Bize yöneltilen dördüncü büyük itiraz şudur: Bize göre vahyin müessesesi ve peygamberlerin gelmesi Peygamber Efendimiz’den (sav) sonra da devam etmektedir. Bu itiraz dahi etraflıca düşünmediklerinden veya husumet ve peşin hüküm ileri sürdüklerinden kaynaklanmaktadır. Gerçek şudur; biz kelimelerden ziyade onların manasına önem veririz. Allah (c.c.) ve peygamberin onuruna yakışan her söze inanmayı tercih ederiz. Peygamber Efendimiz’in (sav) peygamberliğini kaldırıp dünyaya yeni bir şeriat ve yeni bir kıble veren, İslâm şeriatının herhangi bir hükmünü değiştirmek suretiyle insanoğlunu Peygamber Efendimiz’e (sav) değil kendine itaate davet eden, Muhammedî ümmetin dışından olup Peygamber Efendimiz’den (sav) feyiz almaksızın herhangi bir manevî mertebeye erişme iddiasında olan bir kişinin gelebileceğine bir an için dahi inanamayız. Çünkü bize göre, böyle bir kişinin gelmesi İslâmiyetin sonu olup Peygamber Efendimiz’e (sav) Allah (c.c.) tarafından verilen sözlerin yalan çıkacağı anlamına gelecektir. Ama böyle bir şey imkânsız olmakla beraber bu şekildeki bir inançtan tiksiniriz. Aynen bunun gibi, insanlara geçmişte daima bahşedilen nimet ve ihsanların Peygamber Efendimiz (sav) geldikten sonra artık bahşedilmez olduğu inancını doğru bulmayız. Bizce o ilâhî feyiz kapılarını kapatmak için değil her zamankinden daha çok açmak için geldi.Nitekim onun zuhuru ile manevî ilerleme imkânlarının arttığına inanırız. Peygamber Efendimiz’in (sav) insanları Allah’a (c.c.) yaklaşmaktan menetmek için gönderildiğini düşünmeyiz. Bugün, birisinin Peygamber Efendimiz’in (sav) şeriatını kaldırıp onun yerine geçebileceğini düşünmekten tiksindiğimiz gibi Hz.Resulüllah’ın zuhuru ile vahiy ve vahiy nimetlerinin sona erdiğini düşünmekten de nefret ederiz. Bu iki düşünce, Peygamber Efendimiz’i (sav) küçülten ve öğrettiklerini çürüten düşüncelerdir. Bundan dolayı, her ikisini de reddederiz. Peygamber Efendimiz’in (sav) insanlık için bir nimet olduğuna içtenlikle inanırız. O’nun manevî feyizlerinin devam etmekte olduğunun bilincindeyiz. Onun zuhuru, insanları manevî feyizlerden mahrum etmemiştir. Tersine, O’nun zuhuruyla Allah’ın (c.c.) insanlara her zaman bahşettiği manevî feyiz ve nimetler eskisinden daha bol olarak akmaya başlamıştır. Zuhurundan önce bu ilâhî feyizler küçük bir dere gibi akıyordu. Ama zuhurundan sonra muazzam bir nehir gibi akmaktadır. Çünkü O’nun zuhurundan önce manevî âlemdeki bilgi kemale ermemişti. Gelişiyle bu bilgi kemale erdi ve kâmil irfan ancak kâmil bilgi ile elde edilir.Kuran-ı Kerim’de bahsedilen bilgi ve irfan önceki hiçbir semavî kitapta bulunmuyor. Netice olarak Peygamber Efendimiz’in (sav) sayesinde insanoğlu irfanda ilerlediği için öncekilerin elde edemediği manevî mertebelere Muhammedî ümmete mensup olanlar varabilirler. Böyle nimetler olmasaydı, Peygamber Efendimiz’in (sav) öteki peygamberlere nazaran ne üstünlüğü olabilirdi? Peygamber Efendimiz’in (sav) manevî köleliğinden azat olan peygamberin gelmesini reddederiz. İşte bundan ötürü, Hz.İsa’nın (a.s.) Peygamberimizin ümmetine yol göstermek üzere geri gelebileceğini kabul etmeyiz. Çünkü o Peygamber Efendimiz’e tabi olmadan peygamberlik mertebesine erişmiştir. Fakat Peygamber Efendimiz’in (sav) manevî kölelerinden olup onun şanını yücelten bir peygamberin gelişini reddetmeyiz.Allah müminlerin gönüllerini ilâhî nurla doldurup hakkı tanıması için açıp şu gerçeği anlamalarına yardımcı olsun ki, kendisinden önceki bir peygamberi hükümsüz kılan peygamber yeni bir şeriat getirir. Ayrıca o kendisinden önceki peygamberin manevî köleliğine girmeksizin bu mertebeye yükselir. Ama daha önceki bir peygambere tabi olarak ondan feyiz ve nur almak suretiyle, ona itaat edip peygamberlik mertebesine erişmiş bulunan biri daha evvelki peygamberi hükümsüz kılmış olmaz ve olamaz. Bu çeşit peygamberlik, daha evvelki peygamberi küçük düşürmek şöyle dursun, onun ve getirdiklerinin şan ve şerefini artırır. Kuran-ı Kerim’den anlaşıldığına göre peygamberliğin bu çeşidi Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmetine açıktır. Aklı selim de bu görüşü desteklemektedir. Zira, bu çeşit peygamberlik Muhammedî ümmet için erişilemeyecek bir mertebe ise, o zaman, o diğer peygamberlerin ümmetlerine nazaran hiçbir üstünlüğe sahip olamaz.Peygamber Efendimiz (sav), Musa’ya tabi olanlar arasında peygamberlikten daha aşağı bir manevî mertebe olan Muhaddes mertebesine erişmiş kimseler bulunduğunu söylemişti[1]. Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz kendi manevî feyziyle insanları Muhaddeslikten daha yüksek bir mertebeye çıkaramıyorsa, o zaman onun “insanların ve peygamberlerin en hayırlısı” olmasının ne anlamı kaldı? “Peygamberlerin en hayırlısı” olabilmek için onun kendisinden daha önceki peygamberlerde bulunmayan meziyetlere sahip olması gerekir. Bize göre, bu hususi meziyet şudur; daha evvelki peygambere tabi olanların erişebileceği en yüksek mertebe muhaddes mertebesidir. Daha evvelki peygamberlerin manevî kudreti bundan ileriye gidemez. Halbuki, Peygamber Efendimiz’e (sav) tabi olanları Allah (c.c.) peygamberlik mertebesine eriştirebilir. Onun “kuvvet-i kudsiyesi”nin kemali ve mucizesi işte budur. Onun “Kuvvet-i kudsiye”sinin bu kemalini görünce müminin kalbi aşkıyla dolup taşar.Peygamber Efendimiz’in (sav) zuhuru bu çeşit peygamberliğe erişmeyi ortadan kaldırsaydı, zuhuruna bir nimet değil bir musibet nazarıyla bakılması icap ederdi. Kuran-ı Kerim’in de faydasız bir kitap diye bir tarafa atılması gerekirdi. Zira bu peygambere ve kitaba inananlar peygamberlik mertebesine erişemezlerse, zuhurundan evvel müminlerin bu manevî mertebeye yükselmesi mümkün iken zuhurundan sonra mümkün olmadığını itiraf etmemiz gerekir. Kuran-ı Kerim’den önce vahyolunan kitaplar kendi okuyucularını ve ümmetlerini peygamber mertebesine yükseltmek, yani onları İlâhi lütfun bu derecesine eriştirmek kudretine haizdi. Kuran-ı Kerim bu kudretten mahrum mudur? Eğer mahrumsa, gerçek müminlerin kalbi kanamaya ve ruhlarındaki ateş sönmeye başlayacak. Çünkü onlar “Peygamberlerin peygamberi” ve “âlemlere rahmet” olanın gelişiyle manevîyat sahasında yeni yükselme yollarının açılacağını ve O’nun yolunda yürümek suretiyle, Rablerine her zamankinden daha çok yaklaşacaklarını umarlarken, gelişi (haşa) öteden beri açık olan rahmet kapılarının kapanmasına sebep olsun!Acaba bir mümin bir an için Peygamber Efendimiz (sav) hakkında böyle bir düşünceye kapılabilir mi? Gönlü O’nun aşkıyla dopdolu olan, bir saniye için bile bu inancı taşıyabilir mi? Allah (c.c.) şahidimiz olsun; Peygamber Efendimiz (sav) feyiz ve bereketi tükenmeyen eşsiz bucaksız bir denizdir. Nuru hiç sönmeyen manevî âlemin güneşidir. Bir fâni feyzi ve bereketini kapsayacak güce sahip değildir. O, rahmet kapılarını kapatmamış tersine ardına kadar açmıştır. Daha önceki peygamberler ile onun arasındaki fark budur. Geçmişteki peygamberlerin ümmetleri onlara itaat ederek sadece muhaddes mertebesine kadar yükselebilirlerdi. Onların manevî feyiz ve bereketiyle ümmetlerinden biri peygamberlik mertebesine erişemiyordu. Ama Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmeti için durum farklıdır. Ümmetinden olup ona itaat eden biri peygamberlik mertebesine erebilir. Ama öyle kimse peygamber olmasına rağmen yine ümmetîdir. Mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun Peygamber Efendimiz’in (sav) manevî köleliğinden azat olamaz. Ümmet halkası dışına çıkamaz, onun ümmeti, bendesi ve hizmetkârı olarak kalır. Peygamber Efendimiz’in (sav) feyiz ve bereketiyle, izinde yürüyen bir ümmetî bu yüksek mertebeye erişebilir. Ama mertebesinin yüksekliği, Muhammedî ümmetten biri olması durumunu değiştirmez. Mertebesi ne kadar yüksek olursa, Peygamber Efendimiz’e (sav) karşı şükran ve minnet borcu da o kadar artar. Çünkü Allah’a (c.c.) yakınlık bakımından, Peygamber Efendimiz hiçbir fâninin erişemeyeceği bir noktaya erişmiştir. Ulaştığı yüksekliğe diğerlerinin hayalleri bile ulaşamamıştır. Aynı zamanda Allah huzurundaki mertebesi insanın tasavvur edemeyeceği bir süratle her an artmaktadır. Nitekim Muhammedî ümmetin ilerlemesi Peygamber Efendimiz’in (sav) ilerlemesine muhtaçtır. O ilerlediği için ümmeti de ilerledi. O himmetli ayağını yükseklere bastığı için ümmeti de yüksek mertebelere ulaştı. Peygamber Efendimiz’in (sav) bu yüce mertebesinden dolayı yukarıda zikredilen şartlı peygamberliğin devamını kabul etmek zorundayız. Çünkü bu çeşit bir peygamberliğin devamı Peygamber Efendimiz’in (sav) şanını artırır. Ama bu nimet kapısını kapalı kabul ettiğimiz takdirde şanı ve şerefi zedelenir. Bir öğretmenin büyüklüğü yetiştirdiği öğrencilerin büyüklüğüyle belli olduğu gibi bir kralın büyüklüğü de emri altında bulunan diğer itaatkâr kralların büyüklüğüyle belli olur. Nitekim, üstün zekaya sahip olan bir öğretmen kendisi gibi yetenekli öğrenciler yetiştirmezse pek üstün zekalı sayılmaz. Hakimiyeti altında kendisine tâbi krallar bulunmayana, imparator ve krallar kralı denmez. Tıpkı bunun gibi, ümmeti arasından peygamberler çıkabilen bir peygamber, ümmeti arasından peygamberler çıkmayan bir peygamberden daha büyüktür. Nübüvvet hakkındaki bu yanlış inancın bugünkü Müslümanlar arasında nasıl revaç bulduğu meselesi önemlidir. Bugünkü Müslümanlar diyorum, çünkü eski din adamları bugünkü Müslümanlarca kabul edilen düşüncenin tam tersi olan görüşlere sahiptiler. Muhiddin İbn Arabi, İbn-i Kayyim, Mevlana Celalettin Rumi, İmam Rabbani gibi din bilginleri bu konu üzerinde şimdiki Müslümanların görüşlerine muhalif görüşler beyan eden İslâm büyükleri arasında zikrolunabilir. Aslında nübüvvetin ne demek olduğunu anlayamadıklarından dolayı bu konuda yanılmışlardır. Onlara göre bir peygamber yeni bir şeriat getirmeli veya eski şeriatın bazı emirlerini kaldırmalı yahut daha önceki peygambere tabi olmamalı. Gerçek şudur ki bir peygamberin peygamber olması için onda bu şartların bulunması gerekmez. Bir insan bu şartlardan hiçbirini yerine getirmediği halde yine de peygamber olabilir. O, yeni bir şeriat getirmediği gibi daha önceki şeriatın bazı emirlerini kaldırmamış olabilir. O daha önceki bir peygambere tabi de olabilir. Peygamberlik manevî bir mertebedir, Allah’a yakınlığın bir derecesidir. Bu mertebeye, bu yakınlık derecesine erişen kişi, insanlara Allah (c.c.) yolunda rehberlik etmek için tayin edilir. O, manen ölmüş olanları diriltmek ve manevî kuraklıktan kuruyan kalpleri yeşertmek işi ile görevlendirilir. Allah’tan (c.c.) aldığı vahyi insanlara bildirmek, hidayeti yaymak üzere bu uğurda hayatlarını feda etmeye hazır olan bir cemaati kurmak onun vazifesidir. Bu fedakâr cemaat Allah’ın (c.c.) elçisini örnek alıp kalbini temizler ve amelini düzeltir.Kısacası, nübüvvetin mefhumunu kavrayamadıklarından dolayı bugünkü Müslümanlar bu yanlış inancı taşımaktadır. Halbuki nübüvvetin bazı çeşitlerinin Muhammedî ümmet içinde devamı, Peygamber Efendimiz’in (sav) mertebesini alçaltmaz, aksine yükseltir.
[1] Buhari; Kitab-ül Menakib, Menakib-i Ömr bin Hitab