Kuran-ı Kerim’in kelimeleri üzerinde iyice düşünmemeleri ne kadar da üzücüdür. Bunu yapmakla kendileri yanıldıkları gibi başkalarını da yanıltırlar. Yanlış yola sapmaktan imtina ettiğimiz için bize öfkelenirler. Bize dinsiz ve kâfir diyorlar. Ancak, bir mümin başkalarının tehditlerinden değil yalnızca Allah’tan korkar. Bir insan başka bir insana ne zarar verebilir? Yapabileceği en büyük fenalık öldürmektir. Fakat bir mümin ölmekten korkmaz. Onun için ölüm Yar ile mülaki olmanın yoludur. Bizi kötüleyenler Kuran-ı Kerim’in nasıl bir hazine olduğunu bir bilseler! O, tükenmeyen bir hazinedir ve ebediyete kadar insanların ihtiyaçlarını karşılamaya devam edecektir. Kur’an-ı Kerim’den önceki kitapların öğrettikleri Kur’an’la mukayese edildiğinde bir hiçtir. Onlar Kuran-ı Kerim’in değeri hakkında bir fikre sahip olsalardı, topladıkları azıcık bilgi ile kanaat etmeyeceklerdi. Onun manasının derinliklerine dalacaklar, Allah (c.c.) ile ilişki kurmak ve O’na yakın olmak için çaba sarf edeceklerdi. Keşke zahire önem verdikleri gibi gönül temizliğinin değerini de bilselerdi. Peygamber Efendimiz’in (sav) öğrettiklerinin sadece lafzına değil ruhuna da aldırış etselerdi. Çünkü bunları yapmakta olan mümin manen yükselmesi için Kuran-ı Kerim’in kendisini hangi yola çağırdığını da öğrenmeye çalışır. Böylece hareket etselerdi, içerideki özden ziyade dışarıdaki görünüşe kıymet verdiklerinin ve boş kadehi dudaklarına götürmekle susuzluklarını gidermeyi umduklarının farkına varırlardı. Onlar Fatiha Suresini okumuyorlar mı? Bu suredeki dua, müminlere Allah’a manevî mükafatlar için yalvarmayı öğretmiyor mu? Günde aşağı yukarı elli defa
“Bize doğru yolu göster yani nimet verilen kimselerin yolunu[1]” diye dua etmiyorlar mı? Böyle dua ediyorlarsa, müminlerin günde beş vakit Fatiha Suresiyle Allah’tan (c.c.) istedikleri mükafatların ve nimetlerin neler olduğunu hiç düşündükleri oldu mu acaba? Kalp gözü Fatiha Suresindeki duanın manası üzerine çevrilmiş olarak bir defacık olsun ibadet etmiş olsalardı, kendi kendilerine “Bu doğru yol nedir ve Allah’ın (c.c.) bize vermek istediği nimetler nelerdir? sorusunu sık sık soracaklardı. Eğer bu soruyu sormuş olsalardı, dikkatleri Nisa Suresindeki şu ayetin üzerine çevrilecekti.
“Onlar kendilerine söylenileni yapsalar, haklarında daha hayırlı ve imanlarını sağlamlaştırmak hususunda daha tesirli olurdu. O takdirde, tarafımızdan onlara büyük bir mükafat verirdik ve onları doğru yola sevk ederdik. Her kim Allah’a (c.c.) ve Resulüne itaat ederse, o kimse Allah’ın (c.c.) nimetlendirdiği ve mükafatlandırdığı peygamberler, sıddikler (doğrular), şehitler ve salihlerle beraber olur ve bunlar ne kadar iyi arkadaşlardır! Bu lûtüf Allah’tandır ve Allah’ın bilmesi yeter.”[2]
Bu ayetlerden açıkça anlaşılan şudur: Bir mümin Allah’ın (c.c.) nimetleriyle mükâfatlandırılanların yoluna sevk edilmesi için dua ettiği zaman peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salihlerin cemaatinde bulunmak için dua eder. Sonuç olarak Allah (c.c.) bizzat Peygamber Efendimiz’in vasıtasıyla bize günde aşağı yukarı kırk defa doğru yolun gösterilmesi için dua etmemizi emretti. Daha sonra Nisa suresinde Doğru yolun ne demek olduğunu kendisi açıkladı; bunun peygamberler, sıddikler, şehitler ve Salihlerin cemaatine katılmak olduğunu söyledi. Durum böyle iken kim peygamberliğin her çeşidinin bu ümmete yasak olduğunu söyleyebilir? Böyle bir düşünce gülünç olmaz mı? Allah gülünç bir şey öğretebilir mi? Bir taraftan peygamberler, doğrular, şehitler ve salihler arasına dahil edilmemiz için bizi dua etmeye teşvik ederken, diğer taraftan peygamberlik mükafat ve nimetinin şimdi ve ebediyete kadar Hz.Muhammed’in (sav) ümmetine yasak edildiğini bize söylemesi mümkün mü? Böyle bir şeyi Allah göstermesin! Allah kutsal ve paktır. O bütün ayıp ve eksiklerden münezzehtir. O herhangi bir sebeple peygamberlik nimetini gerçekten yasaklasaydı, mükafatlandırdığı kimselere ulaşan yolu bulalım diye dua etmeyi bize öğretmezdi. Ayrıca nimet verilenlerin yolunu açıklarken, Peygamber Efendimiz’e (sav) itaat edenlerin peygamberlik makamına erebileceğini ve peygamberlerden olabileceğini söylemezdi.
Diyorlar ki, bahis konusu ayette “Min” yerine, “MA’A” kullanılmıştır. Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz’e (sav) itaat edenler peygamberlerden olmayıp sadece peygamberlerle beraber olacaklarmış. Yani bu müminler peygamberler cemaatine katılmayıp onlarla bir araya gelme şansına sahip olacaklarmış! Ama onlar ayetin yalnız peygamberlerden değil doğrular, şehitler ve salihlerden de bahsettiğini unutuyorlar. Ayetteki MA’A bir müminin peygamberlik mertebesine yükselmekten men edildiğini gösteriyorsa, o zaman aynı şekilde doğruluk, şehitlik ve salihlik mertebesine yükselmekten de men edildiğini kabul etmek zorundayız. Yalnız peygamberlerin değil, daha aşağı mertebede mükafatlandırılmış olanların da sona erdiğini kabul etmeliyiz. O halde, Muhammedî ümmetin hiçbir ferdi sıddik, şehit ve salih olmayıp sadece eski ümmetlerin sıddikler, şehitler ve salihleriyle beraber olmakla yetinmek zorundadırlar. Yoksa, kendisi onlardan biri olamaz. Bu ümmete mensup bir mümin doğruların topluluğuna katılabilir, fakat doğrulardan biri olamaz. Şehitlerin topluluğuna katılabilir, fakat kendisi bir şehit olamaz. Salihlerin topluluğuna karışabilir, fakat salihlerden biri olamaz. Yani bütün manevî mükafatlar ve mertebeler (haşa) Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmetine yasaklanmış! Her türlü dua ve gayretlerine rağmen en çok bekleyebilecekleri şey, sadece eski ümmetlerin nimet verilmiş olan cemaatlerinden birine veya diğerine katılıp onlarla bir arada bulunmaktır. Ama onlar (haşa) Allah (c.c.) yolunda varını yoğunu harcadıkları halde eski ümmetlerin manevî mertebelerini elde edemeyecekler! Peygamber Efendimiz’in (sav) izinde yürüyenler eski ümmetlerin müminlerine eşit olarak değil, sadece seyirci olarak katılmayı temenni edebilir! Gerçek bir Müslüman böyle bir düşünceyi besleyemez. Böyle bir düşünce İslâmiyetin, Kuran’ın ve Peygamber Efendimiz’in (sav) şanına ve vakarına aykırıdır. Çünkü, bu düşünce Muhammedî ümmet içinde salih bir kulun bulunmasını bile reddetmektedir. Kısacası, bu ayetteki “MA’A” hocaların istedikleri gibi tefsir edilirse, yalnız peygamberlik değil doğruluk, şehitlik, salihlik ve takva gibi diğer manevî mertebeleri de bu ümmet için yasaklanmış olacaktır.
Gerçek şudur: “Ma’a” sadece zaman ve mekân bakımından beraber olma manasına gelmez. “ma’a” iki şeyin veya şahsın aynı zaman veya mekân (yer) paylaşmasını ifade ettiği gibi iki kişinin aynı manevî dereceyi paylaşmasını da ifade eder. Yani iki kişinin aynı cemaatin üyesi olduğunu beyan etmek için de “ma’a” kullanılır. Kısacası “ma’a” kelimesinin bir anlamı “ile” ise diğeri de -dan ve -den dir. Kuran-ı Kerim’de bunun örneklerini görüyoruz. Aşağıdaki ayet bu örneklerden biridir:
“Muhakkak ki, münafıklar cehennemin en aşağı katındadırlar ve onlara yardım edecek hiç kimse bulamazsın. Ancak tövbe edenler, ıslah olanlar, Allah’a (c.c.) sımsıkı sarılanlar ve Allah’a (c.c.) itaatte samimi davrananlar müstesnadır. Bunlar müminlerden (ile beraber?)dir ve Allah müminlere büyük nimetler ve mükafatlar verecektir.”[3]
Bu ayette tövbe edenlerden, iyi iş işleyenlerden, Allah’a bağlananlardan ve O’na itaatte samimi davrananlardan bahsedilmekte, haklarında “ma’a” kullanılmıştır. Burada “ma’a” ile beraber olmak manasında alındığı takdirde münafıkların tövbekâr olmalarına, iyi işler işlemelerine ve Allah’a (c.c.) bağlanıp O’na itaatte samimi davranmalarına rağmen, müminlerin derecesine erişemeyecekler, sadece müminler ile beraber olacaklardır gibi bir sonuç çıkar. Onlar sadece müminlere refakat etmek hakkını kazanacaklar, fakat onlardan biri olmayacaklardır. Böyle bir netice son derece saçmadır. Bundan dolayı bu ayette ma’a manası itibariyle ile beraber olmak anlamında olmayıp, -den, -dan manasındadır. Yani tövbe edip Allah’a itaatte samimi olanlar müminlerin cemaatindendirler.
Bahis konusu ayette kullanılan (Nisa Suresi, 67-71) ma’a ile beraber olmak anlamında değildir. Böyle bir şey kabul edilemez. Çünkü ma’a anlam itibarıyle ile beraber olmak manasında kabul etmekle, Allah (c.c.) ve Peygamberi’ne (sav) saygısızlık etmiş oluruz. Bu ayet-i kerimede de ma’a anlamı itibarıyla -den, -dan manasındadır. Yani ayetin meali şöyle olacaktır: “Allah’a ve resulüne itaat edenler, Allah’ın nimetlendirdiği kimselerden yani peygamberler, doğrular şehitler ve salihlerden olacaklardır.
Peygamber Efendimiz’in (sav) izinde yürüyenlere bir çeşit peygamberlik kapısını açık tutan ayetler Kuran-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde mevcuttur. Bu peygamberlik, Muhammedî Nübüvvetin zilli yani gölgesidir. Bu peygamberlik ancak Hz.Resulüllah’a (sav) tam olarak itaat etmek ve onun izinde yürümek suretiyle Allah (c.c.) tarafından bağışlanır. Nitekim Araf Suresinde, Peygamber Efendimiz (sav) ile ümmeti hakkında şöyle buyurulmuştur:
“De ki: Rabbim aşikar ve gizli hayasızlıkları, günahı, haksız isyanı, hakkında bir delil indirmediği şeyi Allah’a ortak yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır. Her millet için bir vade vardır. Bu vade gelince ne bir saat geri kalabilirler ne de bir saat ileri gidebilirler. Ey Adem evlatları! Eğer içinizden size ayetlerimi anlatan peygamberler gelirse veya geldiğinde, riayet edenler ve iyi iş işleyenler için korku yoktur ve onlar keder görmeyeceklerdir.” [4]
Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmeti arasından peygamberler çıkacaktır. Ayetteki sözün gelişi Peygamber Efendimiz (sav) ile ilgilidir. Allah (c.c.), peygamberlerin geleceğinden bahsetmekte ve bu gibi peygamberleri kabul etmenin ümmetin vazifesi olduğunu hatırlatmaktadır. Bu peygamberleri kabul etmezlerse cezasını çekerler. Ayetin metninde “İmma” (eğer) bulunduğunu ve bu “eğer” kelimesinin peygamberlerin gelmesini şarta bağlı ve şüpheli bir hale koyduğunu ileri sürmek isteyen olursa, emeği boşa gidecektir. Çünkü, aynı kelime Kuran-ı Kerim’de Âdem’in (a.s.) cennetten çıkışını anlatırken kullanılmıştır. Fakat ayetteki “eğer” kelimesinin bir şarta işaret ettiğini kabul etsek bile, Allah’a (c.c.) göre peygamberliğin kapısı kapanmış değildir. Çünkü sona erdirdiği bir şeyi şarta bağlı bir şekilde zikretmek bile Allah’ın (c.c.) şanına ve büyüklüğüne aykırıdır.
Kuran-ı Kerim gibi Peygamber Efendimiz’in (sav) hadis-i şerifleri de peygamberliğin koşulsuz ve mutlak olarak sona ermediğini açıkça bildirmektedirler. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) geleceği vaat edilen Mesih’in (a.s.) peygamber olacağını sık sık vurgulamaktadır. Eğer peygamberlik koşulsuz olarak sona ermiş olsaydı Allah’ın Resulü (sav) Vaat edilen Mesih’e dört kere Allah’ın (c.c.) Peygamberi diye hitap etmezdi. [5]
[1] Fatiha Suresi; a.6-7
[2] Nisa Suresi; a. 67-71
[3] Nisa Suresi; Ayet 146-147
[4] Araf Suresi; a. 34-36
[5] Sahih Müslim; Kitab-ül Fiten ve Eşrat,üs Saat, Zikr-üd Deccal, İbn-i Mace; Kitab-ül Fiten, Bab Fitnetü-d Deccal