisini tanıtmıştır. Bu peygamberlerin cemaatlerinde de bu sıfattan nasibini alanlar olmuşlardır. Bizim cemaatimizde de Allah’ın konuştuğu insanlar vardır. Ben kendim de sırf Allah lütfettiği için bu konuda tecrübe sahibiyim. Şimdi birisi gelip bana “Allah yoktur” dese ona nasıl kulak asabilirim? Şaşkınlıkla onun yüzüne bakıp içimden “ne kadar beyhude bir şey söylüyor” demekten başka çarem kalmayacaktır. Bir filozof önümüzde oturan bir arkadaş hakkında yoktur dese ve hatta olmadığına dair deliller de sunsa, sadece kendisini aptal yerine koyacaktır. Aynı şekilde Allah ile konuşmuş olan birisi, “Allah yoktur” iddiasıyla karşı karşıya gelince ancak kendi kendine gülebilir.
Binlerce peygamberlerin ve diğer insanların da tanık olduğu bu tekellüm sıfatı Allah’ın varlığına dair kuvvetli bir delildir.
İtiraz ve cevabı
Deniliyor ki eğer Allah konuşuyorsa neden dinlerde bu kadar ihtilaf vardır? Gerçekten Allah olsaydı birinin kulağına bir şey derken diğerinin kulağına başka bir şey demezdi?
Bunun cevabı şudur ki Allah tarafından gelen ses zaten hep aynıdır. Ama sonradan insanlar kendi uydurduklarını da kattıkları için çelişkiler doğmaktadır. Örneğin doğanın kanunları da Allah tarafından belirtilmişlerdir ama insanlar buna bile şahsi düşüncelerini katıyorlar. Bu yüzden herkesin dediği her şeye “kanundur” diyemiyoruz. Birisi ben tahtadan canlı at yapabilirim derse doğanın kanununun artık bozulduğunu söylemeyiz. Sadece iddia edenin iddiası yanlıştır deriz. Doğru olan tahtadan canlı at yapılamaz diyen doğanın kanunudur deriz.
Aynı şekilde kendi uydurduğunu Allah’ın kanunuyla karıştıranların bu işini Allah’a isnat edemeyiz. Ancak onların eksik akıllarına isnat edebiliriz. Böyle insanlar hakkında Kûr’ân-ı Kerîm’in bize bildirdiği bir kanun var. Şöyle buyuruyor;[2]
Yani Eğer birisi bile bile bir şey uydurup Allah’a isnat ederse Allah onun şah damarını kesecektir.
Varsa bu konuda şüpheye düşen buyursun gelsin ve denesin. Hatta Allah’ın varlığını inkâr edenler Allah’ın onlara bir şey vahiy ettiğini iddia etsinler (böyle bir şey olmadığı halde) ve bunu yaymaya çalışsınlar. Israrla desinler ki Allah bizi bu vahyi yaymak için görevlendirmiştir ve sonra gerçekten dediklerini yaymaya çalışsınlar. Ne hale geleceklerini görürler.
Bazı ihtilafların sebebi çağların farklılığıdır
İkinci cevabı da şudur ki dinde ihtilaf bazen değişik çağların farklı ihtiyaçlarından kaynaklanabiliyor. Ama bu gerçek ihtilaf sayılmaz. Örneğin doktorlar da bir reçete veriyorlar ama hastanın durumu değişince reçeteyi değiştiriyorlar. Buna çelişki diyemeyiz. Gereken neyse o yapıldı. Kim diyebilir ki doktorların sağı solu belli olmuyor. Bazen bir şey veriyorlar bazen başka bir şey. Herkes biliyor ki hastanın iç durumu değiştiği için ilaç ta değişmiştir. Dinin durumu da aynıdır. İnsanlar zihinsel evrim geçirdikçe onlara yeni öğretiler verilir.
Allah neden herkesi zorlayıp aynı noktaya getirmiyor
Bazen deniliyor ki Allah’a iftirada bulunanın şah damarının kesildiğini anladık. Peki, aynı muamele bütün batıl veya sapmış dinlerin mensuplarıyla neden yapılmıyor. Ya onların hepsi öldürülsün ya da zorla aynı noktaya getirilsin. Allah kendisi bu sorunun cevabını vermiştir. Şöyle buyuruyor;[3]
Yani Eğer isteseydik herkesi zorlayıp aynı dine getirirdik ama böyle yapsaydık herkes sevap kazanma hakkından mahrum kalırdı ve yaratılışın ana gayesi yok olurdu.
İnsanın yaratılışının ana gayesi ancak hür olursa anlam kazanıyor. Hem kabul etme hem ret etme güçlerinin mevcut olması şarttır. Zorlayarak bir noktaya getirmek bütün senaryoyu mahvettiği için Allah böyle bir şey yapmıyor.
Hak dininde bile ihtilaf!
Allah’a inanmayanlar diyebilir ki “dinlerin arasında ihtilaf olduğuna anlam versek bile, kendisinin hak dini olduğunu iddia eden din bile ihtilaflarla doludur. Müslümanlara bakalım. Her ağızdan başka bir şey çıkıyor. Eğer denilirse ki diğer dinler gibi bu da insanlar kendi fikirlerini karıştırınca bozulmuştur o zaman biz de deriz ki Allah neden insanların bu kadar yanılgıya düşebilecekleri şekilde kelamını indiriyor? Neden kimsenin yanlış yorumlayamayacağı bir kelam indirmiyor?”
Bunun cevabı şudur ki Allah’ın kelamı zaten herkesin anlayabileceği şekildedir. Ama bazı insanlar kasten ve kandırmak niyetiyle hiç olmayacak alakasız anlamlar çıkartıyorlar. Anlamların saptırılmasında gizli niyetleri oluyor.
Örneğin Aryalar diyorlar ki Kûr’ân-ı Kerîm’den tenasüh[4] konusunun doğru olduğu çıkıyor, ruh ve maddenin hep var olduğu çıkıyor.
Yarın öbür gün Niyog’un[5] bile çıktığını iddia ederlerse hiç şaşırmam. İnatçı ve vurdum duymazları kim durdurabilir. Canları ne istiyorlarsa söylüyorlar.
Bardağın dolu tarafından bakmak istersek ihtilaf kapısını açık bırakmak insanın zihinsel gelişimi için gereklidir. Bu ince noktayı anladığı için Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur; [6]
Yani Ümmetimde ihtilaf bir rahmettir.
Bunu söylemesinin sebebi de şudur ki Kûr’ân-ı Kerîm’de bazı ayetler Muhkemat olup bazıları da Müteşabihat sınıfına girerler. “Muhkemat” olan ayetlerin anlamları birden fazla olsa bile hepsi merkezi bir anlam etrafında dönüyorlar. Müteşabihatlarda ise ayetler öyle kelimeler içeriyorlar ki birden fazla ve bazen birbirinden zıt anlamlar bile çıkabiliyorlar ama hangi anlamı alırsanız alın İslamiyet’in özüne ters düşmüyor. Anlamların zıt olma durumunda birini seçip uygularsak diğerinden vazgeçmek durumunda kalıyoruz ama bu durum imansal ve dinsel açıdan bir sorun yaratmıyor.
Örneğin kadınların iddetiyle[7] ilgili Kûr’ân-ı Kerîm’de “kurû” kelimesi kullanılmıştır. Anlamları kadının hem hayız hem temizlik dönemi olabilir. Müslümanların bir kısmı temizlik dönemi olan anlamı benimserken diğeri de hayız dönemi olan anlamı tercih etmektedir. Zıt olmalarına rağmen ve aynı anda uygulanamazken bu anlamlar İslamiyet’in hiçbir esasına ters düşmemektedirler. İşte böyle ihtilaflar bize şeriatın incelikleri konusunda düşünmeye davet ederler. Cismani dünyanın ruhani dünyayla olan alakayı kurma fikrini insanın aklına getirirler ve her şeyden ziyade şeriatın ana prensiplerini ve ruhunu yakalamamıza yardımcı olurlar. Böylece sadece dış kabuğunu temsil eden kuru hükümlerin arkasında yatan esas ruh konusunda irfan sahibi olabiliyoruz. Ancak çaba gösterene içindeki gizli mücevherlerin kapısını açan madenleri de Allah yaratmamış mıdır?
Aynı Allah Kûr’ân-ı Kerîm’de de bu felsefeyi korumuştur. Bu kelam-ı İlahi’nin yüce bir sıfatıdır, bir kusuru değildir. Kendi tecrübelerimle söyleyebilirim ki kısacık olan Fatiha süresinin anlamları hiç bitmiyor. Bu Allah’ın kelamının mükemmelliğini gösteriyor, eksikliğini değil. Herkes zekâsı ve gösterdiği gayret ölçüsünde bu madenden mücevher toplayıp hem kendisi faydalanır hem diğerlerine dağıtır. Kişisel çıkar veya cehalet veya yeteri kadar düşünmemiş olmaktan dolayı çıkartılan ihtilaflı anlamlar dışında gerisi hep dinin detaylarıyla ilgilidirler. Hiç birisi ana usullerine (Muhkemat) karşı çıkmamakla birlikte hepsi ümmet için son derece faydalıdırlar. Sabit fikirli bir ümmet yerine düşünen bir ümmet yaratırlar.
Çok anlamlı olmanın başka bir sebebi daha vardır. Kitap tektir ama insanlar çeşit çeşit. En sıradan müminler için de bu kitap varken en ermişleri için de yine bu kitap vardır. En liyakatsizler için yine bu var ve ruhani dünyanın en yüksek tepelerine çıkabilenler için de yine bu var. Kelimeleri öyle seçilmişlerdir ki hiçbir bölümü hiçbir sınıf için anlamsız ve faydasız olmasın. Sıradan mümin de bu küçücük kitabı okurdu ve Peygamber Efendimiz de. Bu özelliği olmasaydı ya o sıradan mümin bundan hiç faydalanmadan ayrılırdı ya da aynı şey Peygamber Efendimiz’in başına gelirdi.
Sözün özü bu kelamda kelimeler aynı olmasına rağmen öyle bir birleştirilmişlerdir ki aklı yettiği kadar herkes faydalanabilir. Ne bunda sadece sıradan insanlar için basit şeyler var diyebiliriz ne da sadece entelektüellere hitap ettiğini iddia edebiliriz. Bunun her bir kelimesi her iki grup içindir.
Her ihtilaf rahmet sayılmaz Bu açıklamalarıma bir itiraz gelebilir. Bazı ihtilaflar gizli bir rahmet iken bazıları insanları rencide edip incitmişlerdir. Âminin yüksek sesle mi yoksa içinden mi söylenmesi gerektiği konusunda Müslümanlar birbirlerini taşlamışlardır, birbirlerini mahkemeye vermişlerdir. Şüphesiz böyle ihtilaflar rahmet sayılamaz. Bunun cevabı şudur ki insanların içi kirlendiği zaman zaten böyle yaparlar. Ama buna karşı Allah da ne zaman Müslümanları böyle duruma düşmüş görürse ihtilafları yok etmek için birini yollar. Günümüzde de Müslümanlar bunun ne kadar acı verici olduğunu düşünmeden benzer konularda birbirinin canlarını alıyorlar. Bunu görünce Allah Vâdedilen Mesih’i yolladı ve o bir cümleyle bütün kavgalara son verdi.
Merak eden buyursun incelesin; cemaatimizde bu tür ihtilaflar hiç yoktur. Yine tekrar ediyorum. Çift anlamlar söz konusu olunca birisi daha alt seviyeli müminler içindir diğeri de üst seviyeliler için. Bazı durumlarda her ikisi de doğrudur. Örneğin hem yüksek sesle hem içimizden Âmin demek caizdir. Namazda ellerimizi biraz yukarıya doğru kapatmamız caiz olduğu gibi biraz aşağı doğru kapatmamız yine caizdir. Böylelikle ihtilaf kalmıyor ve sorunlar çözülüyor.
Müşahede deliline itiraz
Daha önce demiştim ki kendisi bizzat Allah’ı görmüş ve onun kelamını kendi kulağıyla duymuş birisi onun varlığını nasıl inkâr edebilir. Bu iddia bazen bir itirazla karşılanıyor. Deniliyor ki müşahede delili her yerde doğru değildir. Örneğin illüzyonist sözde yoktan paraları var ediyor ve herkes bunu müşahede ediyor. Ama gerçekte böyle bir şey olmuyor. Neden Allahın var olduğunu iddia edenlerin müşahedelerinde de benzer bir aldanma olmasın? Belki onlar da bir şeyler duyduklarını sanmışlar ama gerçekten öyle değildi.
Buna cevaben biz diyoruz ki müşahede iki türlüdür. Birisinde yanılma olasılığı vardır. Diğerindeyse böyle bir olasılık yoktur. Örneğin biri uzaktan birini görünce onun belli bir kişi olduğunu sanır. Sonra başka bir arkadaşını görür ve o da ona der ki sandığı o kişiyi başka bir yerde yakından görmüştür. Bu durumda yakından görmüş olanın müşahedesi kabul edilecektir ve uzaktan göreninki ret edilecektir. Müşahede kavramı şüphe içeren bir kavram olduğu için değil, sadece müşahedenin çeşitli dereceleri olduğu için. Birinci müşahedenin yanı sıra daha üst seviyeli bir müşahede sunulunca ilki ret edilmeye layık görülecektir.
Ama müşahedenin başka bir örneğini inceleyelim. Diyelim ki ben birisiyle konuştum ve bu konuşma esnasında başka arkadaşlarım da mevcuttu ve yaptığım konuşmaya şahit oldular. Sonra birisi gelip konuştuğum kişiyi Lahor da gördüğünü iddia ederse bile kendi müşahedem konusunda şüpheye düşmeyeceğim. Bu yeni gelenin ya yalancı ya da yanılmış olduğunu varsayacağım.
İlüzyonist de aynı şekilde kendi avucunda parayı oluşturuyor. Benim avucumda oluşturursa şüphe kalmayacak. Ama o hep kendi avucunu kullanıyor ve belki parayı bir tarafına saklamış olduğuna dair şüphe hep kalıyor. Dolayısıyla illüzyonistlerin gösterdikleri müşahede sayılmaz. Allah’ın kelamı böyle şüpheler içermez. O bazen şevketli sesiyle ve bazen tabir gerektiren rüyalarla bir değil iki değil yüzlerce insanla konuşur.
“Allahın kelamını duydum” diyenlerin hisleri yanılmış olamazlar mı?
Yine denilebilir ki Allah’ın kelamını duydum diyenlerin hisleri yanılmış olabilir. Bir deli de bazen bir şeyler duyduğunu sanır. Bunlar aynı sınıfa giriyor olmasınlar?
Ama bizde diyoruz ki bu nasıl deliliktir. Bu halüsinasyonu duyanların hepsi istisnasız doğaüstü bir varlığın onlarla konuştuğunu iddia ediyorlar. Delilerde bu kadar ittifak hiç görülmüş müdür? İki deli bile bir konuda hemfikir olamıyorlar. Oysa burada yüz binlerce deli hemfikir olmuş! Bunların hepsine mi deli diyeceksiniz? Kesinlikle hayır. Böyle bir şüphe yaratmaya çalışmak tamamen yanlıştır.
Hz. Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed
Allah (c.c.) adlı eserinden
[1] Ha-mim Secde (41) sûresi, ayet 31
[2] Hakka (69) sûresi, ayet 45-47
[3] Maide (5) sûresi, ayet 49
[4] Ruhların tekrar tekrar dünyaya geri gelmesiyle ilgili inanç. Reenkarnasyon.
[5] Hinduların bir âdeti. Bu adete göre bir kadının kendi kocasından çocuğu olmuyorsa çocuk olana kadar başka bir erkekle (kocasının izniyle) birlikte olabilir.
[6] Kenz-ül Ümmâl
[7] Kocasının vefatı ve boşanma durumunda kadının aşırı gerekmedikçe evden çıkmaması gereken dönem